Şöhret; insanın malı olmayanı da insana mal eder. Şöyle ki:
Beşerin seciyelerindendir, garip veya kıymettar bir şeyi; asîlzâde göstermek
için o kıymettar şeylerin cinsiyle müştehir olan zata nispet ve isnad etmektir.
Yani; sözleri revaç bulmak veya tekzip olunmamak veyahut başka ağraz için,
zalimane ve istibdatkârâne, bir milletin netaic-i efkârını veya mehasin-i
etvarını bir şahısta görüp ondan bilirler. Halbuki; o adamın şanındandır o
hediye-i müstebidaneyi red ede… Zira güzel bir sıfat veya ulvî bir san’atla
meşhur olan bir adam, hüsn-ü sûrînin maverâsını görmek şanından olan nazar-ı
sanatperveranesine haksız olarak ona isnad olunan emir arz edilip gösterilir
ise; Senin dest-i hattındır denilir ise; o emir san’atın tenasüb ve
muvazenesinden nâşi olan güzelliğini ihlâl ettiği için, reddedip i’raz ve
teberri edecektir. "Hâşa ve kellâ" diyecektir. Bu seciyeye bina ile meşhur
kaideye -"Bir şey sâbit olsa, levazımatıyla sâbit olur."- istinaden insanlar o
şahs-ı meşhurda tahayyülâtlarına bir nizam verdirmek için muztardırlar ki: Çok
kuvvet ve azamet ve zekâ gibi levazım-ı hârikulâdeyi isnad etsinler, tâ o şahsın
cümle mensubatına merciiyyeti mümkün olabilsin. 0 halde o adam bir u’cûbe olarak
zihinlerinde tecessüm eder. Eğer istersen hayalât-ı acemane içinde perverde olan
Rüstem-i Zâl’in timsal-i mânevîsine bak, gör… ne u’cûbedir! Zira; şecaatle
müştehir olduğundan ve hiç İranîler tazyikatından kurtulamayan istibdat sırrıyla
ve şöhret kuvvetiyle İranîlerin mefahirini gasp ve garât ederek büyülttü.
Hayallerde büyüyüp şişti. Yalan, yalana mukaddeme olduğu için şu harikulâde
şecaat harikulâde bir ömür ve dehşetli bir kamet ve onların levazım ve
tevabi’leri olan çok emirleri toplayıp, içinde o hayal-i hâil nara vurarak "Ben
nev’ün münhasırün fiş-şahs’ım" der. Gulyabânî gibi hurafatı arkasına takarak
dillerin destanlarında dönüyor. Emsaline dahi meydan açar.

Ey hakikati çıplak görmek isteyen zat!.. Bu mukaddemeye dikkat
et; zira hurafatın kapısı bu yerden açılır. Ve bab-ı tahkik dahi bunun ile sed
olur. Hem de kıssadan hisse ve meylütterakkiyle mütekaddimînin esasları üzerine
bina ve seleflerin mevrusatında tasarruf ve ziyadeye cesaret bu şûristanda
mahvolur. Eğer istersen meşhur Molla Nasreddin Efendiye de: "Bu garip sözler
umumen senin midir?" Elbette sana diyecektir: "Şu sözler ciltleri dolduruyor.
Epeyce ömür ister. Zira bütün sözlerim nevadirden değildir. Ben hocayım. Onların
zekâtını da bana verseler razıyım ve kafidir. Fazlasını istemem. Zira zerafetimi
tabiilikten çıkarıp tasannua kalbeder." Yahu, bu kökten hurafat ve mevzuat biter
ve tenebbüt eder ve doğru şeyin kuvvetini bitirir.

Hâtime

İhsan-ı İlâhîden fazla ihsan, ihsan değildir. Bir dane-i hakikat
bir harman hayalata müreccahtır. İhsan-ı İlâhî ile tavsifte kanaat etmek
farzdır. Cemiyete dahil olan, cemiyetin nizamını ihlâl etmemek gerektir. Bir
şeyin şerefi neslinde değildir, zatındadır. Bir şeyin aslını gösteren
semeresidir. Birinin malına başka mal velev kıymetli de olsa karışırsa, malını
kıymetsiz ettiği gibi, haczetmesine dahi sebep olur.

Muhakemat, s. 20-22

Bir adam müstaid ve kabil olduğu şeyi terk ve ehil olmayan şeye
teşebbüs etmek, şeriat-ı hilkate büyük bir itaatsizliktir. Zira şanı odur ki;
istidadı, san’atta intişar ve tedahül; ve san’atın mekayisine ihtiram ve
muhabbet; ve nevamisine temessül ve imtisal… Elhasıl: Fena-fi’s-san’at
olmaktır. Vazife-i hilkat bu iken bu yolsuzlukla san’atın suret-i lâyıkasını
tağyir eder. Ve nevamisini incitir. Ve asıl müstaid olduğu san’ata olan
meyliyle; teşebbüs ettiği gayr-i tabiî san’atın suretini çirkin eder. Zira:
Bilkuvve olan meyil ve bilfiil olan san’atın imtizaçsızlığı için bir keşmekeş
olur. Bu sırra binaen pek çok adam meyl-ül-ağalık ve meyl-ül-âmiriyet ve
meyl-üt-tefevvuk ile mütehakkim geçinmek istediğinden ilmin şanında olan teşvik
ve irşad ve nasihat ve lûtfu terk edip kendi istibdad ve tefevvukuna vesile-i
cebr ve tânif eder. İlme hizmete bedel, ilmi istihdam eder. Buna binaen vezaif
ehil olmayanın ellerine geçti. Bahusus medaris bunun ile indirasa yüz tuttu.
Buna çare-i yegâne: Daire-i vahidenin hükmünde olan müderrisleri, Darül-fünûn
gibi çok devaire tebdil ve tertip etmektir. Ta, herkes sevk-i insanîsiyle
hakkına gitmekle, hikmet-i ezeliyenin emr-i mânevîsini, meyl-i fıtrîsiyle
imtisal edip kaide-i taksimü’l-a’mâle tatbik edilsin.

Muhakemât, s. 46-47

Lâfız-perestlik nasıl bir hastalıktır… öyle de; sûret-perestlik
ve üslûp-perestlik ve teşbih-perestlik ve hayal-perestlik ve kafiye-perestlik
şimdi filcümle, ileride ifrat ile tam bir hastalık ve mânayı kendine feda edecek
derecede bir maraz olacaktır. Hatta bir nükte-i zerafet için veya kafiyenin
hatırı için, çok edîp edepte edepsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır. Evet
lâfza zînet verilmeli, fakat tabiat-ı mâna istemek şartıyla.. ve sûret-i mânaya
haşmet vermeli, fakat meâlin iznini almak şartıyla ve üslûba parlaklık vermeli
fakat maksudun istidadı müsait olmak şartıyla.. ve teşbihe revnak vermeli fakat
matlubun münasebetini göze almak ve rızasını tahsîl etmek şartıyla.. ve hayale
cevelân ve şa’şaa vermeli fakat hakikati incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikate
misal olmak ve hakikatten istimdad etmek şartıyla gerektir.

Muhakemât, s. 79

Belâgatın ukde-i hayatiyesi, tâbir-i diğer ile beyanın felsefesi
veyahut şiirin hikmeti ise; hâriciyatın nevamisi ve mekayisini temessül
etmektir. Şöyle: Hakaik-ı hariciyedeki kanunları kıyas-ı temsilî cihetiyle ve
deveran tarikiyle ve vehmin tasarrufuyla şairane olan mâneviyat ve ahvalde
yerleştirmektir. Demek âyine gibi hariçten in’ikas eden hakikatın şualarını
temessül eder. Güya kendi san’at-ı hayaliyesiyle ve nakş-ı kelâmîsiyle hilkat ve
tabiatı taklit ve muhâkât eder. Evet kelâmda hakikat olmaz ise de, en ekall
şebih ve nizamından istimdad etmek ve onun danesi üzerinde sünbüllenmek
gerektir. Fakat her danenin mahsus bir sünbülü vardır. Bir buğday bir ağaç kadar
sünbüllenmez. Felsefe-i beyan nazara alınmaz ise; belâgat hurâfât gibi, hayal
gul gibi sâmi’e hayretten başka bir faide vermez.

Muhakemât, s. 91

Kelâmın selaseti ise: Bir derece hissiyattan tafralık ve iştibak
etmemek; ve tabiatı taklid; ve hârice temessül; ve mesîl-i garazda sedad; ve
maksad ve müstekarrın temeyyüzüdür. Şöyle ki: Kelâmda hissiyat da tamam olmadan
çifte atmak, başkasiyle mezcetmek, selâsetini tağyir eder.

Ve nizamsız iştibaktan tevakki ve maâni-i müteselsilede tederrüç
lâzımdır.

Hem de san’at-ı hayaliyesiyle tabiata şakirdlik etmek gerektir.
Tâ tabiatın kavanini onun san’atında in’ikâs edebilsin.

Hem de tasavvuratını öyle hariciyâta muhâkî ve müşakil etmek
lâzımdır. Farazâ tasavvuratı dimağdan kaçıp hariçte tecessüm etseler, hâriç
onları istilhak; ve neseblerini inkâr etmesin.. ve desin: "Onlar ben’im" ve
yahut keennehu ve yahut benim veledimdir…

Hem de garazın mesilinde ve kasdın mecrasında teferruk etmemek
için sedad etmek, çeleçepe temayül etmemektir. Tâ canipler garazın kuvvetini
teşerrüb etmekle ehemmiyetsiz etmesin.. belki köşeler, tazammun ettikleri
taravet ve letafetiyle zenav gibi garaza imdad ve kuvvet vermek gerektir.

Hem de kasdın müstekarrı temeyyüz ve ağrazın mültekası taayyün
etmek selâsetin selâmetine lâzımdır.

Muhakemât, s. 96-97

Hattâ, kulaktaki zar, nur-u îman ile ışıklandığı zaman,
kâinattan gelen manevî nidâları işitir. Lisan-ı hâl ile yapılan zikirleri,
tesbihâtları fehmeder. Hattâ, o nûr-u îman sâyesinde rüzgârların terennümâtını,
bulutların na’ralarını, denizlerin dalgalarının nağamâtını ve hâkezâ yağmur, kuş
ve sâire gibi her nevîden Rabbânî kelâmları ve ulvî tesbihâtı işitir. Sanki,
kâinat İlâhî bir müsıkî dairesidir. Türlü türlü âvazlarla, çeşit çeşit
terennümâtla kalplere hüzünleri ve Rabbânî aşkları intıba ettirmekle kalpleri,
ruhları nûrânî âlemlere götürür, pek garip misâlî levhaları göstermekle, o
ruhları ve kalpleri lezzetlere, şevklere gark eder. Fakat o kulak, küfür ile
tıkandığı zaman, o leziz, mânevî, yüksek savtlardan mahrum kalır; ve o
lezzetleri îrâs eden âvazlar, mâtem seslerine inkılap eder. Kalbde, o ulvî
hüzünler yerine, ahbâbın fıkdânıyla ebedî yetimlikler, mâlikin ademiyle
nihayetsiz vahşetler ve sonsuz gurbetler hasıl olur.

Bu sırra binâendir ki, Şeriatça bâzı savtlar helâl, bâzıları da
haram kılınmıştır. Evet, ulvî hüzünleri, Rabbânî aşkları îrâs eden sesler
helâldir; yetimâne hüzünleri, nefsânî şehevâtı tahrik eden sesler haramdır.
Şeriatın tayin etmediği kısım ise, senin rûhuna, vicdânına yaptığı tesire göre
hüküm alır.

İşârâtü’l-İ’câz, s. 71-72

"Ve inminşeyin illâ yüsebbihû bihamdihi" sırrınca, her şeyden
Cenâb-ı Hakka karşı pencereler hükmünde çok vecihler var; bütün mevcudâtın
hakâikı, bütün kâinatın hakîkati esmâ-i İlâhiyeye istinad eder; herbir şeyin
hakîkati bir isme veyahut çok esmâ-ya istinad eder. Eşyadaki sanatlar dahi, her
biri birer isme dayanıyor. Hattâ, hakîki fenn-i hikmet Hakîm ismine ve
hakîkatli fenn-i tıb Şâfi ismine ve fenn-i hendese Mukaddîr ismine ve hâkezâ her
bir fen, bir isme dayandığı ve onda nihayet bulduğu gibi; bütün fünûn ve
kemâlât-ı beşeriye ve tabakât-ı kümmelîn-i insâniyenin hakîkatleri, esmâ-i
İlâhiyeye istinâd eder. Hattâ, muhakkikîn-i evliyânın bir kısmı demişler:
"Hakîki hakàik-ı eşya, esmâ-i İlâhiyedir. Mâhiyet-i eşya ise, o hakàikın
gölgeleridir. Hattâ, bir tek zîhayat şeyde, yalnız zâhir olarak yirmi kadar
esmâ-i İlâhiyenin cilve-i nakşı görünebilir."

Şu ince ve dakîk ve pek büyük ve geniş hakîkati bir temsil ile
fehme takrîbe çalışacağız. İki üç ayrı ayrı elek ile elemek sûretinde tahlil
edeceğiz. Ne kadar uzun beyân etsek, yine kısadır; usanmamak gerek. Şöyle:

Nasıl ki gàyet mâhir bir tasvirci ve heykeltraş bir zât, gàyet
güzel bir çiçekle ve insan cins-i latîfinden gàyet güzel bir hasnânın sûret ve
heykelini yapmak istese, evvelâ o iki şeyin umûmi şekillerini bâzı hatlarla
tâyin eder. Şu tâyini, bir tanzim iledir, bir takdîr ile yapıyor. Hendeseye
istinâden hudut tâyin ediyor. Şu tanzim ve takdîr, bir hikmet ve ilim ile
yapıldığını gösteriyor. Demek, tanzim ve tahdit fiilleri, ilim ve hikmet
pergeliyle dönüyor. Öyle ise, tanzim ve tahdit arkasında ilim ve hikmet mânâları
hükmediyor. Öyle ise, ilim ve hikmet pergeli, kendini gösterecek. İşte kendini
gösterdi ki, o hudutlar içinde göz, kulak, burun, yaprak ve incecik püskülcükler
gibi şeylerin tasvirine başladı. Şimdi görüyoruz ki, içindeki pergelin
harekâtıyla tâyin edilen âzâlar, sanatkârâne ve inâyetkârâne düşüyor. Öyle ise,
o ilim ve hikmet pergelini çeviren, arkada sun’ ve inâyet mânâları var
hükmediyorlar ve kendilerini gösterecekler. İşte ondandır ki, bir hüsün ve
zînete kàbiliyet gösteriyor. Öyle ise, sun’ ve inâyeti çalıştıran, irâde-i
tahsin ve kast-ı tezyindir. Öyle ise, onlar hükmediyorlar ki, tezyine, tenvîre
başladı; bir tebessüm vaziyetini gösterdi ve hayattarlık hey’etini verdi.
Elbette şu tahsin ve tenvir mânâsını çalıştıran, lütuf ve kerem mânâsıdır. Evet,
o iki mânâ, onda o derece hükmeder ki, âdetâ, o çiçek bir lütf-u mücessem, o
heykel bir kerem-i mütecessiddir. Şimdi, bu mânâ-yı kerem ve lütfu çalıştıran ve
tahrik eden, teveddüd ve taarrüf mânâlarıdır. Yani, kendini hüneri ile
tanıttırmak ve halka kendini sevdirmek mânâları arkada hükmediyor. Bu
tanıttırmak ve sevdirmek, elbette meyl-i merhamet ve irâde-i nîmetten geliyor.
Mâdem rahmet ve irâde-i nîmet, arkada hükmediyor; öyle ise, o heykeli, nîmetin
envâıyla dolduracak, tezyin edecek, o çiçeğin sûretini de bir hediyeye takacak.
İşte o heykelin ellerini, kucağını ve ceplerini kıymettar nîmetler ile doldurdu
ve o çiçek sûretini de bir mücevherata tatı. Demek, bu rahmet ve irâde-i nîmeti
çalıştıran, terahhum ve tahannündür; yani, "acımak ve şefkat etmek" mânâsı,
rahmet ve nîmeti tahrik ediyor. Ve o müstağnî ve hiç kimseye ihtiyacı olmayan
zâtta olan terahhum ve tahannün mânâsını tahrik eden ve izhâra sevk eden,
elbette o zâttaki mânevî cemâl ve kemâldir ki; tezâhür etmek isterler. Ve o
cemâlin en şirin cüz’ü olan muhabbet ve en tatlı kısmı olan rahmet ise, sanat
âyinesiyle görünmek ve müştakların gözleriyle kendilerini görmek isterler. Yani
cemâl ve kemâl -çünkü bizzat sevilirler- her şeyden ziyâde kendi kendini severler.
Hem hüsündür, hem aşktırlar. Hüsün ve aşkın ittihâdı bu noktadandır. Cemâl mâdem
kendini sever; kendini âyinelerde görmek ister. İşte heykele konulan ve sûrete
takılan sevimli nîmetler, güzel meyveler, o cemâl-i mânevînin -kendi
kàbiliyetlerine göre- birer lem’asını taşıyorlar. O lem’aları hem cemâl sahibine,
hem başkasına gösteriyorlar.

Aynen öyle de, Sâni’-i Hakîm, Cenneti ve dünyayı, semâvâtı ve
zemini, nebâtât ve hayvanâtı, cin ve insi, melek ve rûhâniyâtı, küllî ve cüz’î
bütün eşyayı, cilve-i esmâsıyla, eşkâlini tahdit ediyor, tanzim ediyor, birer
miktar-ı muayyene veriyor. Onun ile, bunlara, Mukaddîr, Munazzım, Musavvir
isimlerini okutturuyor. Öyle bir tarzda şekli umûmisinin hududunu tâyin eder ki,
Alîm, Hakîm ismini gösterir. Sonra, ilim ve hikmet cetveliyle, o hudut içinde, o
şeyin tasvirine başlar. Öyle bir tarzda ki, sun’ ve inâyet mânâlarını ve Sâni’
ve Kerîm isimlerini gösteriyor. Sonra, sanatın yed-i beyzâsıyla, inâyetin
fırçasıyla o sûretin, eğer birtek insan ve bir tek çiçek ise, göz, kulak,
yaprak, püskül gibi âzâlarına bir hüsün, bir zînet renkleri veriyor; eğer zemin
ise, maâdin, nebâtât ve hayvanâtına bir hüsün ve zînet renkleri veriyor; eğer
Cennet ise, bağlarına, kasırlarına, hûrilerine bir hüsün ve zînet renkleri
veriyor; ve hâkezâ, başkalarını kıyas et.

Hem, öyle bir tarzda tezyin ve tenvir eder ki; lütuf ve kerem
mânâları, onda o derece hükmediyor ki, âdetâ o mevcud-u müzeyyen, o masnû-u
münevver, bir lütf-u mücessem, bir kerem-i mütecessid hükmüne geçer; Latîf ve
Kerîm ismini zikreder. Sonra, o lütuf ve keremi, şu cilveye sevk eden, elbette
teveddüd ve taarrüftür; yani, Kendini zîhayata sevdirmek ve zîşuura bildirmek
şe’nleridir ki, Latîf, Kerîm isimlerinin arkalarında Vedûd ve Mâruf isimlerini
okutuyor ve masnûun lisân-ı hâlinden işitiliyor. Sonra, o müzeyyen mevcudu, o
güzel mahlûku leziz meyveler, sevimli neticelerle süslendirip, zînetten nîmete,
lütuftan rahmete çevirir; Mün’im ve Rahîm ismini okutturur ve zâhiri perdeler
arkasında, o iki ismin cilvesini gösterir. Sonra, bu Rahîm ve Kerîm’i,
Müstağnî-i Alelıtlak olan Zâtta bu cilveye sevk eden, elbette bir terahhum,
tahannün şe’nleridir ki; ism-i Hannân ve Rahmân’ı okutturuyor ve gösteriyor. Şu
terahhum, tahannün mânâlarını cilveye sevk eden, elbette bir cemâl ve kemâl-i
zâtîdir ki, tezâhür etmek ister; Cemîl ismini ve Cemîl isminde münderiç olan
Vedûd ve Rahîm isimlerini okutturuyor. Çünkü, cemâl, bizzat sevilir. Zîcemâl ve
cemâl, kendi kendini sever; hem hüsündür, hem muhabbettir. Kemâl dahi, bizzat
mahbubdur, sebepsiz olarak sevilir; hem muhibdir, hem mahbubdur. Mâdem
nihayetsiz derece-i kemâlde bir cemâl ve nihayetsiz derece-i cemâlde bir kemâl,
nihayet derecede sevilir, muhabbete ve aşka lâyıktır. Elbette âyinelerde ve
âyinelerin kàbiliyetlerine göre lemeâtını ve cilvelerini görmek ve göstermekle
tezâhür etmek ister. Demek, Sâni’-i Zülcelâlin ve Hakîm-i Zülcemâlin ve Kadîr-i
Zülkemâlin zâtındaki cemâl-i zâtî ve kemâlât-ı zâtiyesi, terahhum ve tahannün
ister ve Rahmân ve Hannân isimlerini tecellîye sevk eder. Terahhum ve tahannün
ise, rahmet ve nîmeti göstermekle Rahîm ve Mün’im isimlerini cilveye sevk eder.
Rahmet ve nîmet ise, teceddüt, taarrüf şe’nlerini iktizâ edip, Vedûd ve Mâruf
isimlerini tecellîye sevk eder, masnûun bir perdesinde onları gösterir. Teveddüd
ve taarrüf ise, lütuf ve kerem mânâlarını tahrik eder; Latîf ve Kerîm isimlerini
masnûun bâzı perdelerinde okutturuyor. Lütuf ve kerem şe’nleri ise, tezyin ve
tenvir fiillerini tahrik eder; Müzeyyin ve Münevvir isimlerini masnûun hüsün ve
nûrâniyeti lisânıyla okutturur. Ve o tezyin ve tahsin şe’nleri ise, sun’ ve
inâyet mânâlarını iktizâ eder ve Sâni’ ve Muhsîn isimlerini o masnûun güzel
sîmâsıyla okutturur. Ve o sun’ ve inâyet ise, bir ilim ve hikmeti iktizâ eder ve
ism-i Alîm ve Hakîm’i o masnûun intizamlı, hikmetli âzâsıyla okutturur. O ilim
ve hikmet ise, tanzim, tasvir, teşkil fillerini iktizâ ediyor; Musavvir ve
Mukaddîr isimlerini masnûun hey’etiyle, şekliyle okutturur, gösterir.

İşte, Sâni’-i Zülcelâl, bütün masnûâtını öyle bir tarzda yapmış
ki, ekserîsi, husûsan zîhayat kısmı, çok esmâ-i İlâhiye’yi okutturur. Güyâ her
bir masnûuna, ayrı ayrı, birbiri üstünde yirmi gömlek giydirmiş, yirmi perdeye
sarmış; her gömlekte, her perdede ayrı ayrı esmâsını yazmış. Meselâ, temsilde
gösterildiği gibi, tek güzel bir çiçekle, insanın kısm-ı sânîsinden bir ferd-i
hasnânın yalnız zâhirî hilkatlerinde, çok sahîfeler vardır. Başka büyük ve küllî
masnûâtı, o iki cüz’î misâle kıyas et.

Birinci Sahîfe: Umûmi şekil ve miktarını gösteren hey’ettir ki;
"Yâ Musavvir yâ Mukaddîr, yâ Munazzım" isimlerini yâd eder.

İkinci Sahîfe: Sûretlerinde ayrı ayrı âzâların inkişâfıyla hâsıl
olan çiçek ve insanın basit hey’etidir ki, o sahîfede Alîm Hakîm isimleri gibi
çok isimler yazılıyor.

Üçüncü Sahîfe: O iki mahlûkun ayrı ayrı âzâlarına, ayrı ayrı
hüsün ve zînet vermekle, o sahîfede Sâni’ ve Bâri’ isimleri gibi çok isimler
yazılıyor.

Dördüncü Sahîfe: Öyle bir zînet ve hüsün, o iki masnûa
veriliyor ki, güyâ lütuf ve kerem tecessüm etmiş, onlar olmuş. O sahîfe, "Yâ
Latîf, yâ Kerîm" gibi çok isimleri yâd eder, okur.

Beşinci Sahîfe: O çiçeğe leziz meyveler, o hasnâya sevimli
evlâtlar, güzel ahlâklar takmakla, o sahîfe, "Yâ Vedûd, ya Rahîm, yâ Mün’im"
gibi isimleri okutturuyor.

Altıncı Sahîfe: O in’am ve ihsan sahîfesinde, "Yâ Rahmân, yâ
Hannân" gibi isimler okunuyor.

Yedinci Sahîfe: O nîmetlerde, o neticelerde, öyle lemeât-ı hüsün
ve cemâl görünüyor ki, hakîki bir şevk ve şefkatle yoğrulmuş hâlis bir şükür ve
sâfî bir muhabbete lâyık olur. O sahîfede, "Yâ Cemîl-i Zülkemâl, yâ Kâmil-i
Zülcemâl" isımleri yazılı okunuyor.

İşte yalnız bir güzel çiçek ve hasnâ bir insan ve yalnız maddî
ve zâhir sûretinde bu kadar esmâyı gösterirse, acaba umum çiçekler ve bütün
zîhayat ve büyük ve küllî mevcudât ne derece ulvî ve küllî esmâyı okutuyor,
kıyas edebilirsin.

Hem, insan ruh, kalb, akıl cihetiyle hayat ve letâif
sahîfeleriyle Hayy, Kayyûm ve Muhyî gibi ne kadar esmâ-i kudsiye-i nûrâniyeyi
okur ve okutturur, kıyas edebilirsin.

İşte, Cennet bir çiçektir. Hûri tâifesi dahi bir çiçektir. Rûy-i
zemin dahi bir çiçektir. Bahar da bir çiçektir. Şemâ da bir çiçektir; yıldızlar,
o çiçeğin yaldızlı nakışlarıdır. Güneş de bir çiçektir; ziyâsındaki yedi rengi,
o çiçeğin nakışlı boyalarıdır. Âlem, güzel ve büyük bir insandır; nasıl ki
insan, küçük bir âlemdir. Hûriler nevi ve rûhânîler cemaati ve melek cinsi ve
cin tâifesi ve insan nev-i, birer güzel şahıs hükmünde tasvir ve tanzim ve îcad
edilmiştir. Hem her biri, külliyetiyle; hem her bir ferdi, tek başıyla Sâni’-i
Zülcemâl’inin esmâsını gösterdikleri gibi, Onun cemâline, kemâline, rahmetine ve
muhabbetine birer ayrı ayrı âyinelerdir. Ve nihayetsiz cemâl ve kemâline ve
rahmet ve muhabbetine birer şâhid-i sâdıktır. Ve o cemâl ve kemâlin ve rahmet ve
muhabbetin birer âyâtıdır, birer emârâtıdır. İşte şu nihayetsiz envâ-ı kemâlât,
daire-i Vâhidiyet’te ve Ehadiyet’te hâsıldır. Demek o daire haricinde tevehhüm
olunan kemâlât, kemâlât değildir.

İşte hakàik-ı eşyanın esmâ-i İlâhiye’ye dayandığını ve istinad
ettiğini, belki hakîki hakàik o esmânın cilveleri olduğunu ve her şeyin çok
cihetlerle, çok dillerle Sânii’ni zikir ve tesbih ettiğini anla; "Ve inminşeyin
illâ yüsebbihû bi hamdihi." nin bir mânâsını bil ve "Sübhâne menihtefâ bi
şiddeti zuhûrihî."de. Ve ayetlerin âhirlerinde olan "Ve hüvel azîzülhakîm", "Ve
hüvel alîmülkadîr", "Ve hüvel ğafûrun-ahîm" gibi zikir ve tekrarlarındaki bir
sırrı fehmet.

Eğer bir çiçekte esmâyı okuyamıyorsan ve vâzıh göremiyorsan;
Cennete bak, bahara dikkat et, zeminin yüzünü temâşâ et. Rahmetin şu büyük
çiçekleri olan Cennet ve bahar ve zeminde yazılan esmâyı, vâzıhan okuyabilirsin,
cilvelerini ve nakışlarını anlar, görürsün.

Sözler, s. 573-577

Ulaşmaz dest-i edeb-i garb-ı hevesbâr-ı hevâkâr-ı dehâdâr

De’b-i edeb-i ebed-müddet-i Kur’ân-ı ziyâbâr-ı şifâkâr-ı hüdâdâr

Kâmilîn insanların zevk-i maâlîsini hoşnut eden bir hâlet,
çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş gelmez,

Onları eğlendirmez. Bu hikmete binâen, bir zevk-i süflî, sefih,
hem nefsî ve şehvânî içinde tam beslenmiş, zevk-i ruhîyi bilmez.

Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat, romanvâri nazarla,
Kuı’ân’da olan letâif-i ulviyet, mezâyâ-i haşmeti göremez, hem tadamaz.

Kendindeki mihengi ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç
meydan-ı cevelân; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz.

Ya aşkla hüsündür, ya hamâset ve şehâmet, ya tasvir-i hakikat.
İşte yabânî edebse, hamâset noktasında hakperestliği etmez.

Belki zâlim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla
kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün ve aşk noktasında aşk-ı hakiki
bilmez.

Şehvetengiz bir zevki nefislere de zerk eder. Tasvir-i hakikat
maddesinde, kâinata san’at-ı İlâhî sûretinde bakmaz,

Bir sıbga-i Rahmánî sûretinde göremez. Belki tabiat noktasında
tutar, tasvir ediyor, hem ondan da çıkamaz.

Onun için telkini aşk-i tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe
de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz.

Yine ondan gelen, dalâletten neş’et eden ruhun ıztırâbâtına, o
edebsizlenmiş edeb müsekkin, hem münevvim, hakiki fayda vermez.

Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı
meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvât. Meyyit hayat veremez.

Hem tiyatro gibi tenâsuhvâri, mâzi denilen geniş kabrin
hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.

Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık
bir göz takmış, dünyaya bir âlûfte fistanını giydirmiş, hüsnü mücerred tanımaz.

Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktristi kàrie ihtar
eder. Zâhiren der: "Sefâhet fenadır, insanlara yakışmaz."

Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefâhete öyle müşevvikàne
bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim kalamaz.

İştihâyı kabartır, hevesi tehyic eder; his daha söz dinlemez.
Kur’ân’daki edebse hevâyı karıştırmaz.

Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemâlperestlik zevki,
hakikatperestlik şevki verir. Hem de aldatmaz.

Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor. Belki
bir san’at-ı İlâhî, bir sıbga-i Rahmânî noktasında bahseder; akılları şaşırtmaz.

Mârifet-i Sânii’n nurunu telkin eder, her şeyde âyetini
gösterir. Her ikisi rikkatli birer hüzün de veriyor; fakat birbirine benzemez.

Avrupazâde edebse, fakdü’l-ahbabdan, sahipsizlikten neş’et eden
gamlı bir hüznü veriyor; ulvî hüznü veremez.

Zîrâ sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemâne aldığı bir
hiss-i hüzn-ü gamdâr. Âlemi bir vahşetzâr tanır; başka çeşit göstermez.

O sûrette gösterir, hem de mahzunu tutar, sahipsiz de olarak
yabânîler içinde koyar, hiçbir ümit bırakmaz.

Kendine verdiği şu hiss-i heyecanla git gide ilhâda kadar
gider, ta’tîle kadar yol verir. Dönmesi müşkül olur; belki daha dönemez.

Kur’ân’ın edebi ise, öyle bir hüznü verir ki, âşıkàne hüzündür,
yetimâne değildir. Firâku’l-ahbabdan gelir; fakdü’l-ahbabdan gelmez.

Kâinatta nazarı, kör tabiat yerine, şuurlu, hem rahmetli bir
san’at-ı İlâhî onun medâr-ı bahsi. Tabiattan bahsetmez.

Kör kuvvetin yerine, inâyetli, hikmetli bir kudret-i İlâhî ona
medâr-ı beyân. Onun için, kâinat vahşetzâr sûret giymez.

Belki muhatab-ı mahzunun nazarında oluyor bir cemiyet-i ahbab.
Her tarafta tecâvüb, her cânibde tahabbüb; ona sıkıntı vermez.

Her köşede istînâs, o cemiyet içinde mahzunu vaz’ ediyor bir
hüzn-ü müştakàne; bir hiss-i ulvî verir, gamlı bir hüznü vermez.

İkisi birer şevki de verir. O yabânî edebin verdiği bir şevk ile
nefis düşer heyecana, heves olur münbasıt; ruha ferah veremez.

Kur’ân’ın şevki ise, ruh düşer heyecana, şevk-i maâlî verir.
İşte bu sırra binâen, şeriat-ı Ahmediye (a.s.m.) lehviyâtı istemez.

Bâzı âlât-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helâl diye izin verip;
demek hüzn-ü Kur’ânî veya şevk-i tenzilî veren âlet zarar vermez.

Eğer hüzn-ü yetimî veya şevk-i nefsànî verse, âlet haramdır.
Değişir eşhâsa göre; herkes birbirine benzemez.

Sözler, s. 675-676