Evren, sanat için vazgeçilmez bir esin kaynağıdır. Uzayın o
sonsuz, sessiz boşluğu ve dünya, sanat ve bilimin inceleme araştırma alanıdır.

Madde, evrenin sonsuz boşluğunda kendine en uygun yeri tutar.
Kütlesi enerjiden oluşur, zaman boyutuna bağlıdır ve kütlesel ağırlığı vardır.

Sanatçı, görünen ve görünmeyen alemlerin derinliklerinde evrenin
bilinmezlerini keşfe çalışır. Sanat sanatçının kendisiyle hesaplaşması sonucu
ortaya çıkmıştır ve yeni bir düşüncenin ürünüdür. Sanatçı, kendini evrenin
sonsuzluğunda arayış çabası içerisindedir. Bunun yanında sanatçı, doğanın kimi
zaman maddi âleminden bağlarını koparma gereğini duymuş, kâinatın sonsuzluğuna
açılmıştır.

Galaksilerden güneş sistemine, ta canlıların hayat ve ölümüne
kadar kâinatın genelinde görülen kusursuz denge sanatçıya eserini ortaya koymak
isterken ona derki; "dengeyi bende ara…"

Modern fiziğin, üzerinde durduğu konulardan biri de "zaman"dır.
Zaman’ın rölatif (izafi) oluşumunun ispatlanmasından sonra, sanatta kullanılan
üç boyutlu mekâna, bir de dördüncü boyut olarak zaman eklenmiştir. Uzayın zamana
veya zamanın uzaya bağımlı oluşu nedeniyle, küçük ölçekte maddenin, büyük
ölçekte ise evrenin, "zamansız" düşünülemeyeceği kesinlik kazanmıştır.

Uzay, mekân ve kâinatın bir "sıfır" anından sonra yaratıldığının
kesin ve tartışılmaz ispatından sonra, zamanın "hiç olmadığı" bir an’ın var
olduğu da zihinlere yerleşmiş ve böylece sanatta yeni yaklaşımlar, yeni yorumlar
ve yeni fikirler gelişmeye başlamıştır. Sanatçı bir insandır. İnsan, geçmişi
hatırlayarak, an’ı yaşayarak; geleceği ise planlayarak yaşar. Büyük küçük
isteklerimiz, hiç bitmeyen arzularımız, hep "geleceğe" yöneliktir. Ama ömür
zaman konisi içerisinde sınırlıdır. Evet, sanatçı fizik dünyasında "sınırlı" bir
kâinat içinde "yaşamak" zorundadır. Onun için Aristo; "Sınırlı olan şey güzeldir
demektedir".

İslam düşünürleri varlık âlemini üç bölümde incelemişlerdir. 1.
Alem-i halk 2. Alem-i emr 3. Alem-i zat

1. Alem-i Halk; yaratılmış üç boyutlu (en’i, boy’u ve derinliği
olan) maddi âlem, yani kemiyyet âlemi baş gözü ile görülebilir. Dağlar, ağaçlar,
hayvanlar, insanlar, bu alemin elemanlarıdır. Buna "şehadet âlemi" de
denilmektedir. Maddî ve fizikî varlıklar bütünüdür. Biçimleri, kokuları,
sesleri, hacimleri, ağırlıkları ve benzer özellikleriyle kendini bize gösteren
bu varlık dünyası, sağlıklı duygulara sahip herkesçe bilinir. Sanat ve bilim
adamlarının incelediği ve tanıdıkça hayran kaldıkları eser, âlem-i halk veya
şehadet âlemidir. Görüntü, ses ve söz sanatçılarına ilham kaynağı olur ve
hayranlıkla taklit edilir. İşte, insanın şu görünen yüzü, bedeni, bu şehadet
âleminin küçük bir örnek ve modelidir.

2. Alem-i Emr; Tamamen keyfiyet halinde bulunan, heyecan, duygu
his bu âlemin elemanlarıdır. Baş gözü ile görülmez, iç gözü ile görülür. Şu
görünen varlıklar dünyasının perdesi arkasında nice gizli dünyalar vardır.
Onların görünmemeleri, onların olmamalarına hiç bir zaman delil olamaz.
Varlıkları sadece dış duyularla hissedilenlerden ibaret sanmak, bir kitabı
sadece kuru harflerden, bir tuvali sadece basit çizgi ve lekelerden ibaret
sanmak kadar yanlış olur.

Mademki bir "şey" matematik olarak vardır, o şeyin fizik dünyada
da mevcut olması kaçınılmaz bir sonuçtur. O şeyin "görünmemesi" varolmaması için
bir gerekçe olamaz.

İnsan, evrenin küçük bir modelidir. Bütün âlemlerin örnek ve
modelleri insanda vardır. Başka bir ifade ile evrenin haritası insana takılmış
ve anahtarı insana verilmiştir. İnsanın ruhu âlem-i ervahın, hafızası levh-i
mahfuzun, kuvve-i hayaliyesi âlem-i misalin ve bunun gibi her bir özelliği bir
âlemin küçük bir modelidir.

Bu âlemler, "insan-ı ekber" yani büyük insan olan evrende
birbiri içinde, hep bir arada bulunurlar, fakat aralarında yer darlığı gibi
bir problem yoktur. Nitekim insanda da, kanunları birbirinden farklı olan küçük
âlemler, yani hafıza, hayal, ruh, akıl ve kalp gibi çeşitli duygular aynı
vücutta oldukları halde birbirlerine engel değildirler.

Duygularımızı incelemekle, kendimizi tanımaya çalışmakla bu
psikolojik âleme pencere açabiliriz.1

3. Alem-i Zat; Ezeli ve ebedi olan yücelerden yücesi,
güzellerden güzeli Allah’ın zat ve’sıfatlarını ifade eden mutlak varlık
âlemidir. Hz. Muhammed’in buyruğuyla bize düşen; Allah’ın yarattıklarına bakarak
Allah’ı, düşünce gözü ile görmeye çalışmaktır. İzleyici, bir resme bakarak
ressamı hakkında nasıl bir fikir ediniyorsa, insan da tabiat manzarasına bakarak
âlem-i zat hakkında öylece bir fikir edinebilir.

Cezanne, Japon estamplarını kullanırken, Kandinsky, Kur’an-ı
Kerim harflerini değerlendirdi. Belki bir anlamda Salvador Dali’nin deyimi ile
Cezanne kabuk ile uğraştı ama, Kandinsky kaligrafik biçimlerin kendine göre
yorumları ile ruhun derinliklerine fısıldayan bir mistik ilahi kombinezonlar
demeti hazırladı.

Sadelik ve vahdetten uzaklaşan bir sanat, sanat olmaktan
çıkmıştır. Resim sanatı dış âlemden uzaklaşarak bir ruh halinden haber vermeye
temel prensip edinir. Görünen zaten sonuçtur ve görüntünün yeniden bir keşfe
ihtiyacı yoktur.

Sanata hakim olan soyut sanat iradesi, maddeyi ikinci plana
atmış, görünmeyeni deneyüstü bir yere yücelterek ona olağanüstü değerler
vermiştir. Böyle bir ilkeyi ortaya koyan resim sanatına yön göstermiştir.
Objenin görünen özelliklerini resmetmek, sanatçının temel endişelerinden bir
olduğu kadar ruhun da sezgiye dayalı güzelliklerini göstermek, önemli bir sanat
problemi olarak ele alınabilir. Mana uzayının keşif çabası, maddenin inkârı
anlamına gelmemelidir.

Ressam, dünya ile ahiret arasında bir denge kurmayı temel
prensip olarak kabul ettiği taktirde ortaya koyacağı çalışmaların yönü konusunda
kararsız bir konumdan çıkmış olacaktır. Ressamı ilgilendiren asıl konu, maddeden
çok maddenin arkasındaki mana sırrını keşfetmektir. O, kargaşanın hakim olduğu
çokluk fikrinden, birlik fikrine kanatlanan bir anka kuşu gibidir. Resim
sanatının hareket noktalarından biri, taklidî güzellikten tahkikî güzelliğe
ulaşmaktır. Mecazî aşktan gerçek aşka ulaşmak gibi… "Güzel varsa, güzelden de
güzeli vardır."

Resim sanatının tek amacı güzeldir. İki güzel vardır. Biri
sanattaki güzel, ikincisi tabiattaki güzel. Tabiattaki güzelin güzelliğini fark
edebilmek için, sanattaki güzelliğin güzelliğini bilmek gerekir. Sanattaki
güzelin güzelliğini bilmeden, tabiattaki güzelliğin güzelliği fark edilemez.
Kalp merceğinin kapasitesi oranında sanatçı, yeryüzünün her tarafında tecelli
eden güzelin güzelliğini görür.

Sanatçı; bildikleri ile yetinmeyen, hızla değişen şartlarda
özünü yitirmeden kendini yenileyebilen, gerçeğe esir olmuş gayrisinden özgür,
kendi kendisiyle kavgacı, insanlarla barışçı, sadece insancıl değil varlıkların
kütüne hoşgörülü, kendi kişiliğini geliştirirken kardeşlerinin de gelişmesine
lokomotif bir varlık olmak zorundadır…

Sanatçı; çağın gereklerine uygun, ama kendi benliğinden,
geçmişinden, kendi öz kaynaklarından kopmamış bir insandır. Çünkü sanatçı, ancak
insanî özelliklerini koruduğu oranda, çağdaş uygarlığa, öz kültürünün
evrenselleşmesine ve zenginleşmesine katkıda bulunabilir. Sanatçının çağdaşlaşma
çabası Hz. Muhammed’in "Dünü ile bu günü aynı olan zarardadır" sözlerine uygun
düşer. Aynı zamanda "İlim Çin’de de olsa gidip, alınız" veya "Bedeviliği bırakın
medeni olun" ya da "İlim mü’min’in yitiğidir onu nerede bulursa alsın" buyruğu
ile her alanda olduğu gibi sanatçının da rotasını belirlemiştir.

Sanatçı, içinde yetiştiği kültürün bir yansımasıdır. Benzer
özellikleri paylaşanlar, benzer biçimde düşünürler. Kültür, sanatçının duyuş,
düşünüş ve davranış birliğidir.

Toplumsal değerlere sadık bir sanatçı, yaratıcılık gücünü ancak
bu değerleri işleme yolunda kullanmalıdır. Böylece insanlık ruhunun en zarif
tecellilerinden biri, marifetin ta kendisidir. İlahî mesajı günümüz toplumlarına
en kestirme yoldan ve en süratli bir biçimde ulaştıracak en güçlü araç sanattır.

Bazı sanat eserlerinin samimi olup olmaması onların içeriğine
bağlıdır. Konu ve kompozisyon eğer çıkar düşüncesi taşımayan ölçülere ve
değerlere sadık kalarak yapılmış ise bu resme samimi resim diyebiliriz. Özel
manada idealist meseleleri işlemiyor olabilir; mesela siyasi, sosyal, peyzaj,
natürmort, portre, figür, vs. konuları ele almış olması da pekala mümkündür.
Ancak bu tür eserlerin de en azından insanî ya da toplumsal prensiplere aykırı
olmaması gerekir. İşte bu çerçeve dahilinde hareket edilecek olursa hazırlanan
esere insanî ve samimi denilebilir. Zaten bir çalışmanın sanat eseri olabilmesi
için birinci şart olarak samimi olması gerekir. Samimi olmayan çalışmanın insanî
olup olmadığı tartışma konusu bile olamaz.

Resim sanatı, doğaya olan sıradan bir yaklaşımdan farklı olması
gerekir. Ressam, tabiattan esinlenen bir resim yapmışsa bu elbette ki bir sanat
ürünüdür; bu sanat ürünü onun aynı zamanda sıra dışı olacağı anlamına da
gelir… Resim sanatı, bünyesinde yapıcı insanî düşünce ve unsurlar taşıyan
sanattır. Yani sadece öz’ünde değil, aynı zamanda biçim’inde de insan veya
insanî ilkelerden bir şeyler taşımalıdır… İşte o zaman ortaya konan o esere,
bizden bize Resim sanatı denilebilir… Bunun için insana saygı duyan resim
sanatının ipucunu aramak zorundayız…

Dünya görüşümüze göre her şeyin bir tek yörünge etrafında
hareket ettiğini ve bu yörüngenin "Hak"tan başkası olmadığı dile
getirilmektedir. Nitekim insan, Mimar Sinan’ın Selimiye’sinde, kubbenin altında
oturduğunda kendisini evrenin merkezinde hissetmekte ve bütün âlemle irtibat
halindeymişçesine bir psikolojiye bürünmektedir.

Bizler, tek bir uzay-zaman konisi içinde sıkışıp kalmış, belirli
ve sınırlı evrende ömür tamamlayan canlılarız. Öte yandan, akıl ve düşüncenin,
zihin ve tahayyülün dışında, alıştığımız mantık ve muhakemenin haricindeki
sonsuz soyut âlem "yanı başımızda" durmaktadır. Soyut âlem ile bizim aramızda
sınır vardır. Bununla ilgili olarak Aristo diyor ki: Soyut âlem sonsuzdur,
sonsuzluğun dahi sınırı vardır. Sonsuzluk sınırının bittiği yerde, O’nun varlığı
başlar. Bu ise ancak inanç çizgisinde kalır.

Dipnotlar

1. Sevinçgül, Ömer, Gizli Dünyalar, Zafer
İlmi Araştırmalar Dergisi, Adapazarı, Ekim 1993, s. 22-23.