Bu tebliğimde şu noktalar üzerinde duracağım:

1- Büyük İslam davetçisi Bediüzzaman’ı hayatının ilk
dönemlerinde siyasî faaliyet ve mücadelelerin içerisine iten faktörler nelerdir?

2- Daha sonra onu siyasetten vazgeçirip, siyaset üstü bir tavır
takındıran faktörler nelerdir?

3- İkinci tutum daha sağlıklı ve yararlı olduğuna göre, bu, bir
sistem ve yönetim biçimi olarak İslam’ın siyasetle alakasının bulunmadığı
anlamına gelir mi? Bu büyük davetçinin tecrübesinden günümüz için nasıl bir ders
çıkarabiliriz?

Biz bu araştırmamızda bu plana göre hareket edeceğiz. Sonunda
bazı önemli ve faydalı neticelere ulaşacağımı umuyorum. Varacağımız bu sonuçları
Allah yolunda halisane davette bulunan zatlar, bu alandaki gayretlerinde bir
düstur edineceklerdir.

1. Bediüzzaman’ın hayatını inceleyen veya onun hakkında öz bir
bilgi okuyan herkesçe bilenen bir gerçek hakkında sözü fazla uzatmayacağız. O
gerçek de şudur: Bediüzzaman merhum yirmi yaşından itibaren siyasetle ciddi
olarak ilgilenmiş ve bu yöntemle Allah’ın yoluna davete yönelmiş, muhtelif insan
grup ve tabakalarına İslam’ın hakikatlerini öğretmeye büyük gayret göstermiştir.

Fakat Bediüzzaman’ı tanıyan herkesçe bilinen bu gerçeği bir yana
bırakarak başka bir noktaya geçiyoruz. O da, İslamî gayretlerinin ve davet
faaliyetinin çok erken dönemlerinde onun siyasete olan bu yönelişinin
arkasındaki faktörlerin ne olduğu sorusunu sormaktır.

Ben bu sorunun cevabı üzerinde durdum ve onu buna sevk eden
gerçek faktör ve olguyu gösterecek cevap üzerinde düşündüm. Sonunda kesin
kanaatim geldi ki, bunun arkasındaki hikmet özetle şudur:

Kendine güven ve izzet-i nefsini rencide ettirmeme duygusu Üstad
Bediüzzaman’ın İslam’ı araştırmaya özenle başladığı anla birlikte doğmuştur ve
ikisi ikiz kardeş gibidir. Bu iki hassasiyet merhumun hayatının ilk yıllarında
aynı anda ortaya çıkmıştır. Bu nedenle gençliğinin büyük bir bölümünü
Müslümanların ve İslam davasının problemleri üzerinde düşünmekle geçirmiştir.
Bunu yaparken izzet-i nefis ve kendine güven rengiyle boyalı ruhunun
penceresinden meselelere bakmıştır. Bediüzzaman Hazretleri Emirdağ Lahikasında
değişik vesilelerle buna işaret etmiştir. Özellikle “Büyük bir velinin
itirazları ve buna cevaplar” başlığı altında bazı hakikatleri açıklarken bu
noktaya parmak basmıştır.

Evet, gerçekten o ne gençliğinde, ne de yaşlılığında bir gün
bile Allah yoluna daveti nefsani arzularını tatmin veya şahsi emellerini
gerçekleştirmeye alet etmemiştir. Fakat gençliğinin ilk yıllarından itibaren
varlığını hissettiren karakteri onu, kendisinin eşi benzeri az görülmüş üstün
vasıflarına, yüksek kişiliğine ve engin malumatına hayran kalan bazı önemli
şahsiyetlere dayanmasına sevk etmiştir. Miran aşireti reisi Mustafa Paşa ve
Üstadla sağlam bir dostluğu bulunan Bitlis Valisi bu şahsiyetlerden iki
örnektir. Sözü edilen vali onun nadir görülmüş ilmi ve fikrî kişiliğine
hayrandı. Üstad da o validen gördüğü bu izzet ve ikram sebebiyle ona biraz
meyletti. Hiç kuşkusuz bu izzet ve ikram hayatının o döneminde onun yüksek ve
izzet dolu kişi-liği için bir meyil ve hoşnutluk kaynağı olmuştur.

Üstad ile kendisine hayranlık gösteren bu tür şahsiyetler
arasındaki bu alakalar siyasetin hakim olduğu bir ortam ve atmosferde doğmuştur.
Özellikle İttihat ve Terakki Partisinin faaliyetlerinin büyük bir heyecanla
yürütüldüğü, hasta olan Hilafet-i İslamiye aleyhinde hile ve tuzakların kol
gezdiği o dönemde, birbirinden farklı ve hatta zıt da olsa bütün hareketlerin
arkasındaki faktör, siyasî etkenlerdi. Bediüzzaman da söz konusu mücadelenin tam
ortasında yaşıyordu. Bu nedenle İslam’a yöneltilen planlara karşı onu korumaya
gayret ederken aynı etkenlerden yararlanması ve hedeflerini, belirttiğimiz
sebeplerden dolayı kendisini içinde bulduğu ve adeta kuşatıldığı aynı atmosferde
gerçekleştirmesi gerekiyordu.

Onu İttihat ve Terakki grubuyla, bu grubun kullandığı aynı
taktik ve silahla mücadeleye ve onları yıkıcı hedeflerine ulaşmaktan alıkoymaya
sevk eden buydu. Üstad merhum, İttihatçıların kullandıkları aynı sloganları
kullanıyordu. Bunlar da hürriyet, kardeşlik ve eşitlikti. Fakat o, söz konusu
sloganları İslam Şeriatı ve inancına bağlama noktasına ısrarla dikkat çekti.
Sonra şiddetle bu noktaya parmak bastığı ateşli hitabelerde bulundu ve makaleler
neşretmeye başladı. O, bu siyasi tutumunu şöyle ilan ediyordu:

“İslam’ın tarif ettiği hürriyete iltica etmezsek, istibdat ve
istibada maruz kalırız ve insanları hürriyet adına fitnenin kucağına atar, çok
yakında bu hürriyete kurban oluruz”

Bu siyasi yöntem, insanları İttihatçıların kafasındaki
tehlikelere karşı uyarmak için en uygun yoldu. Bu şekilde İttihatçılar da,
hiçbir bahaneyle onu muaheze edemiyordu. Çünkü kendilerinin kullandığı
sloganların aynısını dile getiriyordu.

Böylece Üstad kendisini dört bir yandan saran siyasi bir ortamın
içinde bulmuştu. Bu da kendisiyle birçok siyasi fikir sahipleri arasında doğan
dostluklardan ileri geliyordu. Üstad izzetine olan düşkünlüğünden ve bu
dostlukların bu hissine destek vermesinden dolayı bunu sürdürüyordu.—İhlas bir
davetçi ve hatta Allah’ın dininin ateşli bir savunucusu olması hasebiyle—bu
atmosferde de İslami davet ve faaliyetlerini mutlaka devam ettirmesi ve aynı
siyaseti dine ve dini hakimiyete karşı hile ve tuzak siyasetine karşı bir siper
ve kalkan olarak kullanması gerekiyordu.

2. Bu yorum, Üstad Bediüzzaman’ın takip etmek üzere atıldığı
siyaset yolunun gerekçelerini ifade ediyor gibidir. Son derece zeki ve ileri
görüşlü olan Bediüzzaman’ın, insanlar nezdinde mergup ve makbul sloganlara
ulaşmak için İttihatçılarla yarışıp onlardan önce bunlara el atarak, söz konusu
grup bunları yıkıcı ve baskıcı hedeflerine alet etmeden önce bunlara İslami bir
kisve giydirmeye çalışması gayet mantıki ve makul bir durumdur.

Peki daha sonra bu yolu terk edip bu maslahatları ihmal etmesine
sevk eden nedir? Buna alternatif olarak hangi metoda yönelmiştir?

Hiç şüphesiz, onu bu metoddan vazgeçmeye sevk eden, kalbinde
durmadan gelişip güçlenen ihlasıdır. Bir insanın gönlünde ihlas duyguları
güçlenip yaptığı her şey Allah rızası için olunca, Allah’a ha-lisane yönelişini
zedeleyip bulandıracak diğer kusurlu ve şaibeli herhangi bir işin varlığını
kabul etmez. İşte, öz ve genel bir biçimde ifade edilecek olursa gerekçe bu!
Fakat, bu özlü ifadeyi biraz daha açalım ve onu siyasi faaliyetlerden çekilmeye
sevk eden faktörleri sıralayalım.

Birincisi: Gerek siyasi faaliyetlere atılma ve gerekse bundan
çekilme tecrübelerini bizzat yaşayan Bediüzzaman şunu vurguluyor: Siyasi
cereyanlara dahil olarak, onlara dayanarak, hatta çoğu zaman onlara bütünüyle
kendini vererek İslam’a hizmet etmeye çalışmak ve bununla başka menfi
cereyanlara karşı koymaya gayret etmek, elinde tuttuğu misyonla bağdaşmaz. Hatta
çoğu zaman oynadığı siyasi rol ile ve hedef-lediği amaçla da bağdaşmaz. Çünkü,
siyasi faaliyetlere dalıp da, birbiriyle boğuşan bütün cereyanlardan uzak kalmak
imkânsızdır. Çünkü bu, bağdaştırılması imkânsız en açık çelişkilerden biridir.

Sırf Allah rızası için ihlasla hareket etmek ile, şu veya bu
şekilde anlaşıp profesyonel siyasi cemaatlerden herhangi birine dayanmak çok zor
bağdaşır. Evet, çünkü bu dayanma böyle bir cemaatten sadır olacak birçok
sapmalara ve günahlara ses çıkarmamayı gerektirir. Aynı şekilde, böyle bir
cemaatin kendisini güvenilir bir bekçi ve halis bir davetçi olarak iddia ettiği
İslam’ın maslahatı hesabına onunla büyük ölçüde yaranma ve uzlaşmayı icap
ettirir.

Üstelik, böyle bir cemaatle müdara etmek, onu meydana getiren
fertlerle gerçek bir dostluk ve arkadaşlığa götürür. Bundan da, kalpte bir takım
karanlık izler bırakır ki, kalbi katılaştırır, Allah’a manen yaklaşmaya vesile
olan ve insanın en çok muhtaç olduğu taat ve özel ibadetleri unutturur.

Şimdi Üstad Merhumun, bu sebebi açıklarken söylediklerine kulak
verelim:

“Bu alakasızlık ve içtinabın en ehemmiyetli sebebi: Mesleğimizin
esası olan ‘İhlas’ bizi men ediyor. Çünkü: Bu gaflet zamanında, hususan
tarafgirane mefkureler sahibi, her şeyi kendi mesleğine alet ederek, hatta
dinini ve uhrevi harekatını da, o dünyevi mesleğe bir nevi alet hükmüne
getiriyor. Halbuki, hakaik-i imaniye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye, kainatta hiç
bir şeye alet olamaz Rıza-i İlahiden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki
cereyanların tarafgirane çarpışmaları hengamında bu sırr-ı ihlası muhafaza
etmek, dinini dünyaya alet etmemek müşkülleşmiş. En iyi çare, cereyanların
kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlahiyeye dayanmaktır.”1

Bediüzzaman burada nazari bir yaklaşımla açıkladığını, başka bir
yerde müşahhas ve fiili tecrübesine dayanarak mücessem bir biçimde ortaya
koyuyor:

“Risale-i Nurun bu kadar muarızlarına mukabil en büyük kuvveti
ihlas olduğundan ve dünyanın hiç bir şeyine alet olmadığı gibi, tarafgirlik
hissiyatına bina edilen cereyanlara, hususan siyasete temas eden cereyanlarla
alakadar olmaz. Çünkü tarafgirlik damarı, ihlası kırar, hakikati değiştirir.
Hatta benim otuz seneden beri siyaseti terk ettiğime sebep, bir mübarek alimin
takip ettiği cereyanın tarafgirlik damarı ile salih ve büyük bir alimin onun
fikrine muhalif olmasından tefsik derecesinde tahkir edip ve cereyanına ve kendi
fikrine muvafık meşhur ve mütecaviz bir münafığı gayet medh ü sena etti. Ben de
bütün ruhumla ürktüm.”2

İkincisi: Bilindiği gibi, siyasi yöntem, genellikle birilerinin
hatasından kaynaklanan veya içtimâi ve siyasi nizamın bozulmasından ileri gelen
bir takım hata ve sapmalardan, bununla ilgisi olmayan başkalarını sorumlu tutar.
Bunu da, belli bir hedefe ulaşmak için yapar. Bu siyasi yöntemin ölçülerine göre
bu sorumlu tutmanın meşru olması için tek şart uğrunda çalıştıkları hedefe göre,
o yöntem sahiplerinin kanaatidir. Çoğu kez söz konusu hedef meşruluğu konusunda
siyasi bir bakış açısına dayanır. Bazen geçici bir dönem için olur ve bu dönemi
belli bir siyasi düşünceyi taşıyan bir cemaat belirler.

Allah yolunun davetçisi, siyasi cereyanlara daldığı zaman, bu
hüküm ve anlayışın hakimiyetini kabul etmesi, dolayısıyla bir seri kötülüklerine
göz yumması hatta bunun için planlar çizmesi gerekir. Suçsuz ve dokunulmaz
kimselerin maruz kalacakları haksızlıkları onaylaması gerekir. Bu da söz konusu
yönteme göre, davetçinin ittifak kurduğu siyasi akımla birlikte çalışmanın
gereklerindendir.

Oysa İslam’ın o yüce prensipleri bu yöntemle kesin olarak
çelişiyor. Çünkü böyle bir yöntem mesela şu ayete terstir. “Hiçbir suçlu
başkasının suçunu yüklenmez.”3 Dolayısıyla şu esasla da çelişir:
“Def-i mefasid, celbi menafi’den önce gelir.” Zaten bu prensip de şu ayet-i
kerimenin hülasasıdır. “İnsanlardan öyleleri vardır ki, dünya hayatı hakkında
söyledikleri senin hoşuna gider. Hatta böylesi, kalbinde olana (samimi olduğuna)
Allah’ı şahit tutar. Halbuki o hasımların en yamanıdır. O, dönüp gitti mi (yahut
bir iş başına geçti mi) yeryüzünde ortalığı fesada vermek, ekinleri tahrip edip
nesilleri bozmak için çalışır. Allah bozgunculuğu sevmez.”4 Bu
metodun çeliştiği başka bir düstur da şu ayet-i kerimedir: “İşte bu yüzdendir
ki, İsrailoğullarına şöyle yazmıştık: Kim, bir cana kıyarsa bütün insanları
öldürmüş gibi olur. Her kim bir canı kurtarırsa bütün insanları kurtarmış gibi
olur.”5

Siyasi yöntem, meselelerin çözümünde gücünü her zaman beşerî
kalabalıklardan alır. Bu nedenle de, bazen temelden batıl ve yanlış olan kişisel
çıkarları gerçekleştirmek için çok büyük vaatlerde bulunur. Fakat, Allah’ın
kitabından ve Resulullah’ın (s.a.v.) sünnetinden süzülen İslamî metot ise,
gücünü Allah’ın bütün kullarına olan rahmet ve lütfundan alır. Bu nedenle de,
suçsuz insanlardan meydana gelen cemaatin oluşmasını ve toplumda salah
tohumlarının yeşermesini suçlu ve bozguncu fertleri cezalandırmaya tercih eder.
Çünkü suçsuz-ları ürkütmek ve iyilik tohumlarını söküp atmak, cüz’î fesatları,
günahları ve sapmaları cezalandırmaktan vazgeçmekten daha fazla toplumda fesat,
kötülük ve fitnelerin yayılmasına sebep olur. İşte Hz. Peygamberin (s.a.v.) Hz.
Aişe’den, hem Peygamber sözü hem de Sahabe sözü olarak rivayet edilen şu hadisi
bu noktayı ifade ediyor: “Gücünüzün yettiği kadar, Şer’î cezaları şüphelerden
dolayı uygulamaktan vazgeçin. Çünkü, hakimin affetmekte yanılması ceza vermekte
yanılmasından iyidir.”

Üstad Bediüzzaman, İslam’a davet alanında, daha önce son derece
meşgul olmuş ve yararlanmaya çalışmışken daha sonra siyasetten yararlanma
metodundan neden çekildiği sorusuna cevap verirken bu ikinci faktörü en açık ve
net bir biçimde şöyle ifade etmiştir:

“Siyaset-i beşeriyenin en esaslı bir kanun-u esasisi olan:
‘Selamet-i millet için fertler feda edilir. Cemaatin selameti için eşhas kurban
edilir. Vatan için her şey feda edilir.’ diye; bütün nev-i beşerdeki şimdiye
kadar dehşetli cinayetler bu kanunun su-i istimalinden neşet ettiğini katiyen
bildim. Bu kanun-u esasi-i beşeriye, bir hadd-i muayyenesi olmadığı için çok
su-i istimale yol açmış. İki harb-i umumi, bu gaddar kanun-u esasinin su-i
istimalinden çıkıp bin sene beşeriyetin terakkiyatını zir ü zeber ettiği gibi,
on cani yüzünden doksan masumun mahvına fetva verdi. Bir menfaat-i umumi perdesi
altında şahsi garazlar, bir cani yüzünden bir kasabayı harab etti. Risale-i Nur
bu hakikati bazı mecmua ve müdafaatta ispat ettiği için onlara havale ediyorum.

“İşte beşeriyet siyasetlerinin bu gaddar kanun-u esasisine karşı
Arş-ı Azamdan gelen Kur’an-ı Mu’cizü’l-Beyandaki bu gelen kanun-u esasiyi
buldum. O kanunu da şu ayet ifade ediyor.

Yani bu iki ayet, bu esası ders veriyor ki: Bir adamın
cinayetiyle başkalar mesul olmaz. Hem, bir masum, rızası olmadan bütün insana da
feda edilmez. Kendi ihtiyarıyla kendi rızasıyla kendini feda etse o fedakarlık
bir şehadettir ki, o başka meseledir, diye hakiki adalet-i beşeriyeyi tesis
ediyor.6

Şualar’da da şöyle demektedir:

“Hem şimdi hükmeden öyle kuvvetli cereyanlar içinde siyasete
girenlerden hiçbir kimse, istiklaliyetini ve ihlasını muhafaza edemez. Herhalde
bir cereyan onun hareketini kendi hesabına alacak, dünyevi maksadına alet
edecek. O hizmetin kudsiyetini bozacak. Hem maddi mübarezede şu asrın bir
düsturu olan masum çok taraftarlarını ezmek lazım gelecek. Yoksa, mağlup
düşecek. Hem dünya için, dinini bırakan veya alet edenlerin nazarlarında
Kur’ân’ın hiçbir şeye alet olmayan kudsi hakikatları, bir propoganda-i siyasete
alet olmuş tevehhüm edilecek. Hem milletin her tabakası; muvafıkı ve muhalifi,
memuru ve amisinin o hakikatlarda hisseleri var ve onlara muhtaçtırlar. Risale-i
Nur şakirdleri, tam bitarafane kalmak için siyaseti ve maddi mübarezeyi tam
bırakmak ve hiç karışmamak lazım gelmiş.”7

Üçüncüsü: Allah yoluna davet ve Allah’ın dinini tebliğde en
önemli husus, değişik grupları, meşrepleri ve sosyal seviyeleriyle birlikte
bütün insanlara aynı ölçüde yönelmektir. Davetin ışıkları tam bir objektiflikle
hepsine birden yöneltilmelidir. Bu konuda hiçbir grup ihmal edilip diğerinin
yanında yer alınmaz, hiçbiri terkedilip diğeriyle senli benli olunmaz. Bunun
manası şudur: Allah yolunun da-vetçisi, tam bir tarafsızlıkla tanınmalıdır.
Bütün insanlarla olan ilişkisi, hakimin kendisine başvuran taraflarla olan
ilişkisi şeklinde olmalıdır. Çünkü o, idareci ve liderlere hitab ettiği gibi,
sıradan insanlara ve halk yığınlarına da hitap eder. Onun muha-tapları arasında
zenginler ve varlıklı insanlar bulunduğu gibi, fakir ve yoksul kimseler de
bulunur. Yani, üzerlerinde titreme, onları sevme ve geleceklerini düşünme
konusunda hepsine eşit seviyede özen göstermelidir. Evet, dinleyicilerinin
kültürel ve ilmi açıdan seviyelerinin değişikliğine ve şüphelerinin farklılığına
göre üslubu değişebilir. Bu ayrı bir konudur. Allah’ın yoluna davet eden kişi,
zaten böyle bir hikmetli tutumla nitelenmek durumundadır. Ancak, bütün insanlara
yönelişi ve onlara karşı taşıdığı duygular, üzerinde titreme, şefkat ve sevgi
bakımından eşit derecede bulunmalıdır. İşte, peygamberlerin, elçilerin ve
bunlardan sonra gelen diğer Rabbanî alim ve davetçilerin durumu budur. Acaba,
siyasi cereyanlara kapılan, onlardaki bazı muvafıkların yanında yer alıp
muhaliflerle mücadele eden bir kimsenin, bütün insanlara eşit seviyede şefkat ve
sevgi göstermesi, hepsinin üzerinde aynı dercede titremesi mümkün mü? Hatta,
kendilerini çağırdığı ve sözkonusu ettiği konularda hepsinin güvenini
kazanmasının imkanı var mı?

Bu sorunun cevabı gayet açıktır: O kişi, değil mi ki, siyasi
faaliyetlerin içine girmiş, birbirleriyle yarışan, hatta boğuşan siyasi
cereyanlara katılmış, artık, kendisini şu veya bu sebepten içinde bulunduğu,
kendileriyle iyi olduğu veya sözleştiği grubun dışında kalan herkesle yarışan,
hatta boğuşan bir konumda bulur. Artık o grup-larla karşılıklı anlayış, uzlaşma
ve sevgi köprülerini kurabilmesi ve bununla kendilerini Allah’ın yoluna
çağırması hiç mümkün ve müyesser olur mu?

İşte görüldüğü gibi, Allah yoluna davet ve O’nun dinini tebliğ,
insani bir görev olarak karşımıza çıkıyor. Bu görev, bütün siyasi yarışma ve
çekişmelerin üzerinde yer alır. Bu davet, herkese karşı samimiyet ve herkese
karşı şefkat şualarıyla tesirini gösterir. Böylece bütün insan ortamlarına
yayılır, bütün gönüllere ve akıllara uzanır. İşte bu asil ve bütün şaibe ve
kuşkulardan arınmış tutumundan dolayıdır ki Bediüzzaman, Mustafa Kemal’den tutun
da, Millet Meclisi üyelerine ve diğer idareci ve liderlere ve öteki bütün
insanlara varıncaya kadar herkese öğüt ve öğretilerini yöneltebilmiş, maksadının
duruluğunu hiçbir kuşku bulandırmamış, bu sayılanlardan hiçbir grup veya
cemaatin yanında yer almamıştır.

3- Burada bir soruyu cevaplandırmak durumundayız. Bu soru, İslam
çağrısının siyasi faaliyetlerle karıştırılmasının tehlikesinden, bunun değişik
İslami hizmetlere zarar vereceğinden söz edildiği zaman birçok insanın,
özellikle siyasi faaliyetlere eğilimli kimselerin kafasına takılıyor.

Bu insanlardan bazıları bizim geçen açıklamalarımızı veya
Bediüzzaman’ın takındığı tutumu; sanki bu, İslam’ı, bir takım taat ve ibadetler
yoluyla insan ile Rabbi arasında mücerred bir bağdan ibaret olarak algılamaya
davetmiş gibi zannedi-yor. Bu davete göre, İslam’ın siyasi ve idari meselelerle
hiçbir ilişkisi yokmuş, o aynı anda din ve devlet değil de, ibadethane ve
camilerin içerisine hapsedilmiş, toplumdan ve toplum düzeninden soyutlanmış bir
din olarak gösterildiğini sanıyor. Oysa biz bunun tersini üzerine basa basa
belirttik ve belirtiyoruz.

Böyle bir anlayış, büyük bir hata içerisine yuvarlanmanın
yanında, İslam’ı anlamamanın ve İslam’a ulaştırıcı yol ile İslam’ı meydana
getiren öz arasındaki farkı bilememenin ifadesidir. Bu gaflete, bazı cahil
kimselerin düşmesi veya sıradan bir Müslümanın maruz kalması mümkün ise de,
İslam davetiyle meşgul olanların ve İslami faaliyetlerde bulunanların böyle bir
anlayışa sapması anlaşılır şey değildir.

Şunu bilmemiz lazım ki: Toplumu İslami bir düzlüğe çıkarmak ve
onu Allah’ın emirleri ve hükümleriyle boyamak için Allah’ın dinini tebliğ eden
ve onu insanlara tanıtan kimselerin yürümesi gereken yol ile, İslam ve
yasalarını meydana getiren pren-sipler arasında büyük bir fark vardır.

İslamın intişarına, güç ve hakimiyetinin genişlemesine götüren
yolun, Bediüzza-man’ın da üzerine basa basa belirttiği gibi, cereyanların
şaibelerinden ve siyaset entrikalarından uzak ve duru olması gerekir. Bu da,
Bediüzzaman’ın tekrar tekrar belirttiği ve üzerinde durup uzun uzadıya
açıkladığı sebeblerden dolayıdır.

İnsanları iknaya, buradan da tatbike çalıştığımız İslam’ın özü
ve muhtevası ise, Allah’ın Kitabı ve Resulünün sünnetinin gösterdiği bütün
prensip ve hükümlerden meydana geliyor. Bu prensip ve hükümlerin şe’ni, insanın
gerek özel hayatını ve gerekse hemcinsleri olan diğer insanlarla ilişkilerini
düzenlemek, ailenin hukuk ve nizamını gözetmek, bir bütün olarak İslam toplumunu
kurmak, ondaki yasaları düzenlemek, idarecilerle halk arasındaki sağlıklı insani
ilişkileri tanzim etmek, emredici ve yasaklayıcı naslarla ahenk içerisinde
yönetenle yönetilen taraflar arasında şura esasını ikame etmektir. Yine bir
bütün olarak İslami prensipler, müslümanlarla diğerleri arasındaki gerek savaş
ve gerekse barış hallerinde devletler arası ilişkileri de düzenler… vs.

İslam Hukunun geniş kaynakları, bütün hükümlerin detaylarını en
geniş çerçevede ve mükemmel biçimde açıklama görevini yerine getirmiştir. Acaba
hal böyle iken, alemlerin Rabbi olan Allah’ın uymamızı emir buyurduğu İslam’ın,
bütün bu prensip ve hükümlerden meydana geldiğine hiçbir şüphe kalır mı? O
halde, gerek iç gerekse dış siyasetin hiç bir yönünün bu dinin kapsam ve
hakimiyetinden hariç kalması mümkün mü?

Bediüzzaman’ın, siyasi faaliyetlerinden ve çevresindeki siyasi
oyunlardan edindiği tecrübe sonucu dikkat çektiği nokta şudur: Kapsamlı bir
biçimde İslam binasını kurmak, halisane bir biçimde Allah yoluna davet etmek,
Allah’ın dinini tam anlamıyla tanıtmaya, bu dini insanlara gönülden sevdirmeye,
bunun için de siyasetin cazibesine kapılmamaya, onun yörüngesine girmemeye bazı
grupların yanında yer alıp da diğerlerine cephe almamaya bağlıdır.

Sonunda, dünya ve ahiret maslahatlarını kapsayan, her türlü
ferdi, içtimai ve siyasi ihtiyaçları karşılayan geniş İslami yapıyı sağlam bir
biçimde kurma imkanı bulmanın tek bedeli, belirtilen yolda yürümek ve o metodu
uygulamaktır.

Hiç kuşkusuz, bunu gözetmeyip, acele ederek bu geniş İslami
yapıya ulaşma yo-lunu siyasi faaliyetlerine bulaştıran, bu uğurda siyaset
adamlarının yöntem, dolap ve entrikalarını ödünç alan ve bunun için de bazı
kesimlerle sözleşmelere girip diğer bi-rilerini bir yana iten kimseler, hem
kendilerini hem de milletlerini en ideal insani hayat binasının bütün yönlerini
içine alan o İslamî yapıya ulaşmaktan yoksun bırakıyorlar. Hatta bununla da
kalmayıp, bizzat İslam’ı bile, Müslümanların yaşantısı üzerindeki terbiyevi,
içtimai ve siyasi hakimiyetinden mahrum bırakıyorlar. Şu hikmetli atasözü ne
kadar da doğrudur. “Henüz zamanı gelmemiş bir şeyi aceleyle isteyen, ondan
yoksun bırakılmakla cezalandırılır.”

Bediüzzaman’ın bunca tecrübe ve sıkıntıları sonucunda elde edip
üzerine basa basa ve tekrarla belirttiği nasihatleri, gerek Arap ve gerekse
diğer İslam ülkelerindeki siyasi faaliyetler alanında, muhtevasının güvenirliği,
tesir ve neticelerinin sıhhati açıkça görülmektedir.

İslâmî cemaat ve hareketlerin büyük çoğunluğu, Üstad
Bediüzzaman’ın sakındırdığı vartalara düşmüşlerdir. Nitekim bunlar, İslami
faaliyetlerinden İslam ve İslam’a hizmet gibi bir meseleleri olmayan, siyaseti
biricik amaç ve hedefle-rine ulaşma vesilesi ve meslek edinen, bunu aynı anda
hem vasıta hem de gaye yapan diğer parti ve örgütlere uymayı daha hoş ve tatlı
bulmuşlardır.

Bu cemaatlerin pek çoğu sözkonusu profesyonel politikacıları
taklid etmeye başlamışlar. Bu konuda, iki görevin özü ve iki yolun metodu
arasındaki korkunç farkı göremiyorlar. Bunun sonucu da Bediüzzaman’ın sakındığı
husus olmuştur.

Bunlar, Allah’ın dinini tebliğ etmeyi, insanlara İslam’ı ve
davasını öğretmeyi bir yana bırakıp, bunun yerine iktidar koltuğuna gelmeye,
idareciler ve siyasi amaçlı kimselerle bu yolda yarışa ve çekişmeye yöneldiler.
Böyle bir yol tercih ettikleri için de, bu uğurda çeşitli kesimlerle anlaşmalar
akdedip diğer birilerine husumet beslemeye mecbur kaldılar. Peki sonuç ne oldu?

Sonuç şöyle oldu: Allah yoluna çağrı ve O’nun dinini tanıtma
görevi boş kaldı. Ne yazık ki, bu boşluğu misyonerler, tahripkarlar ve kötü
niyetli insanlar doldurmaya başladı. İkinci olarak da şöyle oldu: Sözkonusu
İslamcılar, profesyonel siyasilerle aynı yolda birleştiler, aynı metodda
kaynaştılar. Bunun sonucu, İslamcıların safına, liderlik ve iktidar konusunda
siyasi emelleri ve kişisel çıkarları bulunan pek çok kişi sızıp karıştı. Bu
kimseler, İslam’ı şahıslarına ve amaçlarına perde yaptılar. İki taraf arasında,
medod birliği ve üslup birliği bu durumu kolaylaştırdı. Bundan sonra, İslami bir
hedefe bürünme son derece kolay ve basit hale geldi. Sayfalar karıştı, doğruluk
ve aldatmaca yanyana geldi, halk gerçekleri farkedemez oldu, geniş halk
kesimleri temyiz ve tefrik kabiliyetlerini yitirdi.

Üçüncü bir sonuç da şu oldu: Sözkonusu İslamcılar, siyasi parti
ve örgütlerin belli hedeflerine ulaşmak için genel olarak başvurdukları,
yeryüzünde bozgunculuk çıkarmak, çoğunluğun maslahatına zarar vermek, masum
insanları korkutmak, suçsuzları katletmek… gibi yolları kendileri için de meşru
görmeye başladılar. Ki bütün bu yöntemler, Bediüzzaman’ın da vurguladığı gibi
Allah’ın dinindeki şu kanun ve düstur ile sakıncalı ve mütecaviz birer metoddur.
Allah’ın dinindeki kanun şudur: “Hiçbir suçlu başkasının suçunu yüklenmez”8
Düstur da şudur: “def-i mefâsid, celb-i menafi’den önce gelir.”

Sonra bütün bu sonuçlar da şöyle bir sonuç doğurdu: Bu kişilerin
arzu ettikleri İslami toplumu kurma yolu kapandı. Hatta, kendileriyle bu
emelleri arasındaki uçurum gittikçe büyüdü, engeller kat kat arttı. Dolayısıyla,
ne dini konuda cahiller ve şaşkınlar, cahillik ve şaşkınlıklarından kurtulup
İslam’a sempati besleyip ona bağladı, ne de yöneticiler ve liderler sözkonusu
İslamcıların İslami maksatlarının samimiyetine ve dine gerçek dostluklarına
güvendi. Aksine, sözkonusu yöneticiler kendi içlerinden, bunların, her ne kadar
aldatıcı ve yeni bir yöntem icad etseler de siyaset düşkünü ve iktidar aşığı bir
grup olduğuna kanaat getirdi. Bizzat bu İslamcılar da, Allah’ın dinine ilişkin
samimiyet ve ihlaslarını, Allah’a ibadet ve kulluk mihrabında sebat ve
sürekliliği koruyamadılar. Çünkü, yeryüzünde fesat çıkarma çabası, insanların
maslahatlarına zarar verme, masum ve suçsuzların dokunulmaz hayatlarını önemsiz
görme gayretinin, kalpte ihlas ışığından bir parıltı bırakması mümkün değildir.
Yine, bu tür eylemleri yapan kişinin, Allah’ın huzurunda durup kulluk etme ve
kendini Allah’a ibadete adama zevkini muhafaza etmesi imkansızdır.

Sonra bütün bunların neticesi olarak, İslam’ın münezzeh ve uzak
bulunduğu şeyler ona yakıştırıldı. Mesela, teröre bünyesinde yer verdiği,
yeryüzünde anarşi etkenlerini teşvik ettiği, insanların maslahatlarına zarar
verdiği, ferdi çıkarlar veya şahsi maslahatlar için suçsuz kalabalıkları feda
etmeyi meşru gördüğü iddia edildi… Yeryüzünde düşmanlık ve fesat çıkarma peşinde
koşan bazı devlet ve çevreler, bunu bir altın fırsat olarak değerlendirler, bu
ithamı şişirdikçe şişirdiler, propogandalarla onu yaydılar, onu olduğundan çok
fazla gösterdiler ve bu yolda sesli ve görüntülü bütün yayın organlarını
seferber ettiler.

Böylece İslam’ın aleyhinde dolaplar dönmeye başladı. Bundan
peşpeşe çok büyük zararlar doğdu. Pekçok kimse bozuldu ve pek çoğu da kalbî
safvetini yitirdi. İslam imajı karalandı, İslam cahil ve şaşkın pek çok
mensubunun ve İslam’ı öğrenmek isteyen ve onun ihtiva ettiği prensip ve
öğretilerine büyük ümitler besleyen pek çok gayr-i müslimin gözünden düşürüldü.

İşte bütün bu kötülükler, birçok sözde İslamcının İslami
faaliyet adı altında düştüğü hatalardan kaynaklandı. Sonra bu kötülüklerin
uzantısı ve tesirleri, fırsat kollayan ve bu hatayı istismar için can atan
düşmanların işletmesiyle zincirleme bir biçimde sürüp gitti. Sözkonusu
düşmanlar, İslam ve Müslümanlara karşı planlarını gerçekleştirmek için bu
yanlışlığı sömürüp onu kullandıkça kullandılar.

Bu yanlışlıklar çeşmesi hala kaynayıp coşmaya devam ediyor.
Yanlışı yapanlar da tutumlarında ısrar edip duruyorlar. Böylece hatalar tufanı
her tarafa yayılmaya ve karşı konulmaz bir hal almaya başlamış durumda. Fırsat
kollayıcı din düşmanları da felaketi gözleyerek meseleyi istismar edip,
Müslümanların hatasıyla İslam’ı karalayıp duruyorlar. Acaba, yanlış yoldaki bu
kardeşlerimiz, bu bölücü tufan dalgalarının farkına varacaklar mı? Veya bu
tecrübeyi daha önce geçirmiş, daha sonra da bundan vazgeçerek öğütlerini
kendisinden sonra gelenlere tebliğ ve ilan etmiş zatların nasihatlerine kulak
verirler mi?

Öyle inanıyorum ki, bu soruya herhangi bir kesin cevap verme
imkanı yoktur. Bunu ancak, hakka geri dönüş ve bu zararlı tutumdan vazgeçiş
müjdesini bize getirmesini Allah’tan dilediğimiz, gelecek günler kesin olarak
cevaplandırır. Çünkü bu acı tecrübeler, sahiplerini ancak çıkmaz yollara
götürür.

Dipnotlar

1. Bediüüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, c. 1, s. 38.

2. A. g. e. s. 266.

3. En’am Suresi: 164.

4. Bakara Suresi: 204-205.

5. Maide Suresi: 32.

6. Bediüüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası: c. 2, s. 333.

7. Bediüüzzaman Said Nursi, Şualar, On Dördüncü Şua, s. 303.

8. En’am Suresi: 164.