Biz müslümanların Batıya neler sunabileceği, İngilterede doğup
büyümüş birisi olarak bana sık sık sorulur. Buna cevap vermeden önce, kendim bir
soru sormak isterim: Biz Allah’a inandığımız için mi Müslümanız, yoksa Müslüman
olduğumuz için mi Allah’a inanıyoruz?
Bu soru on yıl kadar önce, Rusya’nın Afganistan’ı işgalini
protesto için Londra sokaklarında yapılan bir gösteri sırasında aklıma düştü.
Ondan yıllarca önce resmen İslâmiyete girmiştim ve bu, katıldığım ilk gösteri
değildi. Afişler, pankartlar, bağırmalar, tezahürat—hepsi vardı. “Ruslar
defolun”, “Brejnev’e ölüm” ve “Yaşasın Afganistan müslümanları” gibi sloganların
arasında, kendi İslamî sloganlarımızı da haykırıyorduk: “Allahu ekber, Lâ ilâhe
illâllah.” Gösterinin sonuna doğru, kendisini İslâma ilgi duyan birisi alarak
tanıtan bir genç yanıma yaklaştı. “Afedersiniz,” dedi, “Lâ ilâhe illâllah ne
demek?” Hiç tereddüt etmeden cevap verdim: “Allah’tan başka ilah yoktur.”
“Tercüme etme-nizi istemiyorum,” dedi. “Bu sözün gerçekten ne mânâya geldiğini
soruyorum.”
Kendisine cevap vermekte aciz kaldığımı fark edince, bunu uzun
ve şaşkın bir sükût takip etti.
Hiç şüphesiz şöyle düşünüyorsunuz: “Bu ne biçim müslüman ki, Lâ
ilâhe illâllahın mânâsını bilmiyor?” Cevap vereyim: “Tipik bir müslüman.”
O akşam cehaletim üzerinde uzun uzun düşündüm. Bu cehaletimi
çoğunlukla paylaşmak hiçbir fayda vermiyordu. Tam tersine, sıkıntımı daha da
arttırmıştı.
Öyleyse nasıl müslüman oldum? Nasreddin Hocanın hikâyesini
duymuşsunuzdur. Bir arkadaşı, bir gün kendisine uğradığında, Hocayı, koca bir
sepet kırmızı biberin önünde otururken bulur. Bakar ki, gözleri kızarmış ve
şişmiş, ağzından kanlar akıyor, gözü yaşlar içinde… Ama biberleri yemekten de
bir türlü vazgeçmiyor. Sorar: “Niye kendine eziyet ediyorsun, Hoca?” Yeni bir
biberi eline alıp ısıran Hoca, “Çünkü,” der, “sepetin içinde tatlı biber
arıyorum.”
Ben de aynı durumdayım. Fazladan birşey, hayatı yaşanmaya değer
kılacak birşey istiyordum. Hiçbir ideoloji veya alternatif hayat tarzı, bu
ihtiyacı karşılamıyordu. O ele avuca gelmez “birşey” ise, her seferinde köşeyi
dönünce beliriverecekmiş gibi görünüyor, fakat hiçbir zaman ortaya çıkmıyordu.
Nihayet İngiltere’den ayrılarak Ortadoğuya doğru yola çıktım. Bu şuurlu bir
tercih değildi; fakat tatlı kırmızı biberi orada buldum.
İslâm, başka hiçbir şeye benzemez şe-kilde bir mânâ ifade
ediyordu. Devlet idaresi için kanunları vardı, ekonomik bir sistemi vardı,
günlük hayatın her yönünü içine alan kaideleri vardı. Hukukta eşitlik
getiriyordu, bütün ırklara birden hitap ediyordu, açıktı ve anlaşılması kolaydı.
Hâ, bir de Allah’ı vardı. O zamana kadar kendisine belli belirsiz inandığım tek
bir Allah. Hepsi o kadar. “Lâ ilâhe illâllah” dedim ve bu topluluğun bir parçası
oldum. Hayatımda ilk defa bir mensubiyet hissini tadıyordum.
Mühtedîler, yeni dinleri hakkında, az zamanda çok şey
öğrenebilmek için pek heveslidirler. İhtidâmı takip eden birkaç yıl içinde benim
de kütüphanem süratle genişledi. O kadar çok öğrenilecek şey ve öğretmeye hazır
o kadar çok kitap vardı ki! İslâm tarihi üzerine, İslâmın ekonomik sistemi
üzerine, İslâmda devlet mefhumu üze-rine kitaplar, İslâm hukukuna dâir sayısız
broşürler ve hepsinin de ötesinde, İslâm ve devrim üzerine yazılan,
müslümanların nasıl ayaklanarak İslâmî idareler kurmaları gerektiğini anlatan
kitaplar… 1979 başlarında İngiltere’ye üniversitedeki derslerim için
döndüğümde, İslâmı Batıya tanıtmak için hazırdım!
“Lâ ilâhe illâllah”ın mânâsını öğrenmek için, bu kitaplara
başvurdum. Yine hayal kırıklığına uğradım. Bu kitaplar İslâmdan bahsediyordu,
fakat Allah’tan bahsetmiyordu. Hayalinize hangi konu gelirse hepsi bu kitaplarda
vardı; ama asıl mühim olan konu yoktu. Üniversite camiindeki imama durumu
anlattım. O da bir mâzeret beyan ederek döndü, gitti. Derken, imamla konuşmamı
duyan bir kardeş yanıma gelerek, “Bende Lâ ilâhe illâllah tefsiri var,” dedi.
“İstersen beraber okuyabiliriz.” Bu tefsirin en fazla on veya yirmi sayfa
olabileceğini düşünü-yordum. Meğer beş bin sayfanın üzerindeymiş! Tahmin
ettiğiniz gibi bu eserler, Üstad Bediüzzaman Said Nursi’nin Risale-i Nur
Külliyatıydı.
Önceleri, Risale-i Nur’u tasavvuf sandım ve mühimsemedim. O
kardeşimize, bu hareketimin dar bir kafanın tepkisi olduğuna işaret etti. Eski
kitaplarımın koltuk değnekliği olmadıkça, kendimi cahil ve kaybolmuş
hissediyordum. Halbuki bu eserler tamamıyla yeni bir lisan ve yeni bir bakış
demekti. Kardeşim rahatsızlığımı sezdi. “Merak etme,” dedi. “Daha önce okuduğun
kitapların da hepsinin yeri var. Onlar cilt gibidir. Fakat bu (Âyetü’l-Kübrâ’nın
bir nüshasını işaret ederek) meyvenin kendisidir.” Böylece okumaya başladık—bu
defa Allah’ın adıyla. Derken herşey yavaş yavaş yerine oturmaya başladı.
Hepimiz cahil doğarız; kendimizi ve dünyayı tanıma arzusu ise
içimizde vardır. “Ben kimim? Nereden geldim? Kendimin içinde bulduğu bu yer
neresidir? Buradaki vazifem nedir? Beni varlık alemine çıkaran kim?” gibi
soruları hepimiz kendimize göre cevaplandırırız—ya doğrudan gözlemle, ya da
başkalarının ileri sürdüğü cevapları körü körüne benimsemek suretiyle. İnsanın
haya-tını nasıl yaşayacağı ve bu dünyada hangi kıstaslara göre hareket edeceği
de, tamamıyla bu cevaplara bağlıdır. Âyetü’l-Kübrâ ise rehber eşliğinde bir
kâinat seyahatidir; onun yolcusu, işte bu sorulara cevap arar.
Âyetü’l-Kübrâ, Allah’a îmânı peşin olarak varsaymaz;
yaratılmıştan yola çıkarak Yaratıcıya varır. Ve ispat eder ki, bu sorulara
samimi olarak cevap bulmak isteyen, mahlûkatı kendi görmek istediği veya hayal
ettiği gibi değil de olduğu gibi gören kimse, kaçınılmaz bir surette “Lâ ilâhe
illâllah” neticesine gelecektir. Çünkü baktığında nizam ve ahenk, güzellik ve
ölçü, adâlet ve merhamet, rubûbiyet ve şefkat görecek ve bu sıfatların fanilik
ve mahkumiyet, acz ve mahlukiyet içinde bulunan yaratılmışlara ait olmadığını
görür, bütün bu sıfatların mutlak ve mükemmel bir surette bir Vacibü’l-Vücud’da
mevcut olduğunu anlar. Böylece kâinatı, yazarını anlatan bir kitap olarak görür.
Tabiat Risalesinde Bediüzzaman “Lâ ilâhe illâllah” tefsirini
daha da açar. Bu eserinde sebepler konusunu ele alır ki, bu materyalizmin temel
taşıdır ve modern ilim bunun üzerine kurulmuştur. Sebeplere inanmak, “Bu
tabiîdir, tabiat yaptı, tesadüfen oldu” gibi ifadelerin ortaya çıkmasını netice
vermiştir. Mantıkî delillerle sebepler efsanesini berhavâ eden Bediüzzaman, bu
inanca sarılanların kâinatı olduğu gibi değil, kendi görmek istedikleri gibi
gördüklerini ortaya koyar.
Tabiat Risalesinde, Bediüzzaman, her seviyedeki bütün
yaratıkların birbirleriyle mütedâhil daireler gibi iç içe münasebetler içinde
bulunduklarını ve birbirlerine bağımlı olduklarını gösterir. Yaratıklar varlık
alemine sanki hiçten gelir gibi gelir; ve kısacık hayatları müddetince, herbiri
kendi hususi maksadı, gaye ve vazifesi ile, İlahî sıfatların ve Esmâ-i Hüsnânın
sayısız cilvelerini aksettiren birer ayna gibi vazife görür. Kendi vücutları
dışındaki faktörlere tam ve kesin bağımlılıkları, hiçbir şüpheye yer
bırakmayacak şekilde gösterir ki, onlar ellerinde bulunan şeyin sahibi
değildir—nerede kaldı, kendileri gibi, yahut kendilerinden daha büyük varlıkları
mükemmel özelliklerle donatmak!
Materyalistler ise eşyayı farklı görür, yoksa farklı şeyler
görmezler. Kâinattaki düzen ve ahengi inkâr edemezler; ancak bu düzen ve ahengin
tesadüf sonucu ortaya çıktığına inanmamızı isterler. Bundan sonra inanmamızı
istedikleri şey ise, sebepler arasındaki mekanik münasebetler ile kâinatın
varlığını devam ettirdiği iddiasıdır ki, bunun ne mânâya geldiğini
materyalistlerin kendisi de bilmez. Onlara göre, kendileri yaratılmış, âciz,
câhil, fâni ve başıboş sebep-ler, hiç yoktan ortaya çıkan kanunlar aracılığıyla,
etrafımızda görüp işittiğimiz o hârikulâde ahenk ve muvâzene içindeki sanat
eserlerini icad etmektedirler. Bediüzzaman ise, tıpkı puthaneye giren İbrahim
Aleyhisselâm gibi, bu efsane ve hurafeleri parçalayıverir. Tekrar tekrar teyid
eder: Herbir şey birbiriyle münasebet içinde olduğuna göre, çiçeğin tohumunu kim
yaratmışsa ağacı da O yaratacak. Birbirleriyle iç içe münasebetler içinde
yaratıldıklarına göre, ağacı kim yaratmışsa ormanı da O yaratacak, ilh…
Böylece, tek bir zerreyi yaratabilmek için, bütün bir kâinatı yaratmak gerekir.
Buna ise kör, âciz, fâni, muhtaç, câhil ve gayesiz bir “sebebin” boyu yetişmez.
Gittikçe artan sayıda ilim adamı, geçmişin mekanik teorilerinin
artık savunulamadığını fark etmektedir. Kâinattaki güzellik, ihtişam, düzen,
ahenk, simetri ve maksatlar karşısında, sebeplere ve tesadüfe dayanarak
varlıkları açıklama teşebbüsleri, gittikçe müdafaa edilemez hâle düşmektedir.
Bunlardan birçoğu, eski ilâhlarının kaçınılmaz çöküşü karşısında histeri
nöbetlerine kapılıyorlar. Tanınmış bir biyologun—biyoloji hâlâ en katı mânâda
mekanik ilim branşları arasındadır—şöyle söylediği biliniyor: “Gariptir,
kâinatta güzellik ve ahengi keşfettikçe, onun manasızlığına daha çok
inanıyorum.” Zavallı, bilmiyor ki, eğer her şey mânâsızsa, kendi akıbeti de
aynen öyle olacaktır. Yine bir biyolog olan başka bir meşhur—yoksa mahut mu
diyeyim—ilim adamı ise, yaratıkların var oluşunun, bilhassa “şekil” vakasının
kör, aciz ve cahil sebeplerin tesadüfî hareketlerine hiç bir şekilde izafe
edilemeyeceğini söylüyor. Bu düşüncesinde yalnız olmamakla birlikte, bu ilim
adamı, böyle bir inanışı açıkça beyan eden ilk tanınmış Batılı biyologdur. İşin
daha da ilgi çekici tarafı, Batının ilim dünyasını Brejnev idaresindeki Rusya’ya
benzetmesidir. Mekanik teori, güvenilir olmak ve meslekte kalabilmek için her
ilim adamının, bilhassa biyologların boyun eğmek zorunda olduğu katı ve hâkim-i
mutlak Ortodoks doktrinidir. Böylece kalabalık içinde bu teoriye sadakatlerini
haykırmak, tenhâda ise gerçek düşüncelerini fısıldamak suretiyle, korku içinde
bir oyunu sürdürmek mecburiyetindedirler. Bu yazarın kitabı basıldığında, New
Scientist dergisi bunu “yakılacak kitap” ilân etti. O günden bu yana kitabın
yazarı aforoza uğramış durumdadır ve Batılı ilim dünyasının bir Selman Rüşdisi
haline gelmiştir.
Sebepler faraziyesinin işleyip işlemeyeceğine dair ortaya atılan
görüşlerin birbirinden bu kadar farklı şekilde ayrılması gösteriyor ki, tabiata
veya tabiat kanunlarına yaratıcı bir güç isnad etmek, objektif bir ilmî
araştırmanın kaçınılmaz neticesi olamaz. Bu olsa olsa şahsî bir kanaatten ibaret
kalır. Bunun gibi, zâhirî sebepleri yed-i kudretine bir perde yapan bir Kâinat
Yaratıcısını inkâr etmek de muhakemenin değil, bir arzunun neticesidir.
Kısacası, sebeplere yaratıcılık isnad etmek kaba ve aldatıcı bir oyundan
ibarettir ki, insan bununla Yaratıcının mülkünü yaratılmışlara taksim eder—tâ ki
kendi varlığı ve sahip oldukları üzerinde kendisi mutlak hâkim olabilsin.
Maksadım Risale-i Nur’u özetlemek değil, Allah hakkındaki daha
evvelki düşüncelerimin, Risale-i Nur’un tasvir ettiği portrelerden ne kadar uzak
düştüğünü göstermekti. Bu eserleri okuduktan sonra, “Lâ ilâhe illâllah” derken,
Allah hakkında söylenebilecek herşeyi söylemiş olduğumu düşünmeye başladım.
Risale-i Nur sayesinde anladım ki, evvelki düşüncemde Allah, manzarayı
tamamlamak için ve teselsülün imkânsızlığını önlemek üzere, yaradılış
hadisesinin başına neredeyse rastgele yerleştirilmiş bilinmeyen bir faktördü. O
bir ilk sebep idi; İlk Muharrik idi; boşlukları dolduran bir tanrı idi. Adeta
İngilizlerinki gibi bir “meşrûtî kral” idi—kendisine âzamî saygı gösterilmeli,
fakat günlük hayata karışmasına da müsade edilmemeliydi!
Âyet-i kerimeden ilham alan Risale-i Nur ise, Allah’ın isim ve
sıfatlarının birer aynası olan varlıklarda Allah’ın varlık ve birliğini gösteren
delillerin devamlı değişen yeni şekiller ve kompozisyonlarla her an gözlerimizin
önüne serildiğini ve marifet, tasdik, teslim, muhabbet ve ubûdiyeti netice
verdiğini gösteriyordu. Böylece, Risale-i Nur, kelimenin hakikî mânâsıyla bir
müslüman olmanın açık bir vetire halinde gerçekleştiğini de ortaya koyuyordu:
Tefekkürden ilme, ilimden tasdike, tasdikten îman veya itikada, itikattan da
teslime varış. Her yeni hareket, her yeni gün ise İlâhî hakikatin yeni bir
cephesini ortaya çıkardığına göre, bu vetire de devamlılık arz etmektedir.
İslâmın dış tezâhürleri, yani ibâdet şekilleri bir mânâda statiktir; halbuki
îman, sözünü ettiğim bu vetireye bağlı olarak, artma veya eksilmeye mâruzdur.
İşte, dikkatimizin büyük kısmını teksif etmemiz gereken îman hakikati budur;
İslâm’ın hakikatleri ise bunu zarurî olarak takip edecektir.
Bu yüzdendir ki, “Risale-i Nuru tanımadan önce müslümandım,
fakat mümin değildim” diyebilirim. Çünkü o zaman îman diye kabul ettiğim şey,
gerçekte inkâr etmenin imkânsızlığından başka birşey değildi. Her ne kadar bana
İslâm’ı tanıtan Bediüzzaman değil idiyse de—ki bunu herkes yapabilirdi—o beni
îmanla tanıştırdı. Taklitle değil, tahkik yoluyla elde edilen bir îman.
Şimdi asıl sorumuza dönelim: Müslümanlar olarak Batıya
sunabilecek neyimiz var? Cevap: Herşeyimiz ve hiçbir şeyimiz. İmânımız ve
İslâmiyetimiz var—ki bunlar herşeydir. Bir de İslâmiyeti anlayışımız ve
yorumlayışımız var ki, çoğu zaman sıfıra sıfır, elde var sıfır.
Bana İslâmı tanıtan kitaplardan da açıkça anlaşılacağı gibi,
Batıyı dikkate alarak yazılmış ne varsa, hemen hemen hepsi de masum bir kültür
alışverişi seviyesinde kalmıştır. Asıl mesele olan iman ise kaçınılmaz bir
şekilde, ya bir dipnotu hacminde geçiştirilmiş veya tamamıyla ihmal edilmiş.
Kur’an’da Allah lafzı ikibin beşyüzden fazla tekrar edilir;
İslâm kelimesi ise yüz defadan az. Halbuki modern İslâm lite-ratüründe bu nisbet
tersine çevrilmiştir. Kur’an’da îman ve İslâm kelimelerinin nisbeti, iman lehine
olmak üzere 5:1’dir. 19. yüzyıl sonlarına kadar yazılan Arapça ki-tapların
isimlerinde İslâm kelimesi imânı 3:2’lik bir nisbetle geçiyordu. 1960’larda bu
rakam 13:1 nisbetine sıçramıştır ve hiç şüphesiz bugün daha da yükseklerdedir.
Bunun kaçınılmaz neticesi olarak da, Batı’nın İslâm’a yaklaşımı bir sistem ve
bir alternatif “ideoloji” etrafında temerküz etmiş, bu da hemen hemen tamamıyla
îman hakikatlerinden mahrum bir şekilde takdim edilmiştir.
Batıya yaklaşma tarzımızla çok az mesafe almış olmamızın bir
diğer sebebi de, Batıyı yanlış anlamamızdır. Batı sadece jeopolitik bir varlık
değil, aynı zamanda bir mecazdır da. Coğrafi olarak Batı, Ulûhiyete karşı kitle
halinde bir isyanın görüldüğü yerdir. Çağdaş Batı medeniyeti, bildiğimiz
kadarıyla, temelinde düzenli bir dinî inanç bulunmayan ilk medeniyettir. Böylece
Batı dinî inancın gurubunu, Ulûhiyet güneşinin tutulmasını ifade eden bir mecaz
olmaktadır. Şimdi ise bu güneş tutulması, sadece jeopolitik Batıya münhasır
kalmadığına göre, îman hakikatlerinin gözardı edildiği her yere Batı
diyebiliriz. Yani, Batı bir hâlet-i ruhiye, hastalık, bir sapma olarak
görülmelidir. Bunun temel sebebi ise, Bediüzzaman Said Nursî’nin işaret ettiği
gibi, eneye tapma hastalığıdır.
Rönesans’tan bu yana Batı insanı kendi kendisinin referans
noktası ve kendi kâinatının merkezi haline gelmiş, bîçâre ha-yatının mikyası
olmuştur. Esmâ-i İlâhiyenin kisvesini çalarak ona bürünmüş ve bir ilâh gibi
çalım satmaya kalkmıştır. Fakat bu elbise ona uymamıştır ve uymaz da.
Kendi vazifesinin, Ulûhiyet tecellilerini Yaratan adına ve onun
rızasına uygun şekilde müşahede etmekten ibaret olduğunu kabul etmek istemeyen
Batı insanı, bu tecellileri kendi malı olarak ilan eder ve onları kendi hayalî
mülküne dahil etmek için bir ömür boyu çabalar. Ebediyeti fânî dünyada arayışı,
onu hemcinsleriyle şiddetli ve çoğu zaman câniyâne bir rekabete sürükler.
İnsanan sınırlı, âciz ve bağımlı oluşu ve günün birinde kendisinin sandığı her
şeyi terk ederek yoklukla yüz yüze geleceği gerçeği, onun sonsuz arzularını daha
da şiddetlendirir. Karşı karşıya bulunduğu sınırlamaların ve eksiklerin ona
mutlak acz ve fakrını hatırlatması gerekirken, o kendi kendini hipnotize ederek
bu gerçeklerden saklanmaya çabalar. Akıbetiyle ilgili her türlü düşünceden kaçan
Batı insanı, Yaratıcısını tanımak ve sevmek ve kendisinin O’nsuz hiçbir şey
olmadığını ve hiçbir şeye sahip olamayacağını anlamak üzere fıtratına
yerleştirilmiş olan kabiliyetini de böylece boğar. Laik ve hodperest Batı
toplumu, insanı her seviyede körleştirmek ve sersemletmek üzere plânlanmıştır…
Benlik inancının kendinden bekleneni vermediği gerçeğini saklamak için,
“sınırsız terakki, mutlak hürriyet ve kayıtsız mutluluk” şeklindeki laik teslis
akidesinin yüzyıllar önce safdışı edilmiş bulunan Hıristiyanlığın teslis akidesi
kadar mânâsız kaldığını saklamak için; laik hümanizmin ilkeleri olan iktisadî ve
ilmî ilerlemenin Batıyı bir mâneviyat çöplüğüne çevirdiği ve nesilleri birbiri
ardınca helâk ettiği gerçeğini saklamak için.
Bununla beraber, uyanmaya başlayan ve bugüne kadar içinde
yaşadıkları hayal dünyasının farkına varanlar da vardır. İşte bunlara “ene”
hastalığı gösterilmelidir. Bu hastalıkla mâlûl kimselere İslâmın iktisat veya
hukuk sisteminin en müsavatçı veya en adil sistem olduğunu anlatıp durmanın
hiçbir faydası yoktur. Kanserden muzdarip bir hastaya yeni bir ceket hediye
ederek onu tedâvi edemezsiniz. Onun muhtaç olduğu şey, doğru bir teşhis, radikal
bir ameliyat ve onu takip edecek sürekli bir tedâvidir. Risale-i Nur’da hepsi
vardır.
Hatırlayacağınız gibi, Risale-i Nur’u önceleri mistik bir eser
diye reddetmiştim. Aynı zamanda başkalarının da bu eserleri böyle
vasıflandırdığını işitmiştim. Gerçek ise bunun tam tersidir; çünkü Said
Nursi’nin önümüze koyduğu berrak tercihte hiçbir esrârengizlik yoktur: Ya îman,
ya da inkâr; ya ebedî saâdet, ya da ebedî felâket; ya kurtuluş, ya helâk—hem bu
dünyada, hem de ahirette.
Risale-i Nur’un “inkılapçı” olarak vasıflandırıldığını da
işitmiştim. Gerçi buna iştirak ederim; fakat kelimenin siyasî mânâsıyla değil.
Risale-i Nur’da böyle bir şeyin bahsi yoktur. Ama eminin ki, eğer Bediüzzaman
bütün laik idarelerin şiddet yoluyla devrilmeleri gerektiğini savunmuş olsaydı,
bütün Batı üniversitelerinde Risale-i Nur mecburî ders olarak okutulur ve
Bediüzzaman Batı dünyasında her ev halkının tanıdığı bir isim haline gelirdi.
Çünkü aşırılık, hele bir de dinî duygularla renklendirilmişse, Batının zayıf
noktasıdır. Batı basını için, uzak beldelerden birinde “Amerika’ya ölüm!” diye
bağıran, ihtilâl ve şeriat isteyen binlerce öfkeli Müslümandan daha güzel, daha
sevimli ve daha nefis hangi manzara vardır? Batı, artık İslâmı yanlış tanıtmak
için zahmete girmek zorunda değildir. Bunu onlar adına biz yapıyoruz; onlara ise
sadece filme çekip göstermek kalıyor. Amerika’nın “Büyük Şeytan” olarak
bilindiği bir ülkede, on yıl kadar önce böyle bir gösteri seyretmiştim. Fakat
dikkatimi çekti: Göstericilerin belki de yüzde 75’i Levi’s bluejeanleri
giyiyordu; dağılan kalabalığın ardında kalan sigara izmaritleri ise Marlboro
idi, ya da Winston. Bir el güya bizi Batı ile bağlayan bağları koparıyor; diğer
el ise o bağları sıktıkça sıkıyor!
Yine de “Yeteri kadar konuştuk, artık hareket zamanıdır” deyip
duruyoruz. Hattâ bu sözü Risale-i Nur hakkında dahi işitmişimdir. “Hep sözden
ibaret; hiç aksiyon yok” demişti birisi. Fakat henüz konuşmuş da değiliz. Sadece
feryâd ü figan edip durduk, o kadar. Birbirimizle kardeş kardeşe, mümin mümine,
Müslüman Müslümana, Allah adına, Kur’an lisanıyla ve kâinat kitabının diliyle
konuşmadığımız, sohbet etmediğimiz içindir ki, hareket ettiğimiz zaman yanlış
şekilde, yetkisiz ve disiplinsiz bir tarzda ve hakikî bir ölçü veya referans
noktasından mahrum bir halde hareket edi-yoruz. Sonunda da hiçbir kalıcı netice
ortaya çıkaramıyoruz. Batı ise bunu çok iyi anlıyor.
Hayır, Bediüzzaman’ın müdafaa ettiği inkılâp Tahran, Kahire veya
Cezayir sokaklarında çığırtkanlığı yapılan cinsten bir inkılâp değildir.
Risale-i Nur’un inkılâbı zihinlerde, ve kalblerde, ruhlarda ve nefislerde
inkılâptır. Bu bir İslâm devrimi değil, iman inkılabıdır. Bu da iki seviyede
gerçekleşir. Müslümanları taklidî îmandan tahkikî îmana, inanmayanları ise
enenin kulluğundan Allah’ın kulluğuna eriştirecek şekilde tanzim edilmiştir.
Batıyı hâkimiyeti altında tutanların Risale-i Nur’dan dehşet almaları bu
yüzdendir.
Netice olarak, yıllar süren araştırma ve mukayeselerim sonunda
şunu söyleyebili-rim ki; kâinatı olduğu gibi gören, îman vakasını olduğu gibi
aksettiren, Kur’an’ı Peygamberimizin murad ettiği gibi tefsir eden, modern
insana musallat olmuş son derece tehlikeli ve gerçek hastalıkları teşhis ederek
çare sunan, kendi kendine yeterli ve şümûllü yegâne İslami eser, Risale-i
Nur’dur. Kur’an’ın nuruyla kâinatı aydınlatan Risale-i Nur gibi bir eser
görmezlikten gelinemez. Çünkü çağdaş insanı karşı karşıya bulunduğu felâketten
kurtaracak olan yanlız İslâmdır; İslâm’ın geleceği ise, Risale-i Nur’a ve ona
uyan ve ondan ilham alanlara bağlıdır.