Cemaat ve cemiyet birbirine çok yakın, birbirine çok benzeyen,
bu sebeple de birbiriyle çok karıştırılan iki ayrı kavramdır. İltibas,
kelimelerin lügavi (etimolojik) yapısından başlayarak, örfi ve ıstılahi
(terminolojik) anlamlarında da devam etmektedir. Lügavi, örfi, ıstılahi hatta
Risale-i Nur’daki manaları konusunda ittifak edenler dahi bu kavramların
pratiğinde ihtilafa düşebilmektedir. Birinin cemiyetçi bulduğu yaklaşımı diğeri
pekala has bir cemaati özellik olarak algılayabilmektedir.

A- Cemaat ve Cemiyet Kavramı

Karışıklığın giderilmesi için kelimelerin sözlük, örf,
terminoloji ve Risale-i Nur’daki anlamlarını, dini, hukuki, tarihi, sosyolojik
açıdan incelemekte yarar vardır.

1- Etimolojik (lügavi) anlamları:

Cemaat; “toplamak, bir araya getirmek” anlamındaki cem
mastarından türeyen, Arapça bir isim olup sözlükte “insan topluluğu” manasına
gelir.1

Cemiyet; modern Arapça’da “birlik” ve “topluluk” kavramlarını
ifade etmek için kullanılan “toplama, biriktirme”, “devşirme” anlamlarına gelen
cem’den türetilmiştir.2

Görüldüğü gibi her iki kelime de Arapça cem mastarından
türetilmiş ve topluluk, bir araya getirme, birlik, gibi “toplu olma”yı ifade
eden manalara gelmekte ve kelimelerin kökeni ve halihazırdaki yapısıyla
aralarında herhangi bir fark müşahede edilememektedir.

2- Örfi Anlamları:

Cemaat;

1- Halk arasında, en fazla, bir imama uyup namaz kılan Müslüman
heyeti anlamında kullanılmaktadır—ki bu aynı zamanda fıkhı bir terimdir, 2- Bir
dinden veya soydan olanlar topluluğu (Rum Cemaati gibi), 3- İnsan Kalabalığı, 4-
Takım, Bölük gibi manalara gelir.

Cemiyet;

1- Halk arasında en fazla toplum anlamında kullanılır, 2-
Dernek, 3- Düğün (Sünnet Cemiyeti gibi), 4- Heyet, komisyon, 5- Meclis, 6- İnsan
kalabalığı manalarına gelir.

Örfi anlamlarına baktığımızda, cemaat ve cemiyet arasında bir
bakımdan epeyce mana farklılıkları görülmesine rağmen, bir bakımdan ise aynı
manalarda kullanıldığını da görmekteyiz.

Etimolojik benzerlik, hatta ayniyetten olsa gerek iki kelime de
topluluk, kalabalık, meclis anlamlarını halk arasında sürdürmektedirler.

Hatta bir ansiklopedide “cemiyet” sözcüğünün anlamlarından biri
olarak “cemaat” gösterilmekte,3 diğer bir ansiklopedide ise “manevi
birlik teşkil eden cemaat” olarak ifade edilmektedir.4

Mezkur iki kelimenin örfi mana farklılıklarına gelince, bu iki
kelimenin, birbirinden farklılığından ziyade, her bir kelimenin özel
anlamlarındaki farklılık daha bariz bir şekilde görülmektedir. Cemiyet
sözcüğünün “toplum”, “dernek”, “düğün” gibi tamamen ayrı manalara gelmesi bunu
göstermektedir.

3- Terminolojik (ıstılahi) anlamları:

Istılahi olarak cemaat;

1- Müslümanların din kardeşliği esasına dayalı olarak
gerçekleştirdikleri ve katılmak zorunda oldukları birlik, beraberlik (Fıkıh).5

2- Ashap, müçtehit imamlar veya her devirdeki Müslümanların
büyük çoğunluğu gibi anlamlara (Fıkıh) gelir ve Ehl-i Sünnet için kullanılan bir
tabirdir. 6

3- Daha çok Kütüb-i Sitte müellifleri hakkında kullanılan hadis
terimi7 (İlm-i Hadis).

4- Aralarındaki münasebetleri, din, örf ve adetlere göre tanzim
eden; akrabalık, komşuluk, hemşehrilik gibi rabıtalarla birbirine bağlı insan
topluluğu8 (sosyoloji) anlamlarına gelir.

Istılahi olarak cemiyet;

1- Tenasubu veya tezadı dolayısıyla birbirine uyan kelimeleri
veya zıt olan kelimeleri beraber aynı ifade içinde bulundurmak. (Edebiyat)9

2- Zihnin yalnız Cenab-ı Hak ile meşguliyet hali (Tasavvuf).

3- XIX yüzyılın ortalarından itibaren İslam dünyasında ve
özellikle Osmanlı Devleti’nde ilmi, sosyal ve siyasi amaçla kurulan teşekküllere
verilen ad.10 (Hukuk Tarihi) anlamlarına gelir.

4- Tam bu noktada konumuzla direkt ilgili olduğundan mevcut
hukuk terminolojisi üzerinde daha dikkatli durmak gereki-yor.

Cemiyeti, özel hukukun bir dalı olan Medeni Hukuk ve Dernekler
Kanunu çerçevesinde ve Kamu Hukukunun mühim bir branşı olan Ceza Hukuku
çerçevesinde olmak üzere iki şekilde ele alabiliriz.

Özel hukukta cemiyet; Medeni Kanunun 53 ile 72. maddeleri
arasında düzenlenip “cemiyet” diye anılırken 22.11.1972 tarihli Dernekler Kanunu
ile özel bir düzenleme yapılarak “Dernek” diye anılmaya başlanmıştır.

Dernek; Kazanç paylaşma dışında belirli ve ortak bir amacı
(Siyasî, dinî, ilmî, bediî, hayrî) gerçekleştirmek üzere en az yedi kişinin
bilgi ve çalışmalarını sürekli olarak birleştirmeleri ile kurulan tüzel kişiliğe
sahip hukuki varlıktır.11

Ceza Hukukunda “cemiyet;” Halen yürürlükten kaldırılmış olan
meşhur 163. maddede geçen önemli bir ibaredir. Burada “laikliğe aykırı olarak,
Devletin sosyal veya ekonomik veya siyasî veya hukukî temel düzenini kısmen de
olsa dini esas ve inançlara uydurmak amacıyla cemiyet tesis, teşkil, tanzim veya
sevk ve idare eden kimse sekiz yıldan on üç yıla kadar ağır hapis cezasıyla
cezalandırılır” denmektedir. Bu ifadeler mevcut 1982 Anayasasının 24. maddesinin
son fıkrasında da cezai müeyyidelendirme olmaksızın aynen yer almaktadır.

163. maddede geçen cemiyet tabiri yukarıda belirtilen yasal
dernek anlamında olduğu gibi, tam manasıyla gizli bir yer altı teşekkülü veya
yasal bir derneğin gizli maksatlar ve saklı faaliyetler göstermek suretiyle
örtülü ve yasa dışı bir halini de ifade etmektedir.

Bu sebeptendir ki 1983 yılı sonunda 163. madde değiştirilirken,
1972’den beri Cemiyetler Kanunu yerine Dernekler Kanunu kullanılıyor olmasına
rağmen, cemiyet ibaresi muhafaza edilmiştir. Çünkü burada cemiyetten, lügat
manasında her nevi birleşme, birden ziyade kimsenin biraraya gelmesi anlamında,
her türlü örgüt ve yapılanma kastedilmiştir.

Nitekim Türk Ceza Kanununun mülga 141. maddesinde “bu maddede
yazılı olan cemiyet iki veya daha çok kimselerin sadece aynı amaç etrafında
birleşmeleri ile vücut bulur.”12 denmektedir.

B- Risale-i Nur’da Cemaat ve Cemiyet

Cemaat ve cemiyetin Risale-i Nur’daki anlamları konusunda direkt
Külliyata yönelmenin zarureti ortadadır. Risale-i Nur’dan derlenen Hizmet
Rehberi’nin 5. Bölümü olan Risale-i Nur Cemaati ve Hususiyetleri başlıklı bölüm
baştan sona dikkatlice okunduğunda durum aydınlanmaktadır. Biz de buraya
Külliyattan ve bu eserden önemli gördüğümüz kısımları aktarıyoruz.

1- Zaman Şahsiyet ve Enaniyet Zama-nı Değil Cemaat Zamanıdır.

“Bu zaman, ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enâniyet zamanı
değil, zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı manevi hükmeder ve
dayanabilir. Büyük bir havuza sahip olmak için bir buz parçası hükmündeki
enaniyet ve şahsiyetini, o havuza atmaktır ve eritmek gerektir. Yoksa, o buz
parçası erir, zayi olur; o havuzdan da istifade edilmez.” (Kastamonu Lahikası,
s. 102.)

“Salisen: Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası ne
kadar harika da olsalar, cemaatin şahs-ı manevisinden gelen dehasına karşı
mağlup düşebilir… Alem-i İslam’ı bir cihette tenvir edecek ve kudsi bir
dehanın nurları olan bir vazife-i imaniye, biçare, zayıf, mağlup, hadsiz
düşmanları ve onu ihanetle, hakaretle çürütmeye çalışan muannid hasımları
bulunan bir şahsa yüklenmez. Yüklense, o kusurlu şahsın ihanet darbeleriyle
düşmanları tarafından sarsılsa, o yük düşer, dağılır.”(Emirdağ Lahikası-I, s.
70.)

Üstat “Zaman, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil, cemaat zamanı”
derken cemaatin önemini vurguladığı gibi aynı zamanda önemli bir vasfını da
belirtmektedir. O da cemaatin şahsiyet ve enaniyet karşıtı bir özellik taşıyor
olmasıdır. Bu üstadın idealize ettiği bir cemaat denebilir. Zira normalde bazı
şahsın veya şahısların önemli olduğu veya lider olduğu cemaatlerde, pekala
olabilir ve olagelmiştir. Keza fertlerinin enaniyetli olması da cemaatin cemaat
vasfını kaldırmaz. Fakat Üstat burada belki de önce kendine sonra has
talebelerine ve diğer cemaat fertlerine şunu söylüyor denebilir. “Cemaatin
şahs-ı manevisi” önemlidir. Temayüz eden şahıs ve şahıslar değil, yine havuz
(cemaat) önemlidir. Yoksa her birimizin buz parçası hükmünde olan enaniyeti
değil. Bu öyle bir cemaat olmalı ki şahs-ı maneviyi temsil eden havuzda,
erimemiş bir şahıs ve enaniyet buzu kalmasın.

Bu anlayış “vazife-i imaniye”nin başarısı için de mecburidir.
Çünkü “Ferdi şahısların dehası ne kadar harika da olsalar, cemaatin şahs-ı
manevisinden gelen dehasına karşı mağlup düşebilir.” Çünkü o “biçare, zayıf,
mağlup, hadsiz düşmanları ve onu ihanetle, hakaretle çürütmeye çalışan muannid
hasımları bulunan” bir şahıstır ve bu sebeple bu vazife ona “yüklenmez”.
Yüklense “o yük düşer, dağılır.”

Burada “zaman, cemaat zamanıdır” derken zamana yapılan vurgu da
önem arzetmektedir. Çünkü, “cemiyet” XIX. Yüzyıl sonunda ortaya çıkan modern
Arapça’ya ait bir tabir iken “cemaat” İslam’ın ilk asrından itibaren kullanılan
ve önemi vurgulanan bir terimdir.

Nitekim Kur’an-ı Kerim’de “içinizden iyiliğe çağıran, marufu
emredip, münkerden sakındıran bir cemaat bulunsun”13 buyurulmaktadır.

Üstat şimdiki zamanda sosyal ilişkilerin yoğunluğu ve
komplikasyonu, iletişim bombardımanı, deccaliyet ve süfyaniyet çağının özel
tehlikelerinden olsa gerek, “zaman, cemaat zamanıdır” diyerek tahşidat yapıyor.

2- Nurculuk Bir Cemiyet midir?

“Bizi hayrette bırakan ve gayet şaşırtan ve bir garazı ihsas
eden ve bililtizam hiçten bir sebeb-i ittiham icad etmek nevinden, musırrane,
bir cemiyet ve teşkilat varmış gibi soruyorlar, “Bu teşkilatı yapmak için
nereden para alıyorsunuz?” diyorlar.

“Elcevap: Evvela, ben dahi soranlardan soruyorum. Böyle bir
cemiyet-i siyasiyenin, bizim tarafımızdan vücuduna dair hangi vesika, hangi
delil, hangi hüccet bulmuşlar ki, bu kadar musırrane soruyorlar? Ben, on senedir
Isparta vilayetinde şiddetli tarassut altında bulunmuşum. Bir iki hizmetkar ve
on günde bir iki yolcudan başka adamları görmeyen garip, kimsesiz, dünyadan
usanmış, siyasetten gayet şiddetle nefret etmiş ve kuvvetli siyasi muhalif
cemiyetlerin ne kadar aksülameller ile zararlı ve akim kaldığını mükerrer
müşahedatla görmüş ve kendi kavim ve binler dostları içinde, en mühim fırsatta,
siyasi cemiyet ve cereyanları reddetmiş ve karışmamış ve iman-ı tahkikinin gayet
kudsi ve hiçbir şeyle zedelenmesi caiz olmayan hizmeti bozmak ve ağraz-ı siyasi
ile çürütmeyi en büyük bir cinayet telakki ederek şeytandan kaçar gibi
siyasetten kaçan ve on seneden beri Euzubillahimineşşeytanivessiyaseti kendine
düstur eden ve hileyi hilesizlikte bulan, asabi ve bilaperva esrarını faş eden,
on sene koca Isparta vilayetinin hassas ve cessas memurlarına böyle teşkilat
sezdirmeyen bu adamdan, “Böyle bir teşkilat var ve siyasi bir dolabı
çeviriyorsunuz” diyenlere karşı, yalnız ben değil, Isparta vilayeti ve bütün
beni tanıyanlar, belki bütün ehl-i akıl ve vicdan, onların iftiralarını nefretle
karşılar ve “Garazkar planlar ile onu itham ediyorsunuz” diyecekler.

“Saniyen: Meselemiz imandır. İman kuvvetiyle bu memlekette ve
Isparta’nın yüzde doksan dokuz adamları ile uhuvvetimiz var. Halbuki, cemiyet
ise ekser içinde ekaliyetin ittifakıdır. Bir adama karşı, doksan dokuz adam
cemiyet olmaz. Meğer, gayet insafsız bir dinsiz, herkesi (haşa) kendi gibi
dinsiz tevehhüm edip, bu mübarek ve dindar milleti tahkir etmek niyetiyle böyle
işaa eder…”(Tarihçe-i Hayat, s.201.)

Üstat burada neden cemiyetçi olmadıklarını14 önemli
gerekçe ile açıklamaktadır.

1- Üstat siyasi bir cemiyet kurmakla suçlanmaktadır. Halbuki o
“siyasetten gayet şiddetle nefret etmiş” ve “şeytandan kaçar gibi siyasetten
kaçan ve on seneden beri Euzubillahimineşşeytanivessiyaseti kendine düstur”
edinen bir anlayışa sahiptir. Zira;

2- “İman-ı tahkikinin gayet kutsi ve hiç bir şeyle zedelenmesi
caiz olmayan hizmeti bozmak ve ağraz-ı siyasi ile çürütmeyi en büyük bir cinayet
telakki” etmektedir.

3- “Meselemiz imandır. İman kuvvetiyle bu memlekette ve
Isparta’nın yüzde doksan dokuz adamlarıyla uhuvvetimiz var. Halbuki, cemiyet ise
ekser içinde ekaliyetin ittifakıdır. Bir adama karşı, doksan dokuz adam cemiyet
olmaz” diyerek darkadrocu bir cemiyet anlayışıyla, yüzde doksan dokuz mümin
kardeşiyle uhuvvetini bozmak istememektedir. Keza onları yüzde doksan dokuz
çoğunluk biziz, yüzde bir azınlık sizsiniz diyerek adeta tarih, sosyoloji ve
hukuk önünde gizli cemiyetçiliğe mahkum ediyor.

4- “Kuvvetli siyasi muhalif cemiyetlerin aksülameller ile
zararlı ve akim kaldığını mükerrer müşahedatla görmüş ve kendi kavim ve binler
dostları içinde, en mühim fırsatta, reddetmiş ve karışmamış”tır di-yerek bu tür
hareketlerin başarısızlığa mahkum olduğunun “mükerrer müşahedatla” sabit
bulunduğunu, başarma ihtimalinin yüksek olduğu “en muhim fırsatta” bile “kendi
kavim” ve “binler dostları içinde” olmasına rağmen doğru bulmamıştır. (Şeyh Said
İsyanı)

“Bana sordular ki: ‘Sizin cemiyet olmadığınız, üç mahkeme o
cihette beraet vermesiyle, yirmi seneden beri tarassut ve nezaret eden altı
vilayetin o noktadan ilişmemeleriyle tahakkuk ettiği halde, Nurcularda öyle
harika bir alaka var ki, hiçbir cemiyette, hiçbir komitede yoktur. Bu müşkülü
halletmenizi isteriz’ dediler.

“Ben de cevaben dedim ki: ‘Evet, Nurcular cemiyet memiyet,
hususan siyasi ve dünyevi ve menfi ve şahsi ve cemaati menfaat için teşekkül
eden cemiyet ve komite değiller ve olmazlar. Fakat, bu vatanın eski kahramanları
kemal-i sevinçle şehadet mertebesini kazanmak için ruhlarını feda eden milyonlar
İslam fedailerinin ahfadları, oğulları ve kızları, o fedailik damarından irsiyet
almışlar ki, bu harika alakayı gösterip Denizli Mahkemesinde bu aciz biçare
kardeşlerine bu gelen cümleyi onlar hesabına söylettirdiler: Milyonlar kahraman
başları feda oldukları bir hakikate başımız dahi feda olsun’ diye onlar namına
söylemiş, mahkemeyi hayret ve takdirle susturmuş. Demek, Nurcularda hakiki,
halis, sırf rıza-yı İlahi için ve müsbet ve uhrevi fedailer var ki, mason ve
komünist ve ifsad ve zındıka ve ilhad ve taşnak gibi dehşetli komiteler o
Nurculara çere bulamayıp hükümeti, adliyeyi aldatarak, lastikli kanunlar ile
onları kırmak ve dağıtmak istiyorlar. İnşaallah bir halt edemezler. Belki Nur’un
ve imanın fedailerini çoğaltmaya sebebiyet verecekler.”(Şualar, s. 439)

Burada hiçbir cemiyet ve komitede bulunmayan aramızdaki “öyle
harika bir alaka” nereden kaynaklanıyor? sorusu ce-vaplanıyor.

Evet, Nurcular 1- Cemiyet, 2- Hususan siyasi, 3- Dünyevi, 4-
Menfi, 5- Şahsi ve cemaati menfaat için teşekkül eden cemiyet ve komite
değiller. “Fakat bu vatanın kemal-i sevinçle şehadet mertebesini kazanmak için
ruhlarını feda eden eski kahramanlarının ahfatları ‘fedailik damarından irsiyet
almışlar ki bu harika alakayı’ gösteriyorlar” demek suretiyle tarihi
perspektiften bakarak bu müşkülü çözüyor.

3- Nur Talebelerinin Cemiyet Olduğu Vehmini Veren Sebepler

“Bazı insafsızları aldatan ve hiç münasebeti olmayan bir siyasi
cemiyet vehmini veren üç maddedir.

“Birincisi: Eskiden beri benim talebele-rim benim ile kardeş
gibi şiddetli alakadar olmaları, bir cemiyet vehmini vermiş.

“İkincisi: Risale-i Nur’un bazı şakirtleri—her yerde bulunan ve
Cumhuriyet kanunları müsaade eden ve ilişmeyen—cemaat-i İslamiye heyetleri gibi
hareket etmelerinden, bir cemiyet zannedilmiş. Halbuki o mahdut üç dört şakirdin
niyetleri cemiyet memiyet değil, belki sırf hizmet i imamiyede halis bir
kardeşlik ve uhrevi bir tesanüddür.

“Üçüncüsü: O insafsızlar kendilerini dalalet ve dünyaperestlikte
bildiklerinden ve hükümetin bazı kanunlarını kendilerine müsait bulduklarından,
fikren diyorlar ki, ‘Herhalde Said ve arkadaşları bizlere ve hükümetin bizim
medenice nameşru hevesatımıza müsait kanunlarına muhaliftirler. Öyle ise,
muhalif bir cemiyet i siyasiyedirler.”

Buradaki birinci sebep olan talebelerin Üstad ile “kardeş gibi
şiddetli alakadar olmaları” yukarıda “Nurcularda öyle bir harika alaka”nın bir
başka tezahürü olsa gerektir.

“Nur Şakirtlerinin halis ve sırf uhrevi nurlara ve tercümanına
karşı alakalarına, dünyevi ve siyasi cemiyet namını verip, onları mesul etmeye
çalışanların ne kadar hakikatten ve adaletten uzak düştüklerine karşı üç
mahkemenin o cihette beraet vermesiyle beraber, deriz ki:

“Hayat-ı içtimaiye-i insaniyenin hususan millet-i İslamiyenin
üssü’l-esası, akrabalar içinde samimane muhabbet ve kabile ve taifeler içinde
alakadarane irtibat ve İslamiyet milliyetiyle mü’min kardeşlerine karşı manevi,
muavenetkarane bir uhuvvet ve kendi cinsi ve milletine karşı fedakarane bir
alaka ve hayat-ı ebediyesini kurtaran Kur’an hakikatlerine ve naşirlerine
sarsılmaz bir rabıta ve iltizam ve bağlılık gibi hayat-ı içtimaiyeyi esasiyle
temin eden bu rabıtaları inkar etmekle ve şimaldeki dehşetli anarşistlik
tohumunu saçan nesil ve milliyeti mahveden ve herkesin çocuklarını kendine alıp
karabet ve milliyeti izale eden ve medeniyet-i beşeriyeyi ve hayat-ı içtimaiyeyi
bütün bütün bozmaya yol açan kızıl tehlikeyi kabul etmekle ancak Nur
Şakirtlerine medar-ı mesuliyet cemiyet namını verebilir. Onun için hakiki Nur
Şakirtleri çekinmeyerek Kur’an hakikatle-rine karşı kudsi alakalarını izhar
ediyorlar. O uhuvvet sebebiyle gelen her bir cezayı memnuniyetle kabul
ettiklerinden, mahke-me-i adilenizde hakikat-i hali olduğu gibi itiraf
ediyorlar. Hile ile dalkavukluk ile ve yalanlarla kendilerini müdafaaya tenezzül
etmiyorlar.”(Şualar, s. 330.)

Üstad ancak “kızıl tehlike” olan Komünizmin benimsenmesi halinde
cemiyetçilikten mesul tutulabileceklerini, zira bunun dışında bir görüşün
Nurcular ve alem-i İslam arasındaki manevi ve kardeşane alakaları
yasaklamayacağını belirterek yetkilileri Komünistlerle aynı konumda olmamaları
hususunda uyarıyor. Adeta onları rejimlerine göre yasak ve sos-yolojiye göre
(%99’a karşı %1) azınlıkta olan görüşün cemiyetçiliği ile suçluyor.

4- Nur Talebeleri Nasıl Bir Cemiyettir?

“Ben buradaki bütün Risale-i Nur Şakirtlerini ve benimle
görüşenleri veya okuyan ve yazanlarını aynıyla işhad ediyorum; onlardan sorunuz
ki, ben hiçbirisine dememişim bir cemiyet-i siyasiye veya cemiyet-i Nakşiye
teşkil edeceğiz. Daima dediğim budur: “Biz imanımızı kurtarmaya çalışacağız.
Umum ehl-i iman dahil oldukları ve üç yüz milyondan ziyade efradı bulunan bir
mukaddes cemaat-i İslamiyeden başka mabeynimizde medar-ı bahs olmadığını ve
Kur’an’da “hizbullah” namı verilen ve umum ehl-i imanın uhuvveti cihetiyle
kendimizi, Kur’an’a hizmetimiz için hizbü’l-Kur’an, hizbullah dairesinde
bulmuşuz. Eğer kararnamede bu mana murad ise, bütün ruhumuzla, kemal-i iftiharla
itiraf ederiz. Eğer başka manalar murad ise, onlardan haberimiz yoktur.”
(Şualar, s. 238.)

Burada Üstad “Cemiyet-i Nakşiye” diye ilginç bir tabir
kullanıyor. Nakşibendi Tarikatını bir cemiyet olarak da değerlendirebilir veya
tarikatların kanunen yasak olması ve Nurculuğun kasten tarikatçılıkla bir
tutulması sebebiyle karışıklığı önlemek açısından da ifade etmiş olabilir. Fakat
ikinci görüş daha muhtemeldir.

“Medar-ı hayrettir ki, bu defa da yine bir cemiyet vehmini
tekrar ileri sürüyorlar. Halbuki, üç mahkeme bu ciheti tetkik edip beraet
vermekle beraber mabeynimizde böyle medar-ı ittiham olacak hiçbir cemiyet hiçbir
emare, mahkemeler, zabıtalar, ehl-i vukuflar bulmamışlar… Yalnız, bir
muallimin talebeleri ve darü’l-fünun şakirtleri ve Kur’an dersini veren hafızın
hıfza çalışanları gibi, Risale-i Nur talebelerinden bir uhrevi kardeşlik var.
Bunlara cemiyet namını veren ve onunla ittiham eden, bütün esnaf ve mekteplilere
ve vaizlere siyasi cemiyet nazarıyla bakmak gerektir. Bunun için ben böyle
asılsız ve manasız ittihamlarla buraya hapse gelenleri müdafaa etmeye lüzum
görmüyorum.

Yalnız, hem bu memleketi, hem alem-i İslam’ı çok alakadar eden
ve maddi ve manevi bu vatana ve bu millete pek çok bereket ve menfaati tahakkuk
eden Risale-i Nur’u üç defa müdafaa ettiğimiz gibi tekrar aynı hakikat ile
müdafamı men edecek hiçbir sebep yok ve hiçbir kanun ve hiçbir siyaset yasak
etmez ve edemez.

Evet, biz bir cemiyetiz. Ve öyle bir cemiyetimiz var ki, her
asırda üç yüz elli milyon dahil mensupları var. Ve her gün beş defa namazla o
mukaddes cemiyetin prensiplerine kemal-i hürmetle alakalarını ve hizmetlerini
gösteriyorlar. “Müminler Kardeştirler” kudsi programıyla, birbirinin
yardımına—dualarıyla ve manevi kazançlarıyla—koşuyorlar. İşte biz bu mukaddes ve
muazzam cemiyetin efradındanız. Ve hususi vazifemiz de, Kur’an’ın imani
hakikatlerini tahkiki bir surette ehl-i imana bildirip, onları ve kendimizi
idam-ı ebediden ve daimi ve berzahi haps-i münferitten kurtarmaktır. Sair
dünyevi ve siyasi ve entrikalı cemiyet ve komitelerle ve bizim medar-ı
ittihamımız olan cemiyetçilik gibi asılsız ve manasız gizli cemiyetle hiçbir
münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmi-yoruz.”(Şualar, s. 320.)

Üstat, burada nasıl ki “bütün esnaf ve mekteplilere ve vaizlere
siyasi cemiyet nazarıyla” bakılmaz Nur cemaatine de bakılmaz. Diyerek Nur
cemaatinin tabii, fıtri ve sosyal hayat için zaruri olduğunu vurguluyor.

Keza ısrarlı cemiyet ithamları karşısında “öyle bir cemiyetimiz
var ki her asırda üç yüz elli milyon dahil mensupları var” di-yerek cemiyetçilik
suçlamasını ancak bütün İslam alemini kapsayan bir cemiyet olması halinde kabul
ettiğini böylelikle de asla “ekser içinde ekalliyet ittifakını” kabul etmediğini
belirtmektedir.

5- Nur Cemaati Dost, Kardeş, Talebe Dairelerinden
Müteşekkildir

Üstada göre Nur Cemaati üç tabakadan müteşekkildir. Bunlar Dost,
Kardeş ve Talebedir. Vasıflar ise şöyledir.

“Dostun hassası ve şartı budur ki: Katiyen, Sözler’e ve envar-ı
Kur’aniyeye dair hizmetimize ciddi taraftar olsun ve haksızlığa ve bid’alara ve
dalalete kalben taraftar olmasın, kendine de istifadeye çalışsın.

“Kardeşin hassası ve şartı şudur ki: Hakiki olarak Sözler’in
neşrine ciddi çalışmakla beraber, beş farz namazını eda etmek, yedi kebairi
işlememektir.

“Talebeliğin hassası ve şartı şudur ki: Sözler’i kendi malı ve
telifi gibi hissedip sahip çıksın ve en mühim vazife-i ha-yatiyesini onun neşir
ve hizmeti bilsin. (Mektubat s. 329)

“Risale-i Nur, bir daire değil, mütedahil daireler gibi tabakatı
var. Erkanlar ve sahipler ve haslar ve naşirler ve talebeler ve taraftarlar gibi
tabakaları var. Erkan dairesine liyakati olmayan Risale-i Nur’a muhalif cereyana
taraftar olmamak şartıyla, daire haricine atılmaz. Hasların hasiyeti, zıt bir
mesleğe girmemek şartıyla, talebe olabilir. Bid’a ile amel eden, kalben taraftar
olmamak şartıyla dost olabilir. Onun için, az bir kusur ile düşman sınıfına
iltihak etmemek için dışarıya atmayınız. Fakat, Risale-i Nur’un erkanlarında ve
haslarındaki esrarlar ve nazik tedbirlere, onları teşrik etmemek
gerektir.”(Kastamonu Lahikası, s. 188.)

Görüldüğü gibi Üstad Nurcuların yüzde yüz homojen bir topluluk
olmadığını en az üç daireden (Dost, Kardeş, Talebe) hatta daha çok tabakadan
oluştuğunu şöyle ifade ediyor. “Risale-i Nur, bir daire değil, mütedahil
daireler gibi tabakatı var. Erkanlar ve sahipler ve haslar ve naşirler ve
talebeler ve taraftarlar gibi tabakaları var.” Cümlenin sonu “ gibi tabakaları
var” diye bittiğine göre burada sayılmayan başka tabakalarında olduğu
söylenebilir.

Keza Üstad Nur Cemaatini o kadar geniş düşünmektedir ki “beş
farz namazını eda” etmeyip “yedi kebair”den işleyeni hatta “kalben taraftar
olmamak şartıyla”, “haksızlık”, “bidalar” ve “dalalet”le amel edenleri bile
cemaate dahil etmektedir.

Yalnız bunun için bazı ön şartları vardır. Bunların birincisi
Üstadın şahsını “mübarek ve makam sahibi zannedip” değil de “Kur’an-ı Hakimin
dellalı olduğu cihetle” gelecektir. [Bu şart bütün daireler (Dost, Kardeş,
Talebe) içi genel şarttır.] Dost için aranan aşağıdaki üç özel şarta da uyuyorsa
o artık Nur Cemaati’ndendir. Zira yukarıda belirttiği gibi dost dairesi
kesinlikle Nur Cemaati içindedir. Dostun özel şartları ise;

1- “Katiyen Sözler’e (Risale-i Nur’a) ve envar-ı Kur’aniyeye
dair hizmetimize ciddi taraftar olsun.”

2- “Haksızlığa ve bid’alara ve dalalete kalben taraftar
olmasın.”

3- “Kendine de istifadeye çalışsın.” dır.

Görüldüğü gibi Üstad hemen aşağıda “kardeş” için aradığı
şartları “dost”ta da aramamak suretiyle namaz kılmama ve kebairi işleme kusurunu
dost ve dolayısıyla Nurcu olmaya engel görmüyor demektir. Fakat bunlar Nurculuk
içinde kardeş ve talebe olmaya da kesinlikle manidir.

Burada ölçüsüz bir değerlendirme yapıyor olma endişesini aşmak
için şu sorulara da cevap bulmak doğru olabilir. “Dost” için aranan “haksızlık,
bid’a ve dalalete kalben taraftar olmama,” bunlardan bir veya birkaçının
işlenmesi ve işleyenin hala dost kabulü anlamına muhakkak gelir mi?

İkincisi de kardeş için aranan namaz kılma, kebair işlememe
şartı dost için aranmayan bir şart kabul edilebilir mi? Çünkü iki sonuca da
doğrudan bir tasdik yerine mefhumu muhaliflerinden vardığımızdan ve Üstad gibi
bütün ömrünü imandan sonra salih amel ve takvaya vakfeden bir allame, bir
mürşid-i kamil bunu kabul eder mi? Dediğimizde cevabı yine Üstad veriyor. “Bid’a
ile amel eden, kalben taraftar olmamak şartıyla dost olabilir. Onun için az bir
kusur ile düşman sınıfına iltihak etmemek için dışarıya atmayınız.”

Aynı paragrafta dikkat çekici bir husus da Üstad’ın “erkan”ın
“daire haricine atılmama”sı için “Risale-i Nur’a muhalif cereyana taraftar
olmamayı” şart koşarken, “hasların hasiyeti” olarak “zıt bir mesleğe girmemek”
şartıyla talebe olabilir demesidir.

Yine yukarıdaki bahsin son kısmında “talebe” ve “kardeşlerin”
Üstad’ın duasına dahiliyetleri anlatılırken “eğer dost ise ve feraizi kılar ve
kebairi terk ederse, umumiyet-i ihvan itibariyle duamda da dahildir” demek
suretiyle feraizi kılmayıp kebairi terk etmemiş birinin de dost olmaya dost
olduğunu, fakat davaya dahiliyetleri için bu şarta uyması gerektiğini
belirtmemektedir.

Keza “umum ehl-i iman dahil oldukları ve üç yüz milyondan ziyade
efradı bulunan bir mukaddes cemaat-i İslamiyeden başka mabeynimizde medar-ı bahs
olmadığını” ve “öyle bir cemiyetimiz var ki, her asırda üç yüz elli milyon dahil
mensupları var.” Derken üç yüz elli milyonun o zamanki Müslümanların dünya
nüfusu olduğu, bunların hepsinin kebairi terk ve namaz konusundaki vecibeyi
yerine getirmediği belli olduğu halde, onları hem cemiyet hem de cemaat diye
isimlendirerek tümüne sahip çıkmaktadır.

Fakat mütedahil dairelerden en dışta olan dost dairesi için bile
“Katiyen, Sözler’e ve envar-ı Kur’aniyeye dair olan hizmetimize “ciddi
taraftar”lık şartı birinci ve en önemli bir şart olarak aranmaktadır.

C- Bu Doneler Işığında Bir Değer-lendirme

1- Risale-i Nur’da Cemiyet

Bazen örfi anlamında “toplum” karşılığı olarak kullanılmıştır.
(Cemiyetin imanını selamette görürsem…)

Istılahi olarak da XIX. Yüzyılın ortalarından itibaren İslam
dünyasında ve özellikle Osmanlı Devleti’nde ilmi, sosyal ve siyasi amaçla
kurulan teşekküller anlamında kullanılmıştır. (İttihad-ı Muhammedi Cemiyeti)

Fakat daha ziyade Ceza Kanununun 163. maddesinde geçen “siyasi
ve gizli cemiyet” teşkil edilmediğini ve hizmet tarzını ifade etmek için
kullanılmıştır.

2- Risale-i Nur’da cemaat

Lügavi ve örfi anlamlarında pek kullanılmamaktadır. Istılahi
dört veya beş anlamından özellikle şu iki anlamında kullanılmaktadır.

1- Müslümanların din kardeşliği esasında dayalı olarak
gerçekleştirdikleri ve katılmak zorunda oldukları birlik, beraberlik.

2- Müslümanların büyük çoğunluğu.

Tam bu noktada çok enteresan bir durumu burada ifade edelim.
Risale-i Nur’da “Nur Cemaati” veya “Risale-i Nur Cemaati” diye bir tabire biz
rastlayamadık. Halbuki “Risale-i Nur dairesindeki şakirtler”, Risale-i Nur’un
Şahs-ı Manevisi, “Nur Talebeleri”, “Risale-i Nur Şakirtleri”, “Risale-i Nur
Mesleği”, “Risale-i Nur Hizmeti” gibi tabirler sıkça kullanılmıştır.

“Nur Cemaati” tabiri kullanılmadığı halde, İslam Cemaati tabiri
kullanılmıştır. “Umum ehl-i iman dahil oldukları ve üç yüz milyondan ziyade
efradı bulunan bir mukaddes Cemaat-i İslamiyeden başka mabeynimizde medar-ı bahs
olmadığını…” (Şualar, s.238)

Böyle olmakla beraber Risale-i Nur’dan yaptığımız yukarıdaki
iktibaslardan başka Şualar, 305. sayfada “Evet biz bir cemaatiz” ifadesiyle
Nurculuğun bir cemaat hizmeti olduğu açıkça ve ısrarla vurgulanmaktadır.

Risale-i Nur’da “Nur Cemaati” tabiri geçmediği halde “cemaat-i
islamiye” tabiri geçmesi ve “Evet biz bir cemaatiz” denmesi bizi şu sonuca
götürüyor. Üstad cemaatten bahsederken “Umum ehl-i iman dahil oldukları ve üç
yüz milyondan ziyade efradı bulunan bir mukaddes cemaat-i İslamiye”yi
kastediyor. Keza “öyle bir cemiyetimiz var ki, her asırda üç yüz elli milyon
dahil mensupları var.” Derken de aynı noktaya parmak basıyor.

Yani Üstad cemaat derken, tarihi mis-yonuna uygun olarak, bütün
Müslümanları anlıyor ve adeta Alem-i İslam adına konuşarak asır imamlığını izhar
ediyor.

Risale-i Nur’da hep cemaat için tahşidat yapılıp “Evet biz bir
cemiyetiz” denirken, bir defada olsa “Evet biz bir cemiyetiz. Ve öyle bir
cemiyetimiz var ki her asırda üç yüz elli milyon dahil mensupları var…”
ifadesi acaba neden kullanılıyor? Kolayca anlaşılacağı gibi Üstad burada
“cemiyeti” ıstılahi gerçek manasında değil, topluluk demek olan lügat manasında
ele alıyor ve cemaat için kullanıldığı ifadeyi burada da kullanıp bütün
Müslümanları bu topluluğa dahil ediyor.15 Nitekim paragrafın iki
üstünde bu konuya “medar-ı hayrettir ki, bu defa da yine bir cemiyet vehmini
tekrar ileri sürüyorlar” şeklinde başlanması bu görüşü teyit ettiği gibi ayrıca
ısrarlı cemiyetçilik ithamlarına karşı bir tepki alarak “evet biz bir cemiyetiz”
fakat sizin söylediğiniz değil bizim anladığımız cihetle deriyor.

3- Cemiyetçilik Yerine Cemaat tercihi konjonktürel midir? Sorusu
akla gelmektedir. Zira Üstadın biz bir cemaatiz, cemiyetçilikle işimiz yok,
beyanları daha ziyade 1935 yılında Eskişehir’de başlayıp Denizli ve Afyon’da
devam eden mahkemeler safahatında savcılıkça kendisine yapılan ithamlara cevap
sadedinde görülmektedir. Bu beyanların sıkça tekrarlanması belki bu uzayıp giden
mahkemeler sebebiyledir. Fakat bu tercihin ve bunun ifadesinin esas itibariyle
hizmet anlayışıyla ilgili olduğundan şüphe yoktur. Çünkü “Onun için hakiki Nur
Şakirtleri çekinme-yerek Kur’an hakikatlerine karşı kudsi alakalarını ve uhrevi
kardeşlerine karşı sarsılmaz irtibatlarını izhar ediyorlar. O uhuvvet sebebiyle
gelen her bir cezayı memnuniyetle kabul ettiklerinden, mahkeme-i adilenizde
hakikat-i hali olduğu gibi itiraf ediyorlar. Hile ile dalkavukluk ile ve
yalanlarla kendilerini müdafaaya tenezzül etmiyorlar.” İfadesi bunu açıkça
gösterdiği gibi bu müdafaa ve beyanlarının Külli-yata ve Şualar gibi temel esere
alınması da artık savunma, değil hizmetin ve prensiplerinin öğretilmesi gayesine
matuftur.

Özet olarak; Üstadın cemaat ve cemiyetle ilgili beyanlarından şu
formülleri çıkarabiliriz;

Biz bir cemiyet değiliz.

Ne Osmanlı dönemindeki gibi ilmi, içtimai, siyasi bir teşekkül,

Ne Cumhuriyet dönemindeki dini, hayri, bedii, ilmi bir dernek,

Ne Cumhuriyet dönemindeki yasalda olsa siyasi bir dernek,

Ne de TCK 163. maddeki yasak ve gizli bir cemiyet değiliz.

Ve hizmet tarzımızın esasında cemiyetçilik yoktur.

Biz bir cemaatiz

Bu cemaat bütün ehl-i iman’dan müteşekkildir.

Bu cemaat iç içe girmiş daireler halindedir.

Nur hizmeti bu dairelerden biridir.

“Risale-i Nur dairesindeki şakirtler”de mütedahil dairelerden
oluşur.

Ve hizmetimizin tarzı cemaat hizmetidir.

D- Cemaat ve Cemiyet Arasındaki Farklar

1- Cemaat, bir “şahs-ı manevi” cemiyet bir Şahs-ı Hükmidir.
(Tüzel Kişidir.)

Her ne kadar iki kavramın, gerçek bir şahıstan farklı olmak ve
toplulukların kişi-liğini tekil olarak ifade etmek gibi bir ben-zerliği varsa da
çok önemli farkları da vardır.

Şahs-ı manevi Cenab-ı Hakk’a izafeten ve onun nezdindeki İlahi
bir şahsiyettir.

Tüzel kişi ise, Hukuk nizamınca, gerçekte olmadığı halde varmış
gibi kabul edilen, kişi ve mal topluluklarının farazi şahsiyetidir.16

2- Cemaat, inançlar gibi en yüksek konuda birlikteliği, cemiyet
ise daha dünyevi ve alt düzeyde birlikteliği hedefler. (Dünyevi, siyasi)

3- Cemaat, dışında olmak, dini bir vecibeyi ihlal anlamına
gelebilir, cemiyet için bu geçerli değildir. Hukuk nizamı cemiyet üyeliğine
zorlamaz.

4- Cemiyet, çoğunluk içinde azınlık hareketidir, cemaat ise
çoğunluktur.

5- Cemaat, bir altyapı kurumudur. Cemiyet ise bir üstyapı
kurumudur.

6- Cemaat, sivil bir topluluktur, cemiyet ise resmi bir
topluluktur.

7- Cemiyet, elitist (seçkinci) bir yaklaşımdır. Cemaat
popülisttir.

8- Cemaatte, yöneten, yönetilen çelişkisi asgari seviyededir.
Cemiyette ise bu çelişki daha barizdir.

9- Cemaat, çoğulculuk, katılımcılık ve demokratik yapılanma
konusunda cemiyete göre daha müsait bir zemin hazırlar.

10- Cemaat, siyasi ve idari otoritenin denetimine ve
müdahalesine kapalı bir konum arzeder. Cemiyet ise açık bir konum arzeder.
Devlet bir derneği, siyasi bir dernek olan bir partiyi, hatta bir tarikatı
(tekke ve zaviyeyi) rahatlıkla kapatabilir dağıtabilir. Bu rahatlık cemaatte
geçerli değildir.

11- Cemaat, mevcut hakim sisteminin hukuki ve idari normlarıyla
kayıt, kuyut altına cemiyet kadar kolay alınamaz.

12- Cemaatte, fertlerin ilişkileri fıtri, manevi ve
kardeşanedir. Cemiyette, daha ziyade sun’i, maddi ve resmidir.

13- Cemaatte, ağabeyler vardır. cemiyette, başkan ve yönetim
kurulu vardır. (Tarikatta şeyh ve halifeler)

14- Cemiyet yapılanması ihlas sınırını bozabilir. Cemaatte bu
risk daha azdır.

15- Cemaat, İslam’da bir hizmet metodudur. Cemiyet değildir.

16- Cemaat, İslam’da tavsiye, hatta emredilen bir hayat
tarzıdır. Fakat İslam’da cemiyetçilik gibi bir hayat tarzı yoktur.

17- Cemiyette, nümayiş, alayiş, gösteriş vardır. cemaatte ise
“sırren tenevverat.”

18- Fertlerin cemiyete dahiliyet ve çıkmaları prasedüre tabidir.
Cemaatte değildir.

19- Cemiyet bir enstrüman bir araçtır. Cemaat ise çoğu zaman
(cemiyete izafeten) bizatihi amaçtır.

E- Cemiyet Kurmak Menedilmiş midir?

Kur’an, Sünnet, İcma-ı Ümmet, Kıyas-ı Fukaha gibi İslami
kaynaklarda ve bir Kur’an tefsiri olan Risale-i Nur’da her türlü cemiyet ve
cemaatçiliğin her hal ve şartta yasaklandığına dair açık bir hüküm olduğunu
bilmiyoruz.

Helal olanı haram, haram olanı helal kılma yetkisine kimse sahip
olmadığına göre, İslam’da cemiyet kurmak her hal-ü karda yasaktır denemez.

Böyle olmakla beraber cemiyetçilik İslam adına yapılacaksa çok
dikkatli olmak zarureti de ortadadır.

Tarihten Örnekler;

1- Resulullah ve Hilfu’l Fudul Cemiyeti:

Peygamber Efendimiz yirmi yaşına bastığında Ficar Savaşlarının
sonuncusunda çok kan akmış Arap Kabileleri arasında düşmanlık duygusu daha da
bilenmiştir.

Mekke de dışarıdan gelen yabancılar için can, mal ve namus
emniyeti diye bir şey kalmamıştı, zayıfların mallarına ücret ödemeden el
konuluyor, aciz ve güçsüzler her türlü zulme uğruyorlardı.

Yemenli bir tacirin bir deve yüküne el konulması bardağı taşıran
son damla oldu. Peygamberimizin amcası Zübeyr ve şehrin ileri gelen bazı zevatı
bu kötülüklere son vermek için bir cemiyet kurup yeminleşti-ler. Efendimizde
yeminleşmeye katılanlar arasındaydı. Bu cemiyete Hilfu’l Füdul (Fazıllar
Antlaşması) denildi.

Risaletten sonrada bu cemiyetle ilgili olarak “Abdullah bin
Cut’a’nın evinde yapılan yeminleşmede bende bulundum. Bence o yemin, kırmızı,
tüylü develere sahip olmaktan daha sevimlidir. Ben ona İslamiyet devrinde bile
çağrılsam icabet ederim.” Buyurmuştur.17

2- Bediüzzaman ve Cemiyetler;

Üstad Bediüzzaman 1920 yılında kurulan “Hilal-i Ahdar” yani
Yeşilay Cemiyeti’ne üye olmuştur.18

Keza 1921’de devrin kalburüstü ve en cesur alimlerinin mensup
olduğu “Müderrisler Cemiyeti”ne üye idi. Bu cemiyetin bir üyesi “muntazam bir
usul dairesinde dini hakikatleri, İslam’ın yücelik ve terbiyesini Müslümanlar
arasında kardeşlik bağlarının takviyesi ile içtimai mükellefiyetler ve şahsi
çalışmalarının inkişafına büyük bir azimle ve metanetle çalışmak” idi.19

Yine meşrutiyet döneminde mücahit arkadaşlarıyla beraber
İttihad-ı Muhammedi Cemiyetini kurmuşlar; cemiyet pek kısa bir zamanda inkişafa
başlamış, hatta Bediüzzamanın bir makalesi ile Adapazarı ve İzmit havalisinde
elli bin kişi cemiyete dahil olmuştur.20

Burada şu hususa dikkat etmek gereki-yor. Peygamber Efendimiz
Hilfu’l Füdul Cemiyetine, risaletten önce yirmi yaşında iken giriyorlar. Üstad
da mezkur cemiyetlere, “siyaset yoluyla dine hizmet edilir.” Kanaatini taşıdığı
Eski Said döneminde giriyor. Ne sevgili Peygamberimiz ne de Üstadımız
cemiyetçiliği bir tebliğ metodu olarak, misyonlarını ifa ettikleri dönemde
kullanmıyorlar.

F- Cemiyet Kurulursa Nasıl Olmalı?

Nur talebeleri konjoktür müsait ise, gerektiği zaman ve
zeminlerde kullanılmak üzere bir cemiyet kurabilirler. Fakat bunun esaslı bir
İslami yaşayış tarzı ve esaslı bir tebliğ metodu olmadığını da daima gözönünde
bulundurmaları gerekir. Zira esaslı bir İslami yaşayış tarzı ve tebliğ metodu
cemaattir.

Eğer bir cemiyet kurulacaksa bunun kuruluş ve işleyişinin mümkün
olduğu kadar cemaati ilke ve kurallara uygun olmasına azami dikkat edilmelidir.
Böylelikle cemiyetçiliğin bünyesinde, tabii olarak bulunan ve önceki bahislerde
belirtilen önemli mahzurları kısmen de olsa bertaraf etme imkanı doğmuş olur.
Aksi takdirde tamamen cemiyet işleyiş tarzını benimsemek Üstadın cemaat hizmeti
tarzını terk etmek olur. Unutulmamalıdır ki siyasi partiler, politik gayeli
cemiyetlerdir. Bu sebeple Üstadın, siyasetle ilgili çekinceleri büyük ölçüde
burada da geçerlidir. Binaenaleyh “siyasetçi ekserce tam muttaki dindar olamaz.
Tam ve hakiki dindar muttaki olanlar, siyasetçi olamazlar.”21

Yine “iman hizmeti, iman hakaiki, bu kainatta herşeyin
fevkindedir. Hiçbir şeye tabii ve alet olamaz.”22

Burada sıkça düşülen bir hata “biz İslamı tebliğ gibi meşru bir
gaye güdü-yoruz, öyleyse bu gaye için kullanacağımız, cemiyetçilikte dahil,
bütün yollar meşrudur.” Makyavelist anlayışıdır. Halbuki İslam’da gaye gibi
metot ve yollarda meşru ve İslam’ın özüne uygun olmalıdır. Aksi halde hizmet
için cemiyeti kullanma yerine cemiyet için hizmeti kullanma tehlikesi doğar.

Bir başka hata da “madem ki bir cemiyet kurduk, cemiyet raconuna
uygun en gösterişli faaliyeti yapalım” anlayışıdır. Burada da cemiyetçilik
raconunun “meşru gayenin” önüne geçebildiğini görüyoruz. Yani gaye ile vasıta
kolayca yer değiştirebiliyor. Böylelikle müptil batılı hak nazarı ile alıyor,
içinde hakikatte bulunan batıl meslekler doğabiliyor.

Dikkat gereken önemli bir hususta “Halkın efendisi ona hizmet
edendir” hadis-i şerifinin sırrınca, Cemiyet yöneticilerinin reis, ağa gibi bir
şeref makamı değilde “hadim” hizmetkar olarak anlaşılmasıdır.23

G- Netice

Kur’an-ı Kerim’de “Hem sizden müteşekkil, önde gider, hayra
davet eder, maruf ile emir ve münkerden nehyeyler bir ümmet (bir cemaat) olsun.
İşte onlardır o felahı bulacaklar.”24 buyurulmaktadır.

Müfessirler bu ayetle ilgili olarak; Hayra davet, emr-i bilmaruf
ve nehy-i anilmünker bütün Müslümanlara “farz-ı kifayedir”. Bu yapılmayınca hiç
bir Müslüman kendini mesuliyetten kurtaramaz.

Bütün Müslümanların vazifeleri, içlerinden bunu yapacak bir
ümmet-i mahsusa teşkil etmek ve onlara yardım ve ittiba ederek o vasıta ile bu
vazifeyi ifa etmektir.25

Keza bir başka ayette “Halkettiğimiz kimselerden bir ümmet, bir
cemaat-ı fazıla da vardır ki, hakka sarılarak rehberlik ederler ve bihakkın
icra-yı adalet eylerler. Binaenaleyh bunların icmaına ittiba hidayettir.”26
buyurulmuştur.

Sevgili Peygamberimiz’de “muhakkak ki iki kitap ehli,
dinlerinden de 72 parçaya bölündüler. Bu ümmet ise 73 bölüğe bölünecek. Birisi
hariç hepsi cehennemdedir. O bir bölük ise cemaat ehlidir. Ümmetimden bir kavim
çıkacak, bu bozuk heveslere esir olacaklar. Öyle ki bu hevesler onların
damarlarına ve mafsallarına girecek. Ey Arap topluluğu—Allah’a yemin olsun ki
—eğer siz peygamberinizin getirdiklerini yapmazsanız, sizden başkaları bunu
elbette ki yapmaya daha layıktır.”27 buyurmuşlardır.

Elhasıl cemaat İslam’da kifaye de olsa farz kılınan bir hizmet
metodu, emredilen bir hayat tarzıdır. Bunun önemini daima hatırlayıp, diğer
hizmet metodlarına kameti kıymetince önem vermek, ayet ve hadislerin bizi
sevkettiği nurlu bir yoldur.

Dipnotlar

1. TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt VII, s. 287-288.

2. TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt VII, s. 329.

3. Şamil İslam Ansiklopedisi, Cilt I, s.392.

4. İslami Prensipler Ansiklopedisi, Cilt I, s.268. (İttihat
Yayıncılık)

5. TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt VII, s.288.

6. TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt VII, s.287.

7. TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt VII, s.289.

8. İslami Prensipler Ansiklopedisi, Cilt I, s.263.

9. TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt VII, s.3.

10. TDV İslam Ansiklopedisi, Cilt VII, s.329.

11. Hukuk Sözlüğü, Ejder YILMAZ, s.195.

12. Özel Ceza Hukuku Dersleri, Sulhi DÖNMEZER, s. 36.

13. Âli İmran Suresi. 104.

14. Kastamonu Lahikası, Bediüzzaman Said Nursi, s. 90.

15. Tabular Yıkılıyor 2, Ahmet AKGÜNDÜZ, s.113.

16. Kişiler Hukuku Dersleri, K. OĞUZMAN, Ö.SELİÇİ,
s.102-104.

17. Kainatın Efendisi Peygamberimizin Hayatı, Salih SURUÇ,
s. 97.

18. Bilinmeyen Taraflarıyla Bediüzzaman Said Nursi,
Necmeddin Şahiner, s. 224.

19. A.g.e., s. 241.

20. Tarihçe-i Hayat, Bediüzzaman Said Nursi, s. 46.

21. Emirdağ Lahikası, I. Bediüzzaman Said Nursi, s.57.

22. Tarihçe-i Hayat, s. 287.

23. Münazarat, Bediüzzaman Said Nursi, s.36-s.79.

24. Âli İmran Suresi.104.

25. Hak Dini Kur’an Dili, Elmalılı Hamdi YAZIR, C. II.
s.407.

26. A’raf Suresi. 181.

27. Hadislerle Kur’an-ı Kerim Tefsiri, İbni Kesir, C.IV,
s.1328.