“Rabbinin yoluna hikmetle, güzel öğütle
çağır,
onlarla en güzel şekilde mücadele et.”

—Nahl Suresi, 125

İslamın bütün yönleriyle tebliğ edildiği ilk dönemi ifade eden
asr-ı saadet, bütün Müslümanların identifike objesini, örnek alınması gereken
bir modelini oluşturmaktadır. Bu dönemin tebliğ açısından apayrı bir yeri ve
ehemmiyeti vardır. Hazret-i Muhammed’in tebliğ görevi, Kur’an’ın nazil olmaya
başladığı andan itibaren başlamıştır. Onun tebliğde takip ettiği usul, toptan
değil de peyder pey inen Kur’an tarafından belirlenmiştir. O halde Asr-ı
Saadetteki “tebliğ modeli”nin Kur’an’ın sunduğu bir model olarak algılanması
doğal karşılanmalıdır. İşte bu mütevazi çalışmanın amacı bu Kur’ani modelin bazı
önemli prensiplerini tartışmaktır.

Kur’an’ın tebliğ modelini kavrayabilmek için bilinmesi ve
üzerinde durulması gereken en önemli husus, muhatap alınan toplumun sosyal,
kültürel, ekonomik ve inanç yapısıdır. Bu yapı irdenlemeden hitabın değeri
anlaşılamaz. Bunun dışında yine aynı derecede ehemmiyete sahip bir başka konu
da, hitabın tarzıdır, farklı inanç kültür ve psikolojideki muhataplara hitabın
nasıl yapılacağıdır. Bu hususta dikkate alınması gereken bir diğer mesele de,
bütün bu hususların sonucunda yapılacak tebliğin etkisidir.

Muhatap Çevre

Kelam-ı İlahî Hazret-i Adem’den Hazret-i Muhammede kadar, her
zaman muhatap aldığı toplumların yapılarını hesaba katmıştır. Bundan maksat
toplumların İlahi hedeflerden saptıkları noktaları tashih etmek, İlahi hedeflere
uygun düşünce ve davranışlarını da tasdik etmektir. Diğer taraftan tebliğin
etkili olabilmesi için muhatap alınan çevrenin rağbet ettiği meselelerde
peygamberlerin Allah tarafından mucizeler yoluyla desteklenmesi ve maharetli
kılınması da önem arz etmektedir.

Üç büyük kitap olan Tevrat, İncil ve Zebur’un olduğu gibi,
Kur’an’ın dolayısıyla Kur’an’ı tebliğ eden Hazret-i Peygamberin de bu İlahi
kuralın dışında kalmadığı görülmektedir.

Kur’an’ın tebliğ metodunun anlaşılabilmesi için onun muhatap
aldığı toplumun, “cahiliye toplumu” olarak vasıflandırılmış olması çok anlamlı
olmalıdır. Bu cehalet kavramı, o günkü toplumun genel olarak “ümmiliği”ni ifade
etmenin dışında, sosyal bir yapı içinde bulunmanın gerektirdiği sorumluluk ve
yükümlülüklerin bir çoğuna yabani olduklarını da anlatmaktadır. Daha da ötesi,
bunların inanç bakımından tam bir dalalet içinde bulunduklarını da aynı kavramın
şümulüne dahil etmek mümkündür. Ki esas itibariyle o dönemin en karakteristik
vasfı, tevhidden şirke yönelinmiş bulunulmasıdır. İnanç bazındaki bu sapma,
toplum fertlerinin bütün düşünce ve davranışlarını da direkt olarak
etkilemektedir.

Bu dönemde zulüm kavramının hayatta kalmak isteyen kabileler
için olmazsa olmaz bir prensip haline gelerek, adaletin pabucunun dama atılması,
merhamet duygusunun kalplerden sökülerek kin, adavet gibi insanlar arasındaki
ayrılıkları körükleyen duyguların onun yerine geçmesi, kız çocuklarının diri
diri toprağa gömülmesi, tevazu yerine kibrin, iktisat yerine her konuda israfın,
namus yerine, ahlaksızlığın kol gezmesi gibi hususların hepsinin tevhid
inancıyla yakından alakalı olduğu yadsınamaz.

Cahiliye toplumunun bu tür inanç ve davranışlarına, “araçları”
“amaç” haline getirmeleri de eklenmelidir. Örneğin mal ve para, binek ve mevki
gibi nefse, aile ve topluma faydalı olabilmek için birer araç olan unsurların
amaç haline getirildiği bir gerçektir ki, bu realiteleri Kur’an en güzel şekilde
dile getirmektedir.(el-Fecr, 20: es-Sa’d, 32-33) Bu dönemde kabilecilik ve
ırkçılığın ne kadar vahim boyutlarda olduğunu fazla izah etmeye bile gerek
yoktur.

Kur’an’ın muhatap aldığı toplum ümmidir. Ama fesahat ve belagatı
zirvede bir toplumdur. Bilhassa şiir ve hitabe de o dönemde onların ellerine
kimsenin su dökmesi mümkün değildi. En önemli geçim kaynakları ise ticaretti.

İnsanlığın Islah Hedefi

Genel hatlarıyla böyle bir durumda bulunan cahiliye toplumunu
muhatap alan Kur’an’ın tebliğdeki takip edeceği metot, onun genel amaçları
içinde mütalaa edilmelidir. Kur’an’ın genel amaçlarının en üstünde, birinci
planda muhatap aldığı cahiliye toplumunu, ikinci planda da bütün insanlığı ıslah
etme hedefi vardır. Bu ıslah hedefini gerçekleştirmek için öncelikle insanların
vicdan ve akıllarının doğruya yönlendirilmesi gerekmektedir. Bunun için gerekli
olan ilk şey de tevhid inancı ve bununla ilgili diğer iman esaslarıdır.

Bu sebeple Kur’an insanları ıslah etme hedefine, direkt olarak
başlamamıştır. Sağlam bir inanç olmadan, o inancın gerektirdiği davranışların
sergilenmesi muhaldir. İşte bu bağlamda Kur’an’ın nüzul vasatının Mekke
döneminde müşrik ve putperest bir toplumu bu yanlış itikattan vazgeçirip, tek
bir Allah’a inanmaya çağırdığı dikkatleri çekmektedir.(İhlas, 1-4) Hatta
Kur’an’ın ilk nazil olan suresinde bile direkt olarak şirkten bahsetmeye yönelik
olduğu söylenebilir. Bunun için geçmiş ümmetlerden kıssalar anlatılmaktadır.
(el-En’am, 76)

Diğer taraftan Allah’ın varlığını ve birliğini kalp ve
vicdanlarda tesis etmek maksadıyla onlara gerek göz, kulak, dil, dudak gibi
cismani nimetlerden, (el-Beled, 8-9) gerekse sevgi gibi insanları, aileleri
birbirine bağlayan manevi bağlardan, (Rum, 21) gerekse de her gün gördükleri,
ama ülfetle ve şirkle baktıklarından önemini kavrayamadıkları çevrelerindeki
afaki nimetlerden deliller serd etmektedir.

Kur’an’ın bu devrede üzerinde durduğu en önemli hususlardan biri
de ahiret inancıdır. Cennetin güzellikleri, (er-Ra’d, 35; et-Tevbe, 72;
el-Meryem, 62) cehennemin korkunçluğu (el-Mülk, 6-8; el-Müddessir, 26; el-Hud,
119) beliğ tasvirlerle anlatılmakta, böylece insanları ıslah etme projesinin
inanç bazındaki temelleri sağlam bir şekilde atılmaktadır.

Burada Kur’an’ın “terğib ve terhib”, diğer bir ifadeyle
“müjdeleme ve korkutma” dengesini tebliğde bir unsur olarak iyi muhafaza
ettiğinin altı çizilmelidir. Kur’an’ın bu dönemdeki hitaplarının “ey insanlar”
diye başlaması, şirk bataklığına saplanmış bir topluma tebliğde hitabın herkesin
ortak noktası olan “insan olmayı” nazara alarak gerçekleşmesi Kur’ani tebliğin
önemli bir özelliğini yansıtmaktadır. Şirkten bahsederken de müşriklerin
isimlerinin zikredilmesinden ziyade, imanın güzelliği ve şirkin çirkinliğini
nazara vermesi göz ardı edilmemesi gereken bir metottur. (el-Fatır, 13)

Kur’an’ın bu dönemin insanlarına hitap ederken kısa ve veciz bir
üslup kullanması, belagata secde edecek kadar “güzel söz aşığı” olan kimselerin
İslamı kabul etmelerinde etkili olmuştur. Buradan da anlaşılmaktadır ki tebliğde
önemli bir karakter, içinde bulunulan toplumun en çok rağbet ettiği unsurları bu
maksatla kullanmaktır.

Şirkin ve küfrün çirkinliğini, imanın güzelliğini anlayan ve
iman esaslarını kalp ve vicdanlarında yerleştiren kimselerin buna bağlı diğer
İlahi emir ve nehiylere hazır hale geleceğinde şüphe yoktur. Bunun için Kur’an,
ahkamla ilgili ayetleri daha sonraki döneme bırakmış, bu defa da hitabı
müminlere yöneltmiştir. Önce imanı akıllarda ve kalplerde yerleştiren Kur’an, o
temeli de “Ey Müminler” diye sık sık hatırlatarak, İlahi çizginin dışına çıkmış
bir toplumu, o çizgiye çekme hedefini gütmüştür.

Had cezalarının, Hıristiyan ve Yahudilerle münasebetlerin,
münafıklarla ilgili durumların, insanı insan yapan emir ve nehiylerin ve cihad
gibi konuların sonraki döneme bırakılmış olması, bir çok hikmetleri
barındırmaktadır. (Menna’ el-Kattan, el-Mebahis fi Ulumi’l-Kur’an, s. 64,
Beyrut, 1994) İçkinin kaldırılması gibi yasaklamaların da aşama aşama
gerçekleştirilmesi, tebliğde tedriç metodunun Asr-ı Saadette uygulanan Kur’ani
tebliğ modelinin bir parçası olduğunu göstermektedir.

Tekrar başa dönecek olursak, Kur’an’ın hedefi insanlığı ıslah
etmektir. Bu ıslah projesini gerçekleştirmek için, Bediüzzaman’ın hülasa ettiği
gibi “iman, hayat, şeriat” sıralamasını takip etmiştir. Buradaki şeriattan
kastedilen, ahkamın, had ve cezaların tenfiz edileceği bir sistemin
kurulmasıdır. Bu sistemin de hedefi, geçerli olduğu toplumun ıslahına hizmet
etmektir.

Şimdi Kur’an’ın tebliğ modelinde şeriatın yerinin olmadığını
iddia etmek büyük yanlışlıktır. Ancak insanlığın ıslahının tek aracı bu
değildir. Hatta ilk aracı da bu değildir. Bunun için ıslah edilmiş toplum
projesini hayata geçirmek isteyen Kur’an’da yönetimle ilgili, bugünkü ifadeyle
siyasetle ilgili ayetler çok azdır. Kur’an’da yönetim şeklini ifade eden “şura”
ile ilgili sadece iki ayet bulunması, bunun da tarzının ümmete bırakılması
dikkat çekicidir. (Ali İmran, 159; Şura, 38) buna göre Kur’an meşverete dayalı
bir yönetim şekli öngörmektedir. Çünkü topluluk halinde yaşayan insanların
işlerinin düzene girmesi için bir karar alma ve uygulama mekanizması
gerekmektedir. Tek bir ferdin alıp uygulayacağı kararların diğer insanlara
kolayca tatbik edilmesi mümkün değildir. İnsanlar kendi aldıkları veya
temsilcilerinin aldıkları kararları daha kolay bir şekilde kabul edebilirler. Bu
sebeple bugün demokrasi diye ifade edilen yönetim şekli-nin Kur’an’ın “Şura”
prensibine aykırı olduğunu söylemek akılcı değildir. Kur’an’da yönetimle ilgili
ayetlerin çok az olup, fertleri ve toplumu ıslah etme hedefini güden ayetlerin
İlahi fermanın büyük bir ekseriyetini teşkil etmesi, tebliğde önem sırasını da
dikkatlere sunmaktadır.

Meseleye Kur’an’ın hedefleri açısından baktığımızda şeriat, iman
ve hayat merhaleleri gerçekleştirildikten, bu konuda ciddi tebliğ çalışmaları
yapıldıktan sonra kendiliğinden gerçekleşecek olan bir husustur. Asr-ı Saadette
karşımıza çıkan tablo böyle bir tablodur. Değişik zamanlarda bu tablo tersine
çevrilmek istenmiştir. Yani Kur’an’ın toplumu ıslah etme projesine, temelden
değil, çatıdan başlamak isteyenlerin insan fıtratına uymayan bir yola süluk
ettiklerinden dolayı muvaffak olmaları hemen hemen mümkün değildir.

Mısır’da İhvan hareketinin ve Cezayir’de İslami Selamet
Cephesinin bu konudaki muvaffakiyetsizlikleri, hakikatsizliklerinden değil,
siyaseti bir tebliğ aracı olarak görmelerinden, işe temelden değil, tepeden
başlamak istemelerindendir. Çünkü bu durumda İslam’ın önce imanla vicdanlara
girme, vicdanı harekete geçirerek onu hayata taşıma tarzında gerçekleştirdiği
tedrici yöntem kullanılmadığından , insanlar İlahi hükümlere, ibadetlere ve
İslam’ın diğer esaslarına “zorla” uydurulmaya çalışılacaktır. Bu ise İslam’ın
şiddetle karşı çıktığı “ikrah” tan başka bir şey değildir.

Tebliğde esas olan iknadır, söz anlamayan vahşiler gibi “icbar”
değildir. Önemli olan İslamiyetin mahbub ve ulvi olduğunu, emirlerine uyarak,
davranışlar, hareketler ve ahlak ile göstermektir. (Said Nursi, Hutbe-i Şamiye,
s. 96.)

Çünkü tamamen müşrik ve kafir insanlardan oluşan bir ecnebi
toplumu ile, kendi değerlerine yabanileşmiş, kalbindeki Allah, peygamberi ve
ahiret inancı yok olacak ve ona bir aksiyon vermeyecek dereceye gelmiş
kimselerden oluşan toplum arasında aslında büyük benzerlikler vardır.

Bediüzzaman’ın bir eserinde belirttiği gibi, küçüklüğünde
ailesinden iman ve İslam terbiyesi almamış kimselerin daha sonra vicdanlarındaki
iman ateşinin tutuşturulması, onların İslami terbiye ile eğitilmeleri, bir
ecnebinin, inançsızın imana ve İslama dahil olması kadar zor ve güç olmaktadır.
(Said Nursi, Emirdağ lahikası, 1, s. 40) Hatta burada Müslüman bir toplumda
yaşayıp da kendi değerlerine, iman esaslarına yabancı olarak yetişen insanların
İslam ve imana ülfet gibi gaflet perdesini kalınlaştıracak dezavantajlar da
bulunmaktadır.

Günümüz toplumu İslamın idealize ettiği anlamda bir İslam
toplumu değildir. Mümin olduğunu söyleyip İslam’ın emir ve yasaklarını “çağdışı”
gören insanların çokça bulunduğu bir toplumdur. Bu toplum bir “ahirzaman
toplumu” dur. İslam Süfyanının tahrip prensibi olan “nifak”ın alabildiğine
yaygınlaştığı bir toplumdur. Kur’an’ın hükümlerine yönelmeyen bir inancın, sathi
veya taklidi bir iman olduğu açıktır. Bu toplumda dinsizliğe tarafgirlik
gösterenler de yok değildir. Diğer taraftan bir Allah’a inandığını söyleyip de
nefis, makam, mevki, para putuna tapınan insanları her zaman ve zeminde görmek
de mümkündür.

Böyle bir durumdaki topluma uygulanacak metod, Asr-ı Saadette
Mekke döneminde tatbik edilen metodun başka bir versiyonu olmalıdır. Elbette ki
Hazret-i Peygamber gibi bir nübüvvet güneşinden mahrumiyet farklı bir zaman
sürecini de gerekli kılabilir.

Burada önemli bir tebliğ özelliği daha karşımıza çıkmaktadır. O
da tebliğin amacının yalnızca Allah rızasına kavuşmak olmasıdır. Bu önemli
noktadan dolayı Hazret-i Peygamberin dikkati çekilmiştir. Tebliğcinin ücreti
ancak Allah’a aittir. (eş-Şuara, 109) Hidayeti veren Allah’tır. (Ra’d 31)
Peygamber bile olsa hiç kimse istediği, sevdiği kimseleri hidayete erdirme
gücüne sahip değildir. (Kasas, 56) Bunun için Kur’an’da Hazret-i Peygamberin
yalnızca bir tebliğci olduğu nazarlara sunulmaktadır. (Ali İmran, 20; el Maide,
92) Bu perspektiften hareket ederek, tebliğde gün, sene, sayı hesabı yapıp hemen
sonuç almayı düşünmek, hatta böyle bir beklenti içine girmek bile yanlıştır.

Şunu da belirtelim ki tebliğ görevinde Hazret-i Peygambere
gösterilen bir yol da o görevi “kavl-i leyyin” ile yerine getirmektir. Bu usül,
Hazret-i Harun’un Firavun’a giderken Allah tarafından kendilerine gösterilen bir
usüldür. Hazret-i Musa kıssası anlatılırken bu mesaj da, Kur’an vasıtasıyla
peygamberimize ve onun yolundan gidip tebliğ görevini yerine getireceklere
ve-rilmektedir. (Taha, 44) Hazret-i Peygambe-rin katı kalpli olması durumda
etrafındakilerin dağılacağının hatırlatılması da, tebliğ görevinin ne kadar
hassas olduğunu göstermektedir. (Ali İmran, 159) Tarih boyunca 19’uncu asra
gelinceye kadar, İslam ümmetinde imanın esasları ile ilgili Yunan felsefesinin
Arapça’ya çevrildiği zamanın dışında ciddi tehditler yaşanmamıştır. Bu sebeple
hizmet tarzları ve tebliğ metotları Bediüzzaman’ın Kastamonu Lahikasında işaret
ettiği, mevcut imandan istifadeyi arttırmaya yönelik faaliyetler içinde
olmuştur. (Said Nursi, Kastamonu Lahikası, s. 10-11) Zaten o asırlarda yazılan
eserlere baktığımızda haklı olarak mevcut imandan istifade ederek insanlara
faydalı olma yolunun tercih edildiği anlaşılmaktadır.

Kelamcılar yalnızca akli delillere istinat eden bir metot
geliştirirken, mutasavvıflar ise aklı bir kenara bırakmışlar zevk ve keşif
yoluyla manevi mertebeler kat etmeyi esas alan kalbi bir yol tutmuşlardır. Her
iki yolda Kur’an’ın genel tebliğ ve hizmet metodunu içermemektedir. Kelamcıların
Allah’a ulaşmak için gittikleri tarz ile, Kur’an’ın tarzı arasında büyük
farklılıklar da vardır. Kelamcıların metodu, uzak yerlerden boru döşeyerek su
getirmeye benzemektedir. Bu su her zaman tehlikelere maruzdur.

Kur’anî metot ise, her şeyde Allah’ı bulacak, varlığını
birliğini ispat edecek bir metot öngörmektedir. Gerçekte de Kur’-an’ın anlamını
göz önüne alan kimseler, onda enfüsi ve afaki delilleri serdettiğini
göreceklerdir. Bu açıdan bakıldığında Kelamî metodun Kur’anî metodu tam olarak
içermediği görülecektir.

Diğer bir metot yanlışlığı da, insanın kalp ve ruhunu nazara
almamasıdır. Halbuki iman sırf aklın muhtaç olduğu bir şey değildir. Tam aksine
önce kalpte başlayan ve yerleşmesi gereken bir soyut hakikattir. Akli deliller,
imanın kalpte perçinleşmesine yardımcı olmalıdır.

Diğer taraftan tasavvuf da bir meyvedir. İman alt yapısı sağlam
olan insanların yürüyebileceği bir yoldur. Tasavvufun da Kur’an’a uymayan yönü,
onun yalnızca ruh ve kalple meşgul olup aklı hiç nazara almamasıdır. İbn Arabi
gibi bazı mutasavvıfların kendilerinden olmayanların kendi eserlerini
okumamalarını tavsiye etmeleri de, günümüzde bazı insanların iddia ettiği gibi
İslam’ın mesajlarını insanlığa ulaştırmada tasavvufun bir “cadde-i kübra”
olamayacağını göstermektedir. Çünkü Kur’an toplumun belirli seviye ve
anlayıştaki insanlarına değil, her kesimine mesajlar vermekte ve onları hidayete
erdirme gayesini gütmektedir.

Bir başka açıdan bakıldığında Kur’an’ın hizmet-tebliğ metodu
insanı bütün olarak muhatap alıp onun akıl ve kalbine, ruhuna birlikte hitap
etmesidir. Kur’an bizi hem Allah’ı zikretmeye, Kur’an okumaya, Allah’ı anmaya
davet etmekte, hem de aklımızı kullanmamızı öğütlemektedir. Verdiği temsillerle
hissiyatı harekete geçirmekte, bu da insanın fikir ve yaşayışına etki
etmektedir. Çünkü fikirler kuvvetlerini hissiyatlardan ve teessüri hallerden
alırlar.

Fıkıh da bir ilim olarak ortaya çıkmış, Kur’an’ın yalnızca fert,
toplum ve devlet hukukunu ilgilendiren mesajlarına yorumlar getirmiştir.
İnançsızlık cereyanlarının İslam toplumuna girmeye başladığı On dokuzuncu
yüzyıla kadar, kelam, fıkıh ve tasavvuf kendi alanlarında toplumun fertlerine
belli ölçülerde hizmet etmişlerdir. Buna Kur’an’ın bütünlüğünü ihtiva etmemesine
rağmen ihtiyaç da vardı denebilir. Ancak artık bu metotların Kur’an açısından
değerlendirilmesi ve zamanımızın değişen sosyo-psikolojik yapısına uygun bir
hizmet metodunun geliştirilmesi zarureti ortaya çıkmıştır.

İslam dünyasında böyle bir ihtiyacın hissedildiği bir vakıadır.
Bilhassa Batıda ilmin dinsizliğin hizmetinde kullanılması, inanç esaslarına
esaslı saldırılarda bulunulması gibi durumlar karşısında bazı İslam alimlerinin
siyaset yoluyla hizmeti tercih ettiği bilinmektedir. Bu asrın başlarında ise
Risale-i Nur eserleri zuhur etmiştir. İmanın erkanının en fazla zarar gördüğü
bir İslam ülkesi olma sıfatını taşıyan ülkemizde yetişen Bediüzzaman Said Nursi,
hizmette metot olarak “Kur’anî tarzı” benimsemiştir. Kelam ve tasavvufun
yukarıda belirttiğimiz çerçeve içinde Kur’anî olmadığını savunan Bediüzzaman,
eserlerinde akıl ve kalbi birleştirerek Kur’an mesajını bu asra taşımıştır.

Onun yaptığı tebliğ faaliyeti esnasında peygamberlerin yolunu
tercih ederek, Allah’tan başka kimseden ücret istemediği bilinmektedir. Hatta
hizmette ihlassızlığa sebep olur diyerek devletin kendisine vaiz olarak bağlamak
istediği yüklü bir parayı da kabul etmemiştir. Kemiyete değil, keyfiyete önem
veren Said Nursi’nin, şeytan taşlamaktansa, kendi mesleğinin muhabbetiyle
hareket ettiği, Müslümanlara da bunu tavsiye ettiği bilinmektedir.

Bediüzzaman milletin kalp hastalığını “din ve iman zayıflığı”
olarak teşhis ettikten sonra tedavisini de ona göre yapmaya çalışmıştır. Benim
buradan çıkardığım sonuç şudur: İçinde yaşadığımız dönem bir çok bakımlardan
cahiliye dönemini andırmaktadır. Hatta bazı noktalarda ondan daha kötü bir
durumda olduğumuzu bile söylesek, sanırım bu mübalağa olmaz.

Cahiliye döneminde insanların putpe-restliğe ve şirke yönelmesi
gerçekten cahilliklerinden kaynaklanıyordu. Kur’an’ın inmesiyle tebliğ yukarda
belirttiğimiz çerçeve içinde yapılmış, insanlar bu bakımdan bilgilendirilmişler
ve imana davet edilmişlerdir. Çok azılı olanları hariç bu tebliğ faaliyetinin
ekseriyet üzerinde olduğu görülmektedir. Ama günümüzde inançsız-lık, nefis
putunu İlah edinme, makam mevki İlahlarına, şöhret İlahesine tapma ilimden
kaynaklanıyor.

İnsanlığın ortak malı olan ilmin gücünü elinde bulunduranlar
insanları iman esasları konusunda şüpheye düşürmekte, bu şüphenin neticesinde de
insanlar bir İlah yerine bir çok İlahlara tapma güçlüğü ile karşı karşıya
kalmaktadırlar. İşte böyle bir ortamda insanların cahiliye adetlerine yönelmesi
karşısında ortaya çıkacak bir tebliğcinin, tıpkı Hazret-i Peygamber gibi işe
baştan başlamaktan başka bir çıkış yolu yoktur. İnancı olmayan veya zayıf olan
kimselere, ahkamın güzelliklerinden, evrenselliğinden bahsetmek bir tebliğ
hatasıdır ve Kur’ani değildir. Hele de içinde bulunulan şartlar göz önüne
alınmaksızın tepeden inmeci bir anlayışla siyasi iktidara talip olup insanların
himmetlerini o yöne kaydırmak, toplumu sloganlarla oyalamaktan ve başlarını taşa
vurmalarına sebep olmaktan başka bir işe yaramayacaktır. İslam da, toplum da bir
ağaç gibidir. Ağacın kökleri çürürken, onun dallarını ilaçlamanın ağaca bir
faydasının olduğunu söylemek akılla bağdaşmaz.

İslamın kısmen Mekke döneminin özelliklerini taşıyan içinde
bulunduğumuz toplumda, yapılması gerekenin ne olduğunu Bediüzzaman çok net bir
şekilde ortaya koymuştur. Bediüzzaman’ın bir çok ilmi kitaplar okumasına ve
ezberlemesine rağmen, referansının Kur’an olması, tevhid-i kıble olarak Kur’anı
görmesi, Kur’anın tebliğ metoduna uygun bir metod geliştirmesini netice
vermiştir. İnsanları ıslah etmek hedefinde olan Kur’an’ın bu amacına hizmet
etmek, ancak onun tebliğ modeline uymakla olur. O da iman, hayat şeriat
sıralamasında kendisini bulur.

İnsanlara her şeyden önce lazım olan imandır. İman olmayınca
vicdan harekete geçmez, ferd kendisini ıslah edemez. Fert kendisini ıslah
edemeyince Kur’an’ın toplumu ıslah etme hedefine ulaşmak mümkün değildir.
Toplumun kendini ıslahı, onu hayata geçirmesi demektir.

Bunun için, onun tebliğ metodunda sırtını devletin imkanlarına
dayamak da yoktur. O siyaseti bir tebliğ aracı olarak görmemiştir. Onun
endişesi, imani hizmet-le, Kur’ani hizmetle siyasetin paralel gidemeyeceğidir.
Çünkü insanlara bir elinizde “nur” diğer elinizde “siyaset topuzu” olduğu halde
yaklaşırsanız size şüphe ile bakarlar, oy kaygısı ile yaklaştığınızı hissederler
ve elinizdeki elmas kıymetindeki iman hakikatlerinin değerlerini de bil-mezler.
Bunun için Kur’anın tebliğ metodunu kendine rehber edilen Risale-i Nur’un
metodunda hedef bir siyasi partiye oy toplamak veya bir siyasi partinin
mensupları değil, bütün insanlardır. Çünkü iman hakikatlerine bütün partilerin
taraftarlarının ihtiyacı vardır.

Bundan dolayı Risale-i Nur’un hizmet metodunda İslamın
siyasallaştırılmasının yeri yoktur. Mekke döneminin bazı özelliklerini
yaşadığımızı tekrar hatırlayalım. Peygamberimizin Mekke’deki tebliğine—zaten
onun başa geçmesinden korkan, endişe eden Mekke eşrafına karşı—”Ben sizin
idareciniz olmaya talibim” diyerek başlasaydı, herhalde mesajlarını almakta çok
daha fazla zorlanırlardı. Zaten amaç şirke bulaşmış insanları şeklen yönetmek
değil, onların kalplerini fethetmektir. Hazret-i peygamber onların kalplerini
fethetmeyi, akıllarını ele geçirmeyi hedef-lemiş, Allah da bu hedefinde onu
muvaffak kılmıştır.

Sonuç

Kur’an’ın tebliğ modeli, bir makalede anlatılacak kadar basit
değildir. Bu nedenle bu çalışma onun modelinin bazı önemli unsurlarını ihtiva
etmektedir. Tebliğde muhatap alınan toplumun şartlarını göz önüne almak kadar,
muhataplara nasıl yaklaşılacağı, neyin ne miktarda hangi metotla verileceği de
önem arz etmektedir. Kur’an bize her dönemde yapılacak tebliğ faaliyetlerinin
örneklerini de sunmuştur. Önemli olan Kur’an’ın modelini ve mesajını günümüze
taşımaktır. Teşhisin olduğu kadar, tedavinin ve tedavi yöntemlerinin de isabetli
olması önemlidir. Yapmaya çalıştığımız bu küçük çalışmada Kur’an’ın tebliğ
modelinin bazı ipuçlarını, günümüzde bunun ne derece uygulandığını nazarlara
sunmaya çalıştık. Bu modele uyulması nispetinde Rabbimizin yoluna hikmetle,
güzel öğütle davet etmek ve onlarla en güzel şekilde mücadele etmek mümkün
olacaktır. (en-Nahl, 125) Kusurlar dağınık zihnimize, güzellikler ise Kur’ana
aittir.