Müceddid-i Elf-i Sânî İmâm-ı Rabbânî Ahmed-i Fârukî ders
verirken diyordu: “Bütün tarikatların en mühim neticesi hakaik-ı imaniyenin
inkişâfıdır.Ve birtek mesele-i imaniyenin vuzuh ile inkişâfı, bin kerâmâta ve
ezvâka müreccahtır.”

Hem, diyordu: “Eski zamanda büyük zâtlar demişler ki,
Mütekellimînden ve ilm-i kelâm ulemasından birisi gelecek, bütün hakaik-ı
imaniye ve İslamiyeyi delâil-i alkiye ile kemâl-i vuzuhla ispat edecek. Ben
istiyorum ki, ben o olsam, belkiHaşiye1 o adamım diye.

İman ve Tevhid, bütün kemâlât-ı insaniyenin esası, mâyesi, nuru,
hayatı olduğunu ve

düsturu, tefekkürât-ı imaniyeye ait bulunması ve Nakşî tarikatinde hafi zikrin
ehemmiyeti ise, bu çok kıymettar tefekkürün bir nevi olmasıdır” diye talim
ederdi.

Madem bu kahraman imam böyle diyor ve madem bir zerre kuvvet-i
imaniyenin ziyadeleşmesi bir batman marifet ve kemâlâttan daha kıymetlidir ve
yüz ezvâkın balından daha tatlıdır; ve madem bin seneden beri iman ve Kur’ân
aleyhinde terâküm eden Avrupa feylesoflarının itirazları ve şüpheleri yol bulup
ehl-i imana hücum ediyor ve bir saadet-i ebediyenin ve bir hayat-ı bâkiyenin ve
bir Cennet-i dâimenin anahtarı, medârı, esası olan erkân-ı imaniyeyi sarsmak
istiyorlar; elbette herşeyden evvel imanımızı taklitten tahkika çevirip,
kuvvetlendirmeliyiz.

Ayetü’l-Kübra, s. 130, 140.

Kur’ân’dan gelen o Sözler ve o Nurlar, yalnız aklî mesâil-i
ilmiye değil, belki kalbî, ruhî, halî mesâil-i imaniyedir. Ve pek yüksek ve
kıymettar maarif-i İlâhiye hükmündedirler.

Mektubat, s. 340.

İlm-i mantıkta “kaziye-i makbûle” tâbir ettikleri (büyük
zâtların, delilsiz, sözlerini kabul etmektir) mantıkça yakîn ve katiyeti ifâde
etmiyor. Belki, zann-ı galiple kanaat verir. İlm-i mantıkta, “bürhân-ı yakînî”
hüsn-ü zanna ve makbul şahıslara bakmıyor. Cerh edilmez delile bakar ki; bütün
Risale-i Nur hüccetleri, bu bürhân-ı yakînî kısmındandır. Çünkü ehl-i velayetin
amel ve ibadet ve sülûk ve riyâzetle gördüğü hakikatler ve perdeler arkasında
müşâhede ettikleri, hakaik-ı imaniye. Aynen onlar gibi, Risale-i Nur, ibadet
yerinde ilim içinde hakikate bir yol açmış; sülûk ve evrad yerinde, mantıkî
bürhanlarla ilmî hüccetler içinde hakikatü’l-hakaika yol açmış; ve ilm-i
tasavvuf ve tarikat yerinde, doğrudan doğruya ilm-i kelâm içinde ve ilm-i akîde
ve usulü’d-din içinde bir velayet-i kübrâ yolunu açmış ki, bu asrın hakikat ve
tarikat cereyanlarına galebe çalan felsefi dalaletlere galebe ediyor;
meydandadır.

Teşbihte hata olmasın; nasıl ki Kur’ân’ın gayet kuvvetli ve
mantıkî hakikati sair dinleri felsefe-i tabiiyenin savletinden ve galebesinden
kurtanp onlara bir nokta-i istinad oldu, taklidi ve aklın haricindeki usüllerini
de bir derece muhafaza etti; aynen öyle de, bu zamanda onun bir mu’cizesi ve
nuru olan Risale-i Nur dahi felsefe-i maddiyeden gelen dehşetli dalalet-i
ilmiyeye karşı, avam-ı ehl-i imanın, taklidi olan imanlarını, o dalalet-i
ilmiyenin savletinden kurtarıp, umum ehl-i imana bir nokta-i istinad ve yakın ve
uzaklarda olanlara dahi, zaptedilmez bir kale hükmüne geçmiştir ki; bu emsâlsiz
dehşetli dalaletler içinde, yine avam-ı müminînin imanını şüphelerden ve
İslâmiyetini hakikatsizlik vesveselerinden muhafaza ediyor. Evet, her tarafta,
hatta Hint ve Çin’de, ehl-i iman bu zamanın çok dehşetli dalaletinin
galebesinden, “Acaba İslâ-miyette bir hakikatsizlik mi var ki, sarsılmış” diye
şüpheye ve vesveseye düştüğü vakit, birden işitir ki, bir risale çıkmış; imanın
bütün hakikatlerini kati ispat eder, felsefeyi mağlup edip zındıkayı susturuyor,
diye anlar. Birden o şüphe ve vesvese zâil olup imanı kurtulur ve kuvvet bulur.

Emirdağ Lahikası-I, s. 90.

Kur’ân’ın aleyhinde bin seneden beri müntakimdne hazırlanan
dinsizlerin îtiraz-larını ve kâfir feylesofların terâküm edip şimdi yol bularak
intişar eden şüphelerini ve Kur’ân’ın dehşetli darbelerinden intikam besleyen
muannid Yahudîlerın ve mağrur bir kısım Hıristiyanların hücumlarını def edip
mukâbele eden ve her asırda Kur’ân’ın pekçok kahramanlan ve manevi kaleleri
vardı. Şimdi ihtiyaç bir ikiden yüze çıkmış. Ve müdâfîler yüzden iki üçe inmiş.
Hem, hakaik-ı imaniyeyi ilm-i kelâmdan ve medreseden öğrenmek çok zamana muhtaç
bulunduğundan, bu zamanda o kapı dahi kapandı. Hem çabuk, hem herkes anlayacak
bir tarzda en derin hakikatleri tâlim eden Risale-i Nur, elbette İmâm-ı Ali
Radıyal-lahü Anhın bu iltifâtına lâyıktır.

Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, s. 95.

Evliya dîvanlarını ve ulemanın kitap-larını çok mütalaa eden bir
kısım zâtlar tarafından soruldu: “Risaleti’n-Nur’un verdiği zevk ve şevk ve iman
ve iz’an onlardan çok kuvvetli olmasının sebebi nedir?”

Elcevap: Eski mübârek zâtlann ekserî dîvanları ve ulemanın bir
kısım risaleleri imanın ve marifetin neticelerinden ve meyvelerinden ve
feyizlerinden bahsederler. Onların zamanlarında imanın esâsâtına ve köklerine
hücum yoktu ve erkân-ı iman sarsılmıyordu. Şimdi ise köklerine ve erkânına
şiddetli ve cemaatli bir surette taarruz var.

O dîvanlar ve risalelerin çoğu has müminlere ve fertlere hitap
ederler; bu zamanın dehşetli taarruzunu def edemiyorlar. Risaleti’n-Nur ise,
Kur’ân’ın bir manevi mu’cizesi olarak imanın esâsâtını kurtarıyor ve mevcut
imandan istifade cihetine değil; belki çok deliller ve parlak bürhanlar ile,
imanın ispatına ve tahkikine ve muhafazasına ve şübehâttan kurtarmasına hizmet
ettiğinden, herkese bu zamanda ekmek gibi, ilaç gibi lüzûmu var olduğunu
dikkatle bakanlar hükmediyorlar.

O dîvanlar derler ki: “Velî ol, gör. Makamata çık, bak; nurları,
feyizleri al. “Risaleti’n-Nur ise der: “Her kim olursan ol; bak, gör, yalnız
gözünü aç, hakikati müşâhede et, saadet-i ebediyenin anahtan olan imanını
kurtar.”

Risaleti’n-Nur, en evvel tercümânının nefsini iknaa çalışır,
sonra başkalara bakar. Elbette nefs-i emmâresini tam ikna eden ve vesvesesini
tamamen izâle eden bir ders, gayet kuvvetli ve halistir ki, bu zamanda cemaat
şekline girmiş dehşetli bir şahs-ı manevi-i dalalet karşısında tek başıyla
gâlibâne mukâbele eder.

Hem, Risaleti’n-Nur sair ulemanın eserleri gibi yalnız aklın
ayağı ve nazarıyla ders,vermez ve evliya misillü, yalnız kalbin keşf ve zevkiyle
hareket etmiyor; belki akıl ve kalbin ittihat ve imtizâcı ve ruh ve sair
letâifin teâvünü ayağıyla hâreket ederek evc-i âlâya uçar, taarruz eden
felsefenin değil ayağı, belki gözü yetişmediği yerlere çıkar, hakaik-ı imâniyeyi
kör gözüne de gösterir.

Kastamonu. Lahikası, s.10.

Risale-i Nur, sair ilimler ve kitaplar gibi okunmamalı. Çünkü
ondaki iman-ı tahkiki ilimleri, başka ilimlere ve marifetlere benzemez, akıldan
başka çok letâif-i insaniyenin de kuvvet ve nurlarıdır.

Sikke-i Tasdîk-i Gaybî, s.143.

Cevşenü’l-Kebîr ve Risale-i Nur ve Hizb-i Nûrî dahi kainatı
baştan başa nurlandırıyor, zulümat karanlıklarını dağıtıyor, gafletleri,
tabiatları parça parça ediyor; ehl-i gaflet ve ehl-i dalaletin boğulduğu en son
ve en geniş kainat perdelerinin arkasında envâr-ı Tevhîdi gösteriyor.

Ezcümle, iki gün evvel, ism-i Hakem nüktesini okuyan bir Nakşî
dervişi, güneşin ve manzûmesinin bahsini, Risale-i Nur mesleğine vech-i
tatbikini anlamamış; demiş: “Bu da ehl-i fen ve kozmoğraf-yacılar gibi
bahseder,” tevehhüm etmiş. Yanımda ona okundu; ayıldı. “Bu, bütün bütün
başkadır” dedi. Demek, kozmoğraf-yacılar gibi, ehl-i fennin en son ve geniş
nokta-i istinadları ve medâr-ı gafletleri olan perdelerde nur-u Ehadiyeti
gösteriyor, orada da düşmanlannı takip ediyor, en uzak tahassüngâhlarını
bozuyor. Her yerde huzura bir yol gösteriyor. Eğer güneşe kaçsa, ona der: “O bir
soba, bir lambadır. Odununu, gazyağını veren kimdir; bil, ayıl!” Başına vurur.

Hem kainatı, baştan başa âyineler hükmünde, tecelliyât-ı esmaya
mazhariyetlerini öyle gösteriyor ki, gafletin imkânı olmuyor. Hiçbir şey huzura
mâni olmuyor. Ehl-i tarikat ve hakikat gibi huzur-u daimi kazanmak için kainatı,
ya nefyetmek veya unutmak ve hâtıra getirmemek değil, belki kainat kadar geniş
bir mertebe-i huzuru kazandırdığını ve geniş ve külli ve daimi kainat vasatında
bir ubudiyet dairesini açtığını gördüm.Risale-i Nur’un mesleği odur ki;
zihinlerde bir iz bırakmamak için, sair ulemaya muhalif olarak, muarızların
şûphelerini zikretmeden öyle bir cevap verir ki, daha vehim ve vesveseye yer
kalmaz.

İşârâtü’l-İ’câz, s. 4.

Çoklar tarafından hem bana, hem bazı Nur Kardeşlerime sual
etmişler ve ediyorlar ki:

“Neden bu kadar muarızlara karşı ve muannid feylesoflara ve
ehl-i dalalete mukâbil Risale-i Nur mağlup olmuyor. Milyonlar kıymettar hakiki
kütüb-ü imaniye ve İslâmiyenin intişarlarına bir derece sed çektikleri halde;
sefâhet ve hayat-ı dünyeviyenin lezzetleriyle, çok bîçare gençleri ve insanları
hakaik-ı imaniyeden mahrum bıraktıkları halde; en şiddetli hücum ve en gaddarane
muamele ve en ziyade yalanlarla ve aleyhinde yapılan propagandalarla Risale-i
Nur’u kırmak, insanları ondan ürkütmek ve vazgeçirmeye çalıştıkları halde;
hiçbir eserde görülmediği bir tarzda, Risale-i Nur’un intişârı, hatta çoğu el
yazması ile altı yüz bin nüsha -risalelerinden – kemâl-i iştiyak ile perde
altında intişar etmesi ve dahil ve hariçte kemâl-i iştiyak ile kendini
okutturmasının hikmeti nedir, sebebi nedir?” diye, bu mealde çok suallere
elcevap deriz ki: Kur’ân-ı Hakîmin sırr-ı i’câzıyla hakiki bir tefsiri olan
Risale-i Nur, bu dünyada bir manevi Cehennemi, dalalette gösterdiği gibi, imanda
dahi bu dünyada manevi bir Cennet bulunduğunu ispat ediyor; ve günahların ve,
fenalıkların ve haram lezzetlerin içinde manevi elim elemleri gösterip, hasenât
ve güzel hasletlerde ve hakaik-i şeriatın amelinde Cennet lezâiz i gibi manevi
lezzetler bulunduğunu ispat ediyor.

Sefâhet ehlini ve dalalete düşenleri o cihetle—aklı başında
olanlarını—kurtarı-yor. Çünkü, bu zamanda iki dehşetli hâl var:

BİRİNCİSİ: Akıbeti görmeyen ve bir dirhem hazır lezzeti ileride
bir batman lezzetlere tercih eden hissiyât-ı insaniye akıl ve fikre galebe
ettiğinden, ehl-i sefâheti sefâhetinden kurtarmanın yegâne çaresi, ehl-i
sefâhetin aynı lezzetinde, elemini gösterip hissini mağlup etmektir. Ve


âyetinin işaretiyle, bu zamanda, ahiretin elmas gibi nîmetlerini, lezzetlerini
bildiği halde dünyevî kırılacak şişe parçalarını onlara tercih etmek, ehl-i iman
iken ehl-i dalalete o hubb-u dünya ve o sır için tâbî olmak tehlikesinden
kurtarmanın çare-i yegânesi, dünyada dahi Cehennem azâbını ve elemlerini
göstermekle olur ki; Risale-i Nur, o meslekten gidiyor.

Yoksa, bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden gelen dalaletin ve
sefâhetten gelen tiryâkiliğin inadı karşısında, Cenâb-ı Hakkı tanıttırdıktan
sonra ve Cehennemin vücudunu ispat ile ve onun azâbı ile insanları fenalıktan ve
seyyiâttan vaz geçirmek yolu ile, ondan, belki de yirmiden birisi ders alabilir.
Ders aldıktan sonra da, “Cenâb-ı Hak, Gafûrü’r-Rahîmdir. Hem, Cehennem pek
uzaktır” der; yine sefâhetine devam edebilir. Kalbi, ruhu hissiyâtına mağlup
olur.

İşte, Risale-i Nur’daki ekser muvâzeneler, küfür ve dalaletin
dünyadaki elim ve ürkütücü neticelerini göstermekle en muannid ve nefisperest
insanları dahi o menhus gayr-i meşrû lezzetlerden ve sefâhetlerden bir nefret
verip, aklı başında olanları tev-beye sevk eder. O muvâzenelerden Altıncı,
Yedinci, Sekizinci Sözlerdeki küçük muvâzeneler ve Otuz İkinci Sözün Üçüncü
Mevkıfındaki uzun muvâzene, en sefıh ve dalalette giden adamı da ürkütüyor;
dersini kabul ettiriyor.

BU ASIRDA İKİNCİ DEHŞETLİ HAL: Eski zamanda küfr-ü mutlak ve
fenden gelen dalaletler ve küfr-ü inadîden gelen temerrüd bu zamana nisbeten pek
azdı. Onun için eski İslâm muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanda tam
kâfi olurdu, küfr-ü meşkûku çabuk izâle ederlerdi. Allah’a iman umumi
olduğundan, Allah’ı tanıttırmakla ve Cehennem azâbını ihtar etmekle, çokları
sefâhetlerden, dalaletlerden vazgeçebilirlerdi. Şimdi ise, eski zamanda bir
memlekette olan bir kâfir-i mutlak ye-rine, şimdi bir kasabada yüz tane
bulunabilir. Eskide fen ve ilim ile dalalete girip inat ve temerrüd ile hakaik-ı
imana karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş. Bu mütemerrid
inatçılar, firavunluk derecesinde bir gurur ile ve dehşetli dalaletleriyle
hakaik-ı imaniyeye karşı muaraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı, atom
bombası gibi, bu dünyada onların temellerini parça parça edecek bir hakikat-i
kudsiye lazımdır ki, onların tecâvüzâtını durdursun ve bir kısmını imana
getirsin.

İşte, Cenâb-ı Hakka hadsiz şükürler olsun ki, bu zamanın tam
yarasına bir tiryak olarak Kur’ân-ı Mu’cizü’1-Beyanın bir mu’cize-i mâneviyesi
ve lemeâtı bulunan Risale-i Nur, pekçok muvâzenelerle en dehşetli muannid
mütemerridleri, Kur’ân’ın elmas kılıncı ile kırıyor ve kainat zerreleri adedince
Vahdâniyet-i İlâhiyeye ve imanın hakikatlerine hüccetleri, delilleri gösteriyor.

Evet, Risale-i Nur iman ve küfür muvâzenelerini ve hidâyet ve
dalalet, mukâyeselerini bu mezkûr hakikatleri bilmüşâhede ispat ediyor.

Ayetü’l-Kübra, s. 191-193; 199-200.

Bazı mûterizler Risale-i Nur’un kıymetini bir derece kırmak için
demişler: “Herkes Allah’ı bilir. Adi bir adam, bir velî gibi Allah’a iman eder”
diye Nur’ların pek yüksek ve pekçok kıymettar ve gayet lüzumlu tahşidâtını
ziyade göstermek istemişler. Şimdi, İstanbul’da, daha dehşetli bir fikirde,
anarşi fikirli küfr-ü mutlaka düşmüş bir kısım münafıklar, Risale-i Nur gibi
ekmek ve suya ihtiyaç derecesinde herkes muhtaç olduğu iman hakikatlerine
ihtiyacı düşürmek desisesiyle diyorlar ki: “Her millet, herkes Allah’ı bilir.
Onu, daha yeni ders almaya ihtiyacınız çok yok” diye mukâbele etmek istiyorlar.

Halbuki, Allah’ı bilmek, bütün kainatı ihâta eden Rubûbiyetine
ve zerrelerden yıldızlara kadar cüzi ve külli herşey Onun kabza-i tasarrufunda
ve kudret ve irâdesiyle olduğuna kati iman etmek ve mülkünde hiçbir şerîki
olmadığına ve “La ilahe illallah” kelime-i kudsiyesine, hakikatlerine iman
etmek, kalben tasdik ettirmekle olur. Yoksa, “Bir Allah var” deyip, bütün
mülkünü esbâba ve tabiata taksim etmek ve onlara isnad etmek, hatta hadsiz
şerikleri hükmünde esbâbı mercî tanımak ve herşeyin yanında hazır irâde ve
ilmini bilmemek ve şiddetli emirlerini tanımamak ve sıfatlannı ve gönderdiği
elçilerini, peygamberlerini bilmemek, elbette hiçbir cihette Allah’a iman
hakikati onda yoktur. Belki küfr-ü mutlaktaki mûnevi cehennemin dünyevî
tâzibinden kendini bir derece tesellîye almak için o sözleri söyler.

Evet, inkâr etmemek başkadır, iman etmek bütün bütün başkadır.

Evet, kainatta hiçbir zîşuur, kainatın bütün eczâsı kadar
şâhitleri bulunan Hâlık-ı Zülcelâli inkâr edemez. Etse, bütün kainat onu tekzib
edeceği için susar, lâkayd kalır. Fakat, Ona iman etmek, Kur’ân-ı zîmüşşânın
ders verdiği gibi, o Hâlıkı sıfatlan ile, isimleri ile umum kainatın şehâdetine
istinaden kalben tasdik etmek ve elçileriyle gönderdiği emirleri tanımak ve
günah ve emre muhâlefet ettiği vakit kalben tevbe ve nedâmet etmek iledir.
Yaksa, büyük günahlan serbest işleyip, istiğfar etmemek ve aldırmamak o imandan
hissesi olmadığına delildir.

Emirdağ Lahikası-I, s.199

İman, yalnız icmali ve taklidi bir tasdike münhasır değil; bir
çekirdekten tâ büyük humıa ağacına kadar ve eldeki âyinede görünen misâlî
güneşten tâ deniz yüzündeki aksine, tâ güneşe kadar mertebeleri ve inkişafları
olduğu gibi; imanın o derece kesretli hakikatlerı var ki, bin bir esma-i İlâhiye
ve sair erkân-ı imaniyenin kainat hakikatleriyle alakadar çok hakikatleri var
ki; “Bütün ilimlerin ve marifetlerin ve kemâlât-ı insaniyenin en büyüğü imandır
ve iman-ı tahkikiden gelen tafsilli ve bürhanlı marifet-i kudsiyedir” diye,
ehl-i hakikat ittifak etmişler.

Evet, iman-ı taklidi, çabuk şüphelere mağlup olur. Ondan çok
kuvvetli ve çok geniş olan iman-ı tahkikide pekçok merâtip var. O merâtiplerden
ilmelyakîn mertebesi, çok bürhanlarının kuvvetleriyle binler şüphelere karşı
dayanır. Halbuki, taklidi iman bir şüpheye karşı bazan mağlup olur. Hem, iman-ı
tahkikinin bir mertebesi de aynelyakîn derecesidir ki, pek çok mertebeleri var;
belki, esma-i İlâhiye adedince tezâhür dereceleri var. Bütün kainatı bir Kur’ân
gibi okuyabilecek derecesine gelir. Hem, bir mertebesi de hakkalyakîndir. Onun
da çok mertebeleri var. Böyle imanlı zâtlara şübehât ordulan hücum da etse, bir
halt edemez.

Ve ulema-i ilm-i kelâmın binler cild kitapları akla ve mantığa
istinaden telif edilip, yalnız o marifet-i imaniyenin bürhanlı ve aklî bir
yolunu göstermişler. Ve ehl-i hakikatin yüzer kitapları keşfe, zevke istinaden,
o marifet-i imaniyeyi daha başka bir cihette izhâr etmişler. Fakat, Kur’ân’ın
mu’cizekâr cadde-i kübrâsı, gösterdiği hakaik-ı imaniye ve marifet-i kudsiye, o
ulema ve evliyanın pekçok fevkınde bir kuvvet ve yüksekliktedir. İşte Risale-i
Nur bu câmî ve külli ve yüksek marifet caddesini tefsir edip; bin seneden beri
Kur’ân aleyhine ve İslâmiyet ve insaniyet zararına ve adem âlemleri hesabına
tahribâtçı külli cereyarlara karşı Kur’ân ve iman namına mukâbele ediyor,
müdâfaa ediyor. Elbette hadsiz tahşidâta ihtiyacı vardır ki; o hadsiz düşmanlara
karşı dayanıp ehl-i imanın imanını muhafazasına Kur’ân nuruyla vesile olsun.
Hadîs-i şerifte vardır ki, “Bir adam seninle imana gelmesi, sana sahra dolusu
kırmızı koyunlardan daha hayırlıdır.” Bazan bir saat tefekkür, bir sene
ibadetten daha hayırlı olur. Hattâ Nakşîlerin hafî zikre verdiği büyük
ehemmiyet, bu nevi tefekküre yetişmek içindir.

Emirdağ Lahikası-l, s.102-103.

Herkesin ve bilhassa Müslümanların başına öyle bir hadise ve
öyle bir dava açılmış ki, her adam; eğer Alman ve İngiliz kadar kuvveti ve
serveti olsa ve aklı da varsa, o tek davayı kazanmak için, bilâtereddüt sarf
edecek. İşte o dava ise, yüz bin meşâhir-i insaniyenin ve hadsiz nev-i beşerin
yıldızlan ve mürşidlerinin müttefikan, kainat Sahibinin ve Mutasarrıfının binler
vaad ve ahidlerine istinaden haber verdikleri ve bir kısmı gözleriyle gördükleri
şu ki: Herkesin—iman mukâbilinde—bu zemin yüzü kadar bağlar ve kasırlar ile
müzeyyen ve bâkî ve daimi bir tarla ve mülkü kazanmak veya kaybetmek davası
başına açılmış. Eğer iman vesikasını sağlam elde etmezse, kaybedecek. Ve bu
asırda, maddiyyunluk tâunuyla çoklar o davasını kaybediyor. Hattâ bir ehl-i
keşif ve tahkik, bir yerde, kırk vefiyâttan yalnız birkaç tanesi kazandığını
sekerâtta müşâhede etmiş; ötekiler kaybetmişler. Acaba bu kaybettiği davanın
yerini, bütün dünya saltanatı o adama verilse doldurabilir mi?

İşte, o davayı kazandıracak olan hizmetleri ve yüzde doksanına o
davayı kaybettirmeyen harika bir dava vekilini o işte çalıştıran vazifeleri
bırakıp; ebedî dünyada kalacak gibi afaki malayaniyat ile iştigal etmek tam bir
akılsızlık bildiğimizden; biz Risale-i Nur şakirtleri, herbirimizin yüz derece
aklımız ziyade olsa da, ancak bu vazifeye sarf etmek lazımdır, diye kanaatımız
var.

Ey hapis musibetinde benim yeni kardeşlerim! Sizler, benim ile
beraber gelen eski kardeşlerim gibi, Risale-i Nur’u görmemişsiniz. Ben onlan ve
onlar gibi binler şakirtleri şâhit göstererek derim ve ispat ederim ve ispat
etmişim ki: O büyük davayı yüzde doksanına kazandıran ve yirmi senede yirmi bin
adama o davanın kazancının vesikası ve senedi ve beratı olan iman-ı tahkikiyi
eline veren ve Kur’ân-ı Hakîm’in mu’cize-i mâneviyesinden neş’et edip çıkan ve
bu zamanın birinci bir dava vekili bulunan Risale-i Nur’dur. Bu on sekiz
senedir, benim düşmanlarım ve zındıklar ve maddiyyunlar, aleyhimde gayet
gaddarâne desiselerle hükümetin bazı erkânlannı iğfal ederek bizi imhâ için bu
defa gibi eskide dahi hapislere, zindanlara soktukları halde, Risale-i Nur’un
çelik kalesinde, yüz otuz parça cihazâtından ancak iki üç parçasına
ilişebilmişler. Demek, avukat tutmak isteyen onu elde etse yeter.

Hem, korkmayınız! Risale-i Nur yasak olmaz. Hükümet-i
Cumhuriyenin mebusları ve erkânlarının ellerinde mühim risaleleri, iki üçü
müstesnâ olarak, serbest geziyorlardı. İnşaallah, bir zaman hapishâneleri tam
bir ıslahhâne yapmak için, bahtiyar müdürler ve memurlar, o nurlan mahpuslara
ekmek ve ilâç gibi tevzî edecekler.

Meyve Risalesi, s. 32-34.

Risale-i Nur yalnız bir cüzi tahribatı, bir küçük hâneyi tamir
etmiyor; belki, külli bir tahribatı ve İslâmiyeti içine alan dağlar büyüklüğünde
taşlan bulunan bir muhît kal’ayı tamir ediyor; ve yalnız hususi bir kalbi ve has
bir vicdanı ıslaha çalışmıyor; belki bin seneden beri tedârik ve terâküm edilen
müfsid âletler ile dehşetli rahnelenen kalb-i umumi ve efkâr-ı âmmeyi ve umumun,
bâhusus avam-ı müminînin istinadgâhları olan İslâmî esaslar ve cereyanlar ve
şeâirler kırılmasıyla, bozulmaya yüz tutan vicdan-ı umumiyi Kur’ân’ın i’câzıyla,
o geniş yaralannı Kur’ân’ın ve imanın ilâçlan ile tedâvi etmeye çalışıyor.

Elbette böyle killlî ve dehşetli rahnelere ve yaralara
hakkalyakîn derecesinde ve dağlar kuvvetinde hüccetler, cihazlar ve bin tiryak
hâsiyetinde mücerreb ilâçlar, hadsiz edviyeler bulunmak gerektir ki; bu zamanda,
Kur’ân-ı Mu’cizü’1-Beyanın i’câz-ı manevisinden çıkan Risale-i Nur o vazifeyi
gömıekle beraber, imanın hadsiz mertebelerinde terakkiyât ve inkişâfâta
medârdır.

Kastamonu Lahikası, s. 25.

Hazret-i Hasan Radıyallahü Anhın altı aylık hilâfeti ile
beraber, Risale-i Nur’un, Cevşenü’l-Kebîr’den ve Celcelûtiye’den aldığı bir
kuvvet ve feyizle vazife-i hilâfetin en ehemmiyetlisi olan neşr-i hakaik-ı
imaniye noktasında Hazret-i Hasan Radıyallahü Anhın kısacık müddetini uzun bir
zamana çevirerek, tam beşinci halife nazarıyla bakabiliriz. Çünkü adâlet-i
hakikiye ile bu asırda insanlan mesut edebilir bir istidatta bulunan Risale-i
Nur’dur ve onun şahs-ı manevisi, Hazret-i Hasan Radıyallahü Anhın bir muâvini,
bir mütemmimi, bir manevi veledi hükmündedir.

Emirdağ Lahikası-1, s. 71.

Efendiler! Siz, ne için sebepsiz bizimle ve Risale-i Nur’la
uğraşıyorsunuz! Katiyen size haber veriyorum ki, ben ve Risale-i Nur, sizinle
değil mübâreze, belki sizi düşünmek dahi vazifemizin haricindedir. Çünkü
Risale-i Nur ve hakiki şakirtleri, elli sene sonra gelen nesl-i âtîye gayet
büyük bir hizmet ve onları büyük bir vartadan ve millet ve vatanı büyük bir
tehlikeden kurtarmaya çalışıyorlar. Şimdi bizimle uğraşanlar, o zaman kabirde
elbette toprak oluyorlar. Farz-ı muhâl olarak o saadet ve selâmet hizmeti bir
mübâreze olsa da, kabirde toprak olmaya yüz tutanları alakadar etmemek gerektir.

Evet, hürriyetçilerin ahlâk-ı içtimâiyede ve dinde ve seciye-i
milliyede bir derece lâubâlilik göstemeleriyle, yirmi otuz sene sonra dince,
ahlâkça, nâmusça şimdiki vaziyeti gösterdiği cihetinden; şimdiki vaziyette de,
elli sene sonra bu dindar, nâmuskâr, kahraman seciyeli milletin nesl-i âtîsi,
seciye-i dîniye ve ahlâk-ı içtimâiye cihetinde, ne şekle girecek elbette
anlıyorsunuz. Bin seneden beri bu fedâkâr millet, bütün ruh u cânıyla Kur’ânın
hizmetinde emsâlsiz kahramanlık gösterdikleri halde, elli sene sonra o parlak
mazisini dehşetli lekedar belki mahvedecek bir kısım nesl-i âtînin eline elbette
Risale-i Nur gibi bir hakikatı verip, o dehşetli sukuttan kurtarmak en büyük bir
vazife-i milliye ve vataniye bildiğimizden bu zamanın insanlarını değil, o
zamanın insanlannı düşünü-yoruz.

Evet efendiler! Gerçi Risale-i Nur sırf ahirete bakar, gâyesi
rızâ-yı İlâhî ve imanı kurtarmak; ve şakirtlerinin ise, kendilerini ve
vatandaşlarını idam-ı ebedîden ve ebedî haps-i münferitten kurtarmaya
çalışmaktır. Fakat, dünyaya ait ikinci derecede gayet ehemmiyetli bir hizmettir;
ve bu millet ve vatanı anarşilik tehlikesinden ve nesl-i âtînin bîçareler
kısmını dalalet-i mutlakadan kurtarmaktır. Çünkü, bir

Müslüman başkasına benzemez. Dîni terk edip İslâmiyet
seciyesinden çıkan bir Müslim, dalalet-i mutlakaya düşer, anarşist olur, daha
idâre edilmez.

Emirdağ Lahikası-l, s. 20.

Evet, şimâlden gelen küfr-ü mutlâk cereyanını durduracak, yalnız
Risale-i Nur’dur. Siyâset, diplomatlık, bu vazifeyi göremez. Onun için,
vatanperver ve milliyetçi ve siyasetçiler, Nurlara sarılmaya mecburiyet var.

Emirdağ Lahikası-1, s. 204.

Makam-ı iddia, Risale-i Nur’un içtimai derslerine ilişmek
fikriyle, “Dînin tahtı ve makamı, vicdandır; hükme kanuna bağlanmaz. Eskiden
bağlanmasıyla içtimai keşmekeşler olmuştur” dedi.

Ben de derim ki:

“Din yalnız iman değil, belki amel-i sâlih dahi dînin ikinci
cüz’üdür. Acaba katl, zinâ, sirkat, kumar, şarap gibi hayat-ı içtimâiyeyi
zehirlendiren pekçok büyük günahları işleyenleri onlardan men etmek için, yalnız
hapis korkusu ve hükümetin bir hafiyesinin görmesi tevehhümü kâfi gelir mi? O
halde, her hânede, belki herkesin yanında daima bir polis, bir hafıye bulunmak
lazım gelir ki, serkeş nefisler kendilerini o pisliklerden çeksin. İşte,
Risale-i Nur, amel-i sâlih noktasında, iman cânibinden, herkesin başında her
vakit bir manevi yasakçıyı bulundurur. Cehennem hapsini ve gazab-ı İlâhîyi
hatırına getirmekle, fenalıktan kolayca kurtarır.

Şuâlar, s. 240

Biz, Risale-i Nur’la, bu memleketin ve istikbâlinin en büyük iki
tehlikesini defet-meye çalışıyoruz…

Birinci Tehlike: Bu memlekette, hariç-ten kuvvetli bir surette
girmeye çalışan anarşiliğe karşı sed çekmek.

İkincisi: Üç yüz elli milyon Müslümanlann nefretIerini
kardeşliğe çevirmekle, bu memleketin en büyük nokta-i istinadını temin etmektir.

Emirdağ Lahikası-I, s.125.

Şimdi Kur’ân, İslâmiyet ve bu vatan zararına üç cereyan var:
Birincisi: Komünist, dinsizlik cereyanı. Bu cereyan, yüzde otuz kırk adama zarar
verebilir.

İkincisi: Eskiden beri; müstemlekâtların, Türklerle alakalarını
kesmek için Türkiye dairesinde dinsizliği neşretmek için; ifsad komitesi nâmında
bir komite. Bu da yüzde on yirmi adamı bozabilir.

Üçüncüsü: Garplılaştırmak ve Hıris-tiyanlara benzemek ve bir
nevi Purutluk mezhebini İslâmlar içinde yerleştirmeye çalışan ve dinde hissesi
olmayan bir kısım siyâsîler heyetidir. Bu cereyan yüzde, belki binde birisini,
Kur’ân ve İslâmiyet aleyhine çevirebilir.

Biz Kur’ân hizmetkârları ve Nurcular, evvelki iki cereyana karşı
daima Kur’ân hakikatlerini muhafazaya çalışmışız.

Emirdağ Lahikası-II, s.178.

Evet, eserler tesirlidir. Fakat, millet ve vatanın tam
menfaatine ve hiçbir zarar dokundurmadan yüz bin adama kuvvetli iman-ı tahkiki
dersi vermekle, saadet ve hayat-ı ebediyelerine tam hizmette tesirlidir. Denizli
hapishânesinde, kısmen ağır ceza ile mahkûm yüzler adam, yalnız Meyve
Risalesi’yle, gayet uslu ve müte-deyyin suretine girmeleri, hatta iki üç adamı
öldürenler, onun dersiyle daha tahta bitini de öldürtmekten çekinmeleri ve o
hapishâne müdürünün ikrârıyla, hapishânenin bir terbiye medresesi hükmünü
alması, bu müddeaya reddedilmez bir senettir, bir hüccettir.

Emirdağ Lahikası-l, s. 17

Kur’ân-ı Hakîmin sırr-ı hakikatiyle ve i’câzının tılsımıyla,
benim ve Risale-i Nur’un programımız ve mesleğimiz ve bilfiil semeresini
gördüğümüz ve çalıştığımız ve gâye-i hareketimiz ve hedefimiz, ölümün idam-ı
ebedîsinden iman-ı tahkiki ile bîçareleri kurtarmak ve bu mübârek milleti de her
nevi anarşilikten muhafaza etmektir.

Emirdağ Lahikası-I, s. 27

Benim eski hayatımı zannedip, ihânetle hiddete gelecek tahmin
etmişler. Bilâkis aldandılar. Biz, bütün kuvvetimizle anarşi-liğe bir sedd-i
Zülkameyn gibi, bir sedd-i Kur’ânî tesisine çalışıyoruz. Bize ilişenler,
anarşilik ve belki komünistliğe zemin ihzar ediyorlar.

Emirdağ Lahikası-I, s. 30.

Risale-i Nur’un gerçi siyasetle alakası yoktur, fakat küfr-ü
mutlakı kırdığı için, küfr-ü mutlakın altı olan anarşiliği ve üstü olan
istibdâd-ı mutlakı esâsiyle bozar, reddeder. Emniyeti, asayişi, hürriyeti,
adâleti temin ettiğine yüzer hüccetlerden biri, bu müdâfaanamesi hükmündeki
Meyve Risalesi’dir.

Şuâlar, s. 237-238.

Cenâb-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki; binler haysiyet ve şerefimi
bu vatandaki bîçarelerin istirahatine ve onlardan belaların def’ine feda etmek
için bana bir hâlet-i ruhiyeyi ihsan eylemiş ki; ben de, onların yaptığı ve
niyetinde bulunduklan tahkirât ve ihânetlere karşı tahammüle karar vermişim. Bu
milletin asayişine, hususan masum çocukların ve muhterem ihtiyarların ve bîçare
hastaların ve fakirlerin dünyevî istirahatlerine ve uhrevî saadetlerine binler
hayatımı ve binler şerefimi feda etmeye hazırım…

Emirdağ Lahikası-l, s. 29.

Ben Rusya’da esir iken, en evvel Bolşevizmin fırtınası
hapishanelerden başladığı gibi, Fransız İhtilâl-i Kebîri dahi en evvel
hapishanelerden ve tarihlerde serseri namıyla yâd edilen mahpuslardan çıkmasına
binâen, biz Nur şakirtleri, hem Eskişehir, hem Denizli, hem burada, mümkün
oldukça mahpusların ıslahına çalıştık. Eskişehir ve Denizli’de tam faydası
görüldü. Burada daha ziyade fayda olacak ki, bu nazik zaman ve zeminde Nurun
dersleriyle geçen fırtınacık Haşiye2 yüzden bire indi. Yoksa ihtilâftan ve böyle
hadiselerden istifade eden ve fırsat bekleyen haricî muzır cereyanlar, o baruta
ateş atıp bir yangın çıkacaktı.

Risale-i Nur’un şiddetli tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe
ise mutlak değildir. Belki muzır kısmınadır. Çünkü felsefenin hayat-ı
içtimâiye-i beşeriyeye ve ahlâk ve kemâlât-ı insaniyeye ve sanatın terakkiyâtına
hizmet eden felsefe ve hikmet kısmı ise, Kur’ân ile barışıktır. Belki Kur’ân’ın
hikmetine hadimdir, muaraza edemez Bu kısma Risale-i Nur ilişmiyor. İkinci kısım
felsefe, dalalete ve ilhâda ve tabiat bataklığına düşürmeye vesile olduğu gibi,
sefâhet ve lehviyât ile gaflet ve dalaleti netice verdiğinden ve sihir gibi
harikalarıyla, Kur’ân’ın mu’cizekâr hakikatleri ile muaraza ettiği için,
Risale-i Nur ekser eczalarında mîzanlarla ve kuvvetli ve bürhanlı muvâzenelerle
felsefenin yoldan çıkmış bu kısmına ilişiyor, tokatlıyor, müstakim menfaattar
felsefeye ilişmiyor. Onun için mektepliler Risale-i Nur’a îtirazsız
çe-kinmeyerek giriyorlar ve girmelidirler. Fakat gizli münafıklar nasıl ki bir
kısım hocaları bütün bütün mânâsız ve haksız bir tarzda ehl-i medresenin ve
hocalann hakiki malı olan Risale-i Nur aleyhinde istimâl ettikleri gibi bazı
felsefecilerin enaniyet-i ilmiyelerini tahrik edip, Nurlar aleyhinde istimâl
etmek ihtimâline binâen bu hakikati Asâ-yı Mûsâ ve Zülfikâr mecmualarının
başında yazılsa münâsip olur.

Asa-yı Mûsâ, s. 9-10.

Ehl-i hidâyet ve diyânet ve ehl-i ilim ve tarikat, hak ve
hakikate istinad ettikleri için ve herbiri bizzat tarik-ı hakta yalnız Rabbini
düşünüp tevfikına itimat ederek gittiklerinden, manen o meslekten gelen
izzetleri var. Zaaf hissettiği vakit, insanların yerine Rabbine müracaat eder,
medet Ondan ister. Meşreplerin ihtilafıyla, zahir meşrebine muhalif olana karşı
muavenet ihtiyacını tam hissetmiyor, ittifaka ihtiyacını göremiyor. Belki
hodgâmlık ve enaniyet varsa, kendini haklı ve muhalifini haksız tevehhüm ederek,
ittifak ve muhabbet yerine, ihtilaf ve rekabet ortaya girer. İhlası kaçırır,
va-zifesi zîr ü zeber olur.

İşte, bu müthiş sebebin verdiği vahim neticeleri görmemenin
yegâne çaresi, Dokuz Emirdir.

1. Müsbet hareket etmektir ki, yani, kendi mesleğinin
muhabbetiyle hareket etmek. Başka mesleklerin adaveti ve başkalarının tenkîsi,
onun fikrine ve ilmine müdahale etmesin, onlarla meşgul olmasın.

2. Belki, daire-i İslamiyet içinde, hangi meşrepte olursa olsun,
medar-ı muhabbet ve uhuvvet ve ittifak olacak çok rabıta-i vahdet bulunduğunu
düşünüp ittifak ederek…

3. Ve haklı her meslek sahibinin, başkasının mesleğine ilişmemek
cihetinde hakkı ise: “Mesleğim haktır,” yahut “daha güzeldir” diyebilir. Yoksa
başkasının mesleğinin haksızlığını veya çirkinliğini ima eden “Hak yalnız benim
mesleğimdir” veyahut “Güzel benim meşrebimdir” diyemez olan insaf düsturunu
rehber etmek.

4. Ve ehl-i hakla ittifak, tevfik-ı İlahînin bir sebebi ve
diyanetteki izzetin bir medarı olduğunu düşünmekle…

5. Hem ehl-i dalalet ve haksızlık—tesanüd sebebiyle—cemaat
suretindeki kuvvetli bir şahs-ı manevinin dehâsıyla hücumu zamanında, o şahs-ı
maneviye karşı, en kuvvetli ferdî olan mukavemetin mağlup düştüğünü anlayıp,
ehl-i hak tarafındaki ittifak ile bir şahs-ı manevi çıkarıp, o müthiş şahs-ı
manevi-i dalalete karşı hakkaniyeti muhafaza ettirmek.

6. Ve hakkı, batılın savletinden kurtarmak için,

7. Nefsini ve enaniyetini,

8. Ve yanlış düşündüğü izzetini,

9. Ve ehemmiyetsiz rekabetkarane hissiyatını terk etmekle ihlası
kazanır, vazi-fesini hakkıyla ifa eder. Haşiye3

Lem’alar, s.145-146.

Mesleğimiz sırr-ı ihlasa dayanıp, hakaik-ı imaniye olduğu için,
hayat-ı dünyaya, hayat-ı içtimaiyeye mecbur olmadan karışmamak ve rekabet ve
tarafgirliğe ve mübarezeye sevk eden hâlâttan tecerrüd etmeye mesleğimiz
itibariyle mecburuz. Binler teessüf ki, şimdi müthiş yılanlann hücumuna maruz
bîçare ehl-i ilim ve ehl-i diyanet, sineklerin ısırması gibi cüzi kusurâtı
bahane ederek, birbirini ten-kitle, yılanların ve zındık münafıkların
tahribatlarına ve kendilerini onların eliyle öldürmesine yardım ediyorlar.

Kastamonu Lahikası, s.186.

Sual: Neden, ne dahilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve
bilhassa siyasetli cemaatlere hiçbir alaka peyda etmiyorsun? Ve Risale-i Nur ve
şakirtlerini mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan menediyorsun? Halbuki,
eğer temas etsen ve alakadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine
girip, parlak hakikatlerini neşredeceklerdi; hem bu kadar sebepsiz sıkıntılara
hedef olmayacaktın!

Elcevap: Bu alakasızlık ve içtinabın en ehemmiyetli sebebi,
mesleğimizin esası olan ihlas bizi menediyor. Çünkü bu gaflet zamanında, hususan
tarafgirane mefkûreler sahibi, herşeyi kendi mesleğine alet ederek, hatta dînini
ve uhrevî harekatını da, o dünyevî mesleğe bir nevi alet hükmüne getiriyor.
Halbuki, hakaik-ı imaniye ve hizmet-i Nuriye-i kudsiye, kainatta hiçbir şeye
alet olamaz. Rıza-yı İlahîden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki
cereyanların tarafgirane çarpışmaları hengamında bu sırr-ı ihlası muhafaza
etmek, dînini dünyaya alet etmemek müşkilleşmiş. En iyi çare, cereyanların
kuvveti yerine, inayet ve tevfîk-ı İlahiyeye dayanmaktır.

İçtinabımızın çok sebeplerinden bir sebebi de; Risale-i Nur’un
dört esasından birisi olan şefkat etmek, zulüm ve zarar etmemektir. Çünkü,


yani “Birisinin hatasıyla, başkası veya akrabası hatakar olmaz; cezaya
müstehak olmaz” olan düstur-u irade-i İlahiyeye karşı, bu zamanda

sırrıyla şedid bir zulüm ile mukabele eder. Tarafgirlik hissiyle, bir caninin
hatasıyla, değil yalnız akrabasına, belki taraftarlarına dahi adavet eder.
Elinden gelse zulmeder. Elinde hüküm varsa, bir adamın hatasıyla bir köye bomba
atar. Halbuki bir masumun hakkı, yüz cani için feda edilmez; onların yüzünden
ona zulmedilmez. Şimdiki vaziyet, yüz masumu birkaç cani için zararlara sokar.
Mesela, hatalı bir adama müteallik, bîçare ihtiyar valide ve pederi ve masum
çoluk çocukları ezmek, perişan etmek, tarafgirane adavet etmek, şefkatin esasına
zıttır. Müslümanlar içinde tarafgirane cereyanlar yüzünden, böyle masumlar
zulümden kurtulamıyorlar. Husûsan ihtilale sebebiyet veren vaziyetler, bütün
bütün zulmü dağıtır, genişletir. Cihad dînî de olsa, kafirlerin çoluk
çocuklannın vaziyetleri aynıdır. Ganîmet olabilir; Müslümanlar onları kendi
mülküne dahil edebilir. Fakat İslam dairesinde birisi dinsiz olsa, çoluk
çocuğuna hiçbir cihetle temellük edilmez; hukukuna müdahale edilmez. Çünkü o
masumlar, İslamiyet rabıtasıyla dinsiz pe-derine değil, belki İslamiyetle ve
cemaat-i İslamiye ile bağlıdır. Fakat, kafirin çocukları, gerçi ehl-i
necattırlar; fakat hukukta, hayatta pederlerine tabi ve alakadar olmasından,
cihad darbesinde o masumlar memlûk ve esir olabilirler.

Emirdağ Lahikası-l, s. 38-39.

İmam-ı Rabbanî (r.a.) Mektubatında … hem demiş ki: “Bütün
tariklerin nokta-i müntehası, hakaik-ı imaniyenin vuzuh ve inkişafıdır. “ Hem
demiş ki: “Velayet üç kısımdır: Biri velayet-i suğra ki, meşhur velayettir, biri
velayet-i vusta, biri velayet-i kübradır. Velayet-i kübra ise, veraset-i
Nübüvvet yoluyla, tasavvuf berzahına girmeden, doğrudan doğruya hakikate yol
açmaktır…”

Madem hakikat böyledir; ben tahmin ediyonım ki, eğer Şeyh
Abdülkadir-i Geylanî (r.a.) ve Şah-ı Nakşibend (r.a.) ve İmam-ı Rabbanî (r.a.)
gibi zatlar bu zamanda olsaydılar, bütün himmetlerini hakaik-ı imaniyenin ve
akaid-i İslamiyenin takviyesine sarf edeceklerdi. Çünkü saadet-i ebediyenin
medarı onlardır. Onlarda kusur edilse, şekavet-i ebediyeye sebebiyet verir.
İmansız Cennete gidemez, fakat tasavvufsuz Cennete giden pekçoktur. Ekmeksiz
insan yaşayamaz, fakat meyvesiz yaşayabilir. Tasavvuf meyvedir, hakaik-ı
İslamiye gıdadır.

Eskiden kırk günden tut, ta kırk seneye kadar bir seyr ü sülûk
ile bazı hakaik-ı imaniyeye ancak çıkılabilirdi. Şimdi ise, Cenab-ı Hakkın
rahmetiyle, kırk dakikada o hakaika çıkılacak bir yol bulunsa o yola karşı
lakayd kalmak elbette kar-ı akıl değil. İşte, otuz üç adet Sözler, böyle Kur’anî
bir yolu açtığını, dikkatle okuyanlar hükmedi-yorlar.

Madem hakikat budur, esrar-ı Kur’aniyeye ait yazılan Sözler, şu
zamanın yaralarına en münasip bir ilaç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına
manız heyet-i İslamiyeye en nafi’ bir nur ve dalalet vadilerindehayrete düşenler
için en doğru bir rehber olduğu itikadındayım. Bilirsiniz ki, eğer dalalet
cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat, dalalet fenden ve ilimden gelse,
izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım, binde bir bulunuyordu.
Bulunanlar-dan ancak binden biri, irşad ile yola gelebilirdi. Çünkü, öyleler
kendilerini beğeniyorlar; hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar.
Cenab-ı Hak şu zamanda, i’câz-ı Kur’ân’ın manevi lemeatından olan malum
Sözler’i, şu dalalet zındıkasına bir tiryak hasiyetini vermiş tasavvurundayım.

Mektubat, s. 26-27.

Sahabelerden ve Tabiîn ve Tebe-i Tabiînden en yüksek mertebeli
velayet-i kübra sahibi olan zatlar, nefs-i Kur’ân’dan bütün letaiflerinin
hisselerini aldıklarından ve Kur’ân onlar için hakiki ve kafi bir mürşid
olduğundan, gösteriyor ki; her vakit, Kur’ân-ı Hakîm, hakikatleri ifade ettiği
gibi, velayet-i kübra feyizlerini dahi ehil olanlara ifaza eder.

Evet zahirden hakikate geçmek iki su-retledir:

Biri: Tarikat berzahına girip, seyr ü sülûk ile kat-ı meratip
ederek hakikate geçmektir.

İkinci Sûret: Doğrudan doğruya, tarikat berzahına uğramadan
lütf-u İlahî ile hakikate geçmektir ki, Sahabeye ve Tabiîne has ve yüksek ve
kısa tarik şudur. Demek, hakaik-ı Kur’âniyeden tereşşuh eden Nurlar ve o Nurlara
tercümanlık eden Sözler, o hassaya malik olabilirler ve maliktirler.

Mektubat, s. 340.

Bugünlerde, Kur’ân-ı Hakîmin nazarında imandan sonra en ziyade
esas tutulan takva ve amel-i salih esaslarını düşündüm.

Takva, menhiyattan ve günahlardan içtinab etmek; ve amel-i salih
emir dairesinde hareket ve hayrat kazanmaktır. Her zaman def-i şer, celb-i nef’a
râcih olmakla beraber, bu tahribat ve sefahet ve cazibedar hevesat zamanında, bu
takva olan def’i mefasid ve terk-i kebâir üssü’l-esas olup, büyük bir rüçhaniyet
kesb etmiş.

Bu zamanda tahribat ve menfi cereyan dehşetlendiği için, takva
bu tahribata karşı en büyük esastır. Farzları yapan, kebîreleri işlemeyen,
kurtulur. Böylekebâir-i azîme içinde, amel-i sâlihin ihlasla muvaffakıyeti pek
azdır.

Hem, az bir amel-i salih, bu ağır şerait içinde çok hükmündedir.
Hem, takva içinde bir nevi amel-i sâlih var. Çünkü, bir haramın terki vâciptir.
Bir vacibi işlemek, çok sünnetlere mukabil sevabı var. Takva, böyle zamanlarda,
binler günahın tehacümünde, birtek içtinab, az bir amelle yüzer günah terkinde,
yüzer vâcip işlenmiş oluyor. Bu ehemmiyetli nokta, niyet ile, takva namiyle ve
günahtan kaçınmak kastıyla, menfi ibadetten gelen ehemmiyetli a’mal-i sâlihadır.

Risale-i Nur Şakirtlerinin bu zamanda en mühim vazifeleri,
tahribata ve günahlara karşı takvayı esas tutup davranmak gerektir. Madem her
dakikada, şimdiki tarz-ı hayat-ı içtimaiyede yüz günah insana karşı geliyor;
elbette takva ile ve niyet-i içtinab ile yüzer amel-i salih işlenmiş
hükmündedir.

Kastamonu Lahikası, s. 106.

Tarikate ikinci, üçüncü derecede bakar. Galib kardeşimiz
Alevîler içinde Kadirî, Şazelî, Rufaî tarikatlerinin bir hulâsasını, Sünnet-i
seniyye dairesinde bir tarikat dersi vermesini düşünüyor. Hakikat namına ve
imanı kurtarmak ve bidalardan muhafaza etmek hesabına ehemmiyetli üç dört
faydası var:

Birincisi: Alevîleri başka fena cereyanlara kaptırmamak ve
müfrit Rafizîlik ve siyasi Bektaşilikten bir derece muhafaza etmek için
ehemmiyetli faydası var.

İkincisi: Hubb-u Âl-i Beyti meslek yapan Alevîler ne kadar ifrat
da etse, Rafizî de olsa, zındıkaya, küfr-ü mutlaka girmez. Çünkü muhabbet-i Â1-i
Beyt ruhunda esas oldukça, Peygamber ve Â1-i Beytin adavetini tazammun eden
küfr-ü mutlaka girmez-ler. İslamiyete o muhabbet vasıtasıyla şiddetli
bağlanıyorlar. Böylelerini daire-i sünnete tarikat namına çekmek, büyük bir
faydadır.

Hem, bu zamanda, ehl-i imanın vahdetine çok zarar veren bazı
siyasi cereyanlar Alevîlerin fıtrî fedakarlıklarından istifade edip kendilerine
alet etmemek için, Nur dairesine çekmek büyük bir maslahattır. Madem Nur
şakirtlerinin üstadı İmam-ı Ali Radıyallahü Anh’dır ve Nurun mesleğinde hubb-u
Â1-i Beyt esastır, elbette hakiki Alevîler, kemal-i iştiyakla o daireye
girmeleri gerektir.

Bu zaman, imanı kurtarmak zamanıdır. Seyr-i sülûk-u kalbî ile,
tarikat mesleğinde bu bidalar zamanında çok müşkülat bulunduğundan, Nur dairesi
hakikat mesleğinde gidip, tarikatlerin faydasını temin eder.

Emirdağ Lahikası-I, s. 237-238.

Evet, mesleğimizde, ihlas-ı tammeden sonra en büyük esas, sebat
ve metanettir. Ve o metanet cihetiyle şimdiye kadar çok vukuat var ki, öyleler,
herbiri yüze mukabil bu hizmet-i Nuriyede muvaffak olmuş adi bir adam ve yirmi
otuz yaşında iken, altmış yetmiş yaşındaki velîlere tefevvuk etmişler var.

Kastamonu Lahikası, s. 187.

Mesleğimizin esası uhuvvettir. Peder ile evlat, şeyh ile mürid
mabeynindeki vasıta değildir. Belki hakiki kardeşlik vasıtalarıdır. Olsa olsa
bir üstadlık ortaya girer. Mesleğimiz “Halîliye” olduğu için, meşrebimiz
“hıllet”tir. Hıllet ise, en yakın dost ve en fedakar arkadaş ve en güzel takdir
edici yoldaş ve en civanmert kardeş olmak iktiza eder. Bu hılletin üssü’1-esası,
samimi ihlastır. Samimi ihlası kıran adam, bu hılletin gayet yüksek kulesinin
başından sukut eder. Gayet derin bir çukura düşmek ihtimali var; ortada
tutunacak yer bulamaz.

Lem’alar, s.156.

Tevhîd-i imanî, elbette tevhîd-i kulûbu ister. Ve vahdet-i
îtikad dahi, vahdet-i içtimaiyeyi iktiza eder.

Evet, inkar edemezsin ki, sen bir adamla beraber bir taburda
bulunmakla, o adama karşı dostane bir rabıta anlarsın ve bir kumandanın emri
altında beraber bulunduğunuzdan, arkadaşane bir alaka telakkî edersin. Ve bir
memlekette beraber bulunmakla uhuvvetkarane bir münasebet hissedersin. Halbuki,
imanın verdiği nur ve şuur ile ve sana gösterdiği ve bildirdiği esma-i İlâhiye
adedince vahdet alakaları ve ittifak rabıtaları ve uhuvvet münasebetleri var.
Mesela, her ikinizin Halıkınız bir, Mâlikiniz bir, Mâbudunuz bir, Râzıkınız bir.
Bir bir… bine kadar bir, bir. Hem Peygamberiniz bir, dininiz bir, kıbleniz
bir. Bir bir… yüze kadar bir bir. Sonra köyünüz bir, devletiniz bir,
memleketiniz bir… ona kadar bir, bir.

Bu kadar bir birler vahdet ve tevhîdi, vifak ve ittifakı,
muhabbet ve uhuvveti iktiza ettiği ve kainatı ve küreleri birbirine bağlayacak
manevi zincirler bulunduklan halde; şikak ve nifaka, kin ve adavete sebebiyet
veren örümcek ağı gibi ehemmiyetsiz ve sebatsızşeyleri tercih edip mü’ mine
karşı hakiki adavet etmek ve kin bağlamak, ne kadar o rabıta-i vahdete bir
hürmetsizlik ve o esbab-ı muhabbete karşı bir istihfaf ve o münasebat-ı uhuvvete
karşı ne derece bir zulüm ve îtisaf olduğunu; kalbin ölmemiş ise, aklın sönmemiş
ise anlarsın.

Mektubat, s. 254-255.

İman mâl-i umumidir; her taifede muhtaçları ve sahipleri vardır.
Tarafgirlik giremez. Yalnız küfre, zındıkaya, dalalete karşı cephe alır. Nur
mesleğinde, müminlerin uhuvveti esastır.

Emirdağ Lahikası-I, s.177.

Madem, hayat-ı içtimaiyenin bir temel taşı ve fıtrat-ı
beşeriyenin bir hacet-i zarûriyesi ve aile hayatından ta kabîle ve millet ve
İslamiyet ve insaniyet hayatına kadar en lüzumlu ve kuvvetli rabıta ve her
insanın kainatta gördüğü ve tek başına mu-kabele edemediği medar-ı zarar ve
hayret ve insanî ve İslamî vazifelerin ifasına mani maddi ve manevi esbabın
tehacümatına karşı bir nokta-i istinad ve medar-ı teselli olan dostluk ve
kardeşane cemaat ve toplanmak ve samimane uhrevî cemiyet ve uhuvvet; hem siyasi
cephesi olmadığı halde ve bilhassa hem dünya, hem din, hem ahiret saadetlerine
kati vesile olarak iman ve Kur’ân dersinde halis bir dostluk ve hakikat yolunda
bir arkadaşlık ve vatanına ve milletine zararlı şeylere karşı bir tesanüd
taşıyan Risale-i Nur şakirtlerinin pekçok takdir ve tahsine şâyân ders-i imanda
toplanmalarına cemiyet-i siyasiye namını verenler, elbette ve herhalde, ya gayet
fena bir surette aldanmış veya gayet gaddar bir anarşisttir ki, hem insaniyete
vahşiyane düşmanlık eder, hem İslamiyete nemrudane adavet eder, hem hayat-ı
içtimaiyeye anarşiliğin en bozuk ve mütereddî tavrıyla husumet eder ve bu vatana
ve millete ve hakimiyet-i İslamiyeye ve dînî mukaddesata karşı mürtedane,
mütemerridane, anûdane mücadele eder.

Şualar, s. 242.

Eğer mesleğimiz şeyhlik olsa idi, makam bir olurdu veyahut
mahdut makamlar bulunurdu. O makama müteaddit istidatlar namzet olurdu.
Gıptakârâne bir hodgâmlık olabilirdi. Fakat mesleğimiz uhuvvettir. Kardeş
kardeşe peder olamaz, mürşid vaziyetini takınamaz. Uhuvvetteki makam geniştir;
gıptakârâne müzahemeye medar olamaz. Olsa olsa, kardeş kardeşe muavin ve zahîr
olur, hizmetini tekmil eder. Pederâne, mürşidâne mesleklerdeki gıptakârâne
hırs-ı sevap ve ulüvv-ü himmet cihetiyle çok zararlı ve hatarlı neticeler vücuda
geldiğine delil, ehl-i tarikatin o kadar mühim ve azîm kemâlâtları ve
menfaatleri içindeki ihtilâfâtın ve rekabetin verdiği vahîm neticelerdir ki,
onların o azîm, kudsi kuvvetleri bid’a rüzgarlarına karşı dayanamıyor.

Lem’alar, s.159-160.

Ey kardeşlerim, sizler biliyorsunuz ki, bizim mesleğimizde,
benlik, enaniyet, şan ü şeref perdesi altında makam sahibi olmaktan, öldürücü
zehir gibi ondan kaçıyoruz. Onu ihsas eden hâlâttan şiddetle içtinab ediyoruz.

Kastamonu Lahikası, s. 104.

Hem, Nur mesleğinde, benlik ve göste-riş bir nevi
şöhretperestlik, merdut olduğundan, bu enaniyet zamanında insanlara kendini
satmaya çalışmak ve beğendirmek, bir anda Nur şakirtleri böyle büyük bir imtiyaz
gibi bu eserlerle meşhur mevkîlere kendilerini göstermek bir nevi gösteriş
olması cihetiyle, kader-i İlâhî Nur şakirtlerini, tam ihlasın muhafazası için,
şimdilik müsaade etmiyor.

Emirdağ Lahikası-1, s. 250.

Nasıl ki ehl-i hamiyet bir insan, dostların hayatını kurtarmak
için kendini feda eder; öyle de, ehl-i imanın hayat-ı ebediyelerini tehlikeli
düşmanlardan muhafaza etmek için, lüzum olsa—hem lüzum var—kendim, değil yalnız
layık olmadığım o makamları, belki hakiki hayat-ı ebediyenin makamlarını dahi
feda etmeye, Risale-i Nur’dan aldığım ders-i şefkat cihetiyle terk ederim. Evet,
her vakit, hususan bu zamanda ve bilhassa dalaletten gelen gaflet-i umumiyede,
siyaset ve felsefenin galebesinde ve enaniyet ve hodfüruşluğun heyecanlı asrında
büyük makamlar herşeyi kendine tabî ve basamak yapar. Hatta dünyevî makamlar
için dahi mukaddesatını alet eder. Manevi makamlar olsa, daha ziyade alet eder.
Umu-mun nazarında kendini muhafaza etmek ve o makamlara kendini yakıştırmak için
bazı kudsi hizmetlerini ve hakikatleri basamak ve vesile yapıyor diye itham
altında kalıp, neşrettiği hakikatler dahi tereddütler ile revacı zedelenir.
Şahsa, makama faidesi bir ise, revaçsızlıkla umuma zararı bindir.

Elhasıl, hakikat-i ihlas, benim için şan ü şerefe ve maddi ve
manevi rütbelere vesile olabilen şeylerden beni menediyor. Hizmet-i Nuriyeye
gerçi büyük zarar olur; fakat kemiyet keyfiyete nisbeten ehemmiyetsiz
olduğundan, halis bir hadim olarak, hakikat-i ihlas ile herşeyin fevkinde
hakaik-ı imaniyeyi on adama ders vermek, büyük bir kutbiyetle binler adamı irşad
etmekten daha ehemmiyetli görüyorum. Çünkü o on adam, tam o hakikati herşeyin
fevkınde gördüklerinden, sebat edip, o çekirdekler hükmünde olan kalbleri, birer
ağaç olabilirler. Fakat o binler adam, dünyadan ve felsefeden gelen şüpheler ve
vesveseler ile, o kutbun derslerini, “Hususi makamından ve hususi hissiyatından
geliyor” nazarıyla bakıp, mağlup olarak dağılabilirler. Bu mana için
hizmetkarlığı, makamatlara tercih ediyorum.

Emirdağ Lahikası-l, s. 73-74.

Cenab-ı Hakka vasıl olacak tarikler pekçoktur. Bütün hak
tarikler Kur’ân’dan alınmıştır. Fakat tarikatlerin bazısı bazısından daha kısa,
daha selametli, daha umumiyetli oluyor. O tarikler içinde, kasır fehmimle
Kur’ân’dan istifade ettiğim, acz ve fakr ve şefkat ve tefekkür tarikıdır.

Evet, acz dahi aşk gibi, belki daha eslem bir tariktir ki,
ubudiyet tarikıyla mahbûbiyete kadar gider. Fakr dahi Rahmân ismine îsal eder.
Hem, şefkat dahi aşk. gibi, belki daha keskin ve daha geniş bir tariktir ki,
Rahîm ismine îsal eder. Hem, tefekkür dahi aşk gibi, belki daha zengin, daha
parlak, daha geniş bir tariktir ki, Hakîm ismine îsal eder.

Şu tarik, hatî tarıkler misillü, letâif-i aşere gibi on hatve
değil ve tarik-ı cehriye gibi nüfûs-u seb’a, yedi mertebeye atılan adımlar
değil, belki Dört Hatveden ibarettir. Tarikatten ziyade hakikattir, şeriattır.
Yanlış anlaşılmasın; acz ve fakr ve kusurunu Cenâb-ı Hakka karşı görmek
demektir. Yoksa, onları yapmak veya halka göstermek demek değildir. Şu kısa
tarikın evradı, ittiba-ı sünnettir; feraizi işlemek, kebairi terk etmektir ve
bilhassa namazı tadil-i erkân ile kılmak, namazın arkasındaki tesbihatı
yapmaktır.

Birinci Hatveye

âyeti işaret ediyor.

İkinci Hatveye

âyeti işaret ediyor.

Üçüncü Hatveye

âyeti işaret ediyor.

Dördüncü Hatveye

âyeti işaret ediyor.

Şu Dört Hatvenin kısa bir izâhı şudur ki:

Birinci Hatvede

âyeti işaret ettiği gibi, tezkiye-i nefs etmemek. Zîra insan, cibilliyeti ve
fıtratı hasebiyle, nefsini sever. Belki, evvelâ ve bizzat yalnız zâtını sever;
başka herşeyi nefsine feda eder. Mâbuda layık bir tarzda nefsini metheder,
mabuda lâyık bir tenzih ile nefsini meayibden tenzih ve tebrie eder. Elden
geldiği kadar kusurları kendine layık görmez ve kabul etmek; nefsine perestiş
eder tarzında, şiddetle müdafaa eder. Hatta fıtratında tevdî edilen ve Mabud-u
Hakikinin hamd ve tesbihi için ona verilen cihazat ve istidadı kendi nefsine
sarf ederek

sırrına mazhar olur. Kendini görür, kendine güvenir, kendini beğenir. İşte şu
mertebede, şu hatvede tezkiyesi, tathîri; onu tezkiye etmemek, tebrie
etmemektir.

İkinci Hatvede

ile dersini verdiği gibi; kendini unutmuş, kendinden haberi yok; mevti düşünse,
başkasına verir; fena ve zevali görse, kendine almaz. Ve külfet ve hizmet
makamında nefsini unutmak, fakat ahz-ı ücret ve istifade-i huzûzat makamında
nefsini düşünmek, şiddetle iltizam etmek, nefs-i emmârenin muktezasıdır. Şu
makamda tezkiyesi, tathîri, terbiyesi; şu halin aksidir. Yani, nisyan-ı nefs
içinde nisyan etmemek; yani, huzûzat ve ihtirâsatta unutmak ve mevtte ve
hizmette düşünmek.

Üçüncü Hatvede

dersini verdiği gibi; nefsin muktezası daima iyiliği kendinden bilip,
fahr ve ucbe girer. Bu hatveyle, nefsinde yalnız kusuru ve naksı ve aczi ve
fakrı görüp, bütün mehâsin ve kemalâtını, Fatır-ı Zülcelal tarafından ona ihsan
edilmiş nimetler olduğunu anlayıp, fahr yerinde şükür ve temeddüh yerinde hamd
etmektir. Şu mertebede tezkiyesi,

sırrıyla şudur ki: Kemalini kemalsizlikte, kudretini aczde, gınasını fakrda
bilmektir.

Dördüncü Hatvede

dersini verdiği gibi; nefis, kendini serbest ve müstakil ve bizzat mevcut bilir.
Ondan bir nevi rubûbiyet dâva der. Mâbuduna karşı ada-vetkarane bir isyanı
taşır. İşte gelecek şu hakikati derk etmekle ondan kurtulur. Hakikat şudur ki:
Herşey nefsinde mânâ-yı ismiyle fanîdir, mefkuttur, hadistir, mâdumdur; fakat
mânâ-yı harfiyle ve Sani-i Zülcelâlin esmasına ayinedarlık cihetiyle ve
vazifedarlık itibariyle, sabittir, meşhûddur, vâciddir, mevcuddur.

Şu makamda tezkiyesi ve tathîri şudur ki: Vücudunda adem,
ademinde vücudu vardır. Yani kendini bilse, vücud verse, kainat kadar bir
zulümat-ı adem içindedir. Yani, vücud-u şahsisine güvenip, Mûcid-i Hakîkiden
gaflet etse, yıldız böceği gibi bir şahsi ziyayı vücudu nihayetsiz zulümat-ı
adem ve firaklar içinde bulunur, boğulur. Fakat enaniyeti bırakıp, bizzat nefsi
hiç olduğunu ve Mûcid-i Hakîkinin bir ayine-i tecellîsi bulunduğunu gördüğü
vakit, bütün mevcudatı ve nihayetsiz bir vücudu kazanır. Zîra bütün mevcudat
esmasının cilvelerine mazhar olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücudu bulan bir kalb, herşeyi
bulur.

Şu acz, fakr, şefkat; tefekkür tarikındaki dört hatvenin
izâhâtı, hakikatin ilmine, şeriatın hakikatine, Kur’an’ın hikmetine dair olan
yirmi altı adet Sözlerde geçmiştir. Yalnız, şurada bir iki noktaya kısa bir
işaret edeeeğiz. Şöyle ki: Evet, şu tarik daha kısadır. Çünkü dört hatvedir.
Acz, elini nefisten çekse, doğrudan doğruya Kadîr-i Zülcelâle verir. Halbuki en
keskin tarik olan aşk, nefsinden elini çeker, fakat maşuk-u mecaziye yapışır.
Onun zevalini bulduktan sonra Mahbûb-u Hakîkiye gider. Hem şu tarik daha
eslemdir. Çünkü nefsin şatahât ve bâlâpervazane davaları bulunmaz. Çünkü acz ve
fakr ve kusurdan başka nefsinde bulunmuyor ki, haddinden fazla geçsin. Hem bu
tarik daha umumi ve cadde-i kübrâdır. Çünkü kainatı, ehl-i Vahdetü’1-Vücud gibi,
huzur-u daimî kazanmak için, idama mahkûm zannedip

hükmetmeye veyahut ehl-i Vahdetü’ş-Şuhud gibi, huzûr-u daimî için kainatı
nisyan-ı mutlak hapsinde hapse mahkûm tahayyül edip,

demeye mecbur ol-muyor. Belki idamdan ve hapisten, gayet zâhir olarak,
Kur’ân affettiğinden, o da sarf-ı nazar edip ve mevcudatı kendileri hesabına
hizmetten azlederek, Fâtır-ı Zülcelâl hesabına istihdam edip, Esmâ-i Hüsnâsının
mazhariyet ve ayinedarlık vazifesinde istimal ederek, mânâ-i harfi nazarıyla
onlara bakıp, mutlak gafletten kurtulup huzûr-u daimîye girmektir; herşeyde
Cenâb-ı Hakka bir yol bulmaktır. Elhasıl, mevcudatı mevcudat hesabına hizmetten
azlederek, mânâ-yı ismiyle bakmamaktır.

Sözler, s. 438-441.

Bu iki ay zarfında heyecanlı bir vaziyet-i siyasiye karşısında
bana, hem alakadar olduğum çok kardeşlerime kavî bir ihtimal ile ferah verecek
bir teşebbüs etmek lazımken, o vaziyete hiç ehemmiyet vermeyerek, bilakis, beni
tazyik eden ehl-i dünyanın lehinde olarak bir fıkirde bulundum. Bazı zatlar
hayret içinde hayrette kaldılar. Dediler ki: “Sana işkence eden bu mübtedi ve
kısmen münafık baştaki insanların takip ettikleri siyaseti nasıl görüyorsun ki,
ilişmiyorsun?” Verdiğim cevabın muhtasarı şudur ki:Bu zamanda ehl-i İslamın en
mühim tehlikesi, fen ve felsefeden gelen bir dalaletle kalblerin bozulması ve
imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yegânesi nurdur, nur göstermektir ki,
kalbler ıslah olsun, imanlar kurtulsun. Eğer siyaset topuzuyla hareket edilse,
galebe çalınsa, o kâfirler münafık derecesine iner. Münâfık, kâfırden daha
fenâdır. Demek, topuz böyle bir zamanda kalbi ıslah etmez. O vakit küfür kalbe
girer, saklanır; nifaka inkılap eder. Hem nur, hem topuz; ikisini, bu zamanda
benim gibi bir aciz yapamaz. Onun için bütün kuvvetimle nura sarılmaya mecbur
olduğumdan, siyaset topuzu ne şekilde olursa olsun, bakmamak lazım geliyor. Amma
maddi cihadın muktezası ise: O vazife şimdilik bizde değildir: Evet, ehline göre
kâfirin veya mürtedin tecavüzatına sed çekmek için topuz lazımdır. Fakat iki
elimiz var. Eğer yüz elimiz de olsa, ancak nura kâfi gelir; topuzu tutacak
elimiz yok.

Lem’alar, s. 96.

Risale-i Nur’un üstadı ve Risale-i Nur’a Celcelûtiye
Kasîdesi’nde rumuzlu işaretiyle pekçok alakadarlık gösteren ve benim hakaik-ı
imaniyede hususi üstadım İmam-ı Ali’dir (r.a.). Ve
 
ayetinin nassıyla, Al-i Beytin muhabbeti, Risale-i Nur’da ve mesleğimizde bir
esastır. Ve Vehhabîlik damarı, hiçbir cihette Nurun hakiki şakirtlerinde olmamak
lazım geliyor. Fakat, madem bu zamanda zındıka ve ehl-i dalalet ihtilaftan
istifade edip, ehl-i imanı şaşırtıp ve şeâiri bozarak, Kur’ân ve iman aleyhinde
kuvvetli cereyanları var. Elbette bu müthiş düşmana karşı cüzi teferruata dair
medar-ı ihtilaf münakaşaların kapısını açmamak gerektir.

Emirdağ Lahikası, s.200.

Teveccüh-ü nas istenilmez, belki verilir; verilse de, onunla
hoşlanılmaz. Hoşlansa, ihlası kaybeder, riyaya girer. Şan ü şeref arzusuyla
teveccüh-ü nas ve şan ü şeref, kabir kapısına kadar muvakkat olan bir lezzet-i
cüziyeye mukabil, kabrin öbür tarafında azab-ı kabir gibi nâhoş bir şekil
aldığından, teveccüh-ü nası arzu etmek değil, belki ondan ürkmek ve kaçmak
lazımdır. Şöhretperestlerin ve şan ü şeref peşinde koşanların kulakları
çınlasın.

Sahabelerin senâ-i Kur’âniyeye mazhar olan “îsâr hasleti”ni
kendine rehber etmek, yani, hediye ve sadakanın kabulünde başkasını kendine
tercih etmek ve hizmet-i dîniyenin mukabilinde gelen menfaat-i maddiyeyi
istemeden ve kalben talep etmeden, sırf bir ihsan-ı İlâhî bilerek, nasdan minnet
almayarak ve hizmet-i dîniyenin mukabilinde de almamaktır. Çünkü hizmet-i
dîniyenin mukabilinde dünyada birşey istenilmemeli ki, ihlas kaçmasın. Çendan
hakları var ki, ümmet onlann maişetlerini temin etsin. Hem, zekata da
müstehaktırlar. Fakat bu istenilmez; belki verilir. Verildiği vakit de,
“Hizmetimin ücretidir” denilmez. Mümkün olduğu kadar kanaatkârâne başka ehil ve
daha müstehak olanlann nefsini kendi nefsine tercih etmek.

Lem’alar, s. 144.

Mesleğimiz, tecavüz değil, tedâfü’dür; hem tahrip değil,
tamirdir; hem hâkim değiliz, mahkûmuz. Bize tecavüz edenler hadsizdirler.
Mesleklerinde elbette çok mühim ve bizim de malımız hakikatler var. O
hakikatlerin intişarında bize ihtiyaçları yoktur; binler o şeyleri okur,
neşreder adamları var. Biz onların yardımına koşmamızla, omuzumuzdaki çok
ehemmiyetli vazife zedelenir ve muhafazası lazım olan ve birer taifeye mahsus
bir kısım esaslar ve alî hakikatler kaybolmasına vesile olur.

Mesela, hadisat-ı zamaniye bahanesiyle Vehhabîlik ve Melamîliğin
bir nevine zemin ihzar etmek tarzında, bazı ruhsat-ı şer’iyeyi perde yapıp,
eserler yazılmış. Risale-i Nur, gerçi umuma teşmil suretiyle değil, fakat her
halde hakikat-i İslamiyenin içinde cereyan edip gelen esas velayet ve esas takva
ve esas azîmet ve essat-ı Sünnet-i Seniyye gibi ince fakat ehemmiyetli esasları
muhafaza etmek, bir vazife-i asliyesidir. Sevk-i zaruretle, hadisatın
fetvalarıyla onlar terk edilmez.

Kastamonu Lahikası, s. 48-49.

Risale-i Nur’un mesleği maddi manevi feragat mesleğidir. Ben
maddi ve manevi herşeyimi feda ettim, her musibete katlandım. Her işkenceye
sabrettim. Bu sayede hakikat-i imaniye her tarafa yayıldı. Bu sayede Nur
mekteb-i irfanının yüz binlerce, belki de milyonlarca talebeleri yetişti. Artık
bu yolda, hizmet-i imaniyede onlar devam edeceklerdir. Ve benim maddi ve manevi
herşeyden feragat mesleğimden ayrılmayacaklardır. Yalnız ve yalnız Allah rızası
için çalışacaklardır.Bize eza ve cefa edenlere karşı hiçbir talebemin kalbinde
zerre kadar intikam emeli beslememesini ve onlara mukabil Risale-i Nur’a sadakat
ve sebatla çalışmalarını tavsiye ederim.

Emirdağ Lahikası-II, s. 80.

Bu zamanda öyle fevkalade hâkim cereyanlar var ki, herşeyi kendi
hesabına aldığı için, faraza hakiki beklenilen ve bir asır sonra gelecek o zât
dahi bu zamanda gelse, harekâtını o cereyanlara kaptırmamak için, siyaset
âlemindeki vaziyetten ferâgat edecek ve hedefini değiştirecek diye tahmin
ediyorum.

Hem, üç mesele var; biri hayat, biri şeriat, biri imandır.
Hakikat noktasında en mühimmi ve en âzamı, iman meselesidir. Fakat, şimdiki
umumun nazarında ve hâl-i âlem ilcaatında en mühim mesele hayat ve şeriat
göründüğünden, o zât şimdi olsa da, üç meseleyi birden umum rûy-i zeminde
vaziyetlerini değiştirmek, nev-i beşerdeki câri olan âdetullaha muvâfık
gelmediğinden, her halde en âzam meseleyi esas yapıp, öteki meseleleri esas
yapmayacak; tâ ki iman hizmeti safvetini umumun nazarında bozmasın ve avâmın
çabuk iğfal olunabileri akıllarında, o hizmet başka maksatlara alet olmadığı
tahakkuk etsin.

Hem, yirmi seneden beri tahripkârâne eşedd-i zulüm altında o
derece ahlâk bozulmuş ve metânet ve sadakat kaybolmuş ki, ondan, belki yirmiden
birisine itimat edilmez. Bu acîb hâlâta karşı çok fevkalade sebat ve metânet ve
sadâkat ve hamiyet-i İslâmiye lazımdır; yoksa akîm kalır, zarar verir.

Demek, en halis ve en selâmetli ve en mühim ve en muvaffakıyetli
hizmet Risale-i Nur şakirtlerinin daireleri içindeki kudsi hizmettir.

Kastamonu Lahikası, s. 57-58

Âlem-i insaniyette ve İslâmiyette üç muazzam mesele olan iman ve
şeriat ve hayattır. İçlerinde en muazzamı iman hakikatleri olduğundan, bu
hakaik-ı Kur’âniye başka cereyanlara, başka kuvvetlere tâbî ve alet edilmemek ve
elmas gibi o Kur’ân’ın hakikatleri, dîni dünyaya satan veya alet eden adamların
nazarında cam parçalarına indirmemek ve en kudsi ve en büyük vazife olan imanı
kurtarmak hizmetini tam yerine getirmek için, Risale-i Nur’un has ve sadık
talebeleri gayet şiddet-i nefretle siyasetten kaçıyorlar.

Kastamonu Lahikası, s. 104.

İmânsız İslâmiyet, sebeb-i necât olmadığı gibi; İslâmiyetsiz
iman da medâr-ı necât olamaz. Felillâhilhamdü velminnetü, Kur’ân’ın i’câz-ı
manevisinin feyziyle Risale-i Nur mîzanları, dîn-i İslâmın ve hakaik-ı
Kur’âniyenin meyvelerini ve ne-ticelerini öyle bir tarzda göstermişlerdir ki,
dinsiz dahi onları anlasa, taraftar olmamak kâbil değil. Hem iman ve İslâmın
delil ve bürhanlarını o derece kuvvetli göstermişlerdir ki, gayr-i müslim dahi
anlasa, herhalde tasdik edecektir. Gayr-i müslim kaldığı halde, iman ve
İslâmiyetin meyvelerini ve saadet-i dâreynin mehâsini gibi hoş ve şirin öyle
neticelerini göstermişler ki, görenlere ve tanıyanlara nihayetsiz bir
tarafgirlik ve iltizam ve teslim hissini verir. Ve silsile-i mevcudat gibi
kuvvetli ve zerrât gibi kesretli iman verirler. Hattâ bazı defa evrâd-ı şah-ı
Nakşibendîde, şehadet getirdiğim vakit

dediğim zaman, nihayetsiz bir tarafgirlik hissediyorum. Eğer bütün dünya bana
ve-rilse, bir hakikat-i imaniyeyi feda edemiyorum. Bir hakikatin bir dakika
aksini farzetmek, bana gayet elim geliyor. Bütün dünya benim olsa, birtek
hakaik-ı imaniyenin vücud bulmasına bilâtereddüt vermesine, nefsim itaat ediyor.



dediğim vakit, nihayetsiz bir kuvvet-i iman hissediyorum. Hakaik-ı imaniyenin
herbirisinin aksini aklen muhal telakkî edi-yorum, ehl-i dalaleti nihayetsiz
ebleh ve dîvane görüyorum.

Mektubat, s. 38-39.

Mezkûr mesail gibi, dakîk mesail-i imaniyeyi mîzansız mücadele
suretinde cemaat içinde bahsetmek caiz değildir. Mîzansız mücadele olduğundan,
tiryak iken zehir olur; diyenlere, dinleyenlere zarardır. Belki böyle mesail-i
imaniyenin, îtidal-i demle, insafla, bir müdâvele-i efkâr suretinde bahsi
caizdir.

Kastamonu Lahikası, s. 42.

Tahmin ederim ki, nâsihlerin nasihatları şu zamanda tesirsiz
kaldığının bir sebebi şudur ki: Ahlâksız insanlara derler: “Hased etme, hırs
gösterme, adavet etme, inat etme, dünyayı sevme!” Yani, “Fıtratını değiştir!”
gibi, zahiren onlarca malayutak bir teklifte bulunurlar. Eğer deseler ki,
“Bunların yüzlerini hayırlı şeylere çeviriniz, mecralarını değiştiriniz”; hem
nasihat tesir eder, hem daire-i ihtiyarlarında bir emr-i teklif olur.

Mektûbat, s. 38.

Vazifemiz, ihlas ve sebat ve tesanüdlc ve mümkün olduğu kadar
ihtiyat ile, “sırren tenevveret,” irşad-ı Alevîyi fıilen tasdik etmek, ona göre
hareket etmektir; yoksa muarızlara mukabele etmek ve onların hücumundan telaş
etmek değil. Muvaf-fakıyet ve fütûhat-ı Nuriye ve revaç ile intişarı ise,
vazife-i İlâhiyedir. Vazifemizi yapıp, vazife-i İlâhiyeye karışmamak gerektir.

Emirdağ Lahikası-l, s. 210.

Hafız Ali demiş: “Risale-i Nur’un bir kerametidir; öküze et ve
arslana ot atmaz. Öküze ot verir, arslana ct verir. O arslan hocanın, en evvel
İhlas Risaleleri eline geçmiş.”

İşte Hafız Ali’nin bu mektubunu aldığımdan ya altı, ya yedi gün
evvel, Karadağ’dan inerken, birden diyordum: “Yahu, ata et, arslana ot atma;
arslana et, ata ot ver.” Bu kelimeyi beş altı defa, hoşuma gitmiş, tekrar
ediyordum. Ya Hafız Ali benden evvel yazmış, bana da söylettirdi; veyahut ben
evvel söylemişim, ona yazdırılmış. Yalnız bu garip tevafukta bir farkımız var.
O, öküze ot demiş; ben, ata ot demişim.

Kastamonu Lahikası, s. 193.

Eğer hasmını mağlup etmek istersen, fenalığına karşı iyilikle
mukabele et. Çünkü, eğer fenalıkla mukabele edersen, husumet tezayüd eder.
Zahiren mağlup bile olsa, kalben kin bağlar, adaveti idame eder. Eğer iyilikle
mukabele etsen, nedamet eder, sana dost olur.

hükmünce, müminin şe’ni, kerîm olmaktır. Senin ikramınla sana
musahhar olur. Zahiren leîm bile olsa, iman cihetinde kerîmdir. Evet, fena bir
adama “İyisin iyisin” desen, iyileşmesi ve iyi adama “Fenasın, fenasın” desen
fenalaşması çok vukû bulur. Öyle ise,

gibi desatir-i kudsiye-i Kur’aniyeye kulak ver; saadet ve selamet
ondadır.

Mektûbat, s. 256.

Eğer Risale-i Nur’u tenkit fikriyle tetkik eden adliye
memurları, imanlarını onunla kuvvetlendirip veya kurtarsalar, sonra beni idam
ile mahkûm etseler; şahit olunuz, ben hakkımı onlara helal ediyorum. Çünkü biz
hizmetkârız. Risale-i Nur’un vazifesi, imanı kuvvetlendirip kurtarmaktır. Dost
ve düşmanı tefrik etmeyerek, hizmet-i imaniyeyi hiçbir tarafgirlik girmeyerek
yapmaya mükellefiz.

Şualar, s. 331.

Bu acîb asrın hayat-ı dünyeviyeyi ağırlaştırması ve yaşamak
şeraitini ağırlatması ve çok etmesi; ve hacat-ı gayr-i zaruriyeyi görenekle
tiryaki ve müptela etmekle hacat-ı zarûriye derecesine getirmesiyle, hayatı ve
yaşamayı herkesin her vakitte en büyük maksat ve gayesi yapmıştır. Onunla
hayat-ı dîniye ve ebediye ve uhreviyeye karşı ya set çeker veya ikinci, üçüncü
derecede bırakır. Bu hatasının cezası olarak öyle dehşetli bir tokat yedi ki,
dünyayı başına cehennem eyledi.

İşte bu dehşetli musibette, ehl-i diyanet dahi büyük bir vartaya
düşüyorlar ve kısmen anlamıyorlar. Ezcümle, ben gördüm ki, ehl-i diyanet, belki
de ehl-i takva bir kısım zatlar bizimle gayet ciddi alakadarlık peyda ettiler. O
bir iki zatta gördüm ki, diyaneti ister ve yapmasını sever; ta ki, hayat-ı
dünyeviyesinde muvaffak olabilsin, işi rast gelsin. Hatta, tarikati keşf ve
keramet için ister. Demek, ahiret arzusunu ve dînî vezaifin uhrevî meyvelerini
dünya hayatına bir dirsek, bir basamak gibi yapıyor. Bilmiyor ki, saadet-i
uhreviye gibi saadet-i dünyevi-yeye dahi medar olan hakaik-ı dîniyenin fevaid-i
dünyeviyesi, yalnız müreccih (tercih edici) ve teşvik edici derecesinde
olabilir. Eğer illet derecesine çıksa ve o amel-i hayrın yapmasına sebep o fayda
olsa, o ameli iptal eder; laakal ihlası kırılır, sevabı kaçar.

Bu hasta ve gaddar ve bedbaht asrın bela ve vebasından ve zulüm
ve zulmetinden en mücerreb bir kurtarıcı, Risale-i Nur’un mîzanları ve
muvazeneleriyle, neşrettiği nur olduğunu kırk bin şahit vardır. Demek, Risale-i
Nur’un dairesine yakın bulunanlar içine girmezse, tehlike ihtimali kavîdir.

Evet,

işaretiyle, bu asır hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye, ehl-i İslama da
bilerek, severek tercih ettirdi.

Kastamonu Lahikası, s. 73-74.

Elhamdülillah, siyasetten tecerrüd sebebiyle, Kur’an’ın elmas
gibi hakikatlerini propaganda-i siyaset ittihamı altında cam parçalarının
kıymetine indirmedim. Belki, gittikçe o elmaslar kıymetlerini her taifenin
nazarında parlak bir tarzda ziyadeleştiriyor.

Mektûbat, s. 53.

Hakaik-ı imaniye ve Kur’aniye birer elmas hükmünde olduğu halde,
siyaset ile alude olsa idim, elimdeki o elmaslar iğfal olunabilen avam
tarafından, “Acaba taraftar kazanmak için bir propaganda-i siyaset değil mi?”
diye düşünürler. O elmaslara adi şişeler nazarıyla bakabilirler. O halde ben o
siyasete temas etmekle, o elmaslara zulmederim ve kıymetlerini tenzil etmek
hükmüne geçer.

Mektûbat, s. 66.

Evet, Nurcular, siyasetlerle alakaları olmaz. Yalnız iman
hakikatleriyle bütün hayatları bağlıdır. Şimdiye kadar gizli komiteden, siyaseti
dinsizliğe ve zındıkaya alet edenler, istibdad-ı mutlakla Nurcuları ezdiler.
İnşaallah, bir sebep çıkar, o istibdadı kıracak, masum ve mazlum Nurcuları
kurtaracak. Fakat çok dikkat ve ihtiyat lazımdır. Risale-i Nur, dünyada her
cereyanın fevkınde bulunması ve umumun malı olması cihetiyle, bir tarafa tabi ve
dahil olmaz. Belki mütecaviz dinsizlere karşı haklı tarafa yardımcı olur ve dost
olur ve ihtiyat kuvveti hükmünde onlara bir nokta-i istinad olur. Fakat siyaset
hesabına değil, belki Nurların intişarı ve maslahatı hesabına bazı kardeşler,
Nurlar namına değil, belki kendi şahısları namına girebilir.

Emirdağ Lahikası-I, s. 157.

Elbette bizlere lazım ve millete elzem, şimdi resmen izin
verilen, din tedrisatı için hususi dershaneler açılma ve izin verilmesine
binaen, Nur şakirtleri, mümkün olduğu kadar her yerde küçücük bir dershane-i
Nûriye açmak lazımdır. Gerçi, herkes kendi kendine bir derece istifade eder,
fakat herkes herbir meselesini tam anlamaz. Hem iman hakikatlerinin izahı olduğu
için, hem ilim Haşiye4 hem marifet, hem ibadettir. Eski medreselerde beş on
seneye mukabil, inşaallah Nur medreseleri, beş on haftada aynı neticeyi tcmin
edecek ve yirmi senedir ediyor.

Emirdağ Lahikası-l, s. 245.

Herbir adam eğer hanesinde dört beş çoluk çocuğu bulunsa, kendi
hanesini bir küçük medrese-i Nûriyeye çevirsin. Eğer yoksa, yalnız ise, çok
alakadar komşularından üç dört zat birleşsin; ve bu heyet, bulundukları haneyi
küçük bir medrese-i Nûriye ittihaz ctsin. Hiç olmazsa işleri ve vazifeleri
olmadığı vakitlerdc, beş on dakika dahi olsa Risale-i Nur’u okumak veya dinlemek
veya yazmak cihetiyle bir miktar meşgul olsalar. hakiki ilim talebeleri gibi,
onların maîşetlerini temin husûsundaki adi muameleleri de bir nevi ibadet
hükmüne geçebilir.

Emirdağ Lahikası-I. s. 101.

İkinci Nokta: İmam-ı Rabbanî ve Müceddid-i Elf-i Sani Ahmed-i
Farukî (r.a.) demiş: “Hakaik-i imaniyeden birtek meselenin inkişafı ve vuzuhu,
benim indimde binler ezvak ve keramata müreccahtır. Hem bütün tarikatlerin
gayesi ve neticesi, hakaik-ı imaniyenin inkişafı ve vuzuhudur.”

Madem şöyle bir tarikat kahramanı böyle hükmediyor; elbette
hakaik-ı imaniyeyi kemal-i vuzuh ile beyan eden ve esrar-ı Kur’âniyeden tereşşuh
eden Sözler velayetten matlub olan neticeleri verebilirler.

Üçüncü Nokta: Bundan otuz sene evvel, eski Said’in gafil
kafasına müthiş tokatlar indi, “El mevtü kakkun” kaziyesini düşündü. Kendini
bataklık çamurunda gördü. Medet istedi, bir yol aradı, bir halâskar taharrî
etti; gördü ki, yollar muhtelif. Tereddütte kaldı. Gavs-ı Azam olan Şeyh-i
Geylanî Radıyallahü Anhın Fütûhü’l-Gayb namındaki kitabıyla tefe’ül etti.
Tefe’ülde şu çıktı:


Acîbdir ki, o vakit ben Darü’l-Hikmeti’l-İslâmiye azası idim.
Güya ehl-i İslâmın yaralarını tedaviye çalışan bir hekim idim. Halbuki en ziyade
hasta ben idim. Hasta evvela kendine bakmalı, sonra hastalara bakabilir.

İşte Hazret-i Şeyh bana der ki: “Sen kendin hastasın; kendine
bir tabip ara.” Ben dedim: “Sen tabibim ol.” Tuttum, kendimi ona muhatap
addederek, o kitabı bana hitap ediyor gibi okudum. Fakat, kitabı çok şiddetli
idi. Gururumu dehşetli kırıyordu. Nefsimde şiddetli ameliyat-ı cerrahiye yaptı.
Dayanamadım, yarısına kadar kendimi ona muhatap ederek okudum, bitirmeye
tahamülüm kalmadı. O kitabı dolaba koydum. Fakat sonra, ameliyat-ı şifâkârâneden
gelen acılar gitti, lezzet geldi. O birinci üstadımın kitabını tamam okudum ve
çok istifade ettim. Ve onun virdini ve münâ-câtını dinledim, çok istifaza ettim.

Sonra İmam-ı Rabbanî’nin Mektûbat kitabını gördüm, elime aldım.
Halis bir tefeül ederek açtım. Acaiptendir ki, bütün Mektubat’ında yalnız iki
yerde “Bediüz-zaman” lafzı var: o iki mektup bana birden açıldı. Pederimin ismi
Mirza olduğundan, o mektuplarırı başında “Mirza Bediüz-zaman’a mektup” diye
yazılı olarak gördüm. “Fesübhanallah!” dedim. “Bu bana hitap ediyor.” O zaman
eski Said’in bir lakabı “Bediüzzaman”dı. Halbuki hicretin üç yüz senesinde,
Bediüzzaman-ı Hemedanî’-den başka o lakapla iştihar etmiş zatları bilmiyordum.
Halbuki, İmamın zamanında dahi öyle bir adam vardı ki, ona o iki mektubu yazmış.
O zatın hali, benim halime benziyormuş ki, o iki mektubu kendi derdime deva
buldum.

Yalnız İmam, o mektuplarında tavsiye ettiği gibi çok
mektuplarında musırrane şunu tavsiye ediyor: “Tevhîd-i kıble et.” Yani, birini
üstad tut, arkasından git, başkasıyla meşgul olma. Şu en mühim tavsiyesi, benim
istidadıma ve ahvâl-i ruhiyeme muvafık gelmedi. Ne kadar düşündüm, “Bunun
arkasından mı, yoksa ötekinin mi, yoksa daha ötekinin mi arkasından gideyim?”
Tahayyürde kaldım. Herbirinde ayrı ayrı cazibedar hasiyetler var. Biriyle iktifa
edemiyordum. O tahayyürde iken, Cenab-ı Hakkın rahmetiyle kalbime geldi ki, “Bu
muhtelif turûklann başı ve bu cedvellerin menbaı ve şu seyyarelerin güneşi,
Kur’ân-ı Hakîmdir. Hakîki tevhîd-i kıble bunda olur. Öyle ise, en ala mürşid de
ve en mukaddes üstad da odur.” Ona yapıştım, nâkıs ve perişan istidadım elbette
layıkıyla o mürşid-i hakikinin âb-ı hayat hükmündeki feyzini massedip alamıyor;
fakat, ehl-i kalb ve sahib-i halin derecatına göre, o feyzi, o âb-ı hayatı yine
onun feyziyle gösterebiliriz. Demek Kur’ân’dan gelen o Sözler ve o Nurlar,
yalnız aklî mesâil-i ilmiye değil, belki kalbî, ruhî, halî mesâil-i imaniyedir
ve pek yüksek ve kıymettar maarif-i İlahiye hükmündedirler.

Mektubat, s. 339-340.

Risale-i Nur’da daima dava edip demişim: “Zaman tarikat zamanı
değil, belki imanı kurtarmak zamanıdır. Tarikatsiz Cennete gidenler çoktur,
imansız Cennete giden yoktur” diye bütün kuvvetimizle imana çalışmışız. Ben
hocayım, şeyh deği-lim. Dünyada bir hanem yok ki, nerede tekkem olacak? Bu yirmi
sene zarfında, birtek adam yok ki, çıksın desin, “Bana tarikat dersi vermiş; ve
mahkemeler ve zabıtalar bulmamışlar. Yalnız, eskiden yazdığım tarikatlerin
hakikatlerini ilmen beyan eden “Telvihât Risalesi” var ki, bir ders-i hakikattir
ve yüksek bir ders-i ilmîdir; tarikat dersi değildir.

Emirdağ Lahikası-l, s. 28.

Hapishanede-Allah rahmet eylesin-mühim bir şeyh ve mürşid ve
cazibedar bir Nakşî evliyasından bir zat, dört ay mütemadiyen Risale-i Nur’un
elli altmış şakirtleri içinde celbkarane sohbet ettiği halde, yalnız birtek
şakirdi muvakkaten kendine çekebildi. Mütebakisi, o cazibedar şeyhe karşı
müstağnî kaldılar. Risale-i Nur’un yüksek, kıymettar hizmet-i imaniyesi onlara
kâfi olarak kanaat veriyordu.

O şakirtlerin gayet keskin kalb ve basireti şöyle bir hakikati
anlamış ki:

Risale-i Nur’a hizmet ise, imanı kurtarıyor; tarikat ve şeyhlik
ise, velayet mertebeleri kazandırıyor. Bir adamın imanını kurtarmak ise, on
mümini velayet derecesine çıkarmaktan daha mühim ve daha sevaplıdır. Çünkü iman,
saadet-i ebediyeyi kazandırdığı için bir mümine, küre-i arz kadar bir saltanat-ı
bakiyeyi temin eder. Velâyet ise, müminin Cennetini genişlettirir, parlattırır.
Bir adamı sultan yapmak, on neferi paşa yapmaktan ne kadar yüksek ise, bir
adamın imanını kurtarmak, on adamı veli yapmaktan daha sevaplı bir hizmettir.

İşte bu dakîk sırrı, senin Ispartalı kardeşlerin bir kısmının
akılları görmese de umumunun keskin kalbleri görmüş ki, benim gibi bîçare
günahkâr bir adamın arkadaşlığını evliyalara, belki de—eğer
bulunsaydı—müçtehidlere dahi tercih ettiler.

Bu hakikate binaen, bu şehre bir kutub, bir gavs-ı azam gelse,
“Seni on günde velayet derecesine çıkaracağım” dese, sen, Risale-i Nur’u bırakıp
onun yanına gitsen, Isparta kahramanlarına arkadaş olamazsın.

Kastamonu Lahikası, s. 51-52.

Manevi bir elektrik olan Resâili’n-Nur dahi gayet yüksek ve
derin bir ilim olduğu halde, külfet-i tahsile ve derse çalışmaya ve başka
üstadlardan taallüm edilmeye ve müderrisînin ağzından iktibas olmaya muhtaç
olmadan herkes derecesine göre o ulûm-u âliyeyi, meşakkat ateşine lüzum kalmadan
anlayabilir, kendi kendine istifade eder; muhakkik bir alim olabilir.

Sikke-i Tasdîk-ı Gaybî, s. 63.

Risale-i Nur’da ekseriyet itibariyle kendi kendine ders verip
muallimlere ihtiyaç bırakmadığından, bu tedris va-zifemde bana istirahat ve
tebrik nevinde bir ihsan-ı İlâhî olarak bu acîb hastalık benim istirahatime
medar oldu. Hem benim ruhuma geldi ki, Senin binler, belki yüz binler Saidcikler
senin bedeline ders verecek ve konuşacaklar var. İhsan-ı İlâhî ile Risale-i Nur,
başka ilimler gibi meşakkatli derslere muhtaç değil.

Emirdağ Lahikası-ll, s. 198.

Bu zaman, ehl-i hakikat için, şahsiyet ve enaniyet zamanı değil,
zaman, cemaat zamanıdır. Cemaatten çıkan bir şahs-ı manevi hükmeder ve
dayanabilir. Büyük bir havuza sahip olmak için bir buz parçası hükmündeki
enaniyet ve şahsiyetini, o havuza atmaktır ve eritmek gerektir. Yoksa, o buz
parçası erir, zayi olur; o havuzdan da istifade edilmez.

Kastamonu Lahikası, s. 102.

Salisen: Bu zaman, cemaat zamanıdır. Ferdî şahısların dehası ne
kadar harika da olsalar, cemaatin,şahs-ı manevisinden gelen dehasına kar,sı
mağlup düşebilir. Alem-i İslamı bir cihette tenvir edecek ve kudsi bir dehanın
nurları olan bir vazife-i imaniye, bîçare, zayıf, mağlup, hadsiz düşmanları ve
onu ihanetle, hakaretle çürütmeye çalışan muannid hasımları bulunan bir şahsa
yüklenmez. Yüklense, o kusurlu şahıs ihanet darbeleriyle düşmanları tarafından
sarsılsa, o yük düşer, dağılır.

Emirdağ Lahikası-I, s. 70.

Bizi hayrette bırakan ve gayet şaşırtan ve bir garazı ihsas eden
ve bililtizam hiçten bir sebeb-i ittiham icad etmek nevinden, musırrane, bir
cemiyet ve teşkilat varmış gibi soruyorlar, “Bu teşkilatı yapmak için nereden
para alıyorsunuz?” diyorlar.

Elcevap: Evvela, ben dahi soranlardan soruyorum: Böyle bir
cemiyet-i siyasiyenin, bizim tarafımızdan vücuduna dair hangi vesika, hangi
emareler var ve para ile teşkilat yaptığımıza hangi delil, hangi hüccet
bulmuşlar ki, bu kadar musırrane soruyorlar? Ben, on senedir Isparta vilayetinde
şiddetli tarassut altında bulunmuşum. Bir iki hizmetkar ve on günde bir iki
yolcudan başka adamları görmeyen garip, kimsesiz, dünyadan usanmış, siyasetten
gayet şiddetle nefret etmiş ve kuvvetli siyasi muhalif cemiyetlerin ne kadar
aksülameller ile zararlı ve akîm kaldığını mükerrer müşahedatla görmüş ve kendi
kavim ve binler dostları içinde, en mühim fırsatta, siyasi cemiyet ve
cereyanları reddetmiş ve karışmamış ve iman-ı tahkikinin gayet kudsi ve hiçbir
şeyle zedelenmesi caiz olmayan hizmeti bozmak ve ağraz-ı siyasi ile çürütmeyi en
büyük bir cinayet telakkî ederek şeytandan kaçar gibi siyasetten kaçan ve on
seneden beri

kendine düstur eden ve hileyi hilesizlikte bulan, asabî ve
bilaperva esrarını fâş eden, on sene koca Isparta vilayetinin hassas ve dessas
memurlarına böyle teşkilat sezdirmeyen bu adamdan, “Böyle bir teşkilat var ve
siyasi bir dolabı çeviriyorsunuz” diyenlere karşı, yalnız ben değil, belki
Isparta vilayeti ve bütün beni tanıyanlar, belki bütün ehl-i akıl ve vicdan,
onların iftiralarını nefretle karşılar ve “Garazkâr planlar ile onu itham
ediyorsunuz” diyecekler.

Saniyen: Meselemiz imandır. İman kuvvetiyle bu memlekette ve
Isparta’nın yüzde doksan dokuz adamları ile uhuvvetimiz var. Halbuki, cemiyet
ise ekser içinde ekalliyetin ittifakıdır. Bir adama karşı, doksan dokuz adam
cemiyet olmaz. Meğer, gayet insafsız bir dinsiz, herkesi (hâşâ) kendi gibi
dinsiz tevehhüm edip, bu mübarek ve dindâr milleti tahkir etmek niyetiyle böyle
işâa eder.

Tarihçe-i Hayat, s. 201.

Nur Talebelerinin ders arkadaşlıklarına ve sırf vatan ve millet
ve din menfaatine ve saadet-i dünyeviye ve uhreviye hesabına ve hariçten ve
dahilden gelen ifsad cereyanlarına karşı mücahidâne tesanüdlerine gizli cemiyet
namını vermek, değil nev-i beşeri, belki zemini de hiddete getirip, o ittihamı
reddeder.

Şualar, s. 329.

Bana sordular ki: “Sizin cemiyet olmadığınız, üç mahkeme o
cihette beraat vermesiyle, yirmi seneden beri tarassut ve nezaret eden altı
vilayetin o noktadan ilişmemeleriyle tahakkuk ettiği halde, Nurcularda öyle
harika bir alaka var ki, hiçbir cemiyette, hiç bir komitede yoktur. Bu müşkülü
halletmenizi isterim ‘ dediler.

Ben de cevaben dedim ki; “Evet, Nurcular cemiyet memiyet,
hususan siyasi ve dünyevî ve menfi ve şahsi ve cemaatî menfaat için teşekkül
eden cemiyet ve komite değiller ve olmazlar. Fakat, bu vatanın eski kahramanlan
kemal-i sevinçle şehadet mertebesini kazanmak için ruhlarını feda eden milyonlar
İslâm fedâilerinin ahfadları, oğulları ve kızları, o fedailik damarını irsiyet
almışlar ki, bu harika alakayı gösterip Denizli mahkemesinde bu aciz bîçare
kardeşlerine bu gelen cümleyi onlar hesabına söylettirdiler:

“Milyonlar kahraman başları feda oldukları bir hakikate başımız
dahi feda olsun” diye onlar namına söylemiş, mahkemeyi hayret ve takdirle
susturmuş. Demek, Nurcularda hakiki, halis, sırf rıza-yı İlâhî için ve müsbet ve
uhrevî fedâiler var ki, mason ve komünist ve ifsad ve zındıka ve ilhad ve Taşnak
gibi dehşetli komiteler o Nurculara çare bulamayıp hükümeti, adliyeyi aldatarak,
lastikli kanunlar ile onları kırmak ve dağıtmak istiyorlar. İnşaallah bir halt
edemezler. Belki Nur’un ve imanın fedâilerini çoğaltmaya sebebiyet verecekler.

Şualar, s. 439.

Benim ittihamım ve tevkifime sebep gösterilen dördüncü madde,
devletçe yasak edilen tarikat dersini vermekle ihbar edilmiş olmaklığımdır.

Elcevap: Evvela: Elinizdeki bütün kitaplarım şahittirler ki, ben
hakaik-ı imaniye ile meşgulüm. Hem müteaddit risalelerde yazmışım ki, “Tarikat
zamanı değil, belki imanı kurtarmak zamanıdır. Tarikatsiz Cennete giden pek çok,
fakat imansız Cennete girecek yok. Onun için, imana çalışmak zamanıdır” diye
beyan etmişim.

Saniyen: On senedir Isparta vilayetinde bulunuyorum. Biri
çıksın, bana, “Tarikat dersi vermiş desin. Evet, bazı has ahiret kardeşlerime
ulûm-u imaniye ve hakaik-ı âliye dersini, hocalık itibariyle vermişim. Bu,
tarikat talimi değil, belki hakikat tedrisidir. Yalnız bu kadar var. Ben
Şafîyim, namazdan sonraki tesbihatım Hanefi tesbihatından biraz farklıdır. Hem,
akşam namazından yatsı namazına kadar ve fecir-den evvel hiç kimseyi kabul
etmemek şartıyla, kendi kendime günahlarımdan istiğfar ve ayetler okumak gibi
şeylerle meşguliyetim var. Zannederim, dünyada hiçbir kanun bu hale yasak
diyemez.

Tarihçe-i Hayat, s. 199

Ben buradaki bütün Risale-i Nur Şakirtlerini ve benimle
görüşenleri veya okuyan ve yazanlarını aynıyla işhad ediyorum; onlardan sorunuz
ki, ben hiçbirisine dememişim bir cemiyet-i siyasiye veya cemiyet-i Nakşiye
teşkil edeceğiz. Daima dediğim budur: “Biz, imanımızı kurtarmaya çalışacağız.
Umum ehl-i iman dahil oldukları ve üç yüz milyondan ziyade efradı bulunan bir
mukaddes cemaat-i İslâmiyeden başka mabeynimizde medar-ı bahs olmadığını ve
Kur’ân’da “hizbullah” namı verilen ve umum ehl-i imanın uhuvveti cihetiyle
kendimizi, Kur’ân’a hizmetimiz için hizbü’1-Kur’ân, hizbullah dairesinde
bulmuşuz. Eğer kararnamede bu mânâ murad ise, bütün ruhumuzla, kemal-i iftiharla
itiraf ederiz. Eğer başka mânâlar murad ise, onlardan haberimiz yoktur.

Şualar, s. 238.

Medar-ı hayrettir ki, bu defa da yine bir cemiyet vehmini tekrar
ileri sürüyorlar. Halbuki, üç mahkeme bu ciheti tetkik edip beraat vermekle
beraber mabeynimizde böyle medar-ı ittiham olacak hiçbir cemiyet, hiçbir emare,
mahkemeler, zabıtalar, ehl-i vukuflar bulmamışlar. Yalnız, bir muallimin
talebeleri ve darülfünûn şakirtleri ve Kur’ân dersini veren hafızın hıfza
çalışanları gibi, Risale-i Nur Talebelerinde bir uhrevi kardeşlik var. Bunlara
cemiyet namını veren ve onunla ittiham eden, bütün esnaf ve mekteplilere ve
vâizlere siyasi cemiyet nazarıyla bakmak gerektir. Bunun için ben böyle asılsız
ve mânâsız ittihamlarla buraya hapse gelenleri müdafaa etmeye lüzum görmüyorum.

Yalnız, hem bu memleketi, hem âlem-i İslâmı çok alakadar eden ve
maddi ve manevi bu vatana ve bu millete pek çok bereket ve menfaati tahakkuk
eden Risale-i Nur’u üç defa müdafaa ettiğimiz gibi tekrar aynı hakikat ile
müdafâamı men edecek hiçbir sebep yok ve hiçbir kanun ve hiçbir siyaset yasak
etmez ve edemez.

Evet, biz bir cemiyetiz. Ve öyle bir cemiyetimiz var ki, her
asırda üç yüz elli milyon dahil mensupları var. Ve hergün beş defa namazla o
mukaddes cemiyetin pren-siplerine kemâl-i hürmetle alakalarını ve hizmetlerini
gösteriyorlar.

kudsi programıyla, birbirinin yardımına dualarıyla ve manevi kazançlarıyla
koşuyorlar. İşte biz bu mukaddes ve muazzam cemiyetin efradındanız. Ve hususi
vazifemiz de, Kur’ân’ın imanî hakikatlerini tahkiki bir surette ehl-i imana
bildirip, onları ve kendimizi idam-ı ebedîden ve daimî ve berzahî haps-i
münferitten kurtarmaktır. Sair dünyevî ve siyasi ve entrikalı cemiyet ve
komitelerle ve bizim medar-ı ittihamımız olan cemiyetçilik gibi asılsız ve
mânâsız gizli cemiyetle hiçbir münasebetimiz yoktur ve tenezzül etmi-yoruz.

Şualar, s. 320.

Evet, biz bir cemaatiz. Hedefimiz ve programımız evvela
kendimizi, sonra milletimizi idam-ı ebedîden ve daimî berzahî haps-i münferitten
kurtarmak ve vatandaşlarımızı anarşilikten ve serserilikten muhafaza etmek ve
iki hayatımızı imhaya vesile olan zındıkaya karşı Risale-i Nur’un çelik gibi
hakikatleriyle kendimizi muhafazadır.

Şualar, s. 305.

Risale-i Nur’un şahs-ı manevisi ve o şahs-ı maneviyi temsil eden
has şakirtlerinin şahs-ı manevisi “Ferîd” makamına mazhar oldukları için, değil
hususi bir memleketin kutbu, belki—ekseriyet-i mutlaka ile—Hicaz’da bulunan
kutb-u âzamın tasarrufundan hariç olduğunu. Ve onun hükmü altına girmeye mecbur
değil. Her zamanda bulunan iki imam gibi, onu tanımaya mecbur olmuyor. Ben
eskide, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini o imamlardan birisini zannediyordum.
Şimdi anlıyorum ki, Gavs-ı Âzamda kutbiyet ve gavsiyetle beraber ferdiyet dahi
bulunduğundan, ahirzamanda, şakirtlerinin bağlandığı Risale-i Nur, o ferdiyet
makamının mazharıdır. Bu, gizlenmeye lâyık olan bu sırr-ı azîme binaen, Mekke-i
Mükerremede dahi-farz-ı muhal olarak-Risale-i Nur’un aleyhinde bir itiraz kutb-u
azamdan dahi gelse, Risale-i Nur şakirtleri sarsılmayıp, o mübarek kutb-u azamın
itirazını iltifat ve selâm suretinde telakkî edip, teveccühünü de kazanmak için,
medar-ı itiraz noktaları o büyük üstadlarına karşı izah etmek, ellerini
öpmektir.

Kastamonu Lahikası, s. 145.


emriyle, kardeşlerimle bir meşverete muhtacım.

Emirdağ Lahikası-I, s. 23.

Siz, meşveretle ne lazımsa yaparsınız. Fakat ihtiyatla,
telaşsız, velveleye vermemek tazım.

Emirdağ Lahikası-l, s. 141.

Bundan sonra her meselemizde emir, Risale-i Nur’un şahs-ı
manevisini temsil eden has şakirtlerin ve sizlerindir. Benim de şimdi bir reyim
var.

Emirdağ Lahikası-I, s. 219.

Hafız Mustafa’nın bizce pek çok ehemmiyetli olan mektubu, çoktan
beri beklediğim bir hakikati gösterdi ki; Risale-i Nur dairesindeki şakirtler,
istişâre suretinde, tâb etmek gibi çok ehemmiyetli işleri görmeye
başlamalarıdır.

Kastamonu Lahikası, s. 90.

Mümkün olduğu kadar geçici rüzgarlara ehemmiyet vermeyiniz,
bakmayınız. Zaten mabeyninizde samimi tesanüd ve meşveret-i şer’iye, sizi öyle
şeylerden muhafaza eder. İçinizdeki şahs-ı manevinin fikrini, o meşveretle
bildirir.

Kastamonu Lahikası, s. 91.

Meşveret-i şer’iye ile reylerinizi teşettütten muhafaza ediniz.
İhlas Risalesi’nin düsturlarını her vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa, az
bir ihtilaf bu vakitte Risale-i Nur’a büyük bir zarar verebilir.

Kastamonu Lahikası, s. 178.

Şeytan-ı ins, şeytan-ı cinnîden aldığı derse binâen,
hizbü’1-Kur’ân’ın fedâkâr hadimlerini hubb-u câh vasıtasıyla aldatmak ve o kudsi
hizmetten ve o manevi ulvî cihaddan vazgeçirmek istiyorlar. Şöyle ki:

İnsanda, ekseriyet itibariyle hubb-u câh denilen hırs-ı şöhret
ve hodfüruşluk ve şân ü şeref denilen riyâkârâne, halklara görünmek ve nazar-ı
âmmede mevki sahibi olmaya, ehl-i dünyanın her ferdinde cüz’i-külli arzu vardır.
Hatta o arzu için, hayatını feda eder derecesinde şöhretperestlik hissi onu sevk
eder. Ehl-i ahiret için bu his gayet tehlikelidir. Ehl-i dünya için de gayet
dağdağalıdır; çok ahlâk-ı seyyienin de menşeidir ve insanların da en zayıf
damarıdır. Yani bir insanı yakalamak ve kendine çekmek; onun o hissini okşamakla
kendine bağlar, hem onun ile onu mağlup eder. Kardeşlerim hakkında en ziyade
korktuğum, bunların bu zayıf damarından ehl-i ilhâdın istifade etmek
ihtimâlidir. Bu hal beni çok düşündürüyor. Hakîki olmayan bazı bîçare dostlarımı
o suretle çektiler, mânen onları tehlikeye attılar.Haşiye5 Ey kardeşlerim ve ey
hizmet-i Kur’ân’da arkadaşlarım! Bu hubb-u câh cihetinden gelen dessas ehl-i
dünyanın hafiyelerine veya ehl-i dalaletin propagandacılarına veya şeytanın
şakirtle-rine deyiniz ki:

“Evvelâ, rızâ-yı İlâhî ve iltifât-ı Rahmânî ve kabul-ü Rabbânî
öyle bir makamdır ki, insanların teveccühü ve istihsânı, ona nispeten bir zerre
hükmündedir. Eğer teveccüh-ü rahmet varsa, yeter. İnsanların teveccühü, o
teveccüh-ü rahmetin in’ikâsı ve gölgesi olmak cihetiyle makbuldür, yoksa arzu
edilecek bir şey değildir. Çünkü kabir kapısında söner, beş para etmez.”

Mektubat, s. 401-402.

Ey kardeşlerim, sizler biliyorsunuz ki, bizim mesleğimizde,
benlik, enaniyet, şân ü şeref perdesi altında makam sahibi olmaktan, öldürücü
zehir gibi ondan kaçıyoruz. Onu ihsâs eden hâlâttan şiddetle içtinâb ediyoruz.

Kastamonu Lahikası, s.104.

Gaflet ve dünyaperestlikten çıkan dehşetli bir enaniyet, bu
zamanda hükmediyor. Onun için ehl-i hakikat-hatta meşrû bir tarzda dahi olsa-
enaniyetten, hodfüruşluktan vazgeçmeleri lazım olduğundan, Risale-i Nur’un
hakiki şakirtleri, buz parçası olan enaniyetlerini şahs-ı manevide ve havz-ı
müşterekte erittiklerinden inşaallah bu fırtınada sarsılmayacaklar.

Şualar, s. 267.

Ehl-i dalaletin tarafgirleri, enaniyetten istifade edip,
kardeşlerimi benden çekmek istiyorlar. Hakîkaten, insanda en tehlikeli damar,
enaniyettir. Ve en zayıf damarı da odur. Onu okşamakla, Çok fena şeyleri
yaptırabilirler.

Ey kardeşlerim! Dikkat ediniz; sizi enaniyette vurmasınlar,
onunla sizi avlamasınlar. Hem biliniz ki şu asırda, ehl-i dalalet, eneye binmiş,
dalalet vadilerinde koşuyor. Ehl-i hak bilmecburiye, eneyi terk etmekle hakka
hizmet edebilir. Enenin istimâlinde haklı dahi olsa, madem ki öteki-lere benzer
ve onlar da onları kendileri gibi nefisperest zannederler, hakkın hizmetine
karşı bir haksızlıktır. Bununla beraber etrâfına toplandığımız hizmet-i
Kur’âniye eneyi kabul etmiyor, “nahnü” istiyor; “`Ben’ demeyiniz, `Biz’ deyiniz”
diyor. Elbette kanaatiniz gelmiş ki, bu fakir kardeşiniz ene ile meydana
çıkmamış. Sizi enesine hadim yapmıyor. Belki, enesiz bir hadim-i Kur’ânî olarak
kendini size göstermiş. Ve kendini beğenmemeyi ve enesine taraftar olmamayı
meslek ittihaz etmiş. Bununla beraber, kati deliller ile sizlere ispat etmiştir
ki, meydan-ı istifâdeye vaz’ edilen eserler mîrî malıdır, yani Kur’ân-ı Hakîmin
tereşşuhâtıdır; hiç kimse enesiyle onlara temellük edemez. Haydi farz-ı muhâl
olarak ben enemle o eserlere sahip çıkıyorum. Benim bir kardeşimin dediği gibi,
madem bu Kur’ânî hakikat kapısı açıldı, benim noksaniyetime ve
ehemmiyetsizliğime bakılmayarak, ehl-i ilim ve kemâl, arkamda bulunmaktan
çekinmemeli ve istiğnâ etmemelidirler. Selef-i sâlihînin ve muhakkikîn-i
ulemanın âsarları, çendan her derde kâfi ve vâfi bir hazîne-i azîmedîr; fakat
bazı zaman olur ki, bir anahtar bir hazîneden ziyade ehemmiyetli olur. Çünkü
hazîne kapalıdır; fakat bir anahtar, çok hazîneleri açabilir. Zannederim ki, o
enaniyet-i ilmiyeyi fazla taşıyan zâtlar da anladılar ki, neşrolunan Sözler,
hakaik-ı Kur’âniyenin birer anahtarı ve o hakaikı inkâr etmeye çalışanların
başlarına inen birer elmas kılıçtır. O ehl-i fazl ve kemâl ya kuvvetli
enaniyet-i ilmiyeyi taşıyan zâtlar bilsinler ki, bana değil, Kur’ân-ı Hakîme
talebe ve şakirt oluyorlar. Ben de onların bir ders arkadaşıyım. Haydi farz-ı
muhâl olarak ben üstadlık dava etsem, madem şimdi ehl-i imanın tabakatını,
avâmdan havassa kadar, mâruz kaldıkları evham ve şübehâttan kurtarmak çaresini
bulduk, o, ya daha kolay bir çaresini bulsunlar veyahut bu çareyi iltizam edip
ders versinler, taraftar olsunlar. Ulemaü’s-sû’ hakkında bir tehdid-i azim var.
Bu zamanda ehl-i ilim ziyade dikkat etmeli. Haydi farz etseniz ki,
düşmanlarımızın zannı gibi, ben, benlik hesabına böyle bir hizmette bulunuyorum.
Acaba, dünyevî ve millî bir maksat için, çok zâtlar toplanıp, şiddetli bir
tesanüdle iş gördükleri halde, acaba bu kardeşiniz, hakikat-i Kur’âniye ve
hakaik-ı imaniye etrafında, kendi enaniyetini setretmekle beraber, o dünyevî
komitenin onbaşıları gibi, terk-i enaniyetle hakaik-ı Kur’âniye etrafında bir
tesanüdü sizden istemeye hakkı yok mudur? Sizin en büyük âlimleriniz de, ona
“Lebbeyk!” dememesinde haksız değil midirler?

Kardeşlerim, enaniyetin içimizde en tehlikeli ciheti,
kıskançlıktır. Eğer sırf Lillâh için olmazsa, kıskançlık müdahele eder, bozar.
Nasıl ki bir insanın bir eli, bir elini kıskanmaz ve gözü kulağına hased etmez
ve kalbi aklına rekabet etmez; öyle de, bu heyetimizin şahs-ı manevisinde her
biriniz bir duygu, bir aza hükmündesiniz. Birbirinize karşı rekabet değil,
bilâkis birbirinizin meziyetiyle iftihar etmek, mütelezziz olmak bir vazife-i
vicdani-yenizdir.

Birşey daha kaldı, en tehlikesi odur ki; içinizde ve
ahbabınızda, bu fakir kar-deşinize karşı bir kıskançlık damarı bulunmak, en
tehlikelidir. Sizlerde mühim ehl-i ilim de var. Ehl-i ilmin bir kısmında, bir
enaniyet-i ilmiye bulunur. Kendi mütevazi de olsa, o cihette enaniyetlidir;
çabuk enaniyetini bırakmaz. Kalbi, aklı ne kadar yapışsa da, nefsi o ilmî
enaniyeti cihetinde imtiyaz ister, kendini satmak ister, hatta yazılan
risalelere karşı muaraza ister. Kalbi risaleleri sevdiği ve aklı istihsan ettiği
ve yüksek bulduğu halde, nefsi ise enaniyet-i ilmiyeden gelen kıskançlık
cihetinde zımnî bir adavet besler gibi, Sözlerin kıymetlerinin tenzilini arzu
eder. Tâ ki kendi mahsülat-ı fikriyesi onlara yetişsin, onlar gibi satılsın.

Halbuki, bilmecburiye bunu haber veriyorum ki: Bu dürus-u
Kur’âniyenin dairesi içinde olanlar, allâme ve müçtehidler de olsalar,
vazifeleri-ulûm-u imaniye cihetinde-yalnız yazılan şu Sözlerin şerhleri ve
îzahlarıdır veya tanzimleridir. Çünkü çok emarelerle anlamışız ki, bu ulûm-u
imaniyedeki fetva vazifesiyle tavzif edilmişiz. Eğer biri dairemiz içinde nefsin
enaniyet-i ilmiyeden aldığı bir his ile, şerh ve îzah hâricinde birşey yazsa,
soğuk bir muaraza veya nâkıs bir taklitçilik hükmüne geçer. Çünkü çok delillerle
ve emarelerle tahakkuk etmiş ki, Risale-i Nur eczaları Kur’ân’ın tereşşuhatıdır.
Bizler, taksimü’l a’mâl kaidesiyle, herbirimiz bir vazife deruhte edip, o âb-ı
hayat tereşşuhâtını muhtaç olanlara yetiştiriyoruz.

Mektubat, s. 412-413.

Nasıl ki, bir padişahın adi bir hizmetkârı ve bîçare bir neferi;
padişah namına feriklere, paşalara hedaya-yı şâhânesini ve nişanlarını veriyor,
onları minnettar ediyor. Eğer ferikler ve müşirler, “Bu adi nefere neden
tenezzül edip elinden ihsan ve nişanları alıyoruz?” deseler, mağrurâne bir
divaneliktir. Eğer o nefer dahi, vazifesinin haricinde müşire kıyâm etmezse,
kendini ondan yüksek görse, eblehcesine bir divaneliktir. Hem, eğer o memnun
olan feriklerden birisi, müteşekkirâne o neferin kulübeciğine tenezzülen misafir
gitse; kuru ekmekten başka bulmayan o nefer mahcup kalmamak için, o hali gören
ve bilen padişah—elbette o neferini mahcup etmemek için—matbah-ı şâhâneden,
sadık hizmetkârının muhterem misâfırine tabla gönderir. Öyle de, Kur’ân-ı
Hakîmin sadık bir hizmetkârı, ne kadar adi olursa olsun, Kur’ân namına, en büyük
insanlara emirlerim çekinmeyerek tebliğ eder ve en zengin ruhlu olanlara
Kur’ân’ın âlî elmaslarını yalvararak mütezellilâne değil, belki müftehirâne ve
müstağniyâne satar. Onlar ne kadar büyük olursa olsun, o adi hizmetkâra, vazife
başında iken tekebbür edemezler. Ve o hizmetkâr dahi, onların ona mürâcaatında,
kendine medâr-ı gurur bulamaz ve haddinden tecâvüz etmez. Eğer o hazîne-i
kudsiyenin müşterileri içinde bazıları, o bîçare hizmetkâra velayet nazarıyla
baksalar, elbette hakikat-i Kur’âniyenin merhamet-i kudsiyesi şânındandır ki, o
hizmetkârını mahcup etmemek için, hazîne-i hâssa-i İlâhiyeden o hizmetkârın hiç
haberi ve medhali olmadan, onlara medet versin ve himmet ederek fe-yizdar etsin.

Mektubat, s. 338-339.

Risale-i Nur Kur’ân’ın malıdır. Benim ne haddim var ki, sahip
olayım; tâ ki, kusurlarım ona sirayet etsin. Belki o Nur’un kusurlu bir hadimi
ve o elmas mücevherât dükkânının bir dellâlıyım. Benim karma karışık vaziyetim;
ona sirayet edemez, ona dokunamaz. Zâten Risale-i Nur’un bize verdiği ders de,
hakikat-i ihlâs, ve terk-i enaniyet ve daima kendini kusurlu bilmek ve
hodfüruşluk etmemektir. Kendimizi değil, Risale-i Nur’un şahs-ı manevisini ehl-i
imana gösteriyoruz. Bizler, kusurumuzu görene ve bize bildirene-fakat hakikat
olmak şartıyla-minnettar oluyoruz, Allah râzı olsun deriz. Boynumuzda bir akrep
bulunsa, ısırmadan atılsa, nasıl memnun oluıuz; kusurumuzu-fakat garaz ve inat
olmamak şartıyla ve bidalara ve dalalete yardım etmemek kaydı ile-kabul edip
minnettar oluyoruz.

Emirdağ Lahikası-I, s. 49.

Deniliyor ki: “Neden, Nur şakirtlerinin kuvvetli hüsn-ü zanları
ve kati kanaatleri, senin şahsın hakkında Nurlara daha ziyade şevklerine medâr
olan bir makamı ve kemâlâtı şahsına kabul etmiyorsun? Yalnız Risale-i Nur’a
verip, kendini çok kusurlu bir hadim gösteriyorsun?”

Elcevap: Hadsiz hamd ve şükür olsun ki, Risale-i Nur’un öyle
kuvvetli ve sarsılmaz istinad noktaları ve öyle parlak ve keskin hüccetleri var
ki, benim şahsımda zannedilen meziyete, istidâda ihtiyacı yoktur. Başka eserler
gibi, müellifin kâbi-liyetine bakıp, makbuliyeti ve kuvveti ondan almıyor. İşte
meydanda, yirmi senedir kati hüccetlerine dayanıp, şahsımın maddi ve manevi
düşmanlarını teslime mecbur ediyor. Eğer şahsiyetim ona ehemmiyetli bir nokta-i
istinad olsaydı, dinsiz düşmanlarım ve insafsız muarızlarım kusurlu şahsımı
çürütmekle, Nurlara büyük darbe vurabilirdiler. Halbuki o düşmanlar,
divaneliklerinden, yine her nevi desiselerle beni çürütmeye ve hakkımda
teveccüh-ü âmmeyi kırmaya çalıştıkları halde, Nurların fütûhâtına ve kıymetine
zarar veremiyorlar. Yalnız bazı zayıf ve yeni müştakları bulandırsa da,
vazgeçiremiyorlar.

Bu hakikat için, hem bu zamanda enaniyet ziyade hükmettiği için,
haddimden çok ziyade olan hüsn-ü zanları kendime almıyorum ve ben, kardeşlerim
gibi, kendi nefsime hüsn-ü zan etmiyorum. Hem, kardeşlerimin bu bîçare
kardeşlerine verdiği makam-ı uhrevî, hakiki, dînî makam ise, Mektubat’ta İkinci
Mektubun âhirindeki kâideye göre, “Şahsıma verdikleri manevi hediye olan
kemâlâtı—eğer hâşâ—ben kendimi öyle bilsem, olmamasına delildir; kendimi öyle
bilmesem, onların o hediyesini kabul etmemek lazım geliyor.” Hem kendini makam
sahibi bilmek cihetinde enaniyet müdâhale edebilir.

Birşey daha kaldı ki; dünya cihetinde, hakaik-ı imaniyenin
neşrindeki vazifedar, makam sahibi olsa daha iyi tesir eder, denilebilir. Bunda
da iki mâni var:

Birisi: Farazâ velayet olsa da, bilerek, isteyerek makam yapmak
tarzında, velayetin mâhiyetindeki ihlâs ve mahviyete münâfidir. Nübüvvetin
vereseleri olan Sahabeler gibi izhâr ve dava edemezler; onlara kıyas edilmez.

İkinci Mâni: Pekçok cihetlerle çürütülebilir ve fânî ve cüzi ve.
muvakkat ve kusurlu bir şahıs sahip olsa, Nurlara ve hakaik-ı imaniyenin
fütûhâtına zarar gelir. Fakat bir nokta var ki, mûcib-i şükrandır. Ehl-i
siyasetteki düşmanlarım, mezkûr hakikatleri bilmedikleri için, şerefli, izzetli
eski Said’i düşünüp mütemadiyen Nurlar bedeline benim şahsıma ihânet ve tenkîs
etmekle meşgul oluyorlar. Bazı mutaassıp enaniyetli hocaları da şahsımın
aleyhine çeviriyorlar. Güyâ Nurları söndürmeye çalışıyorlar. Halbuki Nurları
daha ziyade parlattırmaya vesile oluyorlar. Nurlar, adi şahsımdan değil, Kur’ân
güneşinin menbâından nurları alıyor.

Emirdağ Lahikası-I, s. 223-224.

Baba ne kadar haksız da olsa, oğul, onun rızâsını tahsil etmeye
mecburdur. Oğul da ne kadar serkeş de olsa, baba, şefkat-i fıtriyesini ona karşı
esirgemez ve esirgememeli. Değil böyle baba ve evlât ve mümtaz seciyeli ve
Risale-i Nur’un baş şakirtleri, belki birbirinden çok uzak ve düşman da olsalar,
Risale-i Nur’un hatırı için Risale-i Nur şakirtlerinin mâbeynindeki tefânî,
birbirini tenkit etmemek, kusurunu affetmek düsturu ile, bu iki kardeşim dünyevî
ve cüzi ve hissî şeyleri medâr-ı münâkaşa etmesinler. Pederlik ve veledliğin
iktizâ ettiği hürmet ve şefkatle beraber, Nurun şakirtliği iktizâ ettiği kusura
bakmamak ve affetmek ve benim çok sevdiğim iki kardeşim-benim hatırım
için-birbirini tenkit etmemek lazım geliyor.

Emirdağ Lahikası-I, s. 88.

Bu zamanda en büyük bir ihsan, bir va-zife, imanını
kurtarmaktır, başkaların imanına kuvvet verecek bir surette çalışmaktır. Sakın,
benlik ve gurura medâr şeylerden çekin. Tevazu, mahviyet ve terk-i enaniyet, bu
zamanda ehl-i hakikate lazım ve elzemdir. Çünkü bu asırda en büyük tehlike
benlikten ve hodfüruşluktan ileri geldiğinden; ehl-i hak ve hakikat,
mahviyetkârâne daima kusurunu görmek ve nefsini itham etmek gerektir. Sizin
gibilerin ağır şerait içinde kahramancasına imanını ve ubudiyetini muhafaza
etmesi, büyük bir makamdır.

Emirdağ Lahikası, s. 62.

Deniliyor ki: “Madem Risale-i Nur hem kerâmetlidir, hem
tarikatlerden ziyade iman hakikatlerinin inkişâfında terakki veriyor ve sadık
şakirtleri kısmen bir cihette velayet derecesindeler. Neden evliyalar gibi
manevi zevkler keşfiyâtlara ve maddi kerâmetlere mazhariyetleri görülmüyor? Hem,
onun talebeleri de öyle şeyler aramıyorlar?”

Elcevap: Evvelâ, sebebi, sırr-ı ihlâstır. Çünkü dünyada,
muvakkat zevkler, kerâmetler tam nefsini mağlup etmeyen insanlara bir maksat
olup, uhrevî ameline bir sebep teşkil eder, ihlâsı kırılır. Çünkü amel-i uhrevî
ile dünyevî maksatlar, zevkler aranılmaz; aranılsa, sırr-ı ihlâsı bozar.

Risale-i Nur dünya işlerine alet olamaz, dünya işlerine siper
edilemez. Çünkü ehemmiyetli bir ibadet-i tefekküriye olduğu cihetle, dünyevî
maksatlar onunla kasten istenilmez; istenilse, ihlâs kırılır, o ehemmiyetli
ibadet şekli değişir. Yani, çocuklar gibi, döğüştükleri vakit Kur’ân’ı başına
siper eder. Başına gelen zarar. Kur’ân’a geldiği gibi, Risale-i Nur, böyle
muannid hasımlara karşı siper istimâl edilmemeli.

Sâniyen: Kerâmetler, keşfiyâtlar, tarikatte sülûk eden âmî ve
yalnız imanı, taklidi bulunan ve tahkik derecesine girmeyenlere, bazan zayıf
olanları takviye ve vesveseli şüphelilere kanaat vermek içindir. Halbuki
Risale-i Nur’un imanî hakikatlerine gösterdiği hüccetler, hiçbir cihette
vesveselere meydan vermediği gibi; kanaat vermek cihetinde kerâmetlere,
keşfiyâtlara hiç ihtiyaç bırakmıyor. Onun verdiği iman-ı tahkiki, keşfıyât,
zevkler ve kerâmetlerin çok fevkınde olmasından, hakiki şakirtleri, öyle kerâmet
gibi şeyleri aramıyorlar.

Sâlisen: Risale-i Nur’un bir esası, kusurunu bilmekle
mahviyetkârâne yalnız rızâ-yı İlâhî için rekâbetsiz hizmet etmektir. Halbuki
kerâmet sahipleri ve keşfiyâttan zevklenen ehl-i tarikatin mâbeynindeki ihtilâf
ve bir nevi rekâbet, ve bu enaniyet zamanında, ehl-i gafletin nazarında, onlara
sû-i zan edip, o mübârek zâtları, benlik ve enaniyetle ittiham etmeleri
gösteriyor ki; Risâ1e-i Nur’un şakirtleri, şahsı için kerâmet ve keşfiyâtlar
istememek, peşinde koşmamak lazım ve elzemdir. Hem onun mesleğinde şahsa
ehemmiyet verilmiyor: Şirket-i mâneviye ve kardeşler birbirinde tefânî
noktasında Risale-i Nur’un mazhar olduğu binler kerâmet-i ilmiye ve intişâr-ı
hizmetteki teshîlât ve çalışanların maîşetindeki bereket gibi ikrâmât-ı İlâhiye
umuma kâfi gelir; daha başka şahsi kerâmeti aramıyorlar.

Râbian: Dünyanın yüz bahçesi, fânî olmak haysiyetiyle, ahiretin
bâkî olan bir ağacına mukâbil gelemez. Halbuki, hazır lezzete meftûn kör
hissiyât-ı insaniye, fânî, hazır bir meyveyi, bâkî, uhrevî bir bahçeye tercih
etmek cihetiyle, nefs-i emmâre bu hâlet-i fıtriyeden istifade etmemek için
Risale-i Nur şakirtleri ezvâk-ı ruhâniyeyi ve keşfiyât-ı mâneviyeyi dünyada
aramıyorlar.

Risale-i Nur şakirtlerine bu noktada benzeyen eskiden bir zât,
haremiyle beraber büyük bir makamda bulunduklan halde, maişet müzâyakası
yüzünden haremi, demiş zevcine, “İhtiyacımız şedittir.” Birden, altından bir
kerpiç yanlarında hazır oldu. Haremine dedi: “İşte Cennetteki bizim kasrımızın
bir kerpicidir.” Birden o mübârek hanım demiş ki: “Gerçi çok muhtacız ve
ahirette de çok böyle kerpiçlerimiz var; fakat, fânî bir surette bu zâyi
olmasın, o kasrımızdan bir kerpiç noksan olmasın. Duâ et, yerine gitsin; bize
lazım değil.” Birden yerine gitti; keşf ile gördüler diye rivâyet edilmiş.

İşte bu iki kahraman ehl-i hakikat, Risale-i Nur şakirtlerinin
dünyaya ait ezvâk-ı kerâmetlere koşmadıklarına bir hüsn-ü misâldir.

Emirdağ Lahikası-1, s. 85-86.

Risale-i Nur’un hakiki şakirtleri, hizmet-i imaniyeyi herşeyin
fevkınde görür;-kutbiyet de verilse ihlâs için hizmetkârlığı tercih eder.

Kastamonu Lahikası, s.190.

Evet, dünyaya ait harika neticeler, bazı efrâd-ı mühimme gibi,
Risale-i Nur’a çokça terettüb ediyor; fakat, onlar istenilmez, belki veriliyor.
İllet olamaz, bir fayda olabilir. Eğer istemekle olsa, illet olur, ihlâsı kırar,
o ibadeti kısmen iptal eder. Çabuk bu hadiseyi teskin ediniz; yoksa, münafıklar
istifade edecekler. Belki onların parmağı var.

Evet, Risale-i Nur’un o kadar dehşetli muannidlere karşı
gâlibâne mukâvemeti, sırr-ı ihlâstan ve hiçbir şeye alet edilmemesinden ve
doğrudan doğruya saadet-i ebediyeye bakmasından ve hizmet-i imaniyeden başka bir
maksat takip etmemesinden ve bazı ehl-i tarikatin ehemmiyet verdikleri keşf ve
kerâmât-ı şahsi-yeye ehemmiyet vermemekten ve velayet-i kübrâ sahipleri olan
Sahabiler gibi, verâset-i nübüvvet sırrıyla yalnız iman nurlarını neşretmek ve
ehl-i imanın imanlarını kurtarmaktır.

Evet, Risale-i Nur’un o kadar dehşetli zamandaki kazandırdığı
iki netice-i muhakkakası herşeyin fevkındedir; başka şeylere ve makamlara
ihtiyaç bırakmıyor.

Birinci Neticesi: Sadâkat ve kanaatle Risale-i Nur dairesine
giren, imanla kabre gireceğine gayet kuvvetli senetler var.

İkinci Neticesi: Risale-i Nur dairesinde, ihtiyârımız olmadan,
haberimiz yokken takarrür ve tahakkuk eden şirket-i mâneviye-i uhreviye
cihetiyle herbir hakiki sadık şâkirdi, binler diller ile, kalbler ile duâ etmek,
istiğfar etmek, ibadet etmek ve bazı melâike gibi kırk bin lisân ile tesbih
etmektir. Ve Ramazan-ı şerifteki hakikat-i Leyle-i Kadir gibi, kudsi ve ulvî
hakikatleri yüz bin el ile aramaktır. İşte, bu gibi netice içindir ki, Risale-i
Nur Şâkirtleri, hizmet-i Nuriyeyi velayet makamına tercih eder, keşf ve kerâmâtı
aramaz ve ahiret meyvelerini dünyada koparmaya çalışmaz. Ve vazife-i İlâhiye
olan muvaffakıyet ve halka kabul ettirmek ve revaç vermek ve galebe ettirmek ve
müstehak oldukları şân ü şeref ve ezvâk ve inâyetlere mazhar etmek gibi, kendi
vazifelerinin haricinde bulunan şeylere karışmaz ve harekâtını onlara binâ
etmezler. Hâlisen, muhlisen çalışırlar, “Vazifemiz hizmettir, o yeter” derler.

Kastamonu Lahikası, s. 200.

Bizlerle pekçok alakadar bir zât, çok defa dehşetli şekvâ ediyor
ki, “Ben adam olamıyorum, gittikçe fenalaşıyorum, manevi hizmetlerimin
neticelerini göremi-yorum” diye medet istiyor. Ona yazıyoruz ki, “Bu dünya
dârü’l-hizmettir, ücret almak yeri değildir. Amâl-i sâlihanın ücretleri,
meyveleri, nurları berzahta, ahirettedir. O bâki meyveleri bu dünyaya çekmek ve
bu dünyada onları istemek, ahireti dünyaya tâbî etmek demektir. O amel-i sâlihin
ihlâsı kırılır, nuru gider. Evet, o meyveler istenilmez, niyet edilmez; edilse
teşvik için verildiğini düşünüp, şükreder.”

Evet, bu asırda, o derece hayat-ı dünyeviye damarına dokunmuş ve
yaralamış ve heyecana getirmiş ki, mübârek ve ihtiyar ve hoca ve ehl-i salâhat
olan bir zât dahi, dünyada bir nevi hayat-ı uhreviye ezvâkını istiyor, birinci
derecede, zevk-i hayat onda hükmediyor.

Kastamonu Lahikası, s. 92.

Kardeşlerim, çok dikkat ve ihtiyat ediniz, sakın sakın hocalarla
münakaşa etmeyiniz. Mümkün olduğu kadar musâlâhakârâne davranınız,
enaniyetlerine dokunmayınız. Bid’at taraftarı da olsa ilişmeyiniz. Karşımızda
dehşetli zındıka varken, mübtedi’lerle uğraşıp onları, dinsizlerin tarafına sevk
etmemek gerektir. Eğer size ilişmek için gönderilmiş hocalara rast gelseniz,
mümkün olduğu kadar münâzaa kapısını açmayınız. İlim kisvesiyle itiraz-ları,
münafıkların ellerinde bir senet olur.

Emirdağ Lahikası-I, s.130.

Risale-i Nur dairesinde bulunan ve bilfiil çalışan hocalardan ve
Konya hocalarından başka, sair hocalara, bugünlerde, tashîhât yaparken şiddetli
bir hiddet bana geldi. Çünkü Arabî okumayan Nur şakirtlerinin fedâkârları, Arabî
bilmemesinden sehivler, hatâlar oluyor. Ben de zahmet çektiğimden, hem eski
talebelerimden olan hocalara ve kardeşime, hem şimdiki Ankara’da ve
İstanbul’daki resmî hocalara bağırarak dedim: “Ey insafsızlar! Neden hem
vazifeniz, hem medresenin mahsulü, hem size farz-ı ayn gibi lüzumu bulunan bu
hizmet-i imaniyede bana yardım etmiyorsunuz? Belki de, sizin lakaydlığınızdan,
çokların çekilmesine sebebiyet veriyorsunuz? İmâm-ı Ali’nin (r.a.), ahirzamanın
bir kısım hocalarına vurduğu tokattan hissedar oluyorsunuz” diye dehşetli bir
itiraz kalbe gelirken, birden, kalbini bozmayan hocaları müdâfaa etmek için üç
mânâ ihtar edildi.

Birincisi: Resmen iki büyük merkezde, iki heyet-i ilmiye, beyanı
münâsip olmayan çok esbâba binâen, her vesîleyle hoca kısımlarının Risale-i
Nur’dan çekilmeleri için çok vâsıtaları istimâl ediyorlar. Memuriyet gibi derd-i
maîşet belâsıyla bîçare hocaları dairelerine çekip, Nurlardan uzaklaştırıyorlar.
Bîçare hocalar, Nurların kıymetini bilmiyorlar değil, belki derdi maîşet veyahut
o heyet-i ulemadaki büyük hocalara itimat edip ve kendi tahsil ettiği ilm-i dînî
kendi imanını kurtaracak derecesindedir zannıyla lâkayd kalıp, ruhsatla amel
etmeye kendine fetvâ buluyor.

İkinci Mânâ: Bu kadar dehşetli bir hücum ve tazyike mâruz kalan
Risale-i Nur şakirtlerini, evham yüzünden, güyâ “Menemen ve Şeyh Said vak’aları
gibi bir hadisenin ihtimâli var” diye, iki defa, imhâ için; hem-perde
altında-eskiden beri düşmanlarım, hem resmen kanun ve idâre ve siyaset cihetinde
merhametsiz bir surette bazı erkân-ı hükümetin bizi iki defa hapis ve ittiham
etmesi ve resmî ve gayr-i resmî propagandalarla herkesi bizden ve Nurlardan
ürkütmesiyle, elbette hassas ve bir derece zayıf hocalara ehemmiyetli bir korku
verip, bir mâzeret olur. Onun için, ekseriyet değil, belki yalnız fevkalade bir
cesâret ve gayret taşıyan bir kısım hocalar, Nurlar dairesine girip,
girmeyenleri de bir derece affettirdiler.

Emirdağ Lahikası-I, s. 210.

Bîçare bazı hocaları ve sofuları Risale-i Nur’a karşı bir
çekinmek, bir soğukluk vermek için hiç hatıra gelmeyen bir vesileyi bulmuşlar.
Şöyle ki:

Diyorlar, “Said, yanında başka kitapları bulundurmuyor; demek
onları beğenmiyor. Ve İmâm-ı Gazâlî’yi de (r.a.) tam beğenmiyor ki, eserlerini
yanına getirmiyor.” İşte, bu acîb, mânâsız sözlerle bir bulantı veri-yorlar. Bu
nevi hileleri yapan, perde altında, ehl-i zındıkadır, fakat, safdil hocaları ve
bazı sofuları vasıta yapıyorlar.

Buna karşı deriz ki, “Hâşâ, yüz defa hâşâ. Risale-i Nur ve
şakirtlerinin, bir üstâdı olan Hüccetü’1-İslâm İmâm-ı Gazâlî ve beni Hazret-i
Ali ile bağlayan yegâne üstâdımı beğenmemek değil, belki bütün kuvvetleriyle,
onların takip ettiği mesleği, ehl-i dalaletin hücumundan kurtarmak ve muhafaza
etmektir. Fakat, onların zamanında bu dehşetli zındıka hücumu, erkân-ı imaniyeyi
sarsmıyordu. O muhakkik ve allâme ve müçtehid zâtların asırlarına göre
münâzara-i ilmiyede ve dîniyede istimâl ettikleri silâhlar hem geç elde edilir,
hem bu zaman düşmanlarına birden galebe edemediğinden, Risale-i Nur, Kur’ân-ı
Mu’cizü’l-Beyandan hem çabuk, hem keskin, hem tam düşmanların başını dağıtacak
silahları bulduğu için, o mübârek ve kudsi zâtların tezgâhlarına mürâcaat
etmi-yor. Çünkü umum onların mercileri ve menbaları ve üstadları olan Kur’ân,
Risale-i Nur’a tam mükemmel bir üstad olmuştur. Ve hem vakit dar, hem bizler az
olduğumuz için vakit bulamıyoruz ki, o nurânî eserlerden de istifade etsek.

Hem, Risale-i Nur şakirtlerinin yüz mislinden ziyade zâtlar o
kitaplarla meşguldürler ve o vazifeyi yapıyorlar. Biz de o vazifeyi onlara
bırakmışız. Yoksa, hâşâ ve kellâ, o kudsi üstadlarımızın mübârek eserlerini ruh
u canımız kadar severiz. Fakat, herbirimizin bir kafası, birer eli, birer dili
var; karşımızda da binler mütecâviz var; vaktimiz dar, en son silâh, mitralyöz
gibi Risale-i Nur bürhanlarını gördüğümüzden, mecburiyetle ona sarılıp iktifâ
ediyoruz.

Kastamonu Lahikası, s.133.

Cenâb-ı Hak abdini tecrübe eder ve der ki: “Sen böyle yapsan,
sana böyle yaparım. Göreyim seni, yapabilir misin?” diye tecrübe eder. Fakat
abdin hakkı yok ve haddi değil ki, Cenâb-ı Hakkı tecrübe etsin ve desin: “Ben
böyle işlesem, Sen böyle işler misin?” diye tecrübevârî bir surette Cenâb-ı
Hakkın rubûbiyetine karşı imtihan tarzı sû-i edeptir, ubudiyete münâfidir.”

Madem hakikat budur; insan kendi vazifesini yapıp Cenâb-ı Hakkın
vazifesine karışmamalı.

Meşhurdur ki, bir zaman İslâm kahramanlarından ve Cengiz’in
ordusunu müteaddit defa mağlup eden Celâleddin-i Harzemşah harbe giderken,
vüzerâsı ve etbâı ona demişler:

“Sen muzaffer olacaksın; Cenâb-ı Hak seni galip edecek.”

O demiş:

“Ben Allah’ın emriyle, cihad yolunda hareket etmeye vazifedarım,
Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmam. Muzaffer etmek veya mağlup etmek Onun
vazifesidir.” İşte o zât, bu sırr-ı teslimiyeti anlamasıyla, harika bir surette
çok defa muzaffer olmuştur.

Evet, insanın elindeki cüz’-i ihtiyârî ile işledikleri
ef’âllerinde, Cenâb-ı Hakka ait netâici düşünmemek gerektir. Meselâ
kardeşlerimizden bir kısım zâtlar, halkların Risale-i Nur’a iltihakları
şevklerini ziyadeleştiriyor, gayrete getiriyor; dinlemedikleri vakit, zayıfların
kuvve-i mâneviyeleri kırılıyor, şevkleri bir derece sönüyor. Halbuki üstâd-ı
mutlak, muktedâ-i küll, rehber-i ekmel olan Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselâm,

olan fermân-ı İâhîyi kendine rehber-i mutlak ederek, insanların
çekilmesi ile ve dinlememesiyle daha ziyade sa’y ü gayret ve ciddiyetle tebliğ
etmiş. Çünkü,

sırrıyla anlamış ki, insanlara dinlettirmek ve hidâyet vermek,
Cenâb-ı Hakkın vazifesidir. Cenâb-ı Hakkın vazifesine karışmazdı. Öyle ise, işte
ey kardeşlerim, siz de, size ait olmayan vazifeye harekâtınızı binâ etmekle
karışmayınız ve Hâlıkınıza karşı tecrübe vaziyetini almayınız.

Mesnevi-i Nûriye, s. 144-145.

Umûr-u uhreviyede hırs ve kanaatsizlik bir cihette makbuldür,
fakat mesleğimizde ve hizmetimizde bazı ârızalar ile inkisâr-ı hayal cihetiyle,
şükür yerine, meyusiyetle şekvâ etmeye sebep olur; belki de hizmetten vazgeçer.
Onun için mesleğimizde kanaat, daima şükrü ve metâneti ve sebâtı netice verdiği
için, ihlâs dairesinde hizmet noktasında çok hırs ve kanaatsizlik gösterdiğimiz
halde, neticelerine ve semerâtına karşı kanaatle mükellefiz.

Emirdağ Lahikası-l, s. 89.

İmânın kuvvetlenmesi için bu zamanda ve bu zeminde gayet
şiddetli bir ihtiyac-ı kati ile ders-i dinde bazı şahıslar lazımdır ki, hakikati
hiçbir şeye feda etmesin, hiçbir şeye alet etmesin, nefsine hiçbir hisse
vermesin; tâ ki, imana dâir dersinden istifade edilsin, kanaat-i katiye gelsin.

Şuâlar, s. 335.

Eski zamanda, bir şeyhin müridleri pekçok olmasından, o
memleketin hükümeti siyasetçe telaş edip, onun cemaatini dağıtmak istemiş. O zât
hükümete demiş: “Benim yalnız bir buçuk müridim var, başka yok. İsterseniz
tecrübe edeceğiz.” O zât, bir yerde çadır kurdu, kendi binler müridlerini oraya
toplattı. O da emretti: “Ben bir imtihan yapacağım. Her kim benim müridim ise ve
emri kabul etse, Cennete gidecek.” Çadıra birer birer çağırdı. Gizli bir koyun
kesti; güyâ has bir müridini kesti, Cennete gönderdi. O kanı gören binler
müridler, daha hiçbiri şeyhi dinlemedi, inkâra başladılar: Yalnız, bir adam
dedi: “Başım feda olsun.” Yanına gitti. Sonra, bir kadın dahi gitti; başkalar
dağıldılar. O zât, hükümet adamlarına dedi: “İşte benim bir buçuk müridim
bulunduğunu gördünüz.”

Cenâb-ı Hakka yüz binler şükürler olsun ki, Risalei Nur,
Eskişehir imtihan ve mahkemesinde, şakirtlerinden yalnız bir buçuk kaybetti. O
eski şeyhin aksine olarak, Isparta ve civar kahramanlarının himmetiyle, o zâyi
olan bir buçuk adam yerine on bin ilâve oldu. İnşaallah, bu imtihanda dahi hem
şark, hem garbın kahramanlarının himmetleriyle, çokları kaybedilmeyecek ve bir
giden yerine on girecek.

Bir zaman, müslim olmayan bir zât, tarikatten hilâfet almak için
bir çare bulmuş ve irşâda başlamış. Terbiyesindeki müridleri terakkiye
başlarken, birisi keşfen mürşidlerini gayet sukutta görmüş. O zât ise
fe-râsetiyle bildi, o müridine dedi: “İşte beni anladın.” O da dedi: “Madem
senin irşâdın ile bu makamı buldum, seni bundan sonra daha ziyade başımda
tutacağım” diye Cenâb-ı Hakka yalvarmış, o bîçare şeyhini kurtarmış; birden bire
terakki edip bütün müridlerinden geçmiş, yine onlara mürşid-i hakiki kalmış.
Demek, bazan bir mürid şeyhinin şeyhi oluyor. Ve asıl hüner, kardeşini fena
gördüğü vakit onu terk etmek değil, belki daha ziyade uhuvvetini kuvvetleştirip
ıslahına çalışmak, ehl-i sadâkatin şe’nidir. Münâfıklar, böyle vaziyetlerde
kardeşlerinin tesânüdünü ve birbirine karşı hüsn-ü zanlarını bozmak için derler:
“İşte o kadar ehemmiyet verdiğin zâtlar adi, aciz insanlardır.”

Her ne ise, musibette, gerçi çok zararımız var, fakat umum
âlem-i İslâmı alakadar edecek bir keyfiyet, bir vaziyet olmasından, pekçok ucuz
olarak pek büyük kıymeti var. Buna benzer vukua gelen hadiseler, ya siyaset-i
dîniye veya başka sebeplerle umum âlem-i İslâm namına olamadılar.

Şuâlar, s. 268.

Nurcular, çok ihtiyat ve dikkat ve temkinde bulunmaları
lazımdır. Çünkü, manevi fırtınalar var. Bazı dessas münafıklar her tarafa
sokulur; istibdâd-ı mutlaka dinsizcesine taraftarken, hürriyet fırkasına
girer—tâ onları bozsun ve esrarlarını bilsin, ifşâ etsin..

Emirdağ Lahikası-l, s. 156.

Bütün ruh u cânımla hatta nefs-i emmaremle beraber Risale-i
Nur’un ve sizlerin selâmetine, şahsıma gelen bütün zahmetleri manevi sevinç ve
memnuniyetle kabul ediyorum. Cennet ucuz olmadığı gibi, Cehennem de lüzumsuz
değil. Dünya ve zahmetleri fânî ve çabuk geçici olduğu gibi, bize gizli
düşmanlarımızdan gelen zulüm de mahkeme-i kübrâda ve kısmen de dünyada yüz
derece ziyade intikâmımız alınacağından, hiddet yerinde onlara teessüf ediyoruz.

Bazı kardeşlerimizin, lüzumsuz, talebeliğini inkâr, hususan
(…) eskide ehemmiyetli kendi hizmet-i Nuriyelerini lüzumsuz setretmeleri,
gerçi çirkin, fakat onların sâbık hizmetleri için affedip gücenmemeli-yiz.

Cenâb-ıHakka hadsiz şükür olsun ki, bu zamanda Risale-i Nur’da,
nokta-i istinad olarak avam-ı müminînin en ziyade muhtaç oldukları ve Nurda
bulduklan öyle bir hakikattir ki, hiçbir şeye alet olmayacak ve hiçbir garaz ve
maksat içine girmeyecek ve hiçbir şüphe ve vesveseye meydan vermeyecek ve hiçbir
düşman ona bahane bulup çürütmeyecek; ve yalnız hak ve hakikat için ona
çalışanlar bulunacak, dünya maksatları ona karışmayacak. Tâ ki, uzakta olan
ehl-i iman, o hakikate ve sadık nâşirlerine tam itimat edip, imanlarını
zındıklann ve dinsizlerin, din aleyhindeki dehşetli feylesofların itirazlarından
ve inkârlarından kurtarsınlar.

Evet, o ehl-i iman, lisân-ı hâl i1e diyecek ki, “Madem bu
hakikati, bu kadar şiddetli düşmanları çürütemediler ve itiraz edemiyorlar ve
şakirtleri haktan başka onun hizmetinde hiçbir maksat taşımıyorlar; elbette o
hakikat, ayn-ı hak ve mahz-ı hakikattir” diye bin bürhan kadar bir delil
hükmünde imanını kuvvetlendirir ve kurtarır. Ve, “İslâmiyette bir hakikatsizlik
mi var?” diye daha evhâma düşmeyecekler.

Emirdağ Lahikası-I, s. 211.

Bu zamanda ehl-i iman öyle bir hakikate muhtaçtırlar ki;
kainatta hiçbir şeye alet ve tâbî ve basamak olamaz; ve hiçbir garaz ve maksat
onu kirletemez; ve hiçbir şüphe ve felsefe onu mağlup edemez bir tarzda iman
hakikatlerini ders versin. Umum ehl-i imanın bin seneden beri terâküm etmiş
dalaletlerin hücumuna karşı imanları muhafaza edilsin.

İşte bu nokta içindir ki, dahilî ve haricî yardımcılara ve
ehemmiyetli kuvvetlerine, Risale-i Nur ehemmiyet vermiyor, onlan arayıp tâbi
olmuyor… Tâ avam-ı ehl-i imanın nazarında, hayat-ı dünyeviyenin bazı
gâyelerine basamak olmasın; ve doğrudan doğnıya hayat-ı bâkiyeden başka hiçbir
şeye alet olmadığından, fevkalade kuvveti ve hakikati, hücum eden şüpheleri ve
tereddütleri izâle eylesin.

Emirdağ Lahikası-I, s. 73.

Bu büyük ve ağır ve kıymettar hizmet-i Kur’âniyeye kemâl-i
tesânüdle çalışmak lazımdır. Sakın, dikkat ediniz. İhtilâf-ı meşrebinizden ve
zayıf damarınızdan ve derd-i maîşet zarûretinizden ehl-i dalalet istifade edip,
birbirinizi tenkit ettirmeye meydan vermeyiniz. Meşveret-i şer’iye ile
reylerinizi teşettütten muhafaza ediniz. İhlâs Risalesinin düsturlarını her
vakit göz önünüzde bulundurunuz. Yoksa, az bir ihtilâf bu vakitte Risale-i Nur’a
büyük bir zarar verebilir.

Kastamonu Lahikası, s.178.

Her şâkirdin vazifesi, yalnız kendi imanını kurtarmak değil;
belki başkasının imanlarınıda muhafaza etmeye mükelleftir. O da, hizmete ciddi
devam ile olur.

Kastamonu Lahikası, s. 148.

Azîz kardeşlerim,

Bahar ve yazın meşgaleleri, hem gecele-rin kısa olması, hem
şuhur-u selâsenin gitmesi ekser kardaşların bir derece neşeli kış dersine fütur
verir. Fakat onlardan gelen fütur, size fütur vermesin. Çünkü o dersler, ulûm-u
imaniyeden olduğu için, bir insan yalnız kendi nefsine dinlettirse yeter.
Bâhusus, siz, daima bir iki hakiki kardaşıda bulursunuz. Hem, o dersi
dinleyenler yalnız insanlar değil. Cenâb-ı Hakkın zîşuur çok mahlûkâtı vardır
ki, hakaik-ı imaniyenin istimâından çok zevk alırlar. Sizin, o kısım arkadaşınız
ve müstemîleriniz çoktur. Hem, mütefekkirâne o çeşit sohbet-i imaniye, zemin
yüzünün bir manevi zîneti ve medâr-ı şerefi olduğuna işareten, biri demiş:

Yani, semâvât zemine gıpta eder ki, zeminde halisenlillâh sohbet
ve zikir ve tefekkür için, bir iki adam, bir iki nefes, yani bir iki dakika
beraber otururlar, kendi Sâni-i Zülcelâlinin çok güzel âsâr-ı rahmetini ve çok
hikmetli vc süslü âsâr-ı sanatını birbirine göstererek, Sânîlerini sevip
sevdirirler, düşünüp düşündürürler.

Hem de ilim iki kısımdır. Bir nevi ilim var ki, bir defa bilinse
ve bir iki defa düşünülse kâfi gelir. Diğer bir kısmı, ekmek gibi, su gibi, her
vakit insan onu düşünmeye muhtaç olur. “Bir defa anladım, yeter” diyemez. İşte
ulum-u imaniye bu kısımdandır. Önümüzdeki Sözler ekseriyet îtibâriyle inşaallah
o cümledendir.

Barla Lahikası, s.146-147.

Sen, mesleğini ve efkârını hak bildiğin vakit, “Mesleğim haktır
veya daha güzeldir” demeye hakkın var. Fakat “Yalnız hak benim mesleğimdir”
demeye hakkın yoktur.

sırrınca, insafsız nazarın ve düşkün fikrin hakem olamaz.
Başkasının mesleğini butlân i1e mahkûm edemez.

Senin üzerine haktır ki; her söylediğin hak olsun. Fakat her
hakkı söylemeye senin hakkın yoktur. Her dediğin doğru olmalı, fakat her doğruyu
demek doğru değildir. Zîrâ senin gibi niyeti halis olmayan bir adam, nasihati
bazan damara dokundurur, aksülamel yapar.

Mektubat, s. 256.

âyetine en âzam bir tarzda şimdiki boğuşan insanlar mazhar
olmalarından, onlara değil taraftar olmak veya merakla o cereyanlan takip etmek
ve onların yalan, aldatıcı propagandalarını dinlemek ve müteessirâne
mücadelelerini seyretmek, belki o acîb zulümlere bakmak da câiz değil. Çünkü,
zulme rızâ zulümdür. Taraftar olsa, zâlim olur; meyletse,

âyetine mazhar olur.

Evet, hak ve hakikat ve din ve adalet hesabına olmadığına ve
belki inat ve asabiyet-i milliye ve menfaat-i cinsiye ve nefsin enaniyetine
dayanan dünyada emsâli vukû bulmayan gaddarâne bir zulüm hesabına olduğuna kati
bir delil şudur ki: Bin mâsum çoluk, çocuk, ihtiyar, hasta bulunan bir yerde,
bir iki düşman askeri bulunmak bahanesiyle bombalarla onları mahvetmek ve
tabakat-ı beşer cereyanları içinde, burjuvaların en dehşetli müstebitleri ve
sosyalistlerin ve bolşeviklerin en müfritleri olan anarşistlerle ittifak etmek
ve binler, milyonlar mâsumların kanlarını heder etmek ve bütün insanlara zarar
olan bu harbi idâme ve sulhü reddetmektir.

İşte böyle hiçbir kanun-u adâlete ve insaniyete ve hiçbir
düstur-u hakikate ve hukuka muvâfık gelmeyen boğuşmalardan, elbette âlem-i İslâm
ve Kur’ân teberrî eder. Yardımcılıklarına, tenezzül edip tezellül etmez. Çünkü
onlarda öyle dehşetli bir firavunluk, bir hodgâmlık hükmediyor; değil Kur’ân’a,
İslâma yardım, belki kendine tâbî ve alet etmekle elini uzatır. Öyle zâlimlerin
kılıçlanna dayanmak, hakkâniyet-i Kur’âniye, elbette tenezzül etmez.

Ve milyonlarla mâsumların kanıyla yoğrulmuş bir kuvvet yerine,
Hâlık-ı Kâinatın kudret ve rahmetine dayanmak, ehl-i Kur’ân’a farz ve vâciptir.
Gerçi zındıka ve dinsizlik o boğuşanların birisine dayanıp ehl-i diyaneti ezer.
O zındıkanın tazyikinden kurtulmak, onun aksi cereyanına taraftar olmak bir
çaredir. Fakat şimdiye kadar o taraftarlık bir menfaat vermeyerek çok zararları
dokunmuş.

Hem zındıka, nifak hâsiyetiyle her tarafa döner. Senin dostunu
kendine dost edip, sana düşman eder. Senin taraftarlık cihetiyle kazandığın
günahlar, faydasız boynunda kalır. Risale-i Nur şakirtlerinin vazifeleri iman
olduğundan, “hayat meseleleri” onlan çok alakadar etmez ve merakla baktırmaz.
İşte bu hakikate binâen, değil on üç ay, belki on üç sene dahi bakmasam hakkım
var. Sizler baktınız, günahlardan başka ne kazandınız; ben bakmadım, ne
kaybettim?

Kastamonu Lahikası, s. 154-155.

Tecâvüzkâr düşmana tevazu ve muhabbetle yaklaşılmaz

Buna dikkat ediniz ki, canavar bir hayvana karşı kendini zayıf
göstermek, onu hücuma teşcî ettiği gibi, canavar vicdanı taşıyanlara karşı dahi
dalkavukluk etmekle zaaf göstermek, onları tecâvüze sevk eder. Öyle ise dostlar
müteyakkız davranmalı, tâ dostların lâkaydlıklarından ve gafletlerinden, zındıka
taraftarları istifade etmesinler…


âyet-i kerîmesi fermânıyla, zulme değil yalnız alet olanı ve
taraftar olanı, belki ednâ bir meyil edenleri dahi, dehşetle ve şiddetle tehdit
ediyor. Çünkü rızâ-i küfür, küfür olduğu gibi; zulme rızâ da zulümdür.

Mektubat, s. 345.

Dinsizlere, iman ve Risale-i Nur’a hücum eden hodfüruşlara karşı
tevazu tezellüldür. İzzet-i dîniyeyi ve şeref-i ilmiyeyi muhafaza için
kahramancasına sebat ve bir kuvve-i mâneviyeyi göstermek gerek. Bu zamanda
dinsizlik hesabına, benlikleri firavunlaşmış derecede ve imana ve Risale-i Nur’a
hücumları zamanında onlara karşı tedâfü’ vaziyetimizde Tevazu ve mahviyet
göstermek büyük bir cinâyet ve hıyânettir. Ve o Tevazu, tezellül hükmünde bir
ahlâk-ı rezîle olur. .Onlara karşı izzet-i dîniyeyi ve şerâfet-i ilmiyeyi
muhafaza etmek için kahramancasına bir sebat, bir kuvve-i mâneviyeyi gösteımek,
acaba hiçbir vecihle hodfüruşluk olur mu? Hiçbir şöhretperestlik ve enaniyet
olur mu?


âyet-i kerîmesi-nin sırrıyla nefs-i emmâreme itimat edemem;
nefis kusursuz olmaz. Fakat, şimdi, bu zamanda ejderhalar, ifritler hükmünde
dinsizlik komitelerinin hücumları ve tahribâtları zamanında müdâfaamda, bende
görünen o sinek kanadı kadar kusurları görmek, o hücum edenlere bir yardım
hükmüne geçmektir. Ve on adet muhtaçlardan beş altı bîçareyi Nurun ilâçlarından
mahrum etmektir. Bu nokta için ben kendi kuvvetime, meziyetime hiç itimat
etmeyerek, yalnız hakikat-i Kur’âniye ve onun tefsiri olan hakaik-ı imaniyedeki
kuvvete istinaden dünyaya ilan ediyorum ki, bütün dinsizler toplansalar, ben
onlara karşı çekinmeyerek meydan okuyorum; ve başımı eğmiyorum; ve izzet-i
ilmiyeyi kırmıyorum. Eğer bu bir benlik ise, o hiçbir cihetle bana ait değil ve
benlik olamaz, salâbet-i imaniye olur. Zâten ben nasıl tabiatı, icad îtibâriyle
inkâr ediyorum; öyle de, beşeri gurura, enaniyete, firavunluğa sevk eden
iktidârı da, tabiat gibi, inkâr ediyorum.

Emirdağ Lahikası-II, s.122.

Biz Risale-i Nur ,şakirtleri, dünyaya çok ehemmiyet
vermediğimizden, dünyaya yalnız Risale-i Nur için baktığımızdan, bu
yağmursuzlukta dahi o noktadan bakıyoruz. İşte, Denizli’de mahkemeye verilen
cüzi bir kısım Risale-i Nur, sahiplerine iâdesinin aynı zamanında,
yağmursuzlukta bir derece rahmet yağdı. Fakat Risale-i Nur’un serbestiyeti cüzi
olmasından, rahmet dahi cüzi kaldı. İnşaallah, yakında benim de risalelerim iâde
edilecek, tam serbest ve intişârı küllileşecek ve rahmet dahi tam olacak.

Emirdağ Lahikası-I, s. 33.

Vazifemiz hizmettir, vazife-i İlâhiyeye karışmamak ve
hizmetimizi onun vazifesine binâ etmekle bir nevi tecrübe yapmamak olmakla
beraber, kemmiyete değil, keyfiyete bakmak; hem çoktan beri sukut-u ahlâka ve
hayat-ı dünyeviyeyi her cihetle hayat-ı uhreviyeye tercih ettirmeye sevk eden
dehşetli esbab altında Risale-i Nur’un şimdiye kadar fütuhâtı ve zındıkların ve
dalaletlerin savletlerini kırması ve yüz binler bîçarelerin imanlarını
kurtarması ve herbiri yüze ve bine mukâbil yüzer ve binler hakiki mümin
talebeleri yetiştirmesi Muhbir-i Sâdıkın ihbârını aynen tasdik etmiş ve vukuât
ile ispat etmiş ve ediyor, inşaallah daha edecek. Ve öyle kökleşmiş ki,
inşaallah hiçbir kuvvet Anadolu’nun sînesinden onu çıkaramaz—tâ âhirzamanda,
hayatın geniş dairesinde, asıl sahipleri, yani Mehdî ve şakirtleri Cenâb-ı
Hakkın izniyle gelir, o daireyi genişlettirir ve o tohumlar sünbüllenir; bizler
de kabrimizde seyredip Allah’a şükrederiz.

Kastamonu Lahikası, s. 72

Cenâb-ı Hakkın ihsan ve keremiyle sizlerle gayet kudsi ve gayet
ehemmiyetli ve gayet kıymettar ve her ehl-i imana menfaatli bir hizmette
taksimü’l-mesâi kâidesiyle iştirak etmişiz. Tesânüdümüzden hasıl olan bir şahs-ı
manevinin fevkalade ehemmiyet ve kıymeti ve üstadlığı ve irşâdı bize kâfidir.

Hem madem bu zamanda herşeyin fevkinde hizmet-i imaniye en
ehemmiyetli bir vazifedir; hem kemmiyet ise keyfiyete nisbeten ehemmiyeti azdır;
hem muvakkat ve mütehavvil siyaset âlemleri ebedî, daimi, sabit hidemât-ı
imaniyeye nisbeten ehemmiyetsizdir, mikyas olamaz, medâr da olamaz.

Risale-i Nur’un tâlimâtı dairesinde ve bizlere bahşettiği hizmet
noktasında feyizli makamlara kanaat etmeliyiz. Haddinden fazla fevkalade hüsn-ü
zan ve müfritâne âlî makam vermek yerine, fevkalade sadâkat ve sebat ve
müfritâne irtibat ve ihlâs lazımdır. Onda terakki etmeliyiz.

Kastamonu Lahikası, s. 57.

Bizim vazifemiz müsbet hareket etmektir, menfi hareket değildir.
Rızâ-i İlâhîye göre sırf hizmet-i imaniyeyi yapmaktır, va-zife-i İlâhiyeye
karışmamaktır. Bizler asayişi muhafazayı netice veren müsbet iman hizmeti içinde
herbir sıkıntıya karşı sabırla, şükürle mükellefiz…

Ben eskiden beri tahakküme ve terzîle karşı boyun eğmemişim.
Hayatımda tahakkümü kaldırmadığım birçok hadiselerle sabit olmuş… Fakat bu
otuz senedir müsbet hareket etmek, menfi hareket etmemek ve vazife-i İlâhiyeye
karışmamak hakikati için; bana karşı yapılan muamelelere sabırla, rızâ ile
mukâbele ettim. Cercîs Aleyhisselâm gibi ve Bedir, Uhud muhârebelerinde çok cefâ
çekenler gibi sabır ve rızâ ile karşıladım…

Çünkü asıl mesele bu zamanın cihâd-ı manevisidir, manevi
tahribatına karşı sed çekmektir. Bununla dahilî asayişe bütün kuvvetimizle
yardım etmektir. Evet, mesleğimizde kuvvet var. Fakat bu kuvvet, asayişi
muhafaza etmek içindir.


düsturu ile ki, “Bir câni yüzünden; onun kardeşi, hânedânı,
çoluk çocuğu mesûl olamaz.” İşte bunun içindir ki, bütün hayatımda bütün
kuvvetimle asayişi muhafazaya çalışmışım. Bu kuvvet dahile karşı değil, ancak
haricî tecâvüze karşı istimâl edilebilir. Mezkûr âyetin düsturu ile vazi-femiz,
dahilideki asayişe bütün kuvvetimiz-le yardım etmektir. Onun içindir ki, âlem-i
İslâmda asayişi ihlâl edici dahilî muhârebât ancak binde bir olmuştur. O da,
aradaki bir içtihad farkından ileri gelmiştir. Ve cihâd-ı mâneviyenin en büyük
şartıda vazife-i İlâhiyeye karışmamaktır ki, “Bizim vazi-femiz hizmettir; netice
Cenâb-ı Hakka âittir; biz vazifemizi yapmakla mecbur ve mükellefız.

Emirdağ Lahikası-II, s. 213-214.

Ulema-i ilm-i kelâmın ve usulü’d-din allâmelerinin ve Ehl-i
Sünnet Velcemaatin dâhî muhakkiklerinin İslâmî akîdelere dâir çok tetk ve
muhakemâtla ve âyât ve hadîsleri muvâzene ile kabul ettikleri usulü’d-din
düsturları şimdiki Risale-i Nur’un meşrebini muhafazaya emrediyor, kuvvet
veriyor. Hattâ, hiçbir yerde, hatta ehl-i bid’a kısmıda bu meşrebimize
ilişemiyorlar. Hakîkat-i ihlâs tam muhafaza edildiği için, her nevi, ehl-i İslâm
içine giriyor. Şiâlıkta mutaassıp ve Vehhâbîlikte de müfrit feylesofların en
maddîsi ve mütefennini ve mutaassıp hocalann en enaniyetlisi, beraber, Nur
dairesine girmeye başlamışlar ve kısmen şimdi de kardeşçe bulunuyorlar. Hattâ
bazı misyonerler de, dîn-i Îsâ’nın (a.s.) hakiki ruhânîsi de o daireye
gireceklerine emareler var. Birbirine hücum değil, belki bir tesânüd, bir
musâlâha lüzûmunu hissedip medâr-ı münâkaşa meseleleri ortaya atmi-yorlar. Demek
İmâm-ı Ali’nin (r.a.) otuz kırk işaretiyle sarâhat derecesinde haber verdiği
Risale-i Nur, bu zamanın müthiş yaralarına tam bir ilâçtır. Onun için, o daire
bize kâfi gelmiş, harice çıkmıyoruz.

Emirdağ Lahikası-I, s. 207

Dipnotlar

Haşiye1: Zaman ispat etti ki, o adam, adam değil, Risale-i
Nur’dur. Belki Ehl-i keşif Risale-i Nur’u ehemmiyetsiz olan tercümanı ve naşiri
suretinde, keşiflerinde müşahede etmişler; “Bir adam” demişler.

Haşiye2: Bu fırtına ise, Afyon hapsinde bir isyan çıktı,
hiçbir nur talebesi karışmadı.

Haşiye3: Hatta Hadis-i sahihle, ahirzamanda İsevilerin
hakiki dindarları ehl-i Kur’an ile ittifak edip, müşterek düşmanları olan
zındıkaya karşı dayanacakları gibi; şu zamanda ehl-i diyanet ve ehl-i hakikat,
değil yalnız dindaşı, meslektaşı, kardeşi olanlarla samimi ittifak etmek, belki
Hıristiyanların hakiki dindar ruhanileri ile dahi, medar-ı ihtilaf noktaları
muvakkaten medar-ı münakaşa ve niza etmeyerek, müşterek düşmanları olan
mütecaviz dinsiz-lere karşı ittifaka muhtaçtırlar.

Haşiye4: Şayet biri biliyor, taallüm et-meye muhtaç değilse,
ibadete muhtaç veya marifete müştak veya huzur ister. Onun için herkese lüzumlu
bir derstir.

Haşiye5: O biçareler “Kalbimiz üstad ile beraberdir”
fikriyle, kendilerini tehlikesiz zannederler. Halbuki ehl-i ilhadın cereyanına
kuvvet veren ve propogandalarına kapılan, belki bilmeyerek hafiyelikte istimal
edilmek tehlikesi bulunan bir adamın, “Kalbim safidir, Üstadımın mesleğine
sadıktır” demesi, bu mesele benzer ki: Birisi namaz kılarken karnındaki yeli
tutamıyor, çıkıyor; hades vuku buluyor. Ona “Namazın bozuldu” denildiği vakit, o
diyor: “Neden namazım bozulsun, kalbim safidir.”