"Bedevilikte beşer, üç-dört şeye muhtaç
oluyordu. O üç dört hâcâtını tedârik etmeyen, on adette ancak ikisi idi. Şimdiki
Garp mediniyet-i zâlime-i hazırası, sû-i istimalat ve isrâfât ve hevesat-ı
tehyic ve havayic-i gayr-i zarûriyeyi, zarûrî hâcâtlar hükmüne getirip; görenek
ve tiryakilik cihetiyle, şimdiki o medenî insanın tam muhtaç olduğu dört hâcâtı
yerine yirmi şeye bu zamanda muhtaç oluyor."

Bediüzzaman

1980’li yıllar, dünyadaki bildik ideolojik kodları temelden
sarsan bir süreci içerdi. Modernleşmenin sunduğu hayat tarzı, "tartışılmaz,
kutsal" niteliklerini yitirerek, yeni insan için yaptırım gücünü kaybetti. Yeni
dönemlerin ideolojisi olarak ifade edilen "postmodernizm"de henüz tartışmadan
uzak olabilecek berraklıkta tanımlanamadı. Üretim eski değerini kaybetti.
Tüketim olabildiğince, hoyratlaştı."Değer"in yerini imaj aldı. İhtiyaçlar reklam
ve imajla belirlenmeye başlandı. Önce "ihtiyaç" üretiliyor, sonra alıcısı
hazırlanan meta pazara sunuluyordu. Her şey metalaştı. Gündelik hayatın
standartlaştırılan ihtiyaçları kültür endüstrisi tarafından giderilmeye
çalışılıyordu. Günümüz insanına "standart paketler"de yiyecek-içecek, giysi,
bilgi, hayal, sevgi-nefret, ev, gündelik araç-gereçler, otomobil, tasarım,
eğlence ve boş zaman meşguliyetleri pazarlanıyordu.

"Yeni çağ"ın (new age) yeni hayat tarzı, sınır tanımadan bütün
dünyaya yayıldı. Büyük ulusaşırı sermayeler, başta ulus-devlet olmak üzere,
bütün bürokratik unsurları ve kültürel değerleri önüne alıp süpürdü. Bu fırtına
karşısında, değerleri felce uğrayan toplumlar, genellikle ulusaşırı sermayelerin
öngördükleri hayat tarzlarına alıştılar. Bu hayat tarzını taklitten kaçınanlar
da toplumdan dışlanma yoluna gidildi.

İnsanlığın tümü "ehl-i tahkik" (araştırıcı-seçici) değildir.
Bundan dolayı, nüfusun yarısından çoğunun taklide temayülü vardır. Taklidin her
dönemde önemli sosyolojik sonuçları olmakla beraber, kitle iletişim araçlarının
bu zamanda kazandığı boyutlar, taklidi daha da önemli kılmaktadır. Ferdi her
taraftan kuşatan popüler kültür ürünleri, hayatın taklit üzerine kurulması için
çok ciddi baskılar yapmaktadır. George Ritzer’in (1998, 255) ifadesi ile, insanı
"demir bir kafese" almaya yönelmiştir1. İnsanlar kitleler halinde,
bilerek veya bilmeyerek kendi kafeslerinin demir çubuklarını inşa etmeye
başlamışlar. Fakat yaptıkları işler zamanla onları esir alır boyutlara
ulaşmıştır.

Türkiye’de bu süreç, 80’li yıllardan itibarın ivme kazanmaya
başlamıştır. O yıllarda Türkiye’deki hayat tarzı anlayışlarında önemli
kırılmaların yaşandığı bir vakıadır. İnsanlar, düşünce, değer gibi kavramları
bir kenara bırakarak spor, cinsellik ve imaj çerçevesinde şekillenen yeni hayat
tarzına alıştırılmaya çalışılmıştır. Cumhuriyetin ilk yıllarında, modernist
etkilerle, "Lüküs Hayat" simgesi altında içselleştirilen "hayat tarzı",
günümüzde kıyafet, kadın-erkek ilişkileri ve eğlence tercihleri gibi
görünümlerde sık sık gündeme gelmektedir.

Bugünün şartları ferde, hayat tarzını seçmek için iki alternatif
sunuyor: Bunlardan birisi, insanın başkaları tarafından güdülüp-yönetilebilen
bir konuma getirilmesidir. Bu süreç, "standartlaşmış hayat kodları" nı kendisine
hayat tarzı haline getirmiş, "ehl-i taklit" insanların hayatıdır. İkincisi ise,
"ehl-i tahkik" insanların hayatıdır. Bu insanlar, hayatı daha anlamlı kılabilmek
için, seçicidirler. İnsanı sadece "tüketen bir varlık" olarak gören, çeşitli
kitle iletişim araçlarının baskılarına karşı, "mütenebbih" olurlar.

Biz bu yazımızda, gündelik hayatın kazandığı bu yeni
görünümleri, "ülfet perdesi"ni aralayarak anlamaya / eleştirmeye çalışacağız.
İnsanlığın ve ehl-i İslam’ın maruz kaldığı hegemonya ve bunun sonucunda oluşan
hayat tarzlarını analiz ederek, ferdin çevresinde olup-bitene daha farklı bir
gözle bakmasına yardımcı olacağımızı umuyoruz. Günümüz hayat tarz-larını
anlayabilmek için, son çeyrek asırda entellektüeller arasında, "yeni çağın
ideolojisi" olarak tartışılmakta olan postmodernizm ve bunun gündelik hayattaki
yansımaları olan popüler kültür kavramını incelememiz gerekecektir.

Postmodernizm: Aykırılığın İdeolojisi

Postmodernizmin kelime anlamı, modernizm sonrası demektir.
Modernizm ise, bir çok araştırmacı tarafından Rönesans ile başladığı varsayılan,
hatta kökleri eski Yunan’a kadar götürülen bir sürec olarak kabul edilir.
Berman’ın (1992, 44) sözünü ettiği modernizmin üç aşamasından2 sonra,
modernizmin tutarsızlıkları, ortaya çıkan yeni durumu açıklamak için
entellektüelleri yeni argümanlara yöneltmiştir. Postmodernizm, böyle bir ortamda
tartışılmaya başlanmıştır.

Bilindiği gibi modernizmin temel kodları pozitivizm,
otoriterlik, sekülerizm, hegomanya, milliyetçilik, ulus-devlet gibi kavramlardı.
Postmodern yaklaşımlarda modernizmin bu temel ilkelerinden hemen hemen hepsi
eleştirilmiştir. Bizim buradaki amacımız modern veya postmodern teorilerin
eleştirilerini sunmak veya tartışmak olmadığı için bu konulara girmiyoruz.
Postmodernizme, bugünkü hayat tarzını anlamamıza yardımcı olduğu ölçüde
değineceğiz.

Postmodernizm üzerine yapılan teorik çalışmalarda, kavramın net
tanımının yapılmasından hep kaçınılmıştır. Hatta, Featherstone’ye göre (1996,
18) Postmoder-nizmi tanımlamak "insanı sinir edecek kadar zor" bir uğraştır.
Birçok araştırmacı "Anything goes" (her şey uyar) ifadesini postmodernizme uygun
bir deyim olarak kabul ederek tanımlama zorluğundan kurtulmuşlardır. Bütün
bunların yanında postmodern yaşantıların genel özelliği, sosyal hayatın
"aykırılık" ve "belirsizlik" temelinde analiz edilerek (Arıkan, 1992, 65) mevcut
durumun eleştirilmesidir.

Postmodernizm tanımlarında bu kavramın modernizm sonrasını ifade
için kullanılan bir kavram olduğunu söyleyenler olduğu gibi, bunu reddedenlerde
olmuştur. Featherstone bu kavramın çağ değişikliğini ifade ettiğini şöyle
açıklar: "Kendine özgü örgütleyici ilkelere sahip yeni bir toplumsal totalitenin
ortaya çıkışını içeren bir çağ değişikliğidir." (1996, 22) Bir çağ değişikliğini
iddia etmek, modernlikten kopuşu ileri sürmek, yada yeni bir dönemin başlaması
anlamına geliyordu. Baurdrillard, Lyotard ve bir ölçüde de Jameson’nun
yazılarında bu düzen değişikliği sezilir. Lyotard, post-endüstriyel bir düzene
doğru gidildiğini varsayarak, postmodern toplumdan ya da postmodern çağdan söz
eder. Fakat, postmodernin bir dönemleştirme olarak algılanmasına karşı çıkar.
Postmodernin, yalnızca bir "ruh halini" yada "zihinsel durumu" gösterdiğini
savunur. Fredric Jameson, postmodernizmi dönemliştirici bir kavram olarak ele
alır. Ancak, bunu bir çağ değişmesi olarak düşünmeye gönülsüzdür; postmodernizmi
daha ziyade ikinci Dünya Savaşı sonrasından kaynaklanan kapitalizmin, üçüncü
büyük aşamasının, geç kapitalizmin kültürel egemeni yada kültürel mantığı olarak
açıklar.

Postmodernist teorisyenlerden Lyotard ve Foucault alternatif
bilgi ve söylem tarzları geliştirme çabasına odaklaşırken, Baurdrillard,
Jameson, ve Harvey gibi öbür teorisyenler; ekonomi, toplum, kültür ve yaşantı
şekillerine ağırlık vermişlerdir. (Best ve Kellner,1998, 49) Bunlardan da
anlaşılacağı gibi, postmodernizmin somut sınırlarını belirlemek pek mümkün
değil; ancak hayatta görülen bazı yansımaları üzerinde durulabilir. Lyotard’ın
belirlediği gibi, bir "Postmodern Durum" dan belki de bir süreçden
sözedilebilir.

Bu süreç, 1930’lu yıllarda modernizme karşı küçük çapta bir
tepkiyi ifade etmesine karşılık, 1960’lı yıllarda Rauschenberg, Cage, Burroughs,
Barthelme, Fiedler, Hassan ve Sondag gibi genç sanatçılar, yazarlar ve
eleştirmenlerce müze ve akademi de kurumsallaşmasından ötürü rededilen
"tükenmiş" yüksek modernizmin ötesinde yer alan bir hareketi anlatmak için
kullanılmıştır. 1970 ve 1980’li yıllarda sanat ile gündelik hayatın arasındaki
sınırın silinmesine yarayan tartışmalar postmodernizmi daha fazla gündeme
taşımıştır. Bu tartışmalar dikkatleri postmodernizm ile popüler kültür
arasındaki ilişkiye çekmiştir.

Popüler Kültür: Pastmodern Yaşantılar

Postmodernizm ile popüler kültür ara-sındaki ilişkiye geçmeden
önce kavram tanımları üzerinde duralım.Rowe, "Popüler" kelimesini, "halk’ ve
‘iktidar bloğu’ arasında doğrudan bir ayrım önererek "halka ait" şeylere,
aktörlere ve kurumlara gönderme yapan bir kavram" şeklinde tanımlar. (1999, 21)
Özbek, kavramın iki tanımından bahseder. Birinci tanımında popüler "yaygın
olarak beğenilen, tüketilen" şeklinde ifade edilir. İkinci tanım da ise, "halka
ait" anlamında kullanılır.

Kültür kavramının da birçok farklı tanımı vardır. R .Williams,
kültürü "Yal-nızca sanat ve öğrenimde değil, aynı zamanda kurumlarda ve sıradan
günlük davranışta belli anlam ve değerler ifade e-den belirli bir yaşam tarzına
işaret ediyor" şeklinde tanımlar. Bu tanıma göre kültür, "belirli bir yaşam
tarzı, yani belirli bir kültürdeki açık yada örtük anlam ve değerlerin ortaya
çıkarılması" şeklinde algılanabilir. (Özbek, 1994, 76)

Popüler kültüre gelince, genellikle "gündelik yaşamın kültürü"
şeklinde tanımlanır. (Oktay, 1995). Dar anlamında, emeğin gündelik olarak
yeniden üretilmesinin bir girdisi olan eğlenceyi, geniş anlamında ise, belirli
bir yaşam tarzının ideolojik olarak yeniden üretilmesinin ön koşullarını
sağlayan faktör" olarak algılanır. Bizde bu çalışmamızda popüler kültürü
“gündelik hayatın kültürü” şeklinde ele alacağız.

Postmodernizme atfedilen cazibe, toplumdaki değişmelere hitap
etmesinden ve ayrıca toplumdaki geniş grupların gündelik tecrübelerindeki ve
kültürel pratiklerindeki değişmeleri aydınlatmaya yaramasından kaynaklanıyor.
(Featherstone, 1996, 33) İşte bu noktada postmodernizm ile popüler kültür
arasındaki ilişki dikkat çekiyor.

Featherstone’un bu ilişkiye dair yaptığı analizi konuyu
açıklayıcı niteliktedir. (1996, 164) Toplumsal yapılar ve ilişki-lerdeki temel
değişmeleri önceden haber vermesi açısından, postmodernizmle kurulabilecek
ilintileri şöyle sıralar:

I-Batı modernliğinin bilim, hümanizm, sosyalizm vb. nosyonlarla
imtiyazlı evrensellik iddialarının yaslandırıldığı temel üst-anlatıların sakat
olduğunu ve entellektüellerin kendinden emin yasa koyucu rolünü terkedip
yorumlayıcı rolüne soyunmasından ötürü yerel farklılıklara daha duyarlı ve daha
az gösterişçi bilgi tarzlarına yönelmemiz gerektiğini öneren felsefe, toplum ve
kültür teorilerinde temelcilik karşıtı bir konum.

II-Yerel ve bölgesel alanın bu şekilde imtiyazlı kılınması
akademi içerisinde, entellektüel ve san’at çevrelerinde simgesel hiyerarşilerin
demokratik ve popülist bir çöküşüne tercüme edilir ve böylece sözgelimi yüksek
kültür ve popüler yada kitle kültürü arasındaki, san’at ve gündelik hayat
arasındaki ayrımlara itiraz edilir.

III- Sözcükler karşısında görsel imgelere, egonun ikincil
süreçleri karşısında, birincil süreçlere ve izleyicinin mesafeli
değerlendirmeleri karşısında nesneye gömülüp gidilmesine ağırlık verilişinde
belirgin olarak görülebileceği gibi, söylemsel kültür biçimlerinden figürel
kültür biçimlemesine bir geçiş vardır.

IV- Bu boyutlar "postmodern derinliksiz kültür" (Jameson)
ibaresinde düzenli tarihsel gelişme nosyonunun yerini, geçmişin esaslı bir düzen
yada değer yargısı üretilebilecek bir noktanın keşfedilmesine izin vermeyecek
şekilde, bitimsizce çoğaltılan ve simüle edilen imajlar, fragmanlar ve
gösterilerin yığılması olarak algılanmasına bırakması gerektiğini belirten
nosyonda özetlenir.

Bugünkü popüler kültür ürünlerini oluşturan temel dinamikler
postmodernizmin temel ilkeleriyle benzerlik göstermesi, raslantı sonucu
değildir. Toplumların gündelik hayatı, postmodernizmin ortaya çıkmasını
sağlamıştır. Bundan dolayıdır ki popüler kültür, "postmodern yaşantılar"
şeklinde de adlandırılır.

İmajlar ve Gösteriler

Her devrin kendine has bir gündelik hayatı ve buna bağlı alarak
gelişen popüler kültürü vardır. Ancak, 1960’lardan itibaren, özellikle de
1980’li yıllarda kitle iletişim araçlarının gelişmesiyle, gündelik hayatın
motifleri endüstriyel madde haline gelmeye başlamıştır. Bu da kültürün
metalaşmasını sağlayarak, geniş halk kitlelerinin gündelik hayatlarını ekonomik
açıdan "değerli" kılmıştır. Popüler kültür ürünlerinin, endüstriyel madde haline
gelmesi, dikkatlerin bu kavram üzerine dönmesine neden olmuştur.

Gündelik hayatta görülen pratiklerin, postmodern ilkelerle
benzerlik göstermesi bugünkü toplumsal hayatın, postmodern ilkelerden
etkilendiğini göstermesi açısından önemlidir. Hayat tarzının şekillenmesinde
hızla çoğaltılan simüle edilen imaj-lar ve fragmanlar, hayatı bir gösteriye
dönüştürüyor. Bu süreçte sunulan bir örnek, enformasyon aracılığıyla kısa sürede
ben-zerlerini üretiyor. Artık, her şey "gibi"lerle açıklanmaya çalışılıyor.
Sanki her şeyin aslına değilde, "gibi" sine sahipmişiz gibi bir algılama
gerçekleşiyor. Eskiden, sanatın "gibi" yapmak olduğu düşünülürdü; şimdi bütün
hayatın her alanı büyük bir "gibi" ye dönüştü. Eskiden, filmlerin toz pembe
dünyasına kapılıp perdeye yansıyan "olmayan hayatlara" sanki onlar gerçekmiş
gibi duyarlılıkla bakılırdı; oysa şimdi, gerçek hayata bile sahteymiş gibi
bakılıyor. Jean Baudrillard’ın dediği gibi, artık bir "gibi"ler dünyasında
yaşıyoruz. Ve "ayna halkı"yla3 bizim aramızdaki ayna, yani medya bu
"aldatmaca" da başrolü oynu-yor: Dünyanın dolaysız algılanışını imkansız
kılıyor, nesneleri sadece görüntüde var olan, varlıkları hissedilmeyen bir hale
getiriyor. (Argın, 1992, 118)

Kitle iletişim araçlarının toplumu simüle etme gayreti, hayat
tarzının oluşmasında etkili oluyor. İnsanın nasıl giyineceği, nasıl konuşacağı
(söylem), nasıl yiyeceği ve ne-lerle meşgul olacağı sunulan örnek frağmanlarla
empoze edildiği için, toplumsal yapının hemen hemen her alanında bir benzerlik
sağlanmış oluyor. Bu da insana, "düşünen" değilde "tüketen bir varlık" olarak
bakan, sermayenin istediği sonucu çıkarıyor.

Yanlış ihtiyaçlar veya "hacat-ı gayr-i zaruriye"

Raymond Williams, toplumu şekillendirilebilir maddi bir gövdeye
benzetir. (Mutman, 1995, 28) İnsanı "tüketen bir varlık" olarak gören sermeye,
metalaşan kültür ürünlerini pazarlayabilmek için, tüketici kitlenin üzerinde
çalışarak istediği şekli vermesi gerekir. Bu da başta kitle iletişim araçlarıyla
olmak üzere, her türlü enformasyon denenerek yapılabilir. Toplum tüketilecek
mala, talip hale gelinceye kadar çalışılır. Bu süreçde kültür ürünlerinin
endüstriyel bir madde haline gelmesi, kültür endüstrisini ortaya çıkarmıştır.

Kültür Endüstrisi, kültür ürünlerinin üretilmesi dağıtılması
tanıtımı ve tüketilmesi süreci ve bu süreçte teknolojiye ve emeğin
örgütlenmesine ilişkin bir kavram olarak kullanılmıştır. (Özbek, 1994, 87)
Kültür endüstrisi, hayatın her alanı ile ilgilenmeye başlayınca bireyin
tükettikleri üzerinde yönlendirme yolu açılmıştır. Bu da bütün kültür
ürünlerinin bütün dünyada aynılaşmakta olduğu sonucunu getirmiştir. (Ahıska,
1995, 15)

Tabii ki malın, insanlar için gerekli olup olmaması o kadar
önemli de değildir. Frankfurt okulunun güdüp yönetmeye dair kuramı bu temele
oturur. Kitle kültürü, tüketicileri varolan düzenle uzlaştırarak kapitalizmin
çıkarlarına hizmet etmektedir. Kültür endüstrisinin tüketicileri güdüp
yönetmesinde -işbölümüne dayanan toplumsal yaşantının derinleştirdiği- "yanlış
ihtiyaçlar" oluşturması yol alır. (Özbek, 1994, 66)

Bediüzzaman, yanlış ihtiyaçlar kavramının yerine, "hâcât-ı
gayr-i zaruriye hâcât-ı zaruriye hükmüne geçmiş" ifadesini kullanır. Zaruri
olmayan birçok ihtiyacın zarurı hale getirildiğinden söz eder. Bunun nedeni de
"görenek belası"dır. (Nursi, 1994a, 145) İnsanlar başkalarını taklit etmek
amacıyla, gerçekte olmayan ihtiyaçları varmış gibi algıladığından, "fakr-u
zaruret" içerisine düşebilmektedir. Hatta, insanlar bu gerçek olmayan
ihtiyaçlarını temin edebilmek için, "mukaddesat-ı diniyesini" bile feda edecek
duruma gelebilmektedir. Özbek’in (1994) Kitle kültürüne yönelik eleştiriler
çerçevesinde bahsettiği "yanlış bilinçlilik" burada geçerlidir. Çünkü, kitleler
zaman içerisinde, gerçekten ihtiyaç duymadıkları birçok şeyi, gerçek bir
ihtiyaçmış gibi algılamaya başlayacaklardır. Bugün genel bir hastalık olarak bu
yanlış bilinçlilğin belirtileri, evlerde, işyerlerinde ve insanlar üzerinde
görülmektedir. İnsanlar komşusunda, akrabasında yada arkadışında gördüğü bir
malzemeyi edinebilmek için aylarca süren ekonomik sıkıntıyı göze alabilmektedir.

Ferdin gerçek ihtiyaçlarının algılanmasını engelleyen yanlış
ihtiyaçlar ve yanlış bilinçlilik reklamlar yoluyla durmaksızın teşvik edilmeye
çalışılmaktadır. Ağustos 1978’de, Business International dergisi, tarımsal besin
üreten firmalara dönük olarak aşağıdaki tavsiyelerde bulunuyordu:

"Renklerin görüntüsünü ve duyumunu vurgulayın. Reklamı en temel
tüketici olan kadınlara yöneltin, ürünün tanınmasını sağlayın ve dili
kullanmadan (okur yazarlığın düşük olduğu bölgelerde markaya özgü bir çizim yada
bir sembol büyük yardım sağlayabilir.) markayı be-nimseme isteği uyandırın.
Modernleşme ve batılılaşma fikirlerinin birleştiği hızlı gelişme gösteren
bölgelerde, ürününüzü toplumsal standart biçimine getirmek için ürünlerinize
batılı bir görüntü vermeye çalışın."

1974-76 yıllarında Nestle firmasının yaptığı reklam da
tüketiciyi tasarlamanın güzel bir örneğini oluşturur. Bu firma Anne sütünün
yerine, kendi süt tozlarını satabilmek için, şu argümanları kullanmıştı:

"Nestle, bebeğin iyiliğini düşünür. Biberonla beslenme, modern,
bilimsel, sağlığa yararlı olmak demektir. Batılı, dolayısıyla saygın olmaktır.
Biberon bebekleri güçlü, sağlıklı, tombul, neşeli ve zevkli yapar. Çocuğunu
seven anne Lactogene satın alır."

Bu firma, kendi tüketim kültürünü oluşturabilmek için, insan
beslenmesinde anne sütünün önemini hiçe saymış toplumun genel menfeatlerinin
aksine yayın yapmıştı. Bu firmanın tavrında kendi pazarını oluşturabilmek için
değerlerin hiçe sayılması eleştirilmiştir.( Mattelart, 1995, 105)

Tüketici üzerinde yapılan çalışmalarla öyle bir tüketim toplumu
oluşturuldu ki, birçok gelişmekte olan ülke, sağlık açısından çok gerekli besin
üretimini terk ederek suni yiyecek ve içeceklere yöneldi. Örneğin Brezilya,
dünyanın en önemli portakal suyu ihracatcısı olmasına rağmen, nüfusunun büyük
bir kısmında önemli miktarda C vitamini eksikliği görülmeye başlanmıştır. Çünkü,
en az portakal suyu tüketilen ülke ve bu meyvenin en ufak bir özelliğini
taşımayan Fanta oranges’in en önemli tüketicisinden biri haline gelmiştir. Coca
Cola buraya gireli kırkbeş yıldan fazla olmuştu ve bir milyon dolardan fazla
hasılatla, ABD’den sonra firmanın ikinci büyük temsilciliğini oluşturuyordu.
Coca Cola, 1948’den itibaren Brezilya’daki reklamlarını, Mc cann-Erickson’un bir
şubesine bırakmıştı. Bu ilk deneyimin başarıyla ödüllendirilmesinden güç alan
Atlantalı bu firma, Arcy ajansıyla yüzyılın başından beri süren sözleşmesini
feshederek tüm dünyadaki reklamcılık faaliyetlerini Mc Cann-Erickson’ın ellerine
teslim etti. Ve bu faaliyetler hala Me Cann Erickson’ın tekelindedir.(Mattelart,
1995, 108)

Bu örnekler bize, reklam mantığında, "değer" kaygısı olmadığını,
insanların zararına bile olsa üretilen ihtiyaçların tatmin edilebilmesi için,
her türlü yolun meşru görüldüğünü gösteriyor.

Hayat Tarzı ve Hegemonya

Hayat tarzı son yıllar da dillerden hiç düşürülmeyen bir kavram
haline gelmiştir. Bir kimsenin bedeni, giysileri, konuşması, boş zaman
kullanımı, yiyecek ve içecek tercihleri, ev, otomobil, tatil seçimleri vb. mülk
sahibi/tüketicinin beğeni ve üslup duygusunun bireyselliğinin işaretleri olarak
görülür. (Featherstone, 1996, 141)

Postmodernizme de kaynaklık eden bugünün hayat tarzının genel
ilkesi, Elizabeth ve Stuart Ewen’in "Arzu Kanalları" adlı çalışmalarında şöyle
formüle edilir; "Bugün moda yok, yalnızca modalar var. Herkes herhangi biri
olabilir." Burada bizim özgül gruplara sabitlenen, hayat tarzlarının
benimsendiği sabit statü gruplarının olmadığı bir topluma geçmekte olduğumuz ima
edilir. Enformasyon bolluğuna ve nihai istikrara kavuşturulamayacak yada sabit
toplumsal bölünmelerle karşılıklı ilişki içindeki bir sistemde hiye-rarşik
düzene sokulamayacak imajların dallanıp budaklanmasına yaslanan bir postmodern
tüketim kültürü doğrultusunda, toplumsal bölünümlerin anlamsız olduğunu ve nihai
olarak da anlamlı bir gönderi çevresi olarak toplumsalın sona erdiğini ileri
sürecektir.

Hayat tarzı ve tüketimin bir kitle toplumunun tamamen manipüle
edilen ürünleri olduğuna dikkat çekmek istiyorum. Tüketimin esas olduğu bu hayat
tarzında, gündelik tüketim malları lüks egzotiklik, güzellik ve cazibe ile
ilintilendirilir. Bunlar yapılırken malların asıl kullanım amaçları, gözden
uzaklaştırılır. Böylece, çok fazla ihtiyaç olmayan bir mal zaruri bir meta
haline dönüşebilir.

Toplum kendisi için hazırlanan metayı almaya başlayınca, yeni
bir hayat tarzını da seçmiş olur. Popüler kültür ürünleri, aynı formatları
kullandığından insanlık için bir hayat standartı oluşmaya başlamış demektir.
Jean Baudrillard, "La Morale des objets" isimli ilk denemelerinin birinde hayat
standardının uluslararasılaşmasından sözederken, bir tabakanın veya bir sınıfın
toplumun tümü üzerine yansımış olacağını söyler. (Mattelard, 1995, 104)

George Ritzer, (1998) benzer hayatların oluşturulmasını yemek
kültürü açısından ele alarak, yaşam standardının uluslarasılaşmasını somut
örneklerle ele alır. Standart menüler yiyen, standart elbiseler giyen, standart
işler yapan, standart okul kitapları okuyan ve standart bir şekilde ölen
insanın, "McDonaldlaşan toplumun" karakteri olmaya başladığından söz eder.

Bu tarzda standartlaşma, hayatı güdüp yöneten etki sahibi
güçleri akla getiriyor. Hayatın her halinin standart hale gelmesi, toplumun
mekanikleşmesi anlamına geleceğinden, önceden tanımlanmış ihtiyaçları gidermeye
yönelik çabalar zor olmayacaktır. Bir makinanın bozulan bir parçası nasıl ki
standart numaralar ile birlikte servisinden istenebiliyorsa, insanın ihtiyaçları
da aynı kolaylıkta istenebilecektir. Bu da toplum üzerinde hegemonya kurmayı
kolaylaştıracaktır.

Popüler kültür üzerine yapılan önemli tartışmalardan birisi de
burada yoğunlaşır. Gerçekten popüler kültür, "modern kapitalist toplumlardaki
hegemonik tahakküme direniş olarak mı, yoksa çanak tutma olarak mı" (Rowe, 1996,
23) nitelendirilebilecektir? Biz baştan beri yazdıklarımızla, zaten ikinciyi
haklı bulduğumuzu ifade etmiş olduk. Yani ferdi ve ihtiyaçlarını yücelten
postmodernimin sunduğu hayat tarzı ile, "çanak tutma" işlevini üstlendiğini
söyledik.

Dünyadaki bu genel eğilimler bir değerler sistemi sunan bütün
semavi dinlerin müntesiplerini de etkilemiştir. Bütün dinlerin müntesipleri
kendi değerleri açısından popüler kültürü eleştirmişlerdir. Ehl-i İman’ın, hayat
tarzını oluşturan ayrıntılar Kur’an ayetleri ve Hadis-i şerifler olduğuna göre,
değerler çerçevesinde, "meşru" ve "gayr-i meşru" ayrımı kaçınılmaz olarak
karşımıza çıkacaktır. Çünkü, hayat tarzını oluştururken bunlara dikkat edilmesi
emredilmektedir.

"Bilerek tercih etmek"

Popüler kültür ürünlerinin ferdi her açıdan kuşattığı bu
zamanda, yanlıştan kaçınmak için bilmek yetmemektedir. Birçok insan bildiği
halde yanlışı tercih edebilmektedir. Birçok yönden günahla sarılmış olan
insanın, bu ortamda en doğruyu seçebilmesi için çeşitli donanımlarla
yaratılmıştır.

Bediüzzaman Said Nursi, bu donanımları "ruhun yaşayabilmesi"
için gerekli üç kuvvet olarak tanımlamıştır. Bunlar, kuvve-i şeheviye, kuvve-i
gadabiye ve kuvve-i akliyedir. Ancak, "insandaki bu kuvvetlere şeriatça bir had
ve bir nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu
kuvvetlerin her birisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar."
(Nursi, 1997b, 29) Bu üç hayat tarzından "meşru" olanı vasat mertebesidir.

Postmodern yaşantılarda görüldüğü gibi, her şeyi mübah sayan bir
hayat anlayış Eh-l-i İman’a uygun bir hayat tarzı değildir. Ehl-i İman "vasat"ı
tercih ederken, ne mo-dernizmin-ulus devletin- sunduğu çerçevesi beşeri
mulahazalarla çizilmiş bir hayat tarzı, ne de ferdi kutsallaştırarak yapacağı
her şeyi mübah karşılayan postmodernizmin hegemonyası, esas olmalıdır. Kendi
değerler sistemi, davranışları belirleyin temel faktör olmalıdır.

Ne yazık ki, "ehl-i dalalet nazar-i dikkati şu hayata celb ede
ede o derece nazar-ı dikkati kendine celb etmiş ki, edna bir hacat-ı hayatiyeyi,
büyük bir meseleyi diniyeye tercih ettiriyor.

Postmodern yaşantıların Ehl-i İslam üzerindeki yansımaları,
diğer insanlardan pek farklı olmamıştır. Said Nursi, görenek, tiryakilik ve
alışkanlık yollarıyla Ehl-i İslam’ın da, "zarar-ı dünyevi yüzünden elmas gibi
umur-u diniyeyi" (1994b, 74) terketmesinden söz eder.

Ehl-i imanın içine düştüğü bu durumdan daha da önemlisi "Hayat-ı
dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye bilerek tercih" eder hale gelmesidir. Bediüzzaman,
"Onlar dünya hayatını seve seve ahirete tercih ederler…" mealindeki İbrahim
Suresi 3. ayetini, "bu asır, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhrevi-yeye, Ehl-i
İslam’a da bilerek severek tercih ettirdi." şeklinde tefsir ederek içinde
bulunulan şartların vehametini belirler.

Ehl-i İslam’ın hayat tarzı ile diğer insanların hayat tarzları
arasında önemli bir farkın kalmaması, modern veya postmodern hayat tarzlarının
öngördüğü motiflerinin Ehl-i İslam’ın hayatında da aynen görülmesi bir vakıadır.
Gündelik hayatın hemen her alanında görülen benzerlikler, bütün insanlar gibi
Ehl-i İslam’ında kitle iletişim araçlarının etkisiyle şekillendirilen bir
"malzeme" durumuna düştüğünü göstermektedir. Bediüzzaman, bu sonucun, fıtrat-ı
insaniyede derc edilen "cihaz-ı insaniye" nin yaralanmasıyla ortaya çıktığını
yazar. Bu gerçekten dolayıdır ki, Ahirzamanda gelecek zatın, "hayat", " şeriat"
ve "iman" safhalarına dair görevleri arasında en mühimi ve en azamı, iman
meselesi olarak zikredilir. Umumun nazarında en mühim mesele olarak, hayat ve
şeriat görülmesine rağmen, bu zamandaki hakim cereyanların etkisinden
korunabilmek için, iman meselesi esas olacaktır. (Nursi, 1994b, 62) Ayrıca,
“hayat-ı içtimaiyeye giren” her Müslüma-n’ın “hangi şeye temas etse,ekseriyetle
günahlara maruz” kalması, (Nursi, 1977a, 47) günahlardan kaçınıp sünnet-i
seniyyeye ittiba edenlerin “yüz şehid ecri” sevap kazanmasına neden olacağı
ifade edilmiştir. (Nursi, 1994a, 101)

Popüler kültür batıda da endişelere neden olmuştur. Batılı
toplumlarda, Postmodern yaşantıların ortaya çıkarttığı sapkınlıklar, "ahlak
paniği" kavramı altında içsellendirilmiştir. Sosyal düzen adına hareket ettiği
düşünülen, ahlak paniği, "düzenleyici bir mutabakat" aracı olarak görülmüştür.

Özellikle muhafazakar kesimlerin endişelerini ifade eden "Nereye
gidiyoruz? Ne oluyoruz?" gibi bildik sorular değerleri korumaya yönelik
söylemlerdir. McRobbie, ahlak paniğini, "sağ kanadın kendi değerlerine ve
politikalarına popüler destek sağlamak için kullandıkları en etkili
stratejilerden" biri olarak kabul eder. Ve şöyle devam eder: "Şuraya dikkat
edilmelidir ki, ahlak paniği ayrılmaz bir şekilde muhafazakarlıkla
bağlantılıdır; ve ayrıca, "medya" ile "sosyal kontrol" arasındaki bağlantı anını
belirler. (1999, 290) Ahlak paniğinin sapkınlığı artırdığına dair tezleri bir
kenara bırakarak, sosyal tepki olarak ahlak paniği üzerinde durmak istiyorum.

Bu anlamda ahlak paniği genellikle suç sözkonusu olunca gündeme
gelmiştir. Bütün dünyada suça teşvik edici bir unsur olarak medya, sosyal
tepkinin önünü kapatmaya çalışmıştır. Mesela, İngiltere’de, cinsel tacize
uğramış çocuklar adına hareket eden kadın doktor, (Marietta Higgs) medya
tarafından ahlak bekçisi ilan edilmesi beklenirken, halk düşmanı ilan
edilmiştir. Ayrıca, sapkınlıkları önlemeye dönük bu tür çalışmaları, "arzuyu
denetlemek" olarak yorumlayanlar da çıkmıştır.

Bütün bunların yanında ahlak paniği, değerlerin yitirilmesinin
verdiği endişe içerisinde, toplumun gösterdiği reaksiyon olarak algılanmıştır.

Sonuç

Hayat tarzı, ferdin hür iradesiyle belirlemesi gereken özel bir
alan olduğu halde, her dönemde bu alanı belirlemek için çalışanlar çıkmıştır.
Modern dönemlerde otoriter öz taşıyan hayat tarzları, modernleştirici güçler
tarafından sunulurken şimdi bu iş enformasyon aracılığıyla yapılmaktadır. Bugün
popüler kültür ferdin hayatının her alanında açık veya örtük bir tarzda
hegemonya kurmuş durumdadır.

Öngörülen hayat tarzı, dönüşüm ve taklit yoluyla
oluşturulmaktadır. Bu anlayışta insana "tüketen bir varlık" olarak bakılması
tükettiği oranda değer verilmesine neden oluyor. Postmodernizmde ferdin
öncelenmesine karşılık, değerlerin ikinci plana atılması, ister istemez insanı
bir malzeme konumuna düşürüyor. Ferdin bütün ihtiyaçları, öngörülebilir şekilde
standartlaştırılıp sunulunca insana düşen, kendisi için uygun görülen popüler
kültür ürünlerini almak kullanmak kalıyor. Alışkanlık saikasıyla sorgulama
yeteneğini yitiren fert, kendisi için öngörülen hayat tarzını, daha iyi yaşama
şekli olarak algılamaya başlıyor. Gerçek olmayan ihtiyaçlar gerçek gibi
algıladığından, temin etmekte zorluk çektiği malzemeleri değerleri yok saymak
pahasına elde etmek yoluna gidebiliyor

Ehl-i İman içinde durum pek farklı değildir. Yeni zamanların
hayat tarzına alışan Ehl-i diyanet, sunulan hayat tarzına İslami renkler
katarak, bu çabasıyla hayatını din nazarında meşrulaştırmaya çalışıyor. En küçük
bir dünyevi menfeat için dini bir meseledeki hassasiyetini yitirebiliyor. Bu da
İnananları, ayet-i kerimede mealen belirtilen, "onlar dünya hayatını seve seve
ahirete tercih ederler" grubuna dahil ediyor.

Bilerek dünya hayatını ahirete tercih etmemek için, hayat
tarzımızın bütün unsurlarıyla hesaba çekilmesi gerekiyor. Analiz etmeden
hayatımızın bir parçası haline getirdiğimiz onlarca alışkanlıklar, seçerek
oldıklarımız, yada farkında olmadan sahiplendiklerimiz; hepsini yeni baştan
sorgulamalıyız, herhalde.

Dipnotlar

1. Max Weber, 1904’de yazdığı Protestan Ahlakı ve
Kapitalizmin Ruhu adlı eserinde "modern ekonomik düzenin muazzam kozmosu"
tümüyle "bir demir kafes" içine aldığından bahsediyordu. Neyse ki Ritzer (1998)
demir kafes kavramını kullanırken kafesin niceliğini tartışarak, "kadife
kafes"ten de bahsederek yeni dönemlerin kafese kattığı farklılığı vurgulamış.

2. İlk aşaması 16. yüzyıldan başlayarak 18. yüzyıla kadar
devam eden dönemdir. Fransız ihtilali ile başlayan ikinci aşaması 20. yüzyıla
kadar sürer; son aşaması ise 20. yüzyılda yaşanmıştır.

3. Borges bir öyküsünde, aynaların dünyası ile insanların
dünyasının birbirlerinden ayrı, bölünmüş olmadığı bir çağda, bir gece ayna
halkının ayaklanarak dünyayı işgal edişinden söz eder. Çıkan savaşın sonunda,
Sarı Sultan’ın büyü gücü sayesinde, ayna halkı altedilir ve Sarı Sultan,
işgalcileri aynalara hapsedip, bundan böyle insanların hareketlerini taklit
etmekle cezalandırır. Artık ayna halkı insanların kölesi yansımalardır. Ama
birgün gelecek, büyü bozulup ayna halkı da özgürlüğüne kavuşacaktır. Ayna
halkının özgürlüğü, yanılsamaların gerçeğin ayağını kaydıran iktidarı anlamına
geldiğine göre, bugünün tam ne zaman gelmiş olduğunu, belki de hiçbir zaman
bilemeyeceğiz. Ancak günümüz Fransız felsefesinin önde gelen isimlerinden, J.
Boudrillard’ın, çağdaş dünyanın bir "illüzyonlar" dönemine girmiş olduğu tezi,
bugünün gelmiş olabileceği sezgimizi kuvvetlendiriyor. Boudrillard’a göre,
çağdaş yaşamda hiçbirşeyin "aslı" yok, her şey bir "simülasyon". (Ergin, 1992,
118)

 

Kaynakça

Ahıska, M.(1995), "Medya, Küresellik ve Yerellik", Toplum ve
Bilim, (67): 6-23

Argın, Ş. (1992), Postmodern Yaşantı(lar), Medyave
Biz(ler)", Birikim, (38-39): 117-120

Arıkan, M. (1992), "Postmodernist düşüncede gerçekliğe ve
düzene bakış", Birikim, (34): 65-69

Berman, M. (1992), "Modernlik-Dün, Bugün ve Yarın", Birikim,
(34): 43-56

Best, S., Kellner, D. (1998) Postmodern Teori, Çev: Mehmet
Küçük, İstanbul, Ayrıntı

Featherstone, M. (1996), Postmodernizm ve Tüketim Kültürü,
Çev: Mehmet Küçük, İstanbul, Ayrıntı

Mattelard, A. (1995), Beyin İgfal Şebekesi, Çev: Işın
Gürbüz, İstanbul, Ayrıntı

McRobbie, A. (1999), Postmodernizm ve Popüler Kültür, Çev:
Almila Özdek, İstanbul, Sarmal

Mutman, M. (1995), "Televizyon nasıl sorgulanmalı", Toplum
ve Bilim, (67): 26-71

Nursi, B. S. (1994a), Lemalar, İstanbul, Yeni Asya

Nursi, B. S. (1994b), Kastomonu Lahikası, İstanbul, Yeni
Asya

Nursi, B. S. (1995), Hutbe-i Şamiye, İstanbul, Yeni Asya

Nursi, B. S. (1997a), Sikke-i Tasdik-i Gaybî, İstanbul, Yeni
Asya

Nursi, B. S. (1997b), İşaret-ül I’caz, İstanbul, Yeni Asya

Oktay, A. (1995), Türkiye’de Popüler Kültür, İstanbul, Yapı
Kredi

Özbek, M. (1994), Popüler Kültür ve Orhan Gencebay Arabeski,
İstanbul, İletişim

Ritzer, G. (1998), Toplumun McDonaldlaştırılması, Çev: Şen
Süer Kaya, İstanbul, Ayrıntı

Rowe, D. (1996 ), Popüler Kültürler, Rock ve Sporda Haz
Politikası, İstanbul, Ayrıntı