KÖPRÜ dergisinin arzusu üzerine kaleme aldığımız bu yazıda, önce
başlık yaptığımız iki kelimenin ayrı ayrı incelemesini yapalım, sonra
birleştirelim. Bugünün Türkiye’sinde "müziğimiz" denince aklınıza ne gelir?
"Halk" müziğimiz mi, "sanat" müziğimiz mi, çoksesli "çağdaş" müziğimiz mi,
"opera ve bale" müziğimiz mi, "arabesk" müziğimiz mi, "pop" müziğimiz mi, hafif
ve caz müziklerimiz mi, "mehter"imiz mi, yeşil türkü-mavi şarkı-mor gazel gibi
hergün bir başkası çıkan yeni "dalga" müziklerimiz mi? Hangisi? Yoksa hepsi
mi?..

İngiliz komplosu Tanzîmat depreminden bu yana dilimizin,
tarihimizin, ekonomimizin ve sosyal yapımızın içine düştüğü hercümerc içinde,
gerçek bir toplum aynası olan müziğin bu kadar "renkli" olmasından daha tabiî ne
olabilirdi?. Ama ne renklilik, ne renklilik! Müziği sadece eğlence ve rakı
mezesi olarak gören (ilgili şubesinin adı da bu yüzden Müzik-Eğlence Şubesi
olan) TRT’nin başı çektiği kusturucu sulukule pisliklerinden tutun, radyonun
dinlenmeyen şarkı-türkü programlarına.. Konser salonlarında iki-üçyüz kişinin
dinlediği "klasik" müziklerden, "ille de şakşaklı" Türk Sanat Müziği
konserlerine.. TRT’nin -orada da müzik yapmıyorlarmış gibi- başka kanallarda
görünmeyi yasakladığı sanatçılarının, "müziksever" bankalarımıza ancak isimsiz
olarak yapabildikleri albümlerden, sözümona konservatuarımı-zın mezun ettiği
popçuların arabesk kasetlerine kadar öyle bir renklilik ki, içinde her rengin
bulunduğu, ama "renk" olmaktan utanan, ressamın fırçasını temizlediği bulanık
pis sudan başka birşey değil..

Oysa sadece 80-90 yıl önce, harbin türlü yoksulluklar içindeki
bunalımlı yıllarında dahi böyle pis bir su değildi müziğimiz. Tanburî
Cemil’lerimiz vardı, Udî Nevres’lerimiz vardı, Kanunî Ferid Alnar’larımız vardı,
Hafız Kemal’lerimiz, Sami’lerimiz; Kaynak’larımız vardı. Çağdaşlaşmayı Batı
kopyacılığı zanneden devlet, Cumhuriyet gelir gelmez Osmanlı düşmanı oluveren
Gökalp’in de körüklemesiyle Türk mûsikîsiyle din eğitimini okullardan
kaldırıyor, hiçbir zaman tutmayacak bir ithal kültür olan Batı müziğinin
benimsenmesi için var gücüyle (olmayan milyonlarını dö-kerek) çalışıyor, ama
Fersan’ların, Münir’lerin, Safiye’lerin, Yesarî’lerin, Hamiyet’lerin,
Perihan’ların, Işılay’ların, Nubar’ların, Yorgo’ların, İzzettin’lerin,
Yavaşca’ların, Müren’lerin, Bekir Sıtkı ve Gencebay’ların doğmasına engel
olamıyordu. Yaptığımız onca mücadeleye rağmen nereden, hangi kaynaktan doğuyordu
bu sanatkârlar… ve onların devamı olan, bugünü yarına aktaracak genç
değerler?.. Neden o kaynağı bulup kurutamıyorduk?.. O kaynak Türk insanının,
Türk tarihinin, Türk sanat zevkinin kendisiydi de ondan!.. Türk tarihi Ziya
Gökalp’le Türk dini Mustafa Necati ile, Türk müzik zevki Adnan Saygun’la
doğmamıştı da ondan!..

1925’te tekkeler kapandı. İnönü de bu muhteşem güzel sanatlar
akademilerini -tahsis edilebilecekleri başka hiçbir yeni fonksiyon yokmuş gibi-
hapishane, karakol, hayvan ahırı ve mühimmat deposu yaptı. Böylece kendile-rine
mahsus mimarîleriyle dahi bir sanat eseri olan tarîkat yapıları yakılıp yıkılmak
veya kaderlerine terkedilmek suretiyle tarihe mal oldu (en son, büyük Dede
Efendi’nin yetiştiği Yenikapı Mevlevîhanesinde olduğu gibi). Ah, keşke mûsikî de
tekke gibi bir ahşap binadan ibaret olsaydı da kolayca yıkı-yıkıverseydik!..
Temellerini dezenfekte edip yerine, Rus Beşleri’ne özenip kendilerine Türk
Beşleri diyen Saygın ve arkadaşlarının ne Türk, ne Batı (altı kaval-üstü şişane)
müziğini getirip "İşte bizim müziğimiz" diye konduruverseydik!..

*

Dil gibi mûsikî de politik kararlarla tabiatı değiştirilemeyecek
organik bir varlıktır. İnsandan önce var olmuş, insanla yücelip insanı
yüceltmiş, insanın aslına dönmesinden sonra da görevine kesintisiz devam etmiş
metafizik bir duygu-düşünce ifadesidir. Ve her kavmin kendi öz kültüründe
şekillendiği için YÜZDE YÜZ MİLLÎ’dir. Mevlânâ’yı anlamak için nasıl önce
Kur’ânı bilmek şartsa (Yunus için de aynı şeydir), Bach’ı anlamak için
hristiyanlığı bilmek şarttır. Biz burada meseleyi "bilmek ve anlamak" fiillerine
bağlı olarak vazettik. Peki ya bir de kalbinin tâ içinden hissedip duygulanmak?.
Vecde gelip gözyaşlarını tutamamak?. Heyecandan kalbi duracak gibi olup sonsuza
kanat açmak?. Bach, Beethoven, Haydn, Brahms dinlerken bu duyguları yaşayacak
bir müslüman çocuğu tasavvur edebilir misiniz? Ayrıca, herşeyi dine bağlayarak
izaha çalıştığımı düşünmeyiniz. Ben meseleye kültür (millî kültür) açısından
bakıyorum (din de millî kültürün bir parçası değil midir?). Bir Ege Zeybeğiyle
Erzurum Bar’ında gözleri dolabilmek için ilk şart önce Türk olmak (veya kendini
Türk hissetmek) değilse nedir?.. Yine lûtfen düşünmeyiniz ki, Türkler veya genel
olarak müslümanlar Batının müziğinden hiçbirşey anlamaz, dinleyemez, tahammül
edemezler demek istiyorum. Hayır, böyle genelleştirmeci bir düşüncem yok. Ama
şöyle bir iddiam var (ve bunu -nâçizane- dünyanın onayladığı yarım yüzyıllık
müzisyenliğimle söylüyorum) ki her millet kendi dil, tarih ve sanatını ne kadar
iyi öğrenirse, başka kültürlerin dil, tarih ve sanatını o kadar iyi anlar ve
değerlendirir. Kendi milletinin bir kültür-sanat eseri karşısında olduğu gibi
duygulanamayabilir, ama anlayıp zevk alabilir; kendi sanatıyla kıyaslamalar
yapabilir, hattâ istifadeler bile çıkarabilir. Ama kendi dilini iyi bilmeyenin
bir yabancı dili çok iyi öğrenmesi hayaldir; kendi müziğinden hiçbirşey
anlamayanın yabancı bir müziğe ayılıp bayılması ise sadece gösteriştir.

Yabancı kültürü öğrenmek, anlamak, kıyaslamalar yapıp prensipler
açısından faydalanmak, kendi dilini-tarihini-sanatını inkâr edip yabancı
kültürün maymunu olmak anlamına gelmez. Cumhuriyetimizin temel yanlışı rejim
değişikliği ile kültür sömürgeliğini birbirine karıştırmış olması, devletin
yönetim şeklini değiştirirken mazîsini de (maddî-manevî bütün değerleriyle)
silip geçmiş olmasıdır. Avusturya’da artık imparatorluk değil, ama Beethoven’ın
doğduğu ev her yıl binlerce tu-ristin gezdiği bir müze. Avrupa tarihinde 18.
yüzyılın adı TÜRK ASRI’dır. "Turquerie" (dilimizde bozularak "Türkkârî") Türk
motifli bakır işlemeciliğine verilen isim olarak bu asır Fransız evlerinin baş
köşesine oturmuş, "alla turca" (yani "Türk askeri müziği tarzında") eser
bestelemek, koskoca Mozart’la Beethoven’dan Saint-Saens’a (hattâ Leo Fall’a)
kadar Batı bestecilerini kasırga gibi önüne takıp sürükleyen bir moda olmuştu.
Türk toplumunun yaşayış, örf ve âdetleri sayısız roman, tiyat-ro ve opera
eserine konu olarak alınmış, Fransız İhtilâlinin mimarlarından Montesquieu
"Lettres persanes" (İran Mektupları)nda, çağının Fransız toplumunun bütün bozuk
taraflarını iki ‘şarklı’nın gözünden kıyasıya eleştirmişti. Ama bütün bunlar ne
Fransa’nın, ne diğer Avrupa ülkelerinin Türkiye’nin maymunu haline geldiğini
göstermez. III. Selim’e işleyerek (sonradan hayatına mal olacak) "Nizâm-ı
Cedîd"i kurdurtan Fransa’nın, aslî (klasik ve folklorik) Türk mûsikîsine en
büyük değeri veren Avrupa devleti oluşu tesadüf değildir. Fakîrin solo ve
ikili-üçlü resitallerine salonunu her zaman zevkle açmış olan Ankara Fransız
Kültür Merkezi olduğu gibi, beni 1983’te Paris’teki bin kişilik salonunda 4
saatlik "Türk Udu Gecesi"ne (Nuit du Oud turc) solist olarak davet eden,
konserimin long-playi ile kaset ve CD’lerini yapan da Fransız Radyosu olmuştu
(Fransız Dışişleri Bakanlığının yayımlayıp bütün dünyaya dağıttığı "Nouvelles de
France" dergisinin kültür faaliyetleri bölümünde bu plâğımızın renkli resimle
tanıtımı yapılmıştır.)

Türk mûsikîsinin, yabancıların dinlemeye tahammül edemeyeceği
bir ilkel nağmeler yığını olduğuna Tanzîmat uzantısı beyinler öylesine
şartlandırılmıştır ki, Fransız Radyosunda Türk Udu Gecesi’nden -meselâ- Adnan
Saygun’a şöyle bir bahsetmiş olsaydınız, ya hırsından kalp krizi geçirmesine
veya bir kere daha ölmeyi tercih edecek hale gelmesine sebep olurdunuz. Her
normal Türk bu ifademize şaşırır, "Aaa, o niye o? İnsan kendi milletinden bir
sanatçının yurtdışındaki başarısına sevinmez de kalp krizi mi geçirirmiş?.
İnanılır şey değil!.." veya buna benzer bir tepki gösterir. Ama bakın kazın
ayağı niye öyle değil: Adnan Saygun’un ve diğer sözümona "çağdaş"çıların
-aslında çok çağgerisi olan- havsalasında, "teksesli ilkel bir şark çalgısı"
olan Udun değil Fransa’da, Türkiye’de bile yeri olamaz, çünkü biz bu ilkel
müzikle çağdaş olamayız! İşte birkaç yüz kızartıcı belge: 1) Çağdaşçıların ilâhı
Saygun , vefatından kısa süre önce 9 Eylül Üniversitesinin düzenlediği I. Ulusal
Müzik Bilimleri Sempozyumunun son gününde yaptığı veda konuşmasında (9 Mayıs
1984), "Okullara Türk müziği derslerinin konma aşamasına gelinmiş olması,
irticanın sarıksız olarak geri dönmesi demektir." demişti. Türk mûsikîsini
irtica saymak nasıl bir beyin özrünün işaretidir acaba? Görülüyor ki gerçek
irtica beyinde; sakalda, cübbede değil. 2) Şimşek gibi bir orkestra şefimiz,
yıllar önce İTÜ Türk Müziği Devlet Konservatuarında yapılan bir panelde, "Özür
dilerim arkadaşlar, yanlışsam lûtfen beni düzeltin; otomobile-uçağa binen bir
milletin müziği teksesli olabilir mi?.." hikmetini savurarak salonu dolduran
gençleri kahkahalarla güldürmüş, alay konusu olduğunun farkına bile varmamıştı.
Uçağa biniyorsanız, müziğiniz mutlaka çoksesli olmalıdır; müziğiniz teksesliyse
(Hintliler, Çinliler, Japonlar ve diğer bütün doğulular gibi), Amerika’ya atla
veya deveyle gitmek zorundasınız bu hikmete göre!..

Batıcılarımızın Türk müziğine karşı kinleri bu müziği hiç
bilmemelerinden, merak edip hiçbir özelliğini öğrenmemiş olmalarındandır; çünkü
bu müziğin öğrenilmeye değil, dinlen-meye dahi değmeyecek kadar ilkel olduğu
yönünde şartlandırılarak yetiştirilmişlerdir. İşte örneği: 3) "Devlet Konser
Salonunda Itrî konseri verilirse devlet sanatçısı payemi iade ede-rim" diyen ilk
devlet sanatçımız, keman virtüozu Suna Kan hanım AKSİYON dergisi muhabirine
"Dede Efendi dediğiniz kim? Ne zaman yaşamış? Babam bize alaturka müzik
dinlemeyi yasaklamıştı, onun için bilmiyorum" demişti. Tipik bir şecaat arzı.
Şimşek gibi orkestra şeflerimizden yayından kan damlayan kemancılarımıza kadar
hangi batıcıya ister-seniz, meselâ Dilkeşhâveran, Şevkefzâ, Muhammes nedir diye
sorsanız, alacağınız cevap ya bunların ilâç veya bitki ismi olabileceğidir veya
yüzünüze tuhaf tuhaf bakılması. Onlar bana Brandenburg Konçertolarının ne zaman
bestelendiğini veya İfijeni Toroslarda’nın konusunu sorsalar, bilmeyebilirim.
Çünkü ben o kültürün sanatçısı değilim (müzik her kültürün kendi mantık ve
semantiğine göre konuştuğu özel bir dildir). Ama benim batıcılarım Türk; Sabâ,
Rast, Dügâh ve Hicaz makamlarında okunan ezanlarla Dilkeşhâveran Cuma Salâtını
daha annelerinin karnındayken dinlemeye başladılar. Bir müzisyenin kendi müziği
konusunda cahil olmaya hakkı olabilir mi?. Bizim batıcılarımız Türk müziği
konusunda bilmedikleriyle karşılaşınca veya bizim müziğimizi onlardan daha iyi
bilen Batılı besteci veya orkestra şeflerini görünce, "Evet ama biz çağdaş.."
filan diye kıvrılmaya başlarlar, eziklikten. Batılı da içinden güler bu papyonlu
maymunlara..

Tanzîmattan "Türk aydınında beyin travmasına yol açan bir
deprem" olarak bahsetmemin sebebi, şu verdiğim örneklerden sonra daha da açık
şekilde anlaşılmış olmalıdır. Bizim dâvâmız isimlerle değil, yanlış anlaşılmasın
(istismar için alesta bekleyip hücuma yeltenecekler için söylüyorum), bizim
dâvâmız müzik sanatına at gözlüğüyle bakan bu tür çağgerisi çağdaşcılık
zihniyetiyle. Bu zihniyetin kökü kurutulabilirse -kaç yüzyıl sürer bilmem-
Türkiye hiç olmazsa müzik açısından rahat bir nefes alabilir. Çünkü, eğer
özenilen Batı kültürü ise, Batının böyle bir kompleksi hiçbir zaman olmamıştır.
Yoksa, dünyanın en büyük kemancılarından Yehudi Menuhin Hintli sitarcı Ravi
Şankar’ın yanında Hintli kıyafeti içinde yere bağdaş kurup neden konser versin,
onunla neden plak doldursun? New York ve Philadelphia Senfoni Orkestraları,
Filistinli udî Simon Şahin’le neden sürekli konser versinler? Dünyanın en büyük
cazcılarından Dizzy Gillespie İstanbul’a geldiği zaman birlikte konser vermek
için neyzen Akagündüz Kutbay’ı niye arasın? Ve nihayet (yüzlerce örnekten belki
de en mütevâzıı olarak), ünlü cazcı Jack DeJohnette son albümündeki
parçalarından birine neden bizim adımızı versin ve bizimle konser verme
arzusunda niye bulunsun?.. Evet müziğimiz, toparlarsak, yakasından bir o yana,
bir bu yana itile çekile (çağdaşlık hatırına) şamar oğlanına döndürülmüş bir
yedi kocalı hürmüz, Batılı değil çünkü tabiatına aykırı. Acaba milli mi?
Devletin terketmesi sonucu o da değil. Bugünkü haliyle arabesk ne kadar millî
ise (istisnaî örnekler dışında), o da o kadar millî. "Mavi mavi masmavi" çalan
Kültür Bakanlığı "klasik" Türk müziği koroları ne kadar aslî ise, o da o kadar
aslî.

*

Gelelim yazının başlığındaki ikinci kelime olan "popülarite"ye.
"Popülerlik, popüler olma" demek olan bu kelime de Tanzîmat depreminde dilimize
giren Fransız gollerinden. Atatürk "Ketebe /yektubu Arabın, mektup bizimdir"
demişti. Yani, yabancı dillerden münferid kelimeler dilimize girmiş olabilir;
ama o kelimelerden yapılma fiiller her dilin kendi kurallarınca olur. Rahmetli
bugün hayatta olsaydı da, bir kere kapıyı açtıktan sonra, yabancı kelimeye
"Geç!", yabancı fiile "Dur!" demeyi nasıl beceremediğimizi görseydi. "Shopping
Center"ları, "Showroom"ları, "bri-fing"leri, "reyting"leri duyunca kahırlanır,
"İyi ki ölmüşüm!" der miydi acaba?.. Evet, ne di-yorduk ? Popülarite. Marksist
Türkçeciler dil sabotajlarına mesned olarak Osmanlıca kelimelerin Türkçenin ses
uyumuna ters olduğunu ileri sürüp, söylenmesi zor örnek olarak "müddeiumumî"
kelimesini gösterirlerdi. Oysa şu "po-pü-la-ri-te" bakın ne kadar çok uyuyor
Türkçenin hece yapısına!..

Popülarite’nin sıfatı olan "popüler" (yine Fransızca
"populaire"den çaldığımız), "halk" anlamındaki Latince "populus"tan geliyor,
"halka ait"demek. Zamanla "halkın çoğunluğunun tuttuğu, sevdiği" anlamını da
kazanmış. Yalnız bu ikinci anlamında süreklilik yok: zamana, daha doğrusu modaya
tâbî bir karakteri var. Fransızların "musiques populaires" (halk müzikleri)
deyimindeki devamlılık, 1930’ların "çok popüler" dansı Fokstrot’ta yok meselâ. O
zaman "Popüler olan nedir?" sorusuna verilecek cevap güçleşir, veya peşinde "Ne
zaman? Hangi çağda?. Kime göre?"gibi karşı soruları sürükler. Gerçekten de ne,
kime göre, ne zaman popülerdir?. Kelimenin kök olarak halkla ilişkisi
dolayısıyle, acaba halk mıdır bu sorulara verilecek cevapta kıstas alınması
gereken? Eğer böyleyse halkın tamamı mıdır, yoksa belli bir kesimi mi? Halk
mü-ziğimiz, meselâ, halkımızın çoğunluğunun (kır bölgelerinde tamamının) her
zaman en çok sevdiği, çalıp söylediği-eğlendiği müzik türüdür. Ama, yine meselâ
bu müziğin repertuarından "Manda yuva yapmış söğüt dalına", "Şeytan bunun
neresinde", "Müdür beyin yeşil kürkü" gibi türkülerin yerinde şimdi yeller
esmektedir. Urfa, Elâzığ, Erzurum dîvanları gibi folklor klasiklerimiz, Âşık
Veysel, Hacı Taşan, Mükerrem Ertaş, Nezahat Bayram gibi eşsiz sanatkârlarımız,
Köroğlu Solağı, Yozgat Sürmelileri, Şekeroğlanlar, Küzecioğlu’nun Kerkük
horyatları ve muhteşem Konya peşrevleri, halk müziğimizin ne yazık ki artık
gündeminde değildir. Bugün popüler olansa -tartışmasız -çocuk-büyük herkesin
Kürt şîvesiyle söylediği arabeks lahmacun müziğidir. Lûtfen hatırlayınız,
"Ninesinden Mektuplar"ı, hârika sesiyle söylediği Denizli türküleri ve kendi
icadı olan üçüz sazı Yâren’iyle bir Özay Gönlüm, ne kadar popülerdi! Şimdi
hatırlayanı kaç kişidir, bilmiyorum. Görülüyor ki herşey, her zaman, her kesim
için popüler olamıyor veya popülerliğini koruyamıyor.

Klasik müziklere gelince; ülkemizde -coğrafî konumumuz ve tarihî
kaderimiz sonucu- iki tür klasik müzik var: klasik Türk müziği ve klasik Batı
müziği (Batıcılar klasik Türk müziği diye birşey kabûl etmez ya, neyse). Folklor
müziğimiz için söylediklerimiz klasik müzikler için çok daha fazla geçerlidir.
Ne, ne zaman, kime göre popüler? Hacı Ârif Bey mi popüler, Dede Efendi mi? 19.
yüzyılın ilk yarısından itibaren romantik şarkılar klasik eserleri gözden
düşürmeye başlayıncaya kadar tabiî ki Dede Efendi’ydi popüler olan. Daha 21
yaşındayken bir şarkı bestelemiş, bütün İstanbul’u saran eser padişaha kadar
ulaşmış, saraya davet edilmesini sağlamıştı. Sonra Ârif Bey geldi. Artık
"tenni-tenni-tennennâ" diye mırıldananların sayısı gitgide azalıyor, müzik
çevreleri "Olmaz ilâç sîne-i sad-pâre’me"yle çalkanıyordu. Sonra Cemil Bey
geldi. İmparatorluğun en uzak köşelerine kadar müzik meraklısı her evde "Orfeon
Rekord, Tanburî Cemil Bey tarafından" anonsu ile başlayan 78’lik plakları
dönüyordu üstadın. Sonra kadife sesli udî-bestekâr Yesarî Âsım aldı popülarite
bayrağını; arkasından da Sadettin Kaynak fırtınası geldi. Münir Nurettin, Safiye
Ayla ve diğerleri Kaynak’ın şarkı ve fantezileriyle gerçekten popüler oldular.
Ama o da bitti: Avni Anıl, Yusuf Nalkesen vb. gündelik bestecilerin şarkılarında
bir Zeki Müren fenomeni sardı ülkeyi, hep daha seviyesizleşen taklitleriyle. Ve
nihayet Gencebay popülaritesi, Kaynak’ın bestecilikteki devrimini orkestrasyonda
tekrarlayan yenilikleriyle, tartışılamaz mevkıine oturdu. Yine görülüyor ki
popülarite denen şey, akan zamanı sosyo-ekonomik ve kültürel gerçeklerine göre
kullanıp değerlendiren sanatçıların yönlendirdiği, hiçbir zaman sabit kalamayan
(kalmaması da gereken) bir para-metredir. Maurice Chevalier, Edith Piaff,
Charles Aznavour, 50 yıl önceki Fransa’nın bugünkü Michael Jackson’ıydılar.
Bugünse sadece arşiv malzemesi niteliğindeler.

*

Buraya kadar hep "bizim" müziğimizi konuştuk, klasik ve
folklorik türleriyle. Bu ülkede bir de Batı müziği gerçeği var. Aynen PKK
gerçeği gibi. Aralarındaki fark PKK’nın dışardan, Batı müziğinin içerden
dayatılması. Senfoni Orkestrasının Erzincan’da polis gücüyle sokaktan insan
toplanıp götürülen konserinden sonra halkın tepkisi şöyle olmuştu: Vallahi Timur
istilâsından bu yana Erzincan böyle eziyet görmemişti! Cumhurbaşkanlığı Senfoni
Orkestrası üyesi Ergun Özyücel, Ankara Filarmoni Dergisinin 62. sayısında
bakınız ne diyor: "Orkestramız 1958 yılından bu yana Anadoluyu adım adım
tarayarak konserler vermiş, ancak gidilen yerlerde önceden eğitilmiş kulaklar
olmadığı için 13 yılın bilançosu havanda su döğmek olmuştur; bu konuda harcanan
yüzbinler hedefe değil, sokağa gitmiştir." Yine Filarmoni dergisinde Suna Kan’ın
merhum eşi Faruk Güvenç de "Türkiye’de çoksesli koro kurmanın, müslüman
mahallesinde salyangoz satmaktan farkı yoktur" diye yazıyordu. Türk halkına
¾batılılaşma amacıyla ve kendi müziğini öğretmeden¾ Batı müziğini benimsetmeye
çalışmanın, bu sanatı popüler hale getirmek şöyle dursun,
fakir-geri-dağınık-dezorganize bir ülkenin kaynaklarını boşa harcamaktan başka
hiçbirşeye faydası olamaz. Hele, opera-bale-sanfoni orkestraları-çok sesli
korodan Niksar’ın fidanları, ile ülkenin çağdaş Batı ülkelerinin seviyesine
gelivereceğini zannetmek, ciddî bir kültür politikasıyla ilgisi olmayan bir
hayaldir. Babasını en iyi kendisinin anladığını iddia eden Timur Selçuk bey,
politik tercihleri sayesinde devlete kurdurduğu orkestrasına, III. Selim sarayı
müzisyeni Dilhayat Kalfa’nın Evcârâ Peşrev’ini, altına üç tane akor yazıp
çoksesli olarak çaldırmakla çağdaşlaştırdığını zannediyor. Bu tür bir
iz’an-sızlığın dünyanın hiçbir müzik kültüründe tarifi yoktur. Ama yine de biz
kendisine bir teklifte bulunalım: Evcârâ Peşrevinde Kibariye’ye vokalistlik
yaptırsa, koreografisini de Adnan Şenses’e verse, parça hem çok daha çağdaş, hem
de çok daha popüler olur. Dilhayat Kalfa’nın kemikleri de Timur beye dua eder!

İşte bu sebeple Batı müziği konusundaki popülarite meselesini
(gençlerin belli bir yaşa kadar düşkün olduğu pop müzikleri hariç) ciddîye
almadığım için söz konusu bile etmedim. Klasik batı müziğinin ve ondan kopya
"çağdaş" Türk bestecilerinin müziğinin, 70 yıllık zorlama sonunda bu ülkede ne
kadar popüler olabildiğini merak edenler, devletin parasıyla yapıldığı halde
Türk müziğinin sokulmadığı Ankara CSO Konser Salonunun, yarısından gerisi
konservatuar öğrencileriyle zorla doldurulan konserlerinden birine gitmeleri
yeter. Acı gerçek, Türkiye’nin son yüz-yüzelli yıldır "kimliksizliği" oynaması
ve bu haline, benzemeye çalıştığı dünyanın gülüp, kopmaya çalıştığı dostlarının
ağlamasına hiç aldırmamasıdır.