Ya sevgil dünya tutgil, ya sevgil yol iletgil
İki da’vi bir mani bu yolda sığmaz derler.

Yunus Emre

İnsan Toplumlarında barış ve kardeşliğin gelişip kökleşmesinde
veya kin ve nefretin tahripkâr boyutlara varmasında iktisadi ahlak ve ona
mümasil organi-zasyonların payı görmezlikten gelinemez. Hayatın devamı için
üretmek ve tüketmek zorunda olan insanın bu yoldaki faaliyetleri belli ahlaki
normlarla kayıt altına alınmazsa yaşamak için yaşatmamak anlayışı er geç
toplumsal bir düstura dönüşür. Herhalde çağın içine düştüğü buhran, bu yargıyı
doğrulamıştır. Yirminci yüzyıl gerçekten çelişkiler asrıdır. Teknolojideki baş
döndürücü gelişme, ülke milli gelirlerindeki süratli artış, uzayın
derinliklerine nüfuz; diğer yanda geliştirdiği teknolojiye mahkum, ulvi
hasletlerden, bedii zevklerden yoksun kendisine yabancılaşan insan. İşte bu
yüzyılın paradoksal veçhesinden sadece birkaç numune. Bu durumu insanlığın yeni
bir "Pirus Zaferi"* 1 diye nitelemek yanlış olmaz. Zira verilen
kayıplar, ulaşılan zaferi kat kat gölgelemiştir. Görünüşte galipken, insanlığın
yok oluşun eşiğine mi geldiği endişesi, artık zihinleri iyiden iyiye meşgul
etmektedir. Manevi dinamiklerimizden Yunus’un "Zahirim iyi yerde gönlüm fasit
haberde" beytiyle kendisine hamlettiği çelişki, gerçekte yaşadığımız asrın
eksiksiz panoramasını vermektedir. Şüphesiz ki bu noktaya tesadüfen gelinmiş
değildir. O zaman tezahürleri bütün ürkütücülüğü ile insanlığı kaygılandıran bu
problemin esas kökenlerini ve onu besleyip büyüten faktörleri (özellikle
psiko-sosyal) teşhis etmek gerekir. Daha sonra -bu aşamada iddialı olmasa da-
alternatif çözüm için ip ucu olabilecek tarihi şe’niyeti gözden geçirmek
suretiyle, bir sonuca varılacaktır.

Özellikle yaşadığımız çağda, çekilen Problemlerin merkezinde
insan ideallerinin saptırılması vardır. Malumdur ki, her çağın dünya görüşü ile
ideal insan ölçüsü de değişir. XX. yüzyıl acaba bu bakımdan nasıl bir insanı
öngörmektedir? Buna geçmeden önce, pek çok açıdan kasvetli olan ortaçağın üretim
ve tüketimde bu güne kadar yeterince dikkat çekilmeyen bazı "insani" ve "canlı"
yönlerine değineceğiz. Genel olarak modern dönemler öncesinde iyi insanın
kıymeti içsel arınma, doğruluk, diğergamlık, cesaret, gibi tinsel değerlerle
ölçülmektedir. Bunlarla kaynaklanmayan veya bunlara yönelmeyen hiçbir eylemin
rağbet bulması mümkün değildi. O kadar ki, insanî zaafların doyurulması bile
ancak bu kabil değerlere sığınarak mümkün olabili-yordu. Örneğin, ilkel
toplumlarda ve bilhassa Eski Türklerde görülen Potlaç (servetin yağmalanması)
törenleri elbette ki tek izahı olmazsa da büyük ölçüde değindiğimiz sebeple
açıklanabilir. İnsanlar en kötü ihtimalle, mal ve parayı gösterişe harcamak için
talep ediyorlardı. Fail bakımından ahlakîliği tartışılsa bile bu durumda
servetin sosyalleşerek toplumsal gerilimi düşürdüğü muhakkaktır. Klasik bir şark
kaynağından aldığımız "Bana o ellerini uzat ki içi nimetler saçmayı dışı da
öpülmeyi adet edinmiştir" 2 diyen beyit, söylenenleri hakkıyla
yansıtmaktadır.

"Sınıf bilinci", "sınıf çatışması" gibi kavramların bizde yer
tutmayışına hayıflananlar kendi tarihimizin akışını "yerli bir duruşla" tahlil
etselerdi belki de bu kadar ümitsizliğe kapılmazlardı. Sermaye ve emek arasında
varolduğu kabul edilen gerilim veya çelişkinin bizim gibi toplumlar için büyük
ölçüde geçersiz olduğunu söylemek gerekir. Bilhassa Dede Korkut masallarında
olmak üzere çeşitli ta-rihsel kaynaklarda servetin sosyal fonksi-yonuna sık sık
rastlamak mümkündür. Nispeten yakın zamanlarda bile, durum farklı değildir.
Genellikle tereke defterlerinde en yüksek sosyal harcamaların, sosyal sınıfları
yüksek olanlara ait olduğu görülmektedir. Şayet tarihçi abartmıyorsa, Kanunî’nin
vezirlerinden biri olan Lutfi Paşa’nın konağında ihtiyaç sahibi iki bin kişi
barındırılmakta ve bunların her türlü hizmeti görülmektedir.3 Elbette
ki serveti sosyalleştirme yolunda, büyük ölçüde insanı zaafların biçimlendirdiği
usuller yanında, başkaca önemli faktörler ve zarif yöntemler vardır ki bunların
sosyal bünyedeki hayatî rolü ihmal edilemeyecek boyuttadır. Din ve ahlak
sisteminin servetin bir kısmını topluma aktarma yolunda yaptığı vurgu,
toplumumuzdaki köklü tesanütçülüğün yerleşmesinde önemli olmuştur. İyilik ve
ihsan, vakıflar halinde kurumsal bir görünüm kazanmakla, yerine göre kah bir
çeşme kah bir hamam vs. olarak somutlaşıyordu. Deyim yerindeyse, bu kanall
biriken "rant" tekrar topluma yayılma imkanı buluyordu. Böylece toplumun sosyal
dayanışması açısından önemli bir fonksiyon yerine getiren vakıfların mevcut
olduğu toplumlarda yaşanabilecek sıkıntıları dindirdiğine şüphe yoktur. XVI.
yüzyıl başlarında yapılan vergi ve nüfus tahrirlerine bakıldığında bütün Batı
Anadolu eyaletlerinin gelirleri toplamının % 17’si vakıfların elinde olduğu
görülmekte ve bu gelirlerin büyük kısmı açıkça kamu hizmetlerine tahsis edilmiş
bulunmaktadır.4

Ahlakçı-mutasavvıfların öğütleri, "hayr"ı son sınırına
taşıyordu. Eşref oğlu Rumi’ye göre; "helalinden kazanılsa bile toplum yararı
için harcanmayan mal ve servet hayırlı değildi"5. İyilikte yapılan
yarış atmosferinde, servetlerini tüketenler bile olmuştur. Yardımlaşmanın tabana
oturmasının en güzel örneklerinden biri de son dönemlerde oluşturulan "avarız
sandıkları"dır. Halkın teberrularından oluşan bu sandıklardan halk parasal
darlığa düştüklerinde yardım alırlardı. Çoğu zaman Türkleri kötüleyen hatta
iftiralara kadar yanlışları dolu olan kitabında bir Avrupalı seyyah,
kendilerinde niçin böyle yardım kurumları olmadığı için hayıflanır.6
Bir hakkı teslim etmek gerekirse, Avrupa’daki durum da içler acısı değildi.
Kişi, modernite öncesinde çağdaş anlamda özgür değildi ama yapa yalnız da
değildi. Doğumuyla birlikte toplumsal dünyada adeta değişmez ve kesin bir yere
sahip olan bireyin yaşamının kuşkuya yer bırakmayan bir anlamı vardı. Kişi
hasbelkader şu yada bu konumda bulunmuş değildi. Bireyin başına bir felaket
gelse açıkta kalmazdı. Bulunduğu sanat ko-lundakiler veya kilise ona yardım
eder; onu açıkta bırakmazdı.7 Üzüntüleri, acıları vardı ama, bunları
katlanır hale getiren bir de inanç sistemi vardı.

Zekasının bütün imkânlarını daha iyi hayat standardı tutturmaya
-sanki dünyaya cennetin nimetlerini sığıştırma- hasreden çağımızın
"homoeconomicus"u (iktisadi insan) ise başta kendi aşkın boyutunu ihmal etmekle
kalmamış, fiziki, sosyal, mesleki vs. her türlü çevreye karşı soğuk bir cephe
almıştır. Çeşitli akitlerde çevresiyle yakın bir ilişki içinde olan insan,
gerçekte iç dünyasında temas ettiği nesne ve insan ile mesafelidir. Şimdiki
halde muhasebe değeri olmayan şeyin ve kazanca tahvil edilemeyecek dostlukların
yeri yoktur. Baba yadigarı, çitlerle çevrili özel bir adıyla sahibinin gözünde
renklenen "dün"ün arazisi, bu günün şu kadar metrekare toprağı olmuştur. Şöyle
ki, "Toprak Ana" romanında ve Veysel’in şiirinde bağlanılan toprağın rengi,
kokusu, vefası kimseciklerin umurunda değildir. Nasıl olsun ki? Çağdaş insan
ancak para ve mevki kazanabilmek için, "insanları etkileme ve başarılı olma" ve
"dost kazanma yolları"nı sun’i yöntemlerle daha doğrusu "kural bir", "kural iki"
sathiliği ile -kurnazlığı mı demeliydik- öğrenme yanılgısına kapılmıştır. Kısaca
"insan-insan" ve hatta "insan-tabiat" iliş-kisinde dolaysız ve kendiliğinden bir
kavrayış artık söz konusu değildir. Bir zamanlar doğruluk, minnet, alicenaplık,
mertlik adını verdiğimiz şeylerin imgesi olarak duyarak ve hissederek yaşamak,
artık mümkün gözükmemektedir. Ne var ki metayı ele geçirerek her şeye
egemenliğini katmerleştirmek isteyen insan, gerçekte amacının aracına
dönüşmüştür. Tek amacı daha çok kazanmak olan bu insan, "insan-insan"
ilişkilerinde olduğu gibi "insan-tabiat" ilişkilerinde sıcak iklimi teneffüs
edemez olmuştur. Gökteki aya bakarak "baba, ay neyin reklamı diyen" 8
bir çocuğu, nasıl bir gelecek bekliyor acaba? Bu da ayrıca bir tahlil
gerektirir.

Bu sürecin uzun ve karmaşık bir öyküsü vardır. Ancak en önemli
determinantlardan birisi, insan aklının işleyiş biçimindeki dönüşümle ilgilidir.
Aklın öznelleşmesinin ve biçimselleşmesinin tipik bir sonucu ben-ötedeki
("ben"in başında ne varsa) iliş-kisinde her şeyin "şeyleşmesi" yani piyasa
değeri ile ele alınmasında ortaya çıkar. Şeyleşme (nesneleşme), başlangıcı
örgütlenmiş toplumun ilk kuruluşuna ve aletlerin ilk kullanılmasına kadar
götürülebilecek bir süreç olsa da, insan faaliyetinin bütün ürünlerinin metaya
dönüşmesi ancak sanayi toplumunun doğuşu ile gerçekleşmiştir. Eskiden nesnel
aklın, dinin veya metafiziğin yerine getirdiği fonksiyonları ekonomik aygıt
devralmıştır.

Burada özlemi çekilen elbette ki, ne iktisadîliği tamamıyla bir
kenara bırakıp "nasip" ve "kader" bel bağlayan insan, ne de "sana ısmarlamadılar
bu yalan dünyayı"denilerek aşağılanan "fani-hiçlik" dünyadır. Her aşırılık başka
bir aşırılıkla karşılanır. Ortaçağların sonsuz tevekküllü içinde oldukça sınırlı
üretim ve tüketim, bir tefrit yani aşırılıktı. Belki de buna bir cevap olarak
kapitalist dünyadaki üretim ve tüketim ifrat dereceye varmıştır. Güncel olan
ikincisi olduğundan dikkatimizi buna yöneltmemiz gerekir.

Maddi zenginlikler gereklidir; ancak bunlar olmaksızın insanlar
kendilerini ayakta tutamayacağının ikincildirler. Bundan önceki zamanlarda,
ortaçağda, bir ahlaksal amaçla ilişkisi bulunmayan ekonomik etkinlik kuramına
yer yoktur. İktisadi kazanım imkanının sürekli ve ölçülebilir bir güç olduğu,
diğer doğal güçler gibi, kaçınılmaz ve kendisini apaçık belli eden bir birimi
olduğu varsayımına dayandırılmış bir toplum birimi inşa etmek, ortaçağ düşünme
biçimine göre, toplumsal felsefe alanını, kavgacılık ve cinsel saik gibi insan
tabiatının sınırsız işlediği bir alan haline getirmekten daha gayri ahlaki
görünmez. Servet insan içindir. İnsan servet için değil. Dolayısıyla her noktada
ekonomik çıkarın, ciddi işlere engel olmasını önleyecek, sınırlar, kısıtlamalar
ve uyarılar vardır. Aslolan bulunduğu konuma uygun bir yaşam sürmesine yetecek
servetin peşinde olmak; daha fazlasını istememektir. Demek ki ahlaki
gerekçelerle "bir lokma bir hırka" sınırını idealize eden bir anlayışı, bu
yönüyle değerlendirmeden miskinlik diye mahkum etmek doğru olmasa gerek.

Üretimde ve tüketimde sınır tanımayan bir anlayış, tarihin her
zamanki dönemlerinden daha çok modern insanı anlam-sızlığa, sathiliğe ve
ölçüsüzlüğe itmiştir. Çağımızın en önemli hastalığı sayılabilecek kin ve nefret
duygularının körüklediği kamplaşmaların mecrasını bir düşünürün şu ifadelerinde
bulabiliriz: "Çağımızın içine düştüğü bunalımın temelinde fazilete dayalı
değerlerin terk edilerek insanların hudutsuz bir rekabet, hırs ve haset
duygularının tahrik edilmesi gerçeği yatmaktadır. Böylece beşeri ilişkiler
sathileşmekte insanlığın huzur ve saadeti tahrip olmaktadır"9.

Prodüktivizm ve rasyonalizm ideolojisi pazar şartları içerisinde
en fazlayı üretmeyi amaçlayan bir toplumsal örgütlenme biçimi geliştirirken bu
yapıda insanlar sadece makinelerin bir parçası olarak kalmaktadır. Böyle biri,
bir "şey"e dönüşmüş olduğu halde, bir "birey"olduğu yanılgısı içinde
yaşamaktadır. Bireyin amacı, artık dişlisi olduğu bu makinanın güvenli bir
parçası olabilmek ve onunla bağlantısı içinde kendisini güçlü hissetmektedir.
Toplumsal başarı, her alanda yüksek üretim-tüketim ile özdeşleşirken bu arada
tüm insanî ilişkiler yani sevgi, aşk, dostluk gibi erdemler ticareti yapılan
birer meta konumuna indirilmektedir. Bu toplumlarda artık, insanlığın
rasyonalitesi giderek yok edilmesi imkânsız bir anlamsızlıklar yığını
oluşturmakta, kapitalist pazarda bolluk ve tüketim insanların bir arada mutlu
yaşamalarını sağlamak yerine birçok olumsuzluğu beraberinde getirmektedir.
Seven, paylaşabilen, feragat eden, uyumlu insan değil, çokça kazanan yaşadığı
ortamda haksız re-kabet vs. yollarla rakiplerini açık düşüren hasis, duyarsız
insan tipi oluşmakta veya oluşturulmaktadır.

Hedonizmin çeşitli varyantlarının görüldüğü günümüzde "sahip
olmak" ve "huzur" arasında doğrusal bir korelasyon kurulmaktadır. Bu saikin
etkisiyle ortaya çıkan aşırı mal canlılığı ve buna bağlı olarak amansız bir
rekabetin kapitalist sistemin en önemli en önemli dürtülerinden olduğuna işaret
eden B. Russel önemli bir gerçeği ifade etmektedir.10

Betimlenilen bu durum aslında insanların ruhsal
fonksiyonlarındaki bir bozukluk halidir. Zira bir tutkunun (günümüz için
özellikle para) tüm kişilikten bağımsız olarak başat duruma gelmesi ve adeta
benliği esir almasıyla artık kişi kendisine yabancılaşmaktadır. Öyle ki bu tutku
güçlendikçe hasta güçsüzleşir. Bu noktada kör iktisadi güçlerin oyuncağı olan
çağdaş insanı bekleyen tehlike eski barbarlarınkinden daha az korkunç değildir.
Zira barbarlar kendi niteliklerinin bir parçası önünde, altın ve gümüş için
eğilirlerken sanayi toplumlarında sadece fetişliğin yönünde bir değişme
olmuştur. İnsan, şimdi insan elinin emeğini kutsamaktadır. "Sahip olma" tutkusu
ile iktidar alanını genişletmek isteyen birey, kısır bir yola girdiğini
algılayamaz bile. Sahip olmak yegane hedef olunca insan daha açgözlü ve
saldırgan olur. Kazandıkça acıkır, çünkü daha çoğuna sahip olmak ister,
kazanamadıkça hiçlik duygusuyla yine kendisini tüketir. Tahmin edilenin üstünde
bir kazanç bile olsa durum değişmez. Diğer kişilere oranla daha fazla şeye sahip
oldukları ve onlardan üstün oldukları duygusunu tadabilmeleri için bu durumun
başkaları tarafından da bilinmesi gerekir.

Bu fasit dairede gerçekte bencil insanın "haz" sandığı duygu
hiçbir zaman kendisini dinginleştirmeyecektir. Zira onun kaynağı başka şeyler
olabilse de kesinlikle soğuk ve kuru objelere indirgenemez. "Maddi ve manevi
varlıkların paylaşılmadıkça azalacağını" söyleyen halk efkarında bu esrar ne
kadar duru ifade edilmiş. Hani şu bilimsel dedikleri hesap kitap kısmıyla da biz
uğraşalım. Önermemiz de şöyle bir şey olsun: "Daha çok tüketmekle saadet
arasında yatışmaz bir çelişki vardır." İktisat bili-minin en temel kuramlarından
biri olan, marjinal fayda kuramına göre; sahip olunan veveya tüketilen ilave
her bir "şey"in marjinal faydası azalır. Şöyle ki her kazanılan veya tüketilen
birimin değeri zorunlu olarak düşer; bu süreç faydanın sıfırlandığı ve hatta
negatif olduğu noktaya kadar devam eder. Buna göre mutluluk ile "sahip olma" ve
"tüketme" arasında ancak zaruri ihtiyaçların karşılanması düzeyine kadar tam
doğrusal bir ilişki vardır. Bu kısmını bencillik olarak nitelemekte de zaten
mümkün değildir. Ne olduğu ayrıca bir tartışma konusu olmakla beraber, mübrem
ihtiyaçlarından sonra, söz konusu kuruma göre fayda, hızlı bir şekilde düşer.
Buna göre artan refahı paylaşamayan ve "infak" gibi insani hasletleri
içselleştiremeyen bir insanı, hiçbir imkan tatmin etmez. Bunun başlıca iki
boyutu vardır: Birincisi tamamen tekniktir. Dünyada kaynaklar kıt olduğundan
sahip olunacak her birimin maliyeti artmakta diğer bir deyişle bedeller,
fedakarlıklar yükselmektedir. Bu maliyetler maddi olabileceği gibi, doğruluktan
vazgeçme, sözünde durmama, dalkavukluluk vs. gibi manevi yönleri de
kapsayabilir. İkincisi daha subjektif ve psikolojiktir. Kıymet ve itibarın
eşyanın kendisinde olmayıp insanın içinde olduğunu adeta Kopernikvari bir
devrimle ortaya koyan filozof Kant’tan beri dikkatler, daha yoğun olarak dış
dünyadan insana yönelmiştir. Bu adeseden mesela, harici bir güzellikten daha çok
"güzel bakabilmek"tir önemli olan. Kısaca, iyilik, güzellik, hayır, mutluluk dış
dünyada değil, doğrudan benliğin içinde kök salmıştır. Burada, kısa bir parantez
açarak bu alt önermeyi bir miktar daha düşünelim. Lezzetin kaynağında yemeğin
kalitesi mi insanın acıkma derecesi mi yani iştahı mı daha önemli rol oynar? Her
insanın kişisel tecrübesiyle sabit olan ikincisidir. Çocukluğunda yediği
eriklerin artık tadının kalmadığından dert yanan bir ihtiyar tanımıştım. "Nerde
o erikler", derdi. Onun halini daha doğru ifade eden sitem herhalde şöyle
olmalıydı: "Nerede her şeyden tad aldığımız o çocukluk günlerimiz"?. Bu bağlamda
"Yemekten doymadan kalkmak" gibi bir düsturda tıbbî nedenler yanında ne denli
bir hikmet saklı olduğu ortaya çıkmı-yor mu? Demek ki sonuna kadar tüketmemek ve
iştahı daima kararlı bir sınırda tutmakla, ilgili obje, tabir yerindeyse
marjinal faydası aynı yahut sabit kalarak, her şeyden önce nazarlarda
fersudeleşmez, daha doğrusu nimet nıkmete dönmez. Bu hakikat muteber bir
kaynakta: "Evet bir fakirin, kuru bir parça siyah ekmekten açlık ve iktisat
bakımından aldığı lezzet, bir padişahın ve bir zenginin israftan gelen usanç ve
iştahsızlık ile yediği en ala baklavadan aldığı lezzetten daha ziyade
lezzetlidir" denilmek suretiyle çarpıcı bir şekilde ifade edilmiştir. Bütün
bunların yanında belki de en önemlisi, dengeli ve sorumlu bir tüketimle insan,
kainatta sınırsız ve sorumsuz bir varlık olmadığını anlayarak yüce bir ahlakî
bir donanım elde eder. Evrensel bir ahlakın en somut ve çarpıcı tezahürlerinden
olan "okyanus kenarında bile olsa suyu israf etmeme" itiyadı, pek çok çağdaş
insana manasız gelebilir. Ne var ki şimdilerde, insanlık kendisini
"sürdürülebilir kalkınma" diye revaç bulan iktisat politikalarına mecbur
hissediyor. Şayet insanlık kendisini bu anlamsız koşturmadan alıkoyup, niyetsiz
gelişigüzel yaşamaktan da vazgeçebilirlerse, kozmozdaki parçalanmış konumundan
kurtulup "evrensel varoluş" sırrını yeniden kazanabilir.

Günden güne derinleşen, yapısallaşan günümüzün bu gibi
problemlerinin en genel hatları ile portresinin çizilmesi meselenin boyutları
hakkında bir fikir vermiş olmalıdır. Gelinen bu noktada tehlike sinyallerinin
çaldığı yetkin insanların ortak görüşüdür: Erich Fromm, İvan İllyich, Ali
Şeriati, Bertrant Russell vs. gibi düşünürlerin bazı küçük yorum farkları ile
insanlığın yüzleştiği problemleri tesbit ederlerken vurgu yaptıkları temel
düşünce, insanların üretim-tüketim-sahip olma ilişkilerinde ve psikolojilerinde
düğümlenir. Bu düşünürler ve pek çok düşünür, insanların günümüz üretim-tüketim
süreçlerinde kendilerine yabancılaştıklarını, ruhları mahvedilen bu insanların
ister istemez saldırganlık psikolojisi ile buna karşılık vereceklerini
kaydederler. Yine bu parlak zekalar, sanayileşen toplumlarda aşırı ihtisaslaşma
için hangi bedeller (sevgi, yardımlaşma, uyum yokluğu) ödendiğini haklı olarak
sorgulamaktadırlar.

Sevgi, merhamet, tevazu gibi insani hasletlerin insan hayatından
çekilip gitmesinde kapitalist üretim sisteminin ağırlıklı rolünü kısaca da olsa
değerlendirdik. Bundan sonra ki çaba, "o zaman ne olmalı" sorusunun cevabını
aramak. Ne var ki bu sorunun kolay bir cevabı yok ve hiçbir zamanda olmayacak.
Çünkü insan ve Onun davranışsal kalıpları her türlü genellemeyi boşa çıkaracak
kadar karmaşıktır. Öyleyse gelecek adına dört köşe çareler üretip kehanette
bunmak yerine dünyamızın içine yuvarlandığı bu güncel ve acil kaostan çıkması
yollarını aramakla işe başlamak gereklidir. Zaman ve şartlar değişse de,
tarihsel bir olgunun aynen olmasa da, zaten böyle bir şey arzu da edilmez, yeni
sentezlerle tekrarı kuvvetle mümkündür. İlgili sorunun çözümüne katkıda
bulunması muhtemel pek çok teklif yanında hiç değilse ilginç bir mukayese
fırsatı doğurabilecek Ahilik sistemini, konumuz bakımından değerlendirmek
gerekir. Zira zamanın ilerlemesi daima mükemmelin ölçüsü değildir.

Ahilik İdeallerinin Evrensel Barış ve Kardeşlik İçin
Oluşturduğu Ahlaki Zemin (Manevi Donatım)

Yaşanan tarihi tecrübe derken yukarıda kastedilen tarihi olgu,
Ahiliğin üretim sistemidir. Ahiliğin üretim sistemi, bilhassa manevi yönüyle
büyük öneme sahiptir. Bu üretim ilişkisi, mesleki ahlakî, karşılıklı güveni,
sosyal danışmayı, diğergamlığı esas alan bir üretim sistemidir. Şimdi Hoppes* ve
başkaca bazı filozofları haklı çıkarırcasına herkesin yekdiğeri ile kıran kırana
mücadeleye girdiği sorumsuz materyalist üretim, kayıtsız şartsız böyle bir
üretim tarzına yeğ tutulabilir mi? Bu mesele olgunlaştırılarak çeşitli
mahfillerde cesaretle savunulmalıdır. Ancak maziyi yeniden üretmek şeklinde
duygusallığın da bertaraf edilmesi lüzumu vardır. İktisadi siyasette "ekonomie
politique" göre geçerli olan biricik siyaset, ekonominin kendi halinde serbest
bırakılmasıdır. O zaman herkes kendi kabiliyetine göre başardığı işlerde uygun
bir yer bulur. Bu tabii bir sonuçtur; ne var ki bu durumda da sosyal dayanışma
prensibini, gözü doymaz birkaç zenginin sivrilme hırsına ezdirme tehlikesi
vardır.

Görüldüğü gibi ahilik ilkeleri, serveti, belli ellerde toplamayı
hedefleyen İktisadi Liberalizm’in oldukça uzağındadır. Ahiliğin kendi
prensipleri içerisinde üretim anlayışı, sorumluluğu, karşılıklı güveni ve huzuru
telkin etmektedir. Gerçekten ahilerin kendileri kadar toplumu düşünüp hatta
cemiyetin refahını kendi refahlarına tercih ettiklerini pek çok tarihi vesika
doğrulamaktadır. Bir sınıfın bir zümrenin veya bir ferdin bir diğeri üzerinde
egemenlik kurmasına karşı çıkılması, insanlar arasında imtiyazlılığa mani olmaya
çalışarak temel insan haklarında eşitliğin savunulması Ahiliğin icra etmeğe
çalıştığı temel esasların belli başlı birkaçıdır. Sistem olarak Ahilik, vermeye
çalıştığı ahlakî terbiye ile birlikte kardeşlik olgusuna sıkı sıkıya bağlı
kalmış, cömertlik, yardımseverlik duygusunu yayma azminde olmuştur.

Yeri gelmişken ifade edelim ki, Ahiliğe mensup esnaf arasında
rekabetin büsbütün ortadan kalktığını -norm dünyasında öyle olsa bile- iddia
etmek yanılgısına düşmemelidir. XVI. ve XVII. yüzyıllardan itibaren fütüvvet
ilkelerinin sıklıkla esnaf tarafından çiğnendiği bilinmektedir. Bundan önceki
zamanlarda da esnaf arasında çeşitli nizalar olmuştur. Fakat esnaf arasındaki bu
kabil sürtüşmeleri çağımızın üretim hayatında mutat rastlanan rekabet şeklinden
de ayırmak gerekir. Şimdi ki zamanlarda rekabet, bol üretime sürüm aramaktan
kaynaklanmaktadır. Ancak Ahilik’deki rekabet, daha küçük boyutlarda olmak üzere
hammadde kaynaklarını temine münhasır kalmıştır.11

Kelime anlamı "genç adam" ya da "delikanlılık" olan fütüvvet
yoldaşça bir saadeti ve alicenaplığı ifade eder. Türkçede hemen hemen aynı
manaya gelmek üzere "ahi" terimi kullanılmıştır. Bu bakımdan fütüvvetin, ahilik
teşkilatının prototipi olduğu savunulabilir.

Ahiler, bilindiği gibi sanat ve meslek topluluğu olmakla
birlikte bu teşekküllerin güttüğü insani hedefler, onların iktisadi yönlerini
unutturacak kadar gölgede bırakmıştır.

Ahiliğe bir dereceye kadar Osmanlı İmparatorluğu’nun kuruluş
dönemlerindeki tarihi ve sosyal zaruretlerin, yani altyapının yön verip renk
kattığı gerçeği bir kenara bırakılmaz. Başlangıç itibariyle Ahiliğin tuttuğu
kıymet ve değerler, XII.-XIII. asırlardaki Anadolu’nun maruz kaldığı istilalar
sonucu yaşanan kaosu, teşkilatlı bir organizasyonla savuşturma isteğinin veveya
zaruretinin bir sonucudur. Bu asırlarda yaşanan harp ve isyan dalgaları arasında
Ahilik, sanat erbabı için huzur ve emniyet verici bir ocak başından başka bir
şey değildir.12 İbn-i Batuta gibi seyyahların ahilerle ilgili
tespitleri böyle bir yargıyı teyit eder niteliktedir. Nitekim seyyahların
ahilerde görüp hayranlıklarını gizleyemedikleri çalışma düzeni ile ilgili
değildir. İbn’i Batuta’nın verdiği kayıtlarında bu durum bütün çıplaklığıyla
resmedilmektedir: "Kardeşler (Ahiler) gündüzleri geçimlerini kazancı elde etmek
üzere çalışırlar ve o gün kazandıkları parayı getirip öndere verirler. Ben
misafirlere onlardan daha güzel davranan kimse görmedim. Şefkat ve iltifatta
emsallerine rastlamak mümkün değildir.13

Siyasi karşılıkların durulması ile iktisadi fonksiyonları
ağırlık kazanmaya başlayan ahilik teşkilatlarının "meslek ahlâkı"nın oluşmasında
kahramanlık ananelerinin (bahadırlık, gözüpeklik, cömertlik) dini-tasavvufi
esasların inşaî rolünü burada kaydetmeliyiz. XII.-XIII. asırdan bu yana
Fütüvvetnâmelere şekil vermek bakımından başta gelen kaynaklar arasında tasavvuf
edebiyatının fikir ve sanat ürünleri sayılmaktadır. Toplum ahlâkı büyük
mutasav-vıfların iç dünyalarında yoğrulup şekil kazandıktan sonra
fütüvvetnamelere ve başka ahlak kitaplarına aktarılmış olu-yordu.14
Ahi teşkilatlarında tasavvufun et-kisi o kadar açıktır ki bazı yazarlar
fütüvveti, tasavvufun mistik yoluna ulaşamayanlar için eksik bir tasavvuf biçimi
diye telakki etmişlerdir.15 İbn-i Arabi’nin dini-felsefi sisteminde
yer bulan tasavvuf-fütüvvet ilişkisi, tasavvufun yüce hedefleri ile fütüvveti
meşbu olduğunun bir göstergesidir.16 Çalışma disiplini, meslekteki
hiye-rarşi, usta-çırak ilişkisi manevi bir zemin üzerine oturtulur. Ahi
teşkilatlarında ustaların konumu, tarikat şeyhlerinin konumuna benzer. Usta
çırak arasındaki sevgi hürmet ilişkisi, şeyh-mürit arasındakinden pek farklı
yoğunlukta değildir.

Tasavvufi eserlerde de yoğun bir şekilde işlenerek adeta bütün
İslami-insani faziletleri nefsinde toplamış olan Fütüvvet idealleri (ilkeleri);
mensuplarını bu yönde terbiye ve ikaz ederek adeta bir "insan-i kamil" ortaya
çıkarmanın programını sunmuştur. Ahilerin, müritlerine telkin ettikleri esaslar
dikkate alındığında bu teşkilatlarla tasavvufun aynı hedefe kilitlendiği
görülmektedir. Eli, sofrası kapısı açık; dili, gözü, beli kapalı olmalı şeklinde
fütüvvetnamelerin önemli kuralları derin felsefi anlamlar içermektedir. Asıl
amaç zihinlerde yaşatılan ideal insan, kamil insan olmaktır. Tasavvuftaki amaç
da bu değil midir? Fütüvvetin şanlı bir makam olduğu ama buna mukabil
şartlarının da o denli zor olduğu anlaşılmaktadır: "Fütüvvet a’la ve şerifdür…
ve her kim fütüvvet yolın almaya illa edep ve haya ehli. Fütüvvet menziline
irmiye/ illa kerem ve mürüvvet ehli…".17 Kimlerin ahi olamayacağı
sayılırken göste-rilen hassasiyet, şayan-ı dikkattir: "Kasaba, cerraha, fütüvvet
verilmez".18 Mahiyeti gereği şefkat ve mülameyetle bağdaşmayan, insan
ruhunu şiddete, kasvete alıştıran sonusçta toplumun tesanüdünü ihlal eden veya
bu yönde suistimale açık olan mesleklerin Ahilik teşkilatlarından dışlanması bu
teşkilatların hangi ruh asaleti üzerine temellendiğini anlamaya kâfi değildir.

Ahi teşkilatları kardeşlik ve barış idealinin mensupları
arasında manevi bir rabıta kurduğu bilinmektedir. İşin sosyolojik açıdan
değerlendirilmesi de gerekir.

Ahilik Üretim Sisteminin Ferdin Psikolojisine Tesiri İle
Toplumsal Huzura Yaptığı Katkılar

Bilindiği gibi ortaçağlar boyunca çeşitli loncaların
mensuplarının "meslek şuuru" itibariyle bir bakıma birbirinden ayrılmış durumda
bulunmaları, zamanımızın aksine üretim kollarını ve bu kollarda faal olan
fertleri birbirinden kesin olarak ayırmıştır. Dış dünya ile ilişkileri azaltan
loncalara mensup fertler, kendi sanat kolları arasında ilişkileri
sıklaştırmışlardır. Yine ortaçağların sanat erbabı gelir seviyeleri bakımından
benzerlik ve eşitlik içindedir. Üretimi belirleyen bir iktisadi düzenin varlığı
ve fiyatların narh şeklinde belirlenmesi çeşitli sanat kollarında aynı durumda
olanların aynı geliri elde etmelerini sağlamış, bu da gelir denkliğinden ileri
gelen bir benzerliğe sebep olmuştur. Böylece sınıf bilincine benzer bir kaynaşma
ve birlik ruhu doğmuştur.19 Hammadde tedarikinden onun işlenişine ve
satışına kadar her hususun inceden inceye kurala bağlanmış olması hem meslek
erbabı arasındaki hem de üretici tüketici arasındaki ilişkilerde rekabet ve
haset gibi sürtüşmeleri ortadan kaldırmıştır.20

Ahilik, birlikte üretim, birlikte hayat, birlikte tüketim,
insanlara güven, yardımlaşma ruhu ve diğergamlığı aşılar. Tüm bu hasletler,
fertleri uyumlu, barışçı, sabırlı, olgun kılar. Seyyahların Ahilik’le ilgili
kayıtları ileri sürülen bu hükümleri boşlukta bırakmayacak zenginliğe sahiptir.

Ahilikte bir iş sahibi olmak esastır. Ahilik kişiyi iş yaparak
eğittiği için utanç duygusundan uzak tutarak bireyi uzlaşmacı yapar. Ahilikte
ilerleme sıkı kurallara bağlıdır ve tam bir sabır istediğinden sabırlı olmak
hayatın esasını teşkil eder. Sabırlılık insanları fevri hareketlerinden korur.
Çok otoriter uygulamalar dışarda tutulursa daima fütüvvet birliklerinde üretime
katılanlar arasında bir işbirliği ve kurallara uyma vardır.

En önemlisi de merhum Ülgener hocanın günümüz
kavramsallaştırması ile yaptığı ilginç değerlendirmedir. Ona göre Ahilik’teki
üretimin, yabancılaşmaya karşı bir üretim seyrini içermektedir: "Günümüz fabrika
üretiminden farklı olarak fütüvvet teşkilatlarında üretim tek tip değildir.
Standart üretim, basit teknik seviyeye uymadıktan başka sanatkar ruhuna da
aykırıdır. Üretilen eser, adeta sanatkar dehasının somut ifadesidir." 21
Böylece kişi yaptığı eseri görür; kendine emanet edilen işin sahibi ve faili
olduğunu daha kuvvetle anlamış olur. Bu yönüyle ahilik, kişiye self-confidence
kazandırır ve ilgili şahsı sosyal bakımdan tatminde tutar. Kendine güvenen,
tatmine ulaşan ruh, bir hayat felsefesine (fütüvvet idealleri) yaslanarak içinde
yaşadığı toplumda birliğin ve beraberliğin sembolü olur. Yalnız orjinal bir şey
ortaya çıkartan tatmin veren bir işin de tek başına bu sonucu sağlamayacağı
ortadadır. Çünkü insanlar, hayatlarını manalandıracak bir hayat ve inanç
sisteminden mahrum kalırlarsa er geç hiçlik duygusu yaşarlar. Çağdaş ekonomik
düzenlerde insanın otomatikleşmesi hele Taylorizm prensibiyle adeta vida çeviren
hayvan durumuna sokulmasıyla insan, kendisine, yaptığı işe, topluma
yabancılaşmaktadır. Tatminsizlik ve uyumsuzluk duygularıyla hayatın donuklaştığı
bu toplumlarda intiharların, akıl hastalıklarının, sınıf çatışmalarının, ırkçı
hareketlerin artmasında müessir rol, yabancılaşma olgusuna bağlanmaktadır.22

İnsan ilişkilerini sathileştiren maksimum üretim uğruna hayatın
içinden, sevgiyi, alçak gönüllülüğü tehcire zorlayan günümüz üretim ilişkilerini
insanlığın övüncü gibi algılamak basiretsizliğine düşmemek kaydıyla Ahilikğin de
içinde yaşadığımız zamanın gerekleriyle tam örtüştüğü söylenemez. Ahiliğin
kıymet ve ölçüleriyle günümüzün üretim tekniği Pazar ilişkileri karılıp optimal
bir harmoni üzerinde çalışma yapmanın zarureti gün geçtikçe kendisini
hissettireceğe benziyor. İçinde yaşadığımız dünyayı -idealleriyle birlikte-
zaten yakından tanıyoruz. Dağınık olarak sunduğumuz Ahilik ideallerini derli
toplu olarak bir çarşı kapısındaki bir şiirden23 özetle yeniden
hatırlatarak hükmü okuyucuya bırakıyoruz.

Sevgi göster herkese ha! Selamdan sakınma sakın

İnsanlığı ayırma ha! Hepsine adil ver hakkın

Niyetin iyi olsun ha! Her şeyin gerçeğini söyle

Hayırdan ayrılma ha! İyi anlaş herkes ile

Etrafa dostluk saç ha! Eser kalır sen gidersin

İyi belle unutma ha! Önce hizmet sonra sensin

(Denizli Babadağ çarşı kapısındaki kitabe)

Dipnotlar

* "İnsan insanın kurdudur" özdeyişi ile felsefesi
özetlenebilecek Hoppes, Toplum öncesi dönemleri savaş durumu olarak niteler.
Filozof kucağında büyüdüğü toplumun hayat felsefesini yansıtıyor. Diğer yanda
Hacı Bektaş Veli’nin ve Ahi Evran’ın değil insanlarla vahşi tabiatlı hayvanlarla
ünsiyeti (Hacı Bektaş Veli’nin Geyiki aslana yedirmemesi, Ahi Evran’ın bir
yılanı sevip okşaması) hayal ürünü olsa bile bu motifler, Sosyal Güvenlik, Barış
ve Sosyal Adaletin bizim toplumumuzun şuuraltında yerleşmesinin halk dehasıyla
ifadesi sayılmalıdır.

1. Bu tabir Roma İmparatoru Dönelinden miras kalmıştır. Roma
İmparatoru Pirus, galip geldiği savaşta o kadar kayıp vermiş ki, kimi tarihçiler
bu savaşın neticesini zafer değil, yenilgi olarak kaydetmeyi daha doğru
bulmuştur.. Sonraları bu tabir, çok ağır bedellerle kazanılan başarıları
anlatmakta kullanılır olmuştur.

2. CAMİ M., Baharistan, çev. GENÇOSMAN Niyazi, (İstanbul:
Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, 1989), s. 123.

3. PEÇECİ İBRAHİM EFENDİ, PEÇECİ TARİHİ, Haz. Bekir Sıtkı
Baykal, (Ankara: Kültür ve Turizm Bakanlığı, 1988), s. 268.

4. BARKAN Ö. Lütfi, "Osmanlı İmparatorluğunun İmaret
Sistemlerinin Kuruluş ve İşleyiş Tarzına Ait Araştırmalar", İktisat Fakültesi
Mecmuası, C.XXXIII, S. 1-2’den ayrı basım, (İstanbul: Şemsi Arkadaş Matbaası,
1969) s. 242.

5. EŞREFOĞLU, Müzekk’in Nüfus, çev. Yaman ARIKAN, (İstanbul:
Saadet Yayınevi, 1977), s. 99.

6. DERSCHWAM Hans, İstanbul ve Anadolu’ya Seyahat Günlüğü,
çev. Yaşar Önen, (Ankara, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, 1987), s. 96.

7. FROMM Erich, Özgürlükten Kaçış, çev. Şemsa Yiğin,
(İstanbul: Payel Yayınları, 1996), s. 48.

8. HORKHAİMER Max, Akıl Tutulması, 4. b., çev. Orhan Koçak,
(İstanbul: Metis Yayınları, 1988), s. 128.

9. KOZAK Erol, İbn-i Haldun’a Göre İnsan Toplum, İktisat,
(İstanbul: Pınar Yayınları, 1984), s. 113

10. Batıda Siyasal Düşünceler Tarihi, Der. Mete Tuncay,
(Ankara: Teori Yayınları, 1986), s. 269-270

11. ÜLGENER Sabri, Esnaf Ahlâkı ve Şikayeti Mucip Halleri,
(İstanbul: İsmail Akgün Matbaası, 1952), s. 393.

12. ÜLGENER Sabri, İktisadi Çözülmenin Ahlak ve Zihniyet
Dünyası, 2. b., (İstanbul: Der Yayınları, 1981) s. 36.

13. İbn-i Batuta Seyahatnamesinden Seçmeler, haz. İsmet
Parmaksızoğlu, (İstanbul: M.E.B. Yayınları, 1993), s. 8.

14. Ülgüner, İktisadi Çözülmenin… s. 41.

15. HODSGON Marshall, İslamın Serüveni, C. II, (İstanbul: İz
Yayıncılık, 1995), s. 141-142.

16. TAECHNER Frannz, "İslam Ortaçağı’nda Fütüvvet
Teşkilatı", İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesi Mecmuası, C. 15, s. 7.

17. GÜLPINAR Abdulbaki, "Burgazi ve Fütüvvet-Namesi",
(İstanbul: Sermet Matbaası, 1955), s. 111.

18. GÜLPINAR, A.g.e., s. 86.

19. KURTKAN Amiran, Mali Sosyoloji, (İstanbul: İstanbul
Üniversitesi Yayınları, 1968), s. 112.

20. ÇAĞATAY Neşet, Bir Türk Kurumu Olan Ahilik, (Ankara:
Türk Tarih Kurumu Yayınları, 1989), s. 97.

21. ÜLGENER, İktisadi Çöz., s. 85.

22. KOZAK, A.g.e., s. 89.

23. BOZKURT Güvenç, Türk Kimliği, (Ankara: Kültür Bakanlığı
Yayınları, 1994), s. 366.