Estetik nazariyeleriyle uğraşanları kendi haline bırakalım;
güzellik hissini analize tabi tutup bazı neticelere ulaşmak mümkün olduğu gibi
güzeldir de. İnsanlar güzellikle ilgili yargılarını geliştirir ve kullanırken
nazariyatçıları pek az dikkate alıyorlar. Bu mânâda bütün “güzel sanat” eğitimi
veren kuruluşlar aslında güzelliği değil, güzel olduğunu vehmettiğimiz sanat
ürünlerinin teknik altyapısını öğretmiş oluyorlar, yani insanoğlu’nun maddeyi
biçimlendirirken ihtiyaç duyduğu teknik bilgi. Bu tarif bestekârla duvarcı
ustasını, heykeltraşla badanacıyı, kaligrafla koltuk döşemecisini aynı hizaya
getiriyor; ben bu kanatteyim. Hakkında güzel olup olmadığına dair verilen herşey
bence sanatın konusudur.

Bu noktada beni en çok ilgilendiren mesele, biçimlendirilmiş
sanat nesnesinin insanla mesafesi ve ilişkisidir. Eğer sabrederseniz aynı konuda
biz Türklerin veya İslâm âleminin estetik meselesine nasıl baktığı üzerinde kafa
yorduğum kısımları da okuyabilirsiniz. Fakat her nevi sanat eseri (tasannuat)
ile insan arasındaki mesafenin doğurduğu problemler, dini veya milli ölçekli
bakış açılarından bence daha öndedir.

Güzel, İnananların Yitik Malıdır

Bir “İslam sanatı”ndan bahsedilebilir mi? Müslüman toplulukların
ortaya koyduğu sanat eserlerinin kendi başına bir anlamı vardır ve hatta bunlar,
kendi arasında alt şubelere ayrılarak tasnif de edilebilirler. Şüphesiz bu
birikimin ürünlerinden istihrac olunabilecek bir estetik anlayış inşa etmek de
mümkün olabilir. Fakat “İslam sanatı” tabiri, bana göre İslam’ın anlamını
daraltıcı etkisi sebebiyle İslam’a bühtandır. İslam, sadece Müslüman
toplulukların inançlarını ve davranışlarını düzenlemek gayesinden daha ötesini,
her insanın ve bütün insanlığın dikkatine sunulan “had”leri ihtivâ eder. Bu
bakış çerçevesinde İslâm’ın getirdiği “had”lere itaat etmek şartıyla bir
putperestin ürünü de pekâlâ “İslâmî” nitelik taşımaya layık olur; bu fikri pek
yeni ve eskiden bilinmeyen bir vâkıâ imiş gibi takdim ediyor görünmek istemem;
esasen insânî pratik bu istikamette tezâhür etmiştir: “Hikmet mü’minin yitik
malıdır” tavsiyesi de aynı nükteyi işaretliyor. Bu muvacehede “İslâm sanatı”
tâbirinin orientalist bir niteleme taşıdığını kabul etmek zorundayız.

İşte bu yüzdendir ki Müslümanların “estetik mesele” karşısındaki
mesafesini irdelemeden önce, gerek Müslümanların, gerek insanlığın “had”ler
karşısındaki mesafesini irdelemenin daha sıhhatli bir yaklaşım teşkil edeceğini
düşünüyorum.

Din Hürleştirir Ama İnsan Hürriyetten Kaçar

İşe İslâm dünyasından başlayalım. İlk Müslümanlar eşyaya şekil
verirken İslâmî bir estetik teorisinden değil, daha tabii ve doğru bir noktadan,
eşya ile insan ilişkisini belirleyen hadlerden hareket etmişlerdi; başka türlüsü
de düşünülemezdi zaten; bu “şekil verme” ameliyesi esnasında mahalli görgü ve
geleneklerden istifade etmeleri tabii idi. Sadece İslâmî—buna çok rahatlıkla
“insanî”de diyebilmek de mümkündür—hadlerden hareket etmiş olmaları, onlara
eşyaya şekil vermekte iki kriter arasında hür bırakıyordu: İlki İslâmî ve insanî
hadler, ikincisi ise mahalli görgü ve gelenekler. Bir batılı zihnin kolay kolay
kavrayamayacağını bilerek söylemeliyiz ki bu hadler, eşyaya şekil veren insanın
en ziyade hür olduğu iklimi kuşatıyordu. Yeri gelmişken belirtmeliyiz ki modern
siyaset teorilerinin tarif ve vadettiği hürriyet, dini hadlerin çerçevesi
içindeki hürriyetten kapsam itibariyle daha sığ ve dardır; ne vardır ki
insanoğlunun hürriyet ürküntüsü, ona daha fazlasını fark edebilme şansı
bırakmıyor.

Bugünün vahim yanılgısı, Müslüman sanatçının (ki sanatçı
tâbirini, “eşyaya şekil verenden de ötede kendi hayatını ve başkalarının
hayatını yorumlayan kişi” mânâsında kullandığım bilinmelidir) bir İslâm sanatı
birikimi üzerinden hareket etmek mecburiyetinde olduğu kanaatine kapılmasıdır.
Halbuki sanatçının eşyaya şekil verirken hareket etmesi gereken nokta, dünden
bugüne zaman içinde değişmemiştir; değişen şey, Müslüman sanatçının kendisini
İslâm sanat geleneğini yeniden üretmeye veya onu tekrara mecbur hissetmesidir.

“İslam Sanatı” Tabiri Niçin Yanıltıcıdır?

Bir İslâm mimarisi yoktur; mimari bir eser ortaya konulurken
riayet etmek gereken İslâmî ve insanî hadler vardır. Avrupa’da yaşayan
Müslümanlar çoğu kere cemaati kalmamış bir kilise veya sinagog’u mescide
çevirirken izah etmeğe çalıştığım “had”di pekâlâ tatbik edebiliyorlar. Zira bir
mescidin İslâmî ve insanî hadlere göre mutlaka taşıması gereken şekil şartı, o
binanın temiz olması, herkese açık bir mekân olması ve saf düzeninin kıbleye
dönük tarzda tasarlanmasından ibarettir. Bu husustaki “had”di
“Efendimiz”(a.s.m.) koymuştur: “Bütün yeryüzü bize mescid ve sebeb-i tahâret
kılındı”. Mescidlerimizin kubbe, minare, kemer, kasnak, minber, kürsü, son
cemaat yeri gibi şekil şartlarına illâ itaat etmesi yolundaki yaygın kanaat
kültürel bir tortudan ibarettir. “Kültürel Tortu” tâbiriyle bu birikimi
küçümsemiyorum, sadece ihmâl olunabilirliğine dikkat çekmek arzusundayım.

İslam’da resim veya resim yasağı diye bir promlematik yoktur; bu
konudaki “had”, zamana, zemine ve tabii kültür muhitine göre derecesi azalıp
çoğalan bir “şirk riski”nden ibarettir. Minyatür, sadece Şark’a veya İslâm’a
mahsus bir resim tarzı değildir; başka kültürlerde de benzeri vardır. Kezâ
bezeme veya tezhib için de aynı şeyi söylemek mümkündür. Şirk riskine karşı
resim kullanmaktan çekinerek bezemeye, cansız veya nebati motiflere ağırlık
verilmesi kendi başına İslâmî bir üslûp teşkil etmez.

Musiki’de Müslümanlara has bir üslûp tasavvur edilebilir mi; her
dinî gelenekte dinî müzik diye bir vâkıâ vardır şüphesiz; fakat Osmanlı
tecrübesinde Ortodoksların, Ermenilerin, Süryanilerin, hatta Musevilerin bile
Osmanlı musiki geleneğinden etkilenerek hemen hemen aynı melodik yapıları
kullanarak dini müzik icrâ ettiklerini biliyoruz.

Örnekleri tâdad etmek mümkün; netice değişmiyor: Hadleri tecavüz
etmemek kaydıyla bir Müslüman sanatçı ile Müslüman olmayan bir sanatçıyı peşinen
tefrik etmemizi gerektiren hiçbir ön şart yoktur. İslâm’ın getirdiği hadler
insanın nefsine zulmetmemesini gaye edinir. Bu bakış açısı, hadlere itaat eden
bütün sanat ürünlerini ve insan eserini “İslâmî” hale getirir. Dünya üzerinde
güzelliğin ölçüsü coğrafya ve kültür farklılıklarıyla değişebilir fakat “nefse
zulmetmemek” cihaşumül bir kriter olarak bütün bütün güzellik kavrayışlarını
aynı eksende toplar ve bu noktada estetik kavrayışla din içiçedir; ne var ki bu
kavrayışta, insanın sadece dinî vechesi değil, hayatın tamamı görünür; sanat
eserlerinin dışına taşan ve hayat dediğimiz sürecin bütününü kuşatan bir
estetik.

İnsan ilişkilerinin de bir estetik boyutu olmalı değil midir;
insanla insanın, insanla fizikî çevrenin, insanla zaman kavramının ve insanla
insanüstünün? Din, alışageldiğimiz söyleyişle bütün hayat alanlarını kuşatırken
aslında insanı kuşatmak iddiasındadır. Va’zediliş tarzı itibariyle din insana
sadece teklifte bulunur ve insanın isyankâr vechesini de hesaba katar; bu
durumda din’de, yani hayatın kendisinde mündemiç olan estetik de kendiliğinden
“iman”ın mevzuu haline gelir.

Din’e rağmen bir estetik geliştirmek mümkün müdür? Din
teorisinde “inkar edenler” de veri kabul edildiği için dine rağmen estetik
geliştirmek teorik olarak imkânsızdır. Zira din “nefse zulmetmemeyi” tavsiye
ettiği gibi insanın “nefsine zulmedebileceğini” de öngörmüştür. Teorik olarak
öngörülen ihtimalden “din dışı” ve “dine rağmen” olan çıkar ki o dahi aslında
dine karşı olmak noktasında vücut bulduğu için dinin öngörülmüş türevidir.

Acaba “Cehl” Böyle Birşey midir?

Bu nüktenin “dindar”lar tarafından lâyıkıyla anlaşılabildiği
kanaatinde değilim; dindarların kısm-ı küllisinde görülen müşterek müşterek
eğilim, dinin daraltılmış yorumlarından birine kilitlenmektir. Böyleleri için
din, bütün insaniyet için değil, sadece dindarların tüketim ve istifadesine
sunulmuş bir hususi klüp nizamnamesi ve imtiyaz senedi cinsinden algılanır; bu
“bu imtiyazlılık” hissi, dinin “inkârcıları” bile kuşattığını fiilen göremez;
onlar için din, sadece kendileri gibiler için va’zedilmiş özel bir ritüeller
bütünüdür; bunlara göre sanat sadece “dini” konularda hareket imkanı bulabilen
ve tabii olarak sanatçılara mahsus bir disiplin haline gelmiştir. Dar anlamıyla
bütün dinlerin tarihî tecrübelerinde bu gibi dindarlık yorumlarına mahsus kapalı
sanat alanları vardır.

Geniş anlamıyla din, geniş anlamıyla insanı güzelliğin muhatabı,
üreticisi, sürdürücüsü ve yayıcısı olarak görür; bu mânâda din, her insanı
sanatçı, her faaliyeti bir sanat olarak kabul eder. Güzelin zıddı çirkin değil
“zulm” dür; “çirkin, âhenksiz, zıt, iptidai, vb” cinsinden menfî kavramlar kendi
başlarına “zulm” cümlesinden değildir. Dinin güzellik anlayışına göre “zulm”ün
zıddı, “hadler” dediğimiz ıskalanın içinde kalabilen her nevi davranış, ürün,
niyet ve yorumdur: Hadler, zulm mıntıkalarını işaretleyen hudut çizgilerine
benzer; din, bu gibi tehlikeli hudut çizgilerini tarif eder, işaretler ve hadler
dahilinde insanı hür kılar. Gariptir ki dine karşı olanlar kadar çoğu kere
dindarlar da, dinin insana bıraktığı hürriyetler mıntıkasını daraltılmış bir
yorumla algılamayı tercih etmişlerdir; acaba “cehl” böyle bir şey midir?

Küfür Deryasında Bir Müslümanlar Adası

Böylece İslâm sanatı kavramını niçin ihtiyatla karşıladığımı
izah edebildiğim kanaatindeyim. İslâm sanatı tabiri, “orientalism” mahreçli
olması bir yana “dindar”lara mahsus, daraltılmış bir yorum gibi görünüyor bana.
Bu tâbir, geniş anlamıyla “din”in koyduğu “sanatçı=insan”, “hayatın bütün
faaliyetleri=sanat”, “hayat=din” eşitliklerini mutaassıbâne bir edâ ile reddeden
ve kendisini küfür deryasının ortasında Müslümanlar adasına sığınabildiği için
imtiyazlı zanneden ebter zihniyetlerin kavrayışı olarak doğrusu reddedilmeğe
lâyıktır. Bu kavrayışın sair türevleri, son iki asırda Müslümanların kendilerini
“ikinci sınıf mağdur bir zümre” gibi markalamasına yol açmış, Müslümanların
cihanşümul düşünmelerini engellemiş ve Müslümanları ezilecek raddede kendi
üstüne kıvrılmaya zorlayarak “şimdiki zaman”dan kopmalarını kolaylaştırmıştır.

Geleneği Yeniden Kurmak

Bu noktadan sonra belki isrâf-ı kelâm olacak fakat niçin
söylememeli: Bugünün dindar kuşakları, “İslam sanatı” diye varlığını
vehmettiğimiz geleneği sürdürmekte tam bir “ebter” çaresizliği sergilemektedir.
“Din’in, tarih, toplum ve gelenek mahpesinde bunaltılmış yorumu, bırakınız
hayatı teşrih ederek onu şimdiki zamanın suallerine ferah-fahur cevaplar
üretecek tarzda canlı kılmayı, kendi hayatiyetinin meşruluğunu bile üretebilmek
kabiliyetinden mahrum görünmektedir. Din, gelenek ve ritüele mahkum edilmiştir.
Gelenek, aynen tekrarı gereken bir tefsir mecmuası değildir; gelenek dediğimiz
birikim, yeniden üretildiği takdirde manidar bir hareket noktası teşkil
edebilir. Geleneği yeniden üretmek, “had”ler muvacehesinde hayatın tamamını
göğüsleyebilmek cesaretiyle mümkün.