Estetik, Yunanca “hassasiyet ve duygu” anlamına gelen (Esthesis)
kelimesinden alınarak bütün batı dillerine geçmiş olan bir tabirdir. Duygu ilmi
manasını ifade ederse de, bugün sanattaki güzelliğin mahiyetinden bahseden ilim
anlamında kullanılmaktadır. Bu kelimeyi bugünkü mânâda ilk kullanan, Alman
filozofu Baumgarten’dir. Fakat bu bilim öteden beri eski milletlerin
felsefelerinde mevcut bir konudur. Osmanlıca’da buna “bediiyyat” denmektedir.

Estetik’in bir mânâsı da “güzel ve bedii” demektir. Bu ilim
metafizik estetik, psikolojik estetik, içtimaî estetik, filozofik estetik gibi
kısımlara ayrılır.

Sokrat yazılarında sanatın idealist ve ruhi doktrinini
yapmıştır. Platon da bazı eserlerinde bu meseleyi tekrarlamış ve bir filozofun,
bir hükümet adamının düşüncelerinde ve milletin terbiyesinde güzelin alacağı
yeri göstermeye çalışmıştır. Aristo da güzellik nazariyelerini tahlil ederek,
sanatın esasını, tabiatı taklitte bulmuştur. Fakat ona göre tabiattan maksat
tabiatın özündeki “ideal güzellik”tir. Stoisien’ler de “güzel ve iyiyi” aynı şey
olarak görmüşlerdir. İskenderiye mektebinin filozofları, bütün bu fikirleri mezc
ederek, “güzellik duygusunu” mücerrede vasıl olmak için bir vasıta telakki
etmişlerdir. Aynı ahlaki ve dini düşünceleri ortaçağ ve Rönesans filozoflarında
da görüyoruz. Hepsi de estetiği, “ulvì” mahiyette telakki etmişlerdir.1

Konumuz güzel ve güzellik olduğuna göre, acaba bu “güzel”
denilen şey ne demektir?

Güzel konusunda Sokrates’in fikirleri çok ilginç gözükmektedir.
Ona göre bazılarının “güzel”den anladığı şey, bir genç kızdır. Oysa genç kız
güzelliğe sahip olduğu için güzeldir. Yalnız bir genç kıza değil, bir kısrağa,
bir vazoya hatta bir toprak tencereye de güzel denmektedir. O halde “her şeyi
güzel yapan, her şeyi donatıp güzel gösteren bir güzellik vardır. Yapılacak şey
onu aramak, kendinden güzelin ne olduğunu ortaya koymaktır.”

Bu temel prensibi ortaya koyduktan sonra, güzelin ne olduğunu
tartışmaya devam eden Sokrates, “güzel bir uygunluk mudur?” sorusunu sorar. Ona
göre tahta bir kaşık yemek pişirirken toprak bir tencereye daha iyi uyar. Ama
böyledir diye, tahta kaşığın altın kaşıktan daha güzel olduğunu kimse kabul
etmez. Etmeyince de, uygunluk, “hiçbir zaman, hiçbir şekilde, hiçbir kimseye
çirkin görünmeyen, katıldığı her şeyi güzel yapan bir güzellik olamaz.”2

“Acaba güzel yararlı olan mıdır?” Eğer güzel vücutlar, güzel
yapılar, bilgi ve güzel dediğimiz her şey işe yaradıkları için güzelse, güzel
yararlı olandır.

Fakat yararlı olan, iyilik meydana getirendir. Şu halde güzel,
iyinin nedenidir. Neden etkisi ile aynı şey değil, neden etkiyi meydana
getirendir. O halde iyi güzel tarafından meydana getiriliyor demektir. Yani
güzel, iyinin babası gibi bir şeydir. Oğul baba, baba oğul olmadığı gibi, güzel
iyi, iyi de güzel olamaz. Bu da bizi, güzeli işe yarayan, yararlı olan, iyiyi
meydana getiren olarak anlamanın doğru olamayacağına götürür.

Sokrates’e göre güzel, “zevk” de değildir. Çünkü bir çok zevkin
çirkinliği meydanda iken, aklı başında bir kimse, güzelin zevk olduğunu
söyleyemez. Bu durumda Sokrates, işin içinden çıkamaz ve “güzel zordur” hükmüne
varır.3

Gerçekten de güzeli eskilerin ifadesiyle, “efradını cami,
ağyarını mani” bir şekilde tarif etmek zordur. Ancak şu kadar var ki, filozoflar
güzeli tarif edemeseler de, güzelin nitelikleri fertten ferde, toplumdan topluma
değişmiş olsa da, yine de insanlar neyin güzel, neyin çirkin, neyin iyi neyin
kötü olduğunu görebilmekte, fark edebilmektedirler. O halde, güzel veya çirkin,
iyi yahut kötü hususlardan da insanın fıtratında veya psikologların deyimiyle,
“bilinç altlarında” bilgiler bulunmaktadır.

Fıtratı bozulmuş insanlarda ise, iyi ile kötü, güzel ile çirkin
birbirine karışabilmektedir. Bir insana, “kötü, çirkin bir amelin süslü ve güzel
görünmesi” estetik hususunda fıtratın bozuk olduğunu gösteriyor olsa gerektir.
Buradaki “bozuk” ifadesi, “yaratılıştan bozuk” değil, insanın iradesiyle
fıtratının bu özelliğini değiştirmiş olduğu anlamındadır.

İşte insanın fıtratında bulunan, ruhuna derc edilmiş olan bu
güzeli bilme, güzeli sevme duygusu sayesinde, insanın bozulmaz, eskimez,
değişmez bir ulvi güzelliğe ulaşması mümkün olur.

Sokrates’e kulak verecek olursak o, bunun başlangıcının, bir
güzel insanı sevmek olduğunu söyler. Sonra insan ondaki güzelliğin, başka
vücutlardaki güzelliğin eşi olduğunu anlar. Bunu anlayınca, bir teke olan
sevgisi gevşer, bütün güzelleri sever. Artık öyle bir düşkünlüğü küçümser. Daha
sonra ruh güzelliğini, vücut güzelliğinden değerli görür. Güzelliğin vücuttaki
parıltısı sönük bile olsa, güzel bir ruh onun sevgisini coşturur. Ruh güzelliği
vücut güzelliğinden üstün tutulduğu vakit, insan daha çok yaşayış ve davranış
yollarındaki güzellikle ilgilenir. Yaşayış ve davranış yollarındaki güzellikten
de, bilimlerdeki güzelliğe geçilir.

Sokrates’e göre, güzellik anlayışında bu aşamaya gelen insanın
bir tek varlığa bağlanıp kalacağı düşünülemez. Böyle bir insan, herhangi bir
kimsenin kulu kölesi olamaz¸boş laflarla uğraşamaz; önüne serilen engin güzellik
denizi karşısında onun ruhu, en güzel sözlerle, sonsuz bilgi özleminin meydana
getirdiği düşüncelerle dolup taşar, gücü gittikçe artar. Düşüncelerinden aldığı
bu güç de onu yolunun sonundaki tek bilgiye kadar götürür; güzelin bilgisine
ulaştırır.

Bütün güzel şeyleri ardı ardına ve gerekli düzen içinde
gördükten sonra girdiği yolun sonuna varan insan, birden bire eşsiz bir
güzellikle karşı karşıya gelir. Bu güzellik doğumsuz ve ölümsüz, artmaz ve
eksilmez bir güzelliktir: bir bakıma güzel, bir bakıma çirkin, bugün güzel yarın
çirkin, kiminin gözünde güzel kiminin gözünde çirkin, bir yerde güzel bir yerde
çirkin bir güzellik değildir. Bu güzellik, bir yüzde veya vücuda bağlı herhangi
bir şeyde görülen güzellik olmadığı gibi, bir söz de, bir bilgi de değildir. Bu
güzellik, kendi var, kendinden var bir güzellik, hep kendinin aynı kalan bir
güzelliktir. Bütün güzellikler ondan pay alır. Ama kendisi onların parlayıp
sönmesiyle, ne artar, ne de eksilir.

Sokrates’in “Güzelliğin özü” diye nitelendirdiği bu güzellik,
“Allah’ın Güzelliği”dir. Gerçek erdemleri, ancak güzele Onu görecek gözle bakan
kimse meydana getirebilir. Yalnız o, gerçek erdemi yaratan ve besleyen Allah’ın
sevdiği insan olabilir. Yalnız o, bir insanın ereceği ölümsüzlüğe erebilir.
İnsanın bu nimete ermesinde en iyi yardımcı olduğu içindir ki, sevgi övülmeli,
baştacı edilmelidir.4

Sokrates, yaptığı bu güzellik ve sevgi tartışmasında,
varlıkların güzelliğinden yola çıkmakta, ruh güzelliğine, davranış güzelliğine,
bilgi güzelliğine ve Allah’ın güzelliğine ulaşmaktadır.

Kur’an’da insanın fıtratında bulunan “güzel” ve “güzelliği fark
etme” ve “güzelliğe meyletme” duygularına uygun olarak hem iyilik, hem de
güzellik anlamına gelen “hüsün” kökünden gelen kelimelerde estetiğe, iki yüz
dört ayette vurgu yapılmaktadır. Yine güzellik anlamına gelen “cemal” kökünden
gelen kelimeler de sekiz ayette zikredilmektedir. Bu ayetleri incelediğimizde,
Kur’an’da estetiğin zahiri, batıni, ruhi, ulvi ve ahlaki anlamda kullanıldığı
gözükmektedir.

Kur’an secde suresinde bize evrendeki her şeyin estetiği
hususunda şöyle genel bir hüküm sunmaktadır: “Allah yarattığı her şeyi güzel
yaratandır.”5 Bu ayette geçen “Ahsene”, “güzel yaptı, yarattı”
anlamına gelmektedir. O halde Allah bu evreni yaratırken, estetiğe birinci
derecede ehemmiyet vermiştir. Bu ayet akla bazı sorular getirmektedir. Acaba
Allah bu alemi niçin güzel yaratmıştır? Diğer taraftan alemde güzel olmayan,
çirkin ve kötü gözüken şeyler de vardır. Bu da inkar edilemez. Durum böyle
olmasına rağmen, neden her şeyin güzel yaratıldığına vurgu yapılmaktadır?

Bize göre bu iki soruya verilecek cevap, Kur’an’ın estetik
konusundaki tavrına ışık tutacaktır. Önce birinci soruya cevap bulmaya
çalışalım:

Kur’an’ın bildirdiğine göre, “Güzel İsimler, Allah’a aittir”6
Bu ayetten anlaşılan husus, her ilahi ismin ulvi bir estetiğe sahip olduğudur.
Çünkü güzellik Allah’ın bütün isimlerine sirayet eden bir ruh gibi olmuş, kendi
boyasını onlara vermiştir. Allah bu güzel isimlerle müsemmadır. Allah’ın bu
güzel isimleri kainatta tecelli eden isimlerdir. Elbette ki bu güzel isimlerin
tecellileri, akisleri de “güzel” olacaktır. Evrende yaratılan her şey Allah’ın
güzel isimlerinin akisleri olduğuna göre, bu varlıkların hepsinin de güzel
olması gerekmektedir. Ki görünen alemde de bu gözlerle müşahede edilmekte, akıl
ile de idrak edilmektedir. Bunun için Said Nursi’nin ifadesiyle, “Cemil-i
Mutlaktan güzellik gelir.”7

Ama bu güzellik nasıl gelmektedir? Said Nursi, aşağıdaki
ifadeleriyle Kur’an’ın estetik konusunda zikrettiğimiz ayetlerini yorumlamakta
ve Cemil-i Mutlaktan güzelliğin nasıl ve niçin geldiğini izah etmektedir:

“Hem dahi, kainatın yüzünde serilmiş olan gayetle güzel ve
sanatlı ve parlak ve süslü şu mevcudat; ışık güneşi bildirdiği gibi, misilsiz
manevi bir cemalin mehasinini bildirir ve nazirsiz, hafi bir hüsnün letaifini
iş’ar ediyor. (bildiriyor) O münezzeh hüsün, o mukaddes cemalin cilvesinden,
esmalarda, belki her isimde çok gizli defineler bulunduğuna işaret eder. İşte şu
derece âli, nazirsiz, gizli bir cemal ise; kendi mehasinini (güzelliklerini) bir
mir’atta (ayinede) görmek ve hüsnünün derecatını ve cemalinin mikyaslarını
zişuur ve müştak bir ayine müşahede etmek istediği gibi, başkalarının nazarıyla
yine sevgili cemaline bakmak için, görünmek de ister. Demek, iki vecihle kendi
cemalini bakmak; biri: Her biri başka başka renkte olan ayinelerde bizzat
müşahede etmek. Diğeri: Müştak olan seyirci ve mütehayyir olan istihsancıların
müşahadesi ile müşahede etmek ister. Demek, hüsün ve cemal görmek ve görünmek
ister.”8

O halde, Allah bu kainatı, bütün güzel isimlerinde bulunan
güzellikleri hem görmek, hem de başkalarının nazarlarına göstermek için
yaratmaktadır. Kainat, Onun güzelliklerini gösteren bir “ayineler mecmuası”
olmaktadır. Buradan da şöyle bir sonuca gitmek mümkündür: İnsan bu kainattaki
güzellikleri idrak ederek, ebedi ve değişmez bir güzelliğin, Allah’ın
güzelliğinin şuuruna erme kabiliyetine sahiptir. Buna erebilmek için de,
Nursi’nin şu metoduna uymak gerekmektedir:

“Ayine misal mevcudatın birbiri arkasında zeval ve fenalarıyla
beraber, arkalarından gelenlerin üstünde ve yüzlerinde aynı hüsün ve cemalin
cilvesinin bulunması gösterir ki: Cemal onların değil… Belki o cemaller, bir
Hüsn-ü Münezzeh ve bir Cemal-i Mukaddesin ayatı ve emaratıdır.”9

Bu ifadeler, Sokrates’in, “Bütün güzellikler ondan pay alır. Ama
kendisi, onların parlayıp sönmesi ile, ne artar, ne eksilir.” sözleriyle
paralellik arz etmektedir.

İşte kainattaki bu estetik, ama daima parlayıp sönen, zeval ve
fenaya maruz kalan bu estetik, ilahi bir estetiğin, güzelliğin ve iyiliğin var
olduğunu göstermektedir. Genel olarak evrendeki bu güzelliği görebilmek, külli
bir nazarı gerektirdiğinden zor olabilir. Bu yüzden “cüz’iyyat”ta aynı parlayıp
sönen güzellikleri, estetikleri müşahede etmek gerekir. İşte Kur’an bunun için,
insana cüz’iyattaki “estetiği” göstermektedir. Cüz’iyattaki estetiğin en
muhteşem ve şaşaalı göründüğü varlığın insan olduğunda şüphe yoktur. Bu yüzden
Kur’an, insanın güzel, estetik yaratılışına dikkat çekmektedir:

“Allah yeri sizin için bir mesken, göğü bir tavan olarak
yaratan, size şekil verip de şeklinizi güzel yapan ve sizi temiz rızıklarla
rızıklandırandır.”10 “Biz insanı en güzel şekilde yarattık.”11

Bu ve benzeri ayetler, hem insanın fiziksel olarak çok güzel
yaratıldığına, hem de onda manevi olarak güzelleşmek için yüksek kabiliyetlerin
var olduğuna işaret etmektedir. Göze ilk görünen ise, insanın fiziksel
güzelliğidir. Varlıklar içinde şekil bakımından en güzel olanın insan olduğunda
herkes müttefiktir. Ama insandaki bu estetik, bu güzellik geçicidir. Bir insan
yaşlandığında bile yaratılış olarak güzelliğini muhafaza etmesine rağmen, ölümle
insandaki bu yaratılış güzelliği sona ermektedir. Ama güzel yaratılış insan
neslinde devam etmektedir.

O halde, insanın yaratılışının güzel olması, güzelliği
eskimeyen, ebedi bir güzellik sahibi olan Allah’a işaret etmektedir. Aslında
böyle bir bakış, estetik penceresinden “mana-yı harfi”yle bir bakıştır. Mana-yı
ismiyle bir bakış ise, hem insandaki yaratılış güzelliğini örtbas etmekte, hem
de bir ayine olan insanın zahiri güzelliğine takılırsak, o ayinede yansıyan
ebedi ve daimi güzellik güneşini görmezden gelmeye sebep olmaktadır.

“Diğer taraftan alemde güzel olmayan, çirkin ve kötü gözüken
şeyler de vardır. Bu da inkar edilemez. Durum böyle olmasına rağmen, neden her
şeyin güzel yaratıldığına vurgu yapılmaktadır?” sorusuna verilecek cevap da
önemli görünmektedir.

Böyle bir soru peşinden başka soruları da akla getirmektedir.
Acaba alemle “çirkin olan” şeyler nelerdir? Ve bunlar gerçekten çirkin midirler,
kötü müdürler?

Dünyada insanın gözüne çirkin ve kötü olarak görünen en önemli
iki unsur bulunmaktadır. Bunlardan birisi, şerlere vesile olan şeytan, diğeri
de, güzel olan insanın ve bütün canlı varlıkların hayatını sona erdiren ve bu
yüzden “çirkin” görünen ölüm. Eğer bu iki şey, gerçekten çirkin ve kötü ise, o
halde, Allah’ın yarattığı her şeyin güzel olduğu gerçeği ile bir çelişki söz
konusu olacaktır. Ki o takdirde evrenin tamamında bir estetiğin olmadığı gibi
bir fikir insanın aklına gelebilecektir.

Said Nursi, “Allah yarattığı her şeyi güzel yaratandır” ayetinin
yorumlarken bu konuyu ele almaktadır. Ona göre, her şeyde, hatta en çirkin
görünen şeylerde, hakiki bir “hüsün” yönü vardır. Kainattaki her şey, her
hadise, ya bizzat güzeldir. Buna “hüsn-ü bizzat” denmektedir. Ya da neticeleri
itibariyle güzeldir. Buna da “hüsn-ü bi’l-gayr” denmektedir. Bir kısım
hadiselerin görünüşü çirkin olmakla birlikte, o zahiri perde altında gayet
parlak güzellik ve intizamlar vardır.

Said Nursi, bu teorik ifadelerini ispat sadedinde ilginç
örnekler vermektedir. Ona göre, bahar mevsiminde fırtınalı yağmur, çamurlu
toprak perdesi altında nihayetsiz güzel çiçek ve muntazam bitkilerin
tebessümleri saklanmıştır. Kışın “nazdar çiçeklerin dostları olan nazenin
hayvancıkları hayat vazifesinden terhis etmekle beraber, o kış perdesi altında
nazenin, taze, güzel bir bahara yer hazırlanmaktadır. Fırtına, zelzele, veba
gibi hadiselerin perdeleri altında gizlenen pek çok manevi çiçeklerin inkişafı
vardır.

Tohumlar gibi neşv-ü nemasız kalan bir çok istidat çekirdekleri,
zahiri çirkin görünen hadiseler yüzünden sümbüllenip güzelleşir. Güya umum
inkılaplar ve külli değişimler, birer manevi yağmurdur. Fakat insan, hem
zahirperest, hem hodgam olduğundan zahire bakıp çirkinlikle hükmeder. Hodgamlık
cihetiyle yalnızca kendine bakan netice ile muhakeme ederek şer olduğuna
hükmeder.

Said Nursi’ye göre, eşyanın insana ait gayesi bir ise, Saniinin
esmasına ait binlerdir. Örneğin Allah’ın büyük mucizelerinden olan dikenli
otları ve ağaçları muzır, manasız telakki ederler. Halbuki onlar otların ve
ağaçların mücehhez kahramanlarıdır. Bir başka örnek de, kışın yağan kar ile
ilgilidir. Kar, çok soğuk ve tatsız telakki edilir. Halbuki soğuk ve tatsız
perdesi altında o kadar hararetli gayeler ve öyle şeker gibi tatlı neticeler
vardır ki, tarif edilmez.

İşte bu açıdan bakıldığında, bize zahiren kötü ve çirkin gibi
görünen şeytan ve ölümün de, dolayısıyla güzel olan unsurlar arasında yer aldığı
söylenebilir. Bediüzzaman, On Üçüncü Lem’a’da şeytanının yaratılmasının
hikmetini tartışırken, konuya aynı mantıkla yaklaşarak, zahiren çirkin görünen
şeytanın yaratılmasının hiç de öyle olmadığını ortaya koymaktadır. Ona göre,
şeytanın vücudunda cüz’i şerlerle beraber, bir çok hayırlı külli maksatlar ve
insani kemalatlar vardır. Bir çekirdekten koca bir ağaca kadar, ne kadar
mertebeler var ise, insanın mahiyetindeki kabiliyette dahi ondan daha fazla
mertebeler vardır. İşte bu kabiliyetlerin inkişafı için gerekli olan hareket ve
muamele mücahede ile olur. O mücahede ise şeytanların ve muzır şeylerin
vücuduyla olur. Yoksa melaikeler gibi, insanların da makamları sabit kalırdı. Bu
sebeple bir cüz’i şer gelmemesi için, bin hayrı terk etmek, hikmet ve adalete
aykırıdır.

Gerçi Nursi’ye göre, şeytan yüzünden ekser insanlar dalalete
giderler. Fakat ehemmiyet ve kıymet, ekseriyetle keyfiyete bakar; kemiyete az
bakar veya bakmaz.12

Bunun için Said Nursi, buradan “Halk-ı şer şer değil, kesb-i şer
şerdir”13 formülüne ulaşır. Bu formülün açılımında da tatmin edici
izahlar bulunmaktadır. Ona göre, halk ve icad genel neticelere bakar. Bir şerrin
vücudu çok hayırlı neticelere mukaddeme olduğu için, o şerrin icadı, neticeleri
itibariyle hayır olur, hayır hükmüne geçer. Bu açıdan bakıldığında, ateşin
yaratılması ile şeytanın yaratılması arasında bir benzerlik vardır. Ateşin yüz
hayırlı neticeleri vardır. fakat bazı insanlar, iradelerini kötüye kullanarak,
ateşi kendilerine şer yapmakla, “ateşin icadı şerdir” diyemezler. Şeytanların
icadı da, insanın terakkisi gibi çok hikmetli neticeleri olmakla birlikte,
iradeyi kötüye kullanmakla ve yanlış kesbiyle şeytanlara mağlup olmakla,
“şeytanın yaratılması şerdir diyemez. Çünkü o insan, kendi kesbiyle onu kendine
şer yapmıştır.14

O halde, şeytanların yaratılmasında bir çirkinlik, kötülük
bulunmadığından, Allah’ın yarattığı her şeyi estetik bir şekilde, güzel, iyi ve
mükemmel bir tarzda yaratmasını ifade eden ayetle bir çelişki söz konusu
değildir. Aynı şekilde ölümün yaratılmasında da bir çirkinlik söz konusu
değildir. Çünkü ölümler olmasa, güzelliklerin sürekli tazelenmesi ve güzelliği
ebedi olan Allah’ın güzelliğinin tecellisi çok zahir olamayacaktır. Öyleyse ölüm
de bir çok güzelliklerin ortaya çıkmasına sebep olmaktadır.

O halde Allah güzeldir, yarattığı her şey de güzeldir. Önemli
olan yaratılan varlıklara “mana-yı harfiyle” bakarak o güzellikleri
keşfedebilmektedir.

Sokrates’in en son ifadelerine tekrar dönecek olursak, onun
gerçek güzellik, sevgi ve erdemi birleştirdiğini görürüz. Ona göre gerçek
güzellik, hiçbir zaman eskimeyen, bütün güzelliklere güzellik veren Allah’ın
güzelliğidir. Varlıklarda Allah’ın güzelliğini fark eden kimse, gerçek fazileti
meydana getirebilir. Böyle bir kimse de, o gerçek fazileti yaratan ve besleyen
Allah’ın sevdiği insan olabilir.

Aslında Allah’ın sevdiği insan, Allah’ı seven insandır. Allah’ı
seven insan da, mutlak güzelliğin, yani estetiğin ve bu estetiğin kardeşleri
olan mutlak hayır, kemalat ve iyiliğin Onda bulunmasından ve Ondan gelmesinden
kaynaklanmaktadır. Çünkü, güzellik, hayır, kemalat ve iyilik gibi hususlar, bir
şeyi sevmenin sebepleri olarak kabul edilmektedir. Bu özellikler insanlarda ve
diğer mahluklarda da birer yansıma olarak bulunduğundan bu insanlar ve varlıklar
da sevilmektedirler. Kimileri, geçici varlıklar üzerindeki estetiğin de “fani”
damgası taşıdığını fark ederek, mecazdan hakikate ulaşabilmekte, kimileri de
mecaza takılıp kalmaktadır.

Aslolan insan ve mahlukat ayinesine yansıyan güzellikleri görüp
sevmek, ama onların birer “yansıma” olduğunun idrakine varmaktır. Yoksa hiçbir
varlığın güzel olmadığını, yalnızca Allah’ın güzel olduğunu düşündüğümüzde, o
zaman Allah’ın güzelliğini gösteren bütün ayetleri yok saymış, ayineleri kırmış
oluruz. Biz bu konuda vahdet-i vücud anlayışını kabul etmiyoruz. Bize göre her
şey “O” değil, her şey “Ondan”dır. Her güzellik “O” değil, her güzellik,
“Ondan”dır.

Her güzellik “Ondan” olduğunu göre, ahlaki estetik de, O’nun
ahlâki güzelliğinin yansımalarından başka bir şey değildir. Hazret-i Peygamber,
“Güzel ahlakı tamamlamak için gönderildiğini” beyan ederken, estetiğin ahlaki
boyutuna dikkat çekmektedir. Zaten, Hazret-i Ayşe validemiz, Hazret-i
Peygamberin ahlakı kendisine sorulduğunda, “Onun ahlakı Kur’an ahlakı idi”
buyurmaktadır. Kur’an da, onun ahlakını nitelerken, “yüksek, ulvi, büyük, güzel
bir ahlak üzere olduğunu” beyan etmektedir. Bu yüksek, güzel ahlak veya ahlak
estetiği, Allah’ın ahlak estetiğidir. İşte insan davranış, ahlak boyutundaki
estetiği, Hazret-i Peygamberin ve yüce Allah’ın ahlak estetiğine ulaşarak
yakalayabilir. Kur’an’ın büyük bir kısmının bu ahlak estetiği üzerinde durduğunu
hatırlamamız gerekmektedir.

İnsanın bu ahlak estetiğine sahip olması, hem bütün estetiklerin
menşei olan Allah’ı sevmesinden, hem de O’nun tarafından sevilmek istemesinden
kaynaklanmaktadır. Çünkü Kur’an’da Allah, kendisinin benimsediği bu ahlak
estetiğine sahip olanları “seveceğini” belirtmektedir. Burada Allah’ın,
insanları estetik, yani güzel ahlaka ulaştırmak için, kendi yüce sevgisini
ortaya koyduğu görülmektedir. İnsanın kendisini yaratan Allah tarafından
sevilmesi önemlidir. Ancak bunun en pratik yararı da, toplum halinde yaşama
zorunluluğunda olan insanın güzel ahlaka, ahlak estetiğine sahip olmasını netice
vermesidir. Bir toplumun yaşanabilir bir toplum olması, onun fertlerinin böyle
bir ahlak estetiğine sahip olmasıyla mümkündür.

Bütün bu değerlendirmelerden şöyle bir sonuca varmak mümkündür:
İslam medeniyetinde geçici güzelliklere takılıp kalmayı netice veren resim ve
heykel sanatı yerine, ulvi güzellikleri terünnüm eden hat, tehzib, mimari, ebru,
minyatür gibi sanat dallarının zirveye ulaşması, insanları somut estetik
görünüşlerden, soyut estetik anlayışa, ulvi estetik anlayışına geçmeyi
kolaylaştırmak amacına matuftur denilebilir. İslam medeniyetinde insanın süfli
hislerini değil, ulvi hislerini harekete geçirici sanat dallarına yönelme hedefi
güdülmüştür.

Sonuç

Bu evrenin her bir cüz’ünde mükemmel, ince bir estetik
görülmektedir. Fakat bunu fark etmek, idrak etmek, mana-yı ismi gözlüğünü kırıp,
mana-yı harfi gözlüğünü takmaya bağlıdır. Bu şekilde bakıldığında kainatta
yaratılan hiçbir şeyin çirkin olmadığını, her şeyin güzel isimler sahibi olan
Allah’ın güzel sanatları olduğunu görmek mümkün hale gelir. İşte böyle bir
bakış, Said Nursi’nin belirttiği “güzel gören güzel düşünür, güzel düşünen
hayatından lezzet alır” cümlesinde ifade edilen mana güzelliğine ulaşmaya bir
vesile olur. O takdirde etrafımızda doğup ölen, gelip giden estetik varlıklar
da, İlahi güzelliği gösteren birer ayine olmalarından dolayı sevilebilirler.
Ancak onlara verilen sevgi, “yaratılanı severim, yaratandan ötürü” mısraının
anlamıyla uyumlu bir sevgi olmak durumundadır.

Evrendeki bu estetik yaratılışın bir parçası olan insan da,
Kur’an’da ve Sünnet’te belirtilen estetik ahlaka (güzel ahlaka) sahip olarak bu
estetiği tamamlamalıdır. Bu estetik ahlak, ulvi bir güzellikten başka bir şey
değildir. Ama ne yazık ki, iyilik ve güzellik kavramlarını da içinde barındıran
“estetik” kavramı, yalnızca maddi varlıklara, fiziksel görünümlere hasredilerek
esas anlamdan alabildiğince uzaklaşılmıştır.” Maddiyatla fazla tevaggul eden,
maneviyatta gabileşir” hükmü burada da geçerliliğini korumaktadır. Her şeyin
materyalist felsefe gözlüğüyle görüldüğü günümüz toplumlarında estetiğin
(güzelliğin)de maddileşerek yozlaştığı müşahede edilmektedir.

Dipnotlar

1. Celal Esad Erseven, Sanat Ansiklopedisi, “Estetik”
maddesi, M.E.B: Yayınları, İstanbul, 1950, s. 539.

2. Dr. Fatma Paksüt, Platon ve Platon Sonrası, Ayyıldız
Matbaatı, Ankara, 1980, s. 67-68.

3. A.g.e., s. 68-70.

4. A.g.e., s.163-164.

5. Secde: 32/7.

6. Araf:7/180.

7. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Sözler Yayınevi,
İstanbul, 1980, s. 76.

8. A.g.e., s. 62.

9. A.g.e., s. 62.

10. Gafir: 40/ 64.

11. Tin:95/ 4.

12. Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, Germany, 1994, s.
75-76.

13. A.g.e., s. 80.

14. A.g.e., s. 80.