Ahlâk problemi, felsefenin hem teorik, hem pratik konuları arasında yer alır.
Ya da ahlâk problemini hem teorik, hem de pratik bir konu olarak değerlendiren
filozoflar vardır. Başka bir ifadeyle ahlâk probleminin, teorik yanı da vardır,
pratik tarafı da. Mesela, felsefenin ilk üstadlarından Platon’a
göre, ahlâk problemi, bilgi teorisinin üzerine bina edilir. İdealist
bir ahlâk teorisi geliştirir. Diğer yandan öğrencisi Aristoteles, ahlakı
pratik bilimler arasında siyaset ile birlikte ele alır ve mutluluğu hedef
edinen bir ahlâk teorisi geliştirir.

Hangi tarafından bakılırsa bakılsın ahlâk, felsefenin temel
problemlerinden birisi olmaya devam eder. Teorik açıdan insanın kendi
kendisiyle hesaplaşmasını sağlayan vicdan, ahlâk felsefesinin çözülemeyen
problemlerinden birisi olmaya devam etmektedir. Birçok insanın karşı karşıya
kaldığı bir şaşırıp kalma haline neden olan “vicdanın
sesi” denen şey nedir? Hiçbir belli
neden olmaksızın mesela, (Sokrates’i ölüme gitmeye yönelten) o vicdan
(daima) nedir? Bu sorular hep varolmaya devam etmektedir.

Diğer yandan ahlâk probleminin hayatla doğrudan ilişkili
olan pratik yönü her zaman ve her yerde hayatımızın içindedir. Bu anlamda
ahlakı bulan filozoflar da değildir; daha felsefe yokken ahlâk vardı. Ahlâk
felsefeden hiç haberimizin olmadığı çağlarda ve toplumlarda varlığını
koruyordu. Hayat insanoğlunun varoluşunun dışavurumu (tezahürü)dür. Bu yüzden
de ahlâk, felsefe problemlerinin içinde, insan için hayati bir öneme ve yere
sahiptir.1

Bu girişten sonra, ahlâk ile etik kavramlarının anlamları üzerinde kısa
bir açıklama vererek; düşünce tarihindeki belli başlı ahlâk teorilerinin
tartışılmasına girişilecektir. Ahlâk Arapça bir kavram ve din ile doğrudan
ilgilidir. İnsanın belli bir amaç doğrultusunda yaratılışını ve buna
uygun bir duygu, düşünce ve eylem (amel) bütünlüğüne sahip olması
gerektiğini anlatır. Ve dinin (İslam dini) temel hedefi, mükemmel bir ahlâk
sistemi ortaya koymak ve buna uygun bir hayat yaşanmasını sağlamaktır.

Etik ise, ahlâkî olarak nitelendirdiğimiz olaylar ve ahlâk ile ilgili
kavramlar üzerine düşünmektir; yani ahlâk üzerinde felsefe yapmaktır. Kısaca
ifade edilecek olursa; etik, ahlâk felsefesidir. Günümüzde sık sık çeşitli
meslek ve kurumlarla ilişkili olarak kullanılan “tıp
etiği,” “bilim etiği”
gibi ifadeler, sözkonusu mesleğin amaçlarına uygun
olup olmamayı belirlemeye yönelik olarak kullanılmaktadır. Fakat bütün bu
ifadelerin temelinde yatan amaç ya da hedeflerin anlamı bir ahlâk problemi
olarak varolmaya devam etmektedir. Buradaki amaç veya hedeflerin anlamlarının
belirlenmesinde din temel belirleyici ve en etkili mercidir.

Dinin normatif olarak etkinliğini yitirdiği dönemlerde ise, bunu kültüre
dönüşmüş gelenek ve töreler biçimindeki inançlar üstlenir. Mesela,
dinin “yalan söylemeyeceksin”
emri, kültüre dönüştüğünde “yalan söylemek toplumsal statüyü zayıflatır,
güvenilirliği azaltır” biçimindeki
sosyal bir anlama bürünür. Ki, ahlakın bu yönüyle günümüzde
sosyoloji ilgilenmektedir.

İnsan biyolojik yönüyle fiziki çevreye uymak ve bunun için bazı genel
geçer kanunlara tabi olmak zorundadır. Rastgele davranarak, fiziki çevresine
uyum sağlayamaz. Tıpkı bunun gibi, insan toplumsal çevresine de uyum sağlayabilmek
için bazı kurallara uymaya mecburdur. Topluluk halinde yaşayan insanların
birbirleriyle anlaşabilmeleri için, davranış biçimleri üzerinde düşünmeleri
ve dünyadaki bütün insanlara salık verebilecekleri bazı ahlâk
prensiplerini kabul etmeleri gerekir.

Dinlere göre bu ahlâk prensipleri dinin inanç ilkelerinden (dogma/nas) çıkarılır.
Filozoflara göre ise, bu prensiplere, bütün insanlarda ortak bir ölçü aracı
olan akıl yoluyla ulaşılabilir. İnsanların bir arada yaşayabilmek,
birbirleriyle anlaşabilmek, çatışmadan sağlıklı ve mutlu olabilmek için
bazı davranışları göstermesi gerekir. İşte insanlara bu davranışları
bir izin ya da sorumluluk yükleyen toplumdur.

Fakat toplumun tek tek insanlara yüklediği bu davranışların iyi ya da kötü
belirlenmesi, gerçekten de doğru bir hüküm olabilir mi? İnsanların çoğunluğu
bu soruları sormaksızın toplumun istediği davranışları iyi; istemediği
davranışları da kötü olarak benimser ve bunları uygulamaya çalışır.
Filozoflar ise bilgi, varlık ve estetik yargılarda olduğu gibi, bu konuda da
aklın kılavuzluğuna başvururlar. Aklın açık-seçik aydınlatmadığı bir
davranışı hemen kabul etmezler.

Filozofların ahlâk prensiplerini anlamak ve açıklamak amacıyla sordukları
belli başlı sorular şunlardır. (Dranaz, 1972, 103-104)

1- Toplum otoritesinin kaynağı nedir? Toplum otoritesi apriori (deneyden önce)
bir zorunluluk mudur; yoksa sonradan bazı toplumsal grupların ya da kişilerin
çıkarları için teşekkül etmiş sun’i
bir teşekkül müdür? Toplumun belirlediği iyi ve kötü yargıları insanın
daha özgür kılınmasını mı, yoksa özgürlüğünün elinden alınmasını
mı sonuç verir?

2- Bütün insanların ittifak edip, onaylayabilecekleri ortak davranış
tarzları var mıdır? Yoksa kişiden kişiye, toplumdan topluma değişen
relatif bir durumdan mı sözedilebilir?

3- İnsanın her zaman ve mekanda değişmeden kalan insani bir özü var mıdır?
Yani ortak bir insan tabiatından söz edilebilir mi? Eğer böyle ise, insanın
bu tabiatı ahlaklı bir varlık olmasına elverişli midir? Ya da insanın
tabiatı bencil mi, yoksa toplumsal mıdır?

4- İnsan davranışlarında hür müdür, yani insanın hür bir iradesi var
mıdır? Yoksa insan belli duygu ve tabiat ilkeleri tarafından sınırlandırılmış
mıdır?

5- Davranışlarımızı belirleyen ahlâk prensipleri ile düşünce ile
bilgi arasında bir ilişki var mıdır? Varsa bu ilişkide hangisi önce gelir.
Davranışlarımız ve eylemlerimiz bilgi ile temellendirilebilir mi?

İşte bu sorular ve daha bir çoğu gerek düşünce tarihinde ün yapmış
filozoflar tarafından, gerekse insanın her konuda tedirgin ve yeniliğe açık
olduğu gençlik dönemlerinde kendi kendine sorulmaktadır. Bu sorulara bazen
sistemli, bazen de dağınık cevaplar verilir. Ancak bu tartışmalar hep devam
eder.

Burada birbirine zıt ve farklı açılardan yaklaşan iki öğretinin iyi ve
mutluluk anlayışları ile ahlakın kaynağına yönelik düşünceleri eleştirel
olarak ele alınacaktır. Bunlardan birincisi idealist ahlâk öğretisi; diğeri
de hedonist ve pragmatist ahlâk öğretileridir.

İdealist Ahlâk Öğretisi

Mutlak genel geçer, bütün insanlar ve bütün toplumlar için değişmeyen
ideal bir iyi olana ulaşmayı hedef edinen ahlâk öğretisi. En üstün değer
“mutlak iyi”dir. Mutlak iyi kainatın bütünü ile
uyum ve ahenk içindedir. İnsanın amacı mutlak iyiye uygun yaşamaktır.
Felsefe tarihinde ilk örneğini Platon’da
bulmaktayız. Ona göre bilgi en yüksek erdem, en iyi
olandır. İyi insan aynı zamanda bilgili ve akıllı insandır. Platon Gorgias
adlı diyalogunda, hocası Sokrates’e
şöyle söyletir: “Davranışı herhangi bir şekilde
kurala bağlı olmayan bir insan, insanlar topluluğuna akıllı bir varlık
olarak iştirak edemez.” (Maclntyre,
2001, 39)

Platon ahlâk felsefesini temellendirmek için, belirli bir “insan tabiatı”
üzerinde durmaktadır. Ona göre insan tabiatı
potansiyel olarak ideal olana (idealar alemine) yönelmiştir. İnsanın dünyadaki
eylemlerinin hedefi bu doğrultuda “kendini
gerçekleştirmesi”dir. İnsan için en yüksek iyi,
kendi özüne, kendi tabiatına uygun olana ulaşmaktır. Bu da mutluluk ve uyum
olarak tezahür eder. Ona göre insanın ahlâkî olarak en son yüksek hedefi
mutluluktur. Bedenin parçaları arasında uyum olursa, insan sağlıklı olur.
İnsan ruhunun unsurları olan akıl, iştiha ve irade arasında doğru bir ilişki
olursa, insan mutlu olur. Böyle bir insan ise, ideal insanı gerçekleştirebilmiş,
insan olma potansiyelini pratiğe geçirebilmiş, mutlu insandır.

Platon’un öğrencisi
Aristo da ünlü Nikomakhos Etik’inde
iyiyi en önemli bir hedef olarak belirler. “Her ustalık
ve her araştırma, benzer şekilde her eylem ve tasarı bir iyiyi amaçlar görünür;
bu yüzden iyi, her şeyin amaçladığı şey olarak pek yerinde tanımlanmıştır.”
Aristo ikinci adım olarak, en yüksek iyi (mutlak iyi)yi
belirlemeye çalışır ve ona eudaimenia (yani mutluluk) der. Demek ki yapılanların
amacı olan mutluluk, kendisi amaç ve kendine yeter bir şey olarak görünüyor.
(Maclntyre, 2001, 69)

Ancak ilkçağ filozoflarında genel olarak hedef edinilen mutluluk, sadece
insana ait olan faal aklın bir mutluluğudur; ya da kişi hürriyetinin mutluluğudur;
bazı aşırı isteklerin, ihtirasların kontrol altına alınması ile elde
edilen mutluluktur. İnsanın böyle bir mutluluğu istemesinin nereden
kaynaklandığı tam olarak açıklanamamaktadır. Ayrıca insanın dışındaki
diğer canlı varlıkların genel bir hayati tatminleri -mutlulukları ya da var
oluş hikmetleri- açıklanamamaktadır. İnsanın mutluluğu da (Sokrates’in
savunmasında dile getirdiği, ölümden sonrasını da
kapsayan bir mutluluk ve adalet inancı istisna tutulursa) sadece dünya hayatını
kapsamaktadır. Bu da mesela, iyinin hatırı için, devletin düzeni için, büyük
bir acıya katlanmayı, hayatını feda etmeyi veya kendini kurban etmeyi,
mutluluk ile açıklamamızı zorlaştırmaktadır.

Bu yüzden idealist ahlâk öğretisini, dünyayı ve ötesini de içine
alan, ahlâk duygusunu (vicdan) ve ahlâkî normları (örf) İlahi bir Güç’e
dayandıran dini ahlâk öğretisine başvurmak
gerekmektedir. Buna göre, İlahi kudret yarattığı insanlara bu duyguyu ektiği
gibi, ayrıca gönderdiği kitaplarla da bunları emir (buyruk) olarak bildirmiştir.
Yani ahlâk kuralları Allâh’ın
buyruklarıdır; insanlardan talepleridir.

“İlahi tebliğ (Kur’an)
ilkin, kuvveyi ‘ateşleyici’ ‘ilk kıvılcımdır’;
bilahare yol gösterici kılavuzdur. Bizi bilgiye götüren
dışımızdaki olaylar dünyası iken, bizdeki ahlâka yönelişin bireysel
tezahürü olan ‘vicdan’ ile
toplumsal görünümünü ifade eden ‘örf’ün zeminini teşkil eden din,
duyuşu -sezişi- İlahî tebliğe dayanır. Doğayı bize öğreten bilim öğrenimiyken,
ahlâk duyuşunu uyandıran din eğitimidir. Her iki cephenin dengeli bütünlüğü,
sağlıklı kamil insanın varlık sebebidir.” (Duralı,
Felsefe Bilime Giriş, 22)

İlahi tebliğ, tamamlanmamış, kuvve halindeki duygularımızı tekamül
ettirmek için, emirler aracılığıyla irademizi uyarır. Kamil bir insan
olabilmemiz için, gereken eylem ve duygularla bezenmemizi sağlayacak olan
emirlerdir bunlar.

Hedonist (Hazcı) ve Faydacı Ahlâk Öğretileri

Hedonizm, insanı bio-fizyolojik bir (hayvan)a indirgemektir. İnsan hayatta
elde edebildiği kadar zevki yaşamalıdır. Hedonist öğretilerin arasında
bazı nüanslar olmakla birlikte, temel amaçlarının hazzın miktarının arttırılması
ile mutluluğu bir tutma ve acıdan mümkün olduğunca uzaklaşma olduğu söylenebilir.
Bu bakımdan hepsi de maddeci bir felsefe üzerine düşüncelerini kurarlar.
Mesala, Epiküros, evrenin, ruhun hatta ilahların da maddi atomlardan meydana
geldiklerine inanır. Epiküros hayvanları örnek alarak hazcılık düşüncesini
geliştirir. Eğer hayvanlar acıdan kaçıp hazza yöneliyorlarsa, bizim de böyle
davranmamız gerektiğini düşünür. Ancak o, hazzı sadece maddi zevk alma
ile sınırlandırmayarak, ikiye ayırır hazları: Statik ve dinamik. Epiküros’a
göre bedeni hazlar (statik) hiçbir zaman tatmin edilemez, bu hazların
peşinde koşanlar hiçbir zaman huzur bulamazlar. İnsanı mutlu kılacak
hazlar, bütün bir hayat boyu sürecek kalıcı ve sürekli (dinamik) hazlardır.
(Cevizci, 2000, 225)

Diğer hedonist ahlâk anlayışlarında ve modern çağda ortaya çıkan
faydacı ahlâk öğretilerinde zevk ve çıkar temel hedef olmaktadır; iyi
olan sadece bireye faydalı olandır. Birey yani tek tek insanlar önce gelir. Günümüzde
hakim olan bireycilik anlayışının temelinde de bu felsefeler yatmaktadır.
Hatta evrimci çatışmacı ideolojiler de bu felsefelerden beslenmektedir.
Toplum çıkarı da tek tek insanların çıkarını aramasına bağlıdır. Vahşi
kapitalizm olarak nitelenen siyasal felsefe kendini böylece meşrulaştırır.

Günümüzde de hala en doğusundan en batısına kadar bütün dünyada geniş
kitlelerin etkisinde kaldığı hazcı ve faydacı felsefe, her türden dine ve
ideolojiye inananların hatta bunların dışında kalanların bile hayatını
etkilemektedir. Uluslararası siyasal, ekonomik ve stratejik çıkar sahipleri
de bütün insanların haz ve duygularını körüklemektedirler. Halkların
hazcı istekleri demokrasi adına meşru görülürken; daha masum ve anlamlı
istekler, ideolojik gerekçelerle, çeşitli yöntemlerle bastırılmaktadır.
Tekonoloji de aynı şekilde, halkların -kitlelerin- hazcı, faydacı duygularını
kışkırtmakla görevlendirilmiş gibidir. Her şey yiyecek, giyecekler, dahası
kültürler, düşünceler hatta dinler bile aynı akımın etki alanında
kalmaktadır.

Öyle ki, dünyamız ve insanlık, maddi-teknik uygarlığın geldiği bugünkü
aşamada bir yol ayrımıyla karşı karşıyadır. İnsanlığın karşı karşıya
olduğu tehlikenin farkına varan birçok fikir adamı var. Bunlardan “Uygarlığın
Ahlâkî Bunalımları” kitabının
yazarı Leslie Lipson şunları yazıyor: “Nitekim
insan uygarlığı geldiği bu noktada, hep birlikte yok
olmak ya da hep birlikte daha iyiye doğru gelişmek arasında, önceden hiç
bir kuşağın yapmak zorunda kalmamış olduğu türden bir seçim yapmak
durumundadır.” (Lipson, 2000, 27)

İnsanların mutluluğunu amaç edinen bu iki zıt kutuptaki ahlâk öğretilerinin
sınırlılıkları, her şeyi kendisi sınırlı olan bu dünyada aramalarıdır.
İdealist öğreti, mutlak iyiyi relativ gerçeklikler aleminde (dünyada)
aramaktadır. Oysa, mükemmellik, mutlak iyilik ancak, ezeli, ebedi sonsuz ve sınırsız
güç ve Kudret sahibi Yaratıcı’ya
ait bir sıfat olabilir. İnsan ise, ancak onu isteyip,
ulaşmaya çabalayabilir. Bu yanılgı Aristo’yu
ve onun İslam dünyasındaki temsilcilerini: “İnsanın
en son gayesi Teşebbüh-ü bi’l Vâcib’dir.
Yani, Vacibü’l Vücud’a benzemektir.” (Nursi, Sözler, 1980, 507) diyerek
büyük bir yanılgıya düşürmüştür. Çünkü insanın
yaratık olma durumunu unutan bu ifadeler, onu Yaratıcı ile aynı kategoriye
koymaya çalışır. Oysa, Resul olarak insanlara gönderilen peygamber,
insanların İlahî ahlâk ile ve güzel duygu ve davranışlarla bezemesini
isterken, yaratık olma bilincini de unutturmaz. Böylece “insan
aczini bilip kudret-i İlahiyyeye iltica, zaafını görüp
kuvvet-i İlahîyyeye istinad, fakrını görüp rahmet-i İlahiyyeye itimad,
ihtiyacını görüp gınay-ı İlahiyyeden istimdad, kusurunu görüp afv-ı İlahiye
istiğfar, naksını görüp kemal-i İlahiye istiğfar, naksını görüp
kemal-i İlahiye tesbih-han olmaktır diye.”
inanacaktır. (Nursi, Sözler, 1980, 507)

Ayrıca mutlak, evrensel bir iyiye ulaşabilmek için, bütün bir evrenin
tabi olduğu Kanun’u bütünüyle
anlamak, kavramak ve ona hükmedebilmek gerekir. Oysa, insanların
gerek tek tek, gerekse (gerçekleşmesi mümkün görünmeyen) bir ittifakla
bunu gerçekleştirmesi beklenemez. İşte insanların aklı bu evrensel ahengi
(adalet) kavramak için sınırlı olduğu için, evrensel bir akla (külli akıl)
ihtiyaç vardır. Ta ki, tek tek insanlar o evrensel akıldan
faydalanabilsinler. Böyle bir akıl da ancak kanun şeklinde olabilir. Böyle
bir kanun da ancak, yaratılmış olan evresi ve onun içindeki insanı en iyi
tanıyan Yaratıcı’nın
Kanun’u olabilir. (Nursi, İşaratü’l İ’caz, 1978,
93)

Yaratıcı ile yaratılan arasındaki bu bağ, statik
ve determine bir bağ değildir. İman ile ahlâk duygusuyla ve ibadet ile dua
vasıtasıyla sürekli beslenmesi gereken dinamik bir bağdır. İbadet ile dua,
imani ve ahlâkî duyuşu hem canlı tutar, hem de sürekli tekamül ettirir.
Kamil (erdemli) insan olmanın yolu da budur. “İnsanın
ruhunu yücelten, istidatlarını inkişaf ettiren, meyillerini temizleyen,
emellerini gerçekleştiren, fikirlerini genişleten ve sistemleştiren şehevi
ve gadabi duygularını sınırlayan … ibadettir. Evet kemalat-ı beşeriyenin
en yükseği şu nisbet ve münasebettir.”
(Nursi, İşaratü’l İ’caz, 1978,
94)

Kaynakça:

1. Cevizci, Ahmet, (2000), İlkçağ Felsefesi Tarihi,
Bursa.

2. Dranaz, Faik, (1972), Felsefe Klavuzu, İstanbul.

3. Duralı, Teoman, Felsefe Bilime Giriş, İstanbul.

4. Günbulut, Şükrü, (1983), Küçük Felsefe Tarihi,
Ankara.

5. Heimsoefh, Heinz, (1957), Ahlâk Denen Bilmece, İstanbul.

6. Maclntyre, Alasdair, (2001), Ethik’in Kısa Tarihi,
Ankara.

7. Nursi, Bediüzzaman Said, (1980), Sözler, İstanbul.

8. Nursi, Bediüzzaman Said, (1978), İşaratü’l İ’caz,
İstanbul.

1. Ahlâkî toplumsal ilişkiler, gelenekler, töreler bakımından sosyoloji
de kendisine konu edinmektedir. Ancak ahlakın ne olduğu türünden temel
sorular felsefenin alanına girer. Burada da ahlâk felsefesi bir problem olarak
incelenmektedir.