Ahlâk, insana özgü temel bir değerdir. Her insanın yapısında ve doğasında
mutlaka şöyle veya böyle bir ahlâk bilinci veya ahlâk duygusu vardır. Ahlâk,
insanların tavır, tutum ve davranışlarıyla ilgi olduğundan, hayvanların
hareketleri ahlâklı veya ahlâk dışı diye nitelendirilemez. Ahlâk, uyulması
gereken belli kurallardan ve ölçütlerden ibaret olup bu kurallara uygun olan
eylem ve davranışlar ahlâkî; aykırı olanlar ise, ahlâk dışı olarak
nitelenir. Ahlâk olanı değil, olması gerekeni konu alan normatif bir ilim
dalıdır. Temel ahlâk kuralları/normları evrenseldir. Her zaman, her yerde,
her toplumda ve herkes için geçerlidir; inananı-inanmayanı, dindarı-dinsizi
kapsar. Bir dinsizin ve ateistin bile kendine göre bir ahlâkı vardır. Temel
ahlâk kuralları evrensel olmakla beraber, bunlar çeşitli çağlarda, bölgelerde,
toplumlarda, kültür ve medeniyet çevrelerinde farklı şekillerde yorumlanır
ve değişik şekillerde uygulanır. Bu da özü ve temel karakteri itibariyle
evrensel ve değişmez olan ahlâk kurallarının başka bir yönden değişken
olduğu anlamına gelir. Değişmezlik özde ve temelde; değişkenlik ise görüntüde,
ayrıntıda ve uygulamadadır. Buradan hareketle bir Yahudi, Hıristiyan,
Budist, Hindu ve Konfüçyusyan ahlâkından bahsedildiği gibi çeşitli ırk
ve kavimlerin ahlâklarından da bahsedilir. Tabiidir ki, bir de İslâm ahlâkı
söz konusudur. İslâm ahlâkının öbür ahlâk sistemlerine benzeyen ve
onlardan ayrılan farklı yönleri vardır. Aslında bir ahlâk sistemi olması
bakımından her ahlâk sisteminin diğerlerine benzeyen ve onlardan farklı
olan yönleri vardır. Tarihten gelen faktörler, dinler, kültürel, şartlar,
medeniyet şekilleri, örfler ve adetler, hatta iklim, ahlâk sistemlerinin oluşmasında
ve biçimlenmesinde etkili olur.

Ahlâk ve İslâm

Ahlâkın kaynağı bazılarına göre akıl/aklî sezgi, bazılarına göre
duygudur. (D. Hume, ö. 1776; F. Hatcheson ö. 1746) İslâm’a
göre ahlâkın kaynağı yüce Allah’tır.
Ahlâkın kaynağı iki şekilde Allah’a
bağlanır. a) Allah Teala, insanı ahlâk şuuruna ve
hissine sahip olarak yaratmıştır. Bu tür yaratmanın zorunlu bir neticesi
olmak üzere, her insanın yapısında ve doğasında ahlâk şuuru ve hissi
vardır. Bir insan dıştan hiç bir telkin ve bilgi almasa bile, az çok ahlâki
hareket eder. Bir insanın ahlâk bilincinden ve duygusundan büsbütün yoksun
olması düşünülemez. Böyle bir varlık düşünülse, artık o insan
olamaz. Çünkü ahlâk insana, insanlık kazandıran ve onu hayvandan farklı kılan
temel bir niteliktir. b) Doğuştan insanın yapısında, doğasında ve benliğinde
ahlâk şuurunun ve hissinin mevcut olmasına “fıtrat”
denir. Hak Teala, insanları bu fıtrat üzerine yaratmıştır.
Bunda bir değişme bahis konusu değildir. (bkz. Rum, 30/30) Bir hadiste, “Doğan
her bebek fıtrat üzere doğar”
(Buhari, Rum suresi tefsiri, 1, Müslim, Kader, 22, 25) buyrulmuştur. a) Bu
ayet ve hadis insanın ahlâken temiz olarak yaratıldığını göstermektedir.
b) Allah Teala, çeşitli sebeplerle, fıtrattan uzaklaşan, kirlenen ve ahlâkları
bozulan toplumları, gönderdiği peygamberler aracılığıyla fıtrata dönmeye
çağırmış, gözetmeleri gereken ahlâk kurallarını onlara hatırlatmıştır.
Böylece yüce Allah, kutsal kitaplarda, ahlâk kurallarını belli emirler ve
yasaklar şeklinde ortaya koymuştur. Bazı örnekler:

– Doğru söyleyiniz (Ahzal, 33/70).

– Ahde vefa ediniz, verdiğiniz söze bağlı kalınız (İsra, 17/34).

– Emaneti sahibine veriniz (Bakara, 2/283).

– Allah emanetleri sahiplerine vermenizi emreder (Nisa, 4-58).

– Adil olunuz (Maide, 5/8).

– Affediniz, bağışlayınız (Bakara, 2/109, Nur,24/22).

– Sabırlı olunuz (Ali İmran, 3/200).

– Şükrediniz (Bakara, 2/152,172).

– İtaatkar olunuz (Nisa, 34/92).

Bunların zıtları yalan, caymak, hıyanet, zulüm, intikam, acelecilik,
nankörlük ve isyankarlıktır. Bu tür ahlâk kaideleri, Kur’an’da ve
hadislerde çeşitli şekillerde ifade edilmiş, zıtları da yasaklanmış ve
haram kılınmıştır. Bu ahlâk kuralları şu şekillerde dine bağlanmıştır:
a) Emir şeklinde: Emaneti sahibine veriniz. b) Emreder ifadesi: Allah
emanetleri sahiplerine vermenizi emreder. c) Sevgiye bağlama: Allah dürüst
olanları sever, Allah dürüst olanlarla beraberdir. (Allah’la birliktelik).
d) Ahlâk kurallarına sevap, cennet ve ebedi mutluluk
vaat etmek. Ahlâk dışı davranışları ise Allah’ın
gazabı, cezası, azabı ve cehennemle tehdit etmek, günahkar olduklarını
vurgulamak. e) Bizzat Allah; adil, şükreden, sabreden ve affedendir. Kullarının
da böyle olmalarını ister. Buna; Allah’ın
ahlâkıyla ahlâklanmak denir. Görüldüğü üzere, İslâm’da
ahlâk kuralları dinin özünü oluşturur. Bu anlamda
ahlâkla dini birbirinden ayırmak mümkün değildir. Hatta namaz, oruç, hac,
zekat, fitre, sadaka ve kurban gibi ibadetlerin bir ahlâkî yönü de vardır.
Mesela, Kur’an, “Şüphesiz ki
namaz kötülüğe ve arsızlığa engel olur” (Ankebut, 29/45) buyurur. İbadetler
ahlâklı insan tipini vücuda getirmenin en etkili yollarındandır. Ahlâk
kurallarına uymak sevap, uymamak ise günahtır. Bu bakımdan, İslâm’da
ahlâki hükümlere uymak ibadettir. Veya ibadet gibi sevaptır.
Ahlâk kurallarına uymak veya uymamak ödül ve ceza bakımından hem Allah
inancına, hem de ahiret inancına bağlanmıştır.

Nitekim, “Allah’a ve ahirete
inanan bir kimse ya hayır söylesin veya sussun”
buyrulmuştur. (Buhari, Edeb, 31) İslâm’da ahlâk ile din bu kadar içiçedir.
İslâm bir itikat ve ibadet dini olduğu kadar bir ahlâk
dinidir. Kur’an ve hadislerde ifade
edilen ahlâk anlayışının aynısı, insanın doğasında
ve yapısında da mevcuttur. İslâm’daki
ahlâkın iki ayağı, iki kaynağı şunlardır: İnsan
doğası ve vahiy.

İslâm ahlâkı akaid ve ibadet kadar; hukuk, siyaset ve iktisatla da içiçedir.
Özellikle hukuki/fıkhi hükümler aynı zamanda birer ahlâki kurallardır.
Haklarla ahlâk kuralları geniş ölçüde örtüşür. Her haksızlık aynı
zamanda bir ahlâksızlıktır. Her ahlâksızlık da bir haksızlığı içerir.
Zaten Kur’an’da ve hadiste itikat,
ibadet, ahlâk, fıkıh, siyaset ve iktisat ayrımı yapılmamış,
çoğu zaman bu konularla ilgili hükümler, birlikte -yan yana ve içiçe-
zikredilmiştir.

Ahlâk Alanındaki Çeşitli Çalışmalar

Hz. Peygamberin vefatından yaklaşık bir asır sonra, söz konusu
disiplinlerde bir ayrışmanın meydana gelmeye başladığını görmekteyiz.
Bu dönemde bazı alimler Kur’an ve
hadislerde geçen inanç ile ilgili ifadeleri inceleyerek kelam, usul-i din,
ilm-i tevhid, akaid ve fıkhı-ı ekber gibi isimler
verilen birer ilim dalı meydana getirirken, diğer bazı alimler de fıkıh/hukuk
üzerinde çalıştılar. İbadetleri de fıkıh kapsamında gördüler. Zahid
ve sufiler ise manevi hayat için ibadet ve ahlâkı esas aldılar. Böylece ahlâki
konular ilk olarak mutasavvıflar tarafından incelendi, irdelendi, yorumlandı
ve tasavvuf kitaplarında yer aldı. Gerçi, hadis kitaplarında ahlâki
konulara özel bölümler ayrılmıştı; ama bu bölümlerde sadece derlenen
rivayetler kaydedilmiş, başka bir şey yapılmamıştı. Diğer taraftan kıssacılar
(kussas), müzekkirler dediğimiz vaizler, ahlâkla ilgili ayet ve hadisleri sözlü
olarak açıklamışlar, bunlardan bazıları bu konuda eserler de yazmışlardı.
Ama bütün bunlar birer pendname ve nasihatname olmaktan ibaret kalmıştır.

Hicri II. Miladi VIII. yüzyıldan sonra, ahlâk alanında dikkate değer bir
gelişme de felsefe alanında görüldü. Helen/Grek felsefesi Arapça’ya
tercüme edilince, öteden beri filozofların üzerinde
durdukları ve çalıştıkları etik, yani felsefenin ahlâkla ilgili bölümü
de İslâm toplumunda tanınmaya başlandı. Filozofların ahlâkla ilgili görüşleri
için şu eserlere bakılabilir. Farabi, Tahsilu’s-saade,
(Haydarabad, 1345); Farabi, et-Tenbih ala sebili’s-saade, (Haydarabad, 1346);
Ebu’l-Hasan el-Amiri, es-Saade ve’l-is’ad, (Wiesbaden, 1957); İhvanu’s-safa,
Resail, (Beyrut, 1957); İbn Sina, Risale fi’s-saade,
(Haydarabad, 1354); Risale fi ilmi’l-ahlâk, (Hayrabad, 1954); İbn
Miskeveyh, Tehzibu’l-ahlâk, (Kahire,
1320).

Bu dönemde, İslâm medeniyetinde ahlâk, felsefenin
de etkisi ve katkısıyla ayrı bir disiplin halinde ortaya çıkmaya başladı.
Böylece, Müslümanlar felsefi anlamda ahlâk, saadet, fazilet, rezilet, iyi ve
kötü gibi kavramlarla tanıştı. Kur’an
ve hadisteki ahlâki hükümler ve kavramlar, felsefi ahlâkın
etkisiyle yorumlanmaya başlandı. Bu durumu, Gazali ve İbn Arabi gibi büyük
mutasavvıfların eserlerinde görmek mümkündür. Nasiruddin Tusi’nin
(ö. 672/1272) Ahlâk-ı Nâsiri’sinde;
Adudiddin İci’nin
(ö. 756/1355) Ahlâk-ı Adudiye’sinde;
Celaleddin ed-Devvani’nin (ö. 908/1502) Ahlâk-ı
Celali’sinde; Hüseyn b. Ali el-Kaşifi’nin
(ö. 910/1504) Ahlâk-ı Muhsini’sinde;
Kınalızade Ali Efendi’nin
(ö. 979/1572) Ahlâk-ı Alai’sinde
ve benzeri eserlerde bu durum açıkça görülür. Bu tür
ahlâk kitapları ayetlere, hadislere, mutasavvıf ve hükemanın görüşlerine
geniş yer verir ve bütün bunların bir sentezidir. Bu çalışmaların, ahlâkın
ayrı bir inceleme alanı ve disiplin haline gelmesinde etkisi büyük olmuştur.

Maverdi’nin Edebu’d-dünya
ve’d-din adlı eseri (Kahire, 1973), önemli bir ahlâk
kitabıdır. Attar’a nispet edilen
Pendname ise manzum bir nasihatnamedir.

Kelam, fıkıh, tefsir ve hadis alimlerinden daha çok,
mutasavvıflar ahlâk meseleleri üzerinde durmuşlardır. İlk sufilerden Haris
Muhasibi, Hakim, Tirmizi eserlerinde ahlâk konularına geniş yer ayırmışlardır.
Kelabazi’nin et-Taarruf’u;
Es-Serrac’ın el-Luma’ı;
Ebu Talib Mekki’nin, Kutu’l
kulub’u; Hace Abdullah Ensari’nin Menazilu’s-sairin’i; Kureyşi’nin
Risalesi; Hücriri’nin Keşfu’l-mahcuh’u ve Gazali’nin İhya’sı
VI/XII. asra kadar yazılmış olan ahlâk ağırlıklı tasavvufi eserlerdir.
Tasavvufta bu gelenek günümüze kadar gelmiştir. Risale ve ihya geniş ölçüde
ahlâki meseleleri konu aldıkları halde, ayrıca ahlâka özel bir bölüm de
ayırmışlardır.

Buraya kadar anlatılanları dikkate alarak, İslâm kültüründeki ahlâkî
çalışmaları ve eserleri şöyle sınıflandırabiliriz.

a) Kur’an ve sünneti, Arapların
örf ve adetleriyle kaynaşan, Arap ahlâkını esas alan çalışmalar ve
eserler. Hadis kitaplarında bu tip ahlâka geniş yer ayrılmıştır. Abdullah
İbn Mübarek ile Ahmed b. Hanbel’in
Kitabu’z-zühd adını taşıyan eserlerinde de böyle
bir ahlâk anlayışı işlenmiştir. Kıssacıların, müzekkirlerin ve
vaizlerin işledikleri ahlâk da buna dahildir. Selef mezhebini benimseyenler,
İslâm ahlâkı dedikleri zaman, bunu kast ederler. Bu ahlâk Kur’an’a,
sünnete, sahabe, tabiin ve etbau’t-tabiinin sözlerine ve fikirlerine, Arap
örf ve adetlerine dayanır. Gelenekçi bir karaktere
sahiptir.

b) Tasavvufi ahlâk, Kur’an ve
hadisi esas almakla beraber rivayetlerden, nakillerden, örf ve adetlerden çok;
sufilerin manevi tecrübelerini, dini yaşayışlarını, ahlâk konularıyla
ilgili özgün açıklamalarını esas alan bir ahlâktır. Bu ahlâkta menkıbelerin
çok önemli bir yeri vardır. Gelenekçi ve tasavvufi ahlâk eserlerinde
israiliyata da yer verilir.

c) Felsefi ahlâk, El-Kindi, Farabi, İbn Sina ve İbn Miskeveyh gibi
filozofların ve İhvanu’s-safa’nın üzerinde
durdukları Helen/Grek geleneğine bağlı bir ahlâktır.

d) Nasuriddin Tusi, Celaleddin Devvani, Adudiddin İci ve Kınalızade Ali
Efendi’nin ahlâkla ilgili eserleri
de geniş ölçüde felsefi ahlâkın etkisi altındadır. Bu eserlerde ahlâk
ilmi, “ilm-i tedbir-i menzil” (ev ekonomisi, aile yönetimi) ve “ilm-i
tedbir-i müdün” (ülke yönetimi) üzerinde durulur. Bu eserlerde felsefenin
ameli hikmet bölümü işlenmiştir. Bu eserlerden bazıları tasavvufi ahlâktan
da geniş ölçüde etkilenmişlerdir.

Burada bahis konusu edilen eserlerde, genellikle ahlâk ilkeleri ve kuralları
üzerinde durulmuştur. Toplum hayatında var olan ahlâktan çok, var olması
gereken ahlâk anlatılmıştır. Teorik ahlâk ile fiili hayattaki ahlâk arasındaki
her zaman fark olmuştur. Fiili hayattaki ahlâk ve uygulamaları daha çok; Cahız’ın,
El-Beyan ve’t-tebyin, (Kahire I-IV,
1958); İbn Kuteybe’nin,
Uyunu’l-ahbar, (Kahire, 1925, I-IV); İbn Abdilber’in,
el-İkdu’l-ferid,
(Kahire, 1973, I-VII); Nuveyri’nin, Nihayetu’l-ereb, (I-XVIII, Kahire,
1975-85) gibi eserlerinde bulmak mümkündür. Ahbar ve Muhadara adı
verilen eserler, toplumun ahlâk anlayışını ve uygulamalarını en iyi şekilde
yansıtan aynalar gibidir.

Görüldüğü üzere, geniş İslâm coğrafyasında yaşayan çeşitli
kavim ve halkların, uzun asırlar boyu uygulaya geldikleri ahlâk anlayışları,
başta bu kavim ve halkların İslâm öncesi inançları, adetleri ve kültürleri
olmak üzere, pek çok tarihi, sosyal ve kültürel faktörün etkisiyle oluşmuştur.
Buna rağmen her zaman İslâmî bir renk de taşımıştır.

Ahlâkın Tarifi

Genel olarak, İslâm aleminde ahlâk şöyle tarif edilir:

Ahlâk, nefiste hasıl olan köklü bir hey’et/yapılanma
olup, bu sayede fiiller düşünüp taşınmaya ihtiyaç kalmadan, rahat ve
kolay bir şekilde meydana gelir. (bk. Gazali, İhya, III, 51; İbn Miskeveyh,
24). İnsan nefsî/ruhu belli bir alışkanlık kazanır. Buna nefsin hey’eti
veya hâli veyahut da şekli denir. Bundan maksat nefsin belli bir biçim alması
ve belli bir tarzda yapılanmasıdır. Duruma ve yapılanmanın niteliğine göre
iyi veya kötü davranışlar, kendiliğinden denilecek kadar kolay bir şekilde
bu yapıdan meydana gelir.

Ahlâk kelimesi çoğuldur. Tekili huluk’tur. Genellikle insanın
bedenine ve bedeni şekline halk, nefsine ve ruhuna (ruhi şekline) huluk denir.
Diğer bir deyimle insanın görünen suretine hulk, görünmeyen suretine huluk
denir. Birine suret, diğerine siret denildiği de olur.

Huluk tabiat ve seciye, yani doğa ve karakter demektir. Farsça’da
ve Türkçe’de huy denilen şey de budur. İnsanın gözle algılanan biçimine
(hey’et, şekil, suret, vaziyet) hulk; basiretle algılanan manevi biçimine
huluk denir. (Ragib, Müfredat, Kahire, 1961, 158; Asım Efendi, Kamus trc. III,
837) Huluk kelimesi, bir yerde ahlâk/huy, diğer bir yerde adet ve uydurma
anlamında olmak üzere, Kur’an’da iki yerde geçer (Kalem, 68/4; Şuara,
26/137)

Haslet (çoğulu hısal), insanda yoğunlaşmış ve yerleşmiş bir halde
bulunan, fazilet ve meziyete ya da rezilet ve kusura denir. Fakat daha çok
fazilet için kullanılır. (Asım Efendi, III, 1271)

Hallet (çoğulu hilâl) huy ve haslet demektir.

Seciye (çoğulu secayâ) da huy ve karakter demektir.

Adet (çoğulu: Avâid, adât) itiyad, ülfet, alışkanlık, alışkı
demektir. Etik kelimesinin kökü olan ethos da bu anlama gelir.

Cibillet, cibilliyet ise yaratılış, tabiat, fıtrat, tînet ve maya anlamına
gelir.

Bu kelimeler üzerinde durmamızın sebebi, bugün, ahlâk terimiyle ifade
ettiğimiz kavramın gerek Kur’an ve hadiste, gerek dini literatürde, gerekse
günlük konuşma dilinde bir çok terimle ifade edilmiş olmasıdır. Toplumu
ve bireyleri yakından ilgilendiren ahlâkla ilgili terimlerden her biri ayrıca
bu kavramın bir yönüne de vurgu yapmaktadır.

Fiil ve Terk

Ahlâkın konusu, insanların başkalarıyla ilgili olan iradeli fiilleridir.
İradesiz ve başkalarını ilgilendirmeyen fiiller, ahlâki bir nitelik taşımaz.
İnsanların sözleri de fiilleri kapsamına girdiğinde, ahlâkın konusu olur.
Ayrıca başkalarını olumlu ya da olumsuz şekilde etkileyen insanların tavırları,
tutumları, halleri ve vaziyet alışları da ahlâkın konusuna girer. İnsanların
fiilleri ve yapıp ettikleri şeyler ahlâkın konusuna girdiği gibi, yapmadıkları
bazı şeyler de ahlâkı ilgilendirir. Sokakta kalmış bir bebeğe ya da acından
ölmek üzere olan birine veya yaralı ve hasta birine yardım etmemek gibi. Şu
halde insan, ahlâki açıdan hem yaptıklarından hem de yapmadıklarından
sorumludur. Ahlâk hem fiil hem de terkle ilgilidir. Yapılmaması gerekeni
yapmak kadar, yapılması gerekeni yapmamak da ahlâkın konusudur.

Ahlâk ve Huy Değişir mi?

Ahlâk ve huy dediğimiz şeyin değişken olup olmadığı, onun doğuştan
ve irsi (genetik) olup olmadığına bağlıdır. İbn Miskeveyh’e göre,
huyların bir kısmı insan yapısının temelinden gelir.
Bir kimsenin fazla korkak ve güleç olması gibi. Diğer bir kısmı âdet ve
alışkanlıkla kazanılır. İnsan bir şeyi düşünüp taşınır, sonra onu
sürekli olarak yaparsa, o şey, onun melekesi ve huyu haline gelir. Gazali ve
İbn Arabi de değişen-değişmeyen, doğuştan edinilen huylar ayrımını
yaparlar.

Doğuştan gelen mizaç/huy değişmez. Ama âdet ve alışkanlıkla edinilen
huylar değişir.

Bazılarına göre huyların doğuştan olup olmaması söz konusu olmaz. Her
insan âdet, alışkanlık, tekrar, idman ve eğitim yoluyla kısa veya uzun sürede
az çok huyunu değiştirebilir, yeni huylar kabul edebilir. Çünkü, insan
yeni huylar kabul etmeye müsait bir varlıktır.

Stoacılar/Revakiyyun, bütün insanların doğuştan temiz ve iyi olarak doğduklarını,
sonra sosyal çevrenin onları kirlettiğini ve kötüleştirdiğini savunmuşlardı.

Bazı filozoflara göre, insanlar doğuştan kötüdürler ancak, öğretim
ve eğitim yoluyla iyi hale gelirler. Fakat, bazıları çok kötü olarak dünyaya
geldiklerinden, onları ıslah ve terbiye etmek mümkün olmaz.

Calinus (Galen), insanları üçe ayırır: Doğuştan iyi olanlar, doğuştan
kötü olanlar, bu ikisi arasında bulunanlar. İkisi ortası bir durumda
bulunanların huyları iyi veya kötü yönde değişebilir. (İbn Miskeveyh,
Tehzibu’l-ahlâk, Kahire, 1320,
24-26)

Genellikle, Müslüman alimler doğuştan gelen ve değişmeyen,
edinilen ve değişebilen şeklinde huyları ikiye ayırırlar (Gazali, İhya,
III, 54), (bk. İbn Arabi, el-Fuhatu’l-mekkiyye,
II, 309) Bunlara göre insanın hilkatinde, fıtratında,
cibilliyetinde, tabiatında, mizacında, seciyesinde, tînetinde, hamurunda ve
mayasında bulunan ve doğuştan gelen bazı huylar genetiktir, irsidir. İnsan
bedeninin, nasıl belli temel nitelikleri varsa ve bunlar doğuştan geldiği için
değiştirilemiyorsa, insan ruhunun da doğuştan gelen belli bir şekli vardır
ve bu kökten değişmez. “Allah’ın
yaratışında değişme yoktur”
(Rum, 30/30); “…Rabbimiz herşeye hilkatini varoluş şeklini ve özelliğini
veren, sonra da doğru yolu gösterendir” (Taha, 20/50); “Rab takdir edip
yol göstermiştir…” (A’la, 87/3) Bu ayetlerde, huyun özünde değişmeyen
yönüne işaretler vardır.

Ama, bunun kısa veya uzun bir süre içinde, az çok ıslah ve terbiye
edilmesi, doğuştan gelen renginin, tonunun farklı hale getirilmesi mümkündür.
Sonradan edinilen ve kazanılan huylar ve âdetler ise eğitim ve öğretimle, sürekli
alıştırma çalışmaları ve tekrarlar yaparak değiştirilebilir. Bitkiler
ve hayvanlar bile eğitimle az çok değiştirilip ıslah edilirken, insanların
te’dib, terbiye ve riyazet yoluyla ıslah
edilemeyeceğini söylemek doğru olmaz. Islah suretiyle arpayı buğday, buğdayı
arpa haline getirmek mümkün olmaz ama, daha iyi ve daha nitelikli arpa ve buğday
üretmek mümkündür; aşı ile daha iyi meyve alındığı gibi. İnsandaki
arzu ve öfke gibi temel eğitimlerin kökten değiştirilmesi veya yok edilmesi
mümkün olmaz. Ama, ıslah edilmesi, iyileştirilmesi, güzel ve faydalı
hedeflere yönlendirilmesi mümkün olur. İnsan doğuştan sahip olduğu huy ve
yeteneklerini, iyi ya da kötü işlerde kullanabilir. Cesaret ve cömertlik
huylarının, iyi ya da kötü maksatlarda kullanılması gibi, huyların değiştirilmesinden
çok iyileştirilmesi ve güzelleştirilmesi önemlidir. Şehvet denilen bedeni
arzular, esas itibariyle kötü değildir. Kötü olan şehvetin meşru olmayan
ve kontrolsüz bir şekilde bulunmasıdır. Meşru şekilde ve kont-rollü
olarak arzularını karşılaması ise iyidir. Hatta faydalı ve gereklidir.

İyi Ahlâk Nasıl Kazanılır?

Gazali’ye göre iyi ahlâk sahibi
olmanın yolları şunlardır:

a) İlahi bir lütuf olmak üzere, bazı insanlar, doğuştan iyi
huyludurlar. Peygamberler böyledirler. Doğuştan ve tabiattan gelen bazı güzel
huylar, çalışılarak da kazanılabilir. Bazıları doğuştan cömerttir, bazıları
çalışa çabalaya cömertliği huy edinebilir.

b) Riyazet ve mücahede ile yani sıkı bir idman ve disiplinle, iyi huylar
ve güzel ahlâk edinmek mümkündür. İnsan cimri ise bunun kötülüğünü,
cömert olmak gerektiğini düşünerek kendini cömertliğe zorlar, nefsine ağır
gelse de sevdiği malları infak etmeye çabalar. Bunu zoraki bir şekilde yapa
yapa gönüllü olarak yapma, daha sonra da zevkle yapma aşamasına ulaşır. Böylece
cömertlik onun huyu haline gelir. Kibirli bir kişinin, mütevazı olmasının
yolu da budur. Bu bakımdan ahlâk, sanatlara ve ilimlere benzer. Temrinler,
idmanlar, tekrarlar ve alıştırmalar güzel huyların edinilmesinde ve bir
meleke haline gelmesinde çok önemlidir.

Fazilet

İslâm ahlâkçıları, iyi huylara güzel ve övülmüş, kötü huylara da
çirkin ve yerilmiş huylar derler. İyi ahlâk, akıl ve şeriat tarafından övülmüş
ve güzel görülmüştür. Kötü ahlâk da aklen ve şer’an
kötülenmiş ve çirkin görülmüştür. İyi ahlâka ve huylara
fazilet/erdem, kötülere de rezilet/aşağılık huylar denir. Genellikle
fazilet, iki kötü huy arasındaki huy diye tarif edilir (orta yol = mesotes).
Buna ifratla tefrit asasındaki itidal da denir. Mesela israf ifrat, cimrilik
tefrittir. İkisi arasındaki cömertlik ise itidaldir. Diğer bir ifadeyle
israfla cimrilik rezilet, cömertlik fazilettir. Kur’an’da da bu husus böyle
kabul edilmiştir (bk. İsra, 17/29, 26, 27). “İşlerin
en hayırlı olanları orta olanlarıdır”
mealindeki hadiste de bu husus dile getirilmiştir. İtidal, ölçülü dengeli
ve makul davranıştır.

Sözlükte fazilet; fazlalık ve artık olmak anlamına gelir. Bunun zıddı
kusur ve noksanlıktır. Meziyet de fazilet anlamındadır (Asım Efendi, Kamus
trc. IV, 27, 1179). İnsanların davranışları hayvanların davranışlarına
göre bir fazlalık, bir üstünlük ve bir mükemmellik/kemal gösterdiğinden,
fazilet ve meziyet insanlara özgü bir şeydir. İnsanların fiil ve amelleri
de iyi ve mükemmellikte birbirinden farklıdır. Şu halde, her insan aynı
derecede faziletli değildir. Faziletin çeşitli dereceleri vardır. Faziletten
yoksun insanlar da vardır ve bunların da çeşitli dereceleri vardır. İnsan,
faziletli olduğu ölçüde hayvanlardan üstün, faziletten mahrum olduğu
nispette hayvanlara yakındır. Kur’an’da bazı kişilerin;
hayvan gibi, hatta daha aşağı (A’raf,
7/179) şeklinde nitelenmesi bundandır.

Fazilet, tekrar ve idmanlarla, iyi huyların ikinci bir tabiat haline
getirilmesi şeklinde tanımlandığı gibi, “fazilet, daha mükemmel olana
ulaşmak için sürekli çabalamaktır” şeklinde de tanımlanmıştır. Kısaca
fazilet, aklen ve şer’an iyi olan huyları, âdet ve
itiyat haline getirmektir. Ahlâk ilminin gayesi de iyi ve kötü huyları tanıtmak,
kötü huylardan sakındırmak, iyi huylara özendirmek, böylece fazileti geçekleştirmek
ve insanı kemale/erginliğe erdirmektir. Fazilet/virtue (erdem), bir çok düşünüre
göre, insan hayatının gayesidir. Faziletli insan namuslu, dürüst, hayırsever,
fedakar ve diğerkam insandır.

Hayatın gayelerinden en önemlisi kamil/ergin insan olmaktır. Mutlak
kemal/erginlik Hak Teala’ya özgüdür. İnsan Allah’ın
ahlâkıyla ahlâklandığı, onun vasıflarıyla vasıflandığı ölçüde bir
kemal sahibi olur. İlahi kemalden pay alır. Mesela, Allah merhametli, adil,
hakim, alim… vs.’dir. İnsan
bu niteliklere sahip ola ola ve sahip olduğu oranda İlahi kemalden pay alır.
Allah’ın güzel
isimlerinin mazharı olmak önemli bir amaçtır.

Mutluluk

Eskiden beri bir çok düşünür ve ahlâkçı, hayatın gayesinin
mutluluk/saâdet olduğunu, ahlâki davranışları bu amacın belirlediği görüşündedir.
Mutluluk/evdemonizm (evdaimonia, saâdet) ahlâki davranışların nihai hedefi
olarak mutluluğu alır. İnsan niçin erdemli, namuslu, dürüst, samimi ve
iyilik sever olmalıdır sorusunun cevabı; “mutlu
olmak için” şeklindedir. Ancak, ahlâklı ve erdemli insanlar, mutlu ve
bahtiyar olurlar. Ahlâk dışı ve rezilane bir hayat yaşanlar ise şaki/bedbaht
olurlar. Aristo’ya göre; sağlık, servet, dost, saygınlık,
başarı ve doğru düşünmek saadet sebepleridir. İnsan, bu tür saadet
sebepleri kendisinde mevcut olduğu ölçüde mesut olur. Bunların hepsi mevcut
olursa tam anlamıyla mesut olur. Aristo’nun
en yüce iyi (hayr-ı a’la,
summum bonum) dediği şey mutlulukla örtüşür. Yani,
saadet en yüce hayırdan ibarettir. (bk. İbn Miskeveyh, 60, 63)

Aristo’dan evvelki Pitagoras,
Sokrat, Eflatun ve Hipokrat ise, fazilet ve saadeti insan nefsinde görüyorlardı.
Onlara göre mutluluk, ahlâkın temelini oluşturan hikmet, şecaat, iffet ve
adaletin insan nefsinde dengeli bir şekilde mevcut olmasından ibarettir.

Gazali’ye göre, nihai saadet
kulun Allah’a yakın olmasıdır. Bu da imkan ölçüsünde
erginlik kazanmakla olur. Hakiki saadet de ahiret saadetidir (Mizanü’l-amel,
Kahire, 1964, s. 293-304). Benzeri bir görüş Eflatun’da da vardır
(A. Weber, Felsefe Tarihi, İst. 1964, s. 64).

Epikuros’un (ö. M.Ö. 270) ahlâkı,
haz-elem esasına dayanıyordu. Ona göre, en yüksek iyi hazdır. Ancak, bu haz
aşağı ve geçici değil, yüksek ve kalıcı olan ruhî ve aklî hazdır. Bu
da derin bir sükunetten ve engin bir huzurdan kaynaklanır. Eleme ve acıya
sebep olduğu için aşırılıktan kaçınılmalıdır. Kalıcı haz için, geçici
acıya katlanılabilir. Tedavi için acı bir ilaç içmek gibi. Fazilet, kişiyi
mutlu kılan ve mutsuzluktan koruyan bir maharet ve nezakettir.

Epikuros’un hazcı
(hedonizm) ahlâk anlayışından, bedensel ve aşağı (şehvani, süfli)
arzulara büyük önem veren, keyifçi bir ahlâk anlayışı doğmuştur.
Kelbiyyun (kinikler)’de olduğu
gibi.

Haz ve elem; bütün dinler, özellikle semavi dinler bakımından önemlidir.
Çünkü, yüce Allâh, dini hükümlere ve ahlâk kurallarına uyanlara, dünyada
ve ahirette, türlü türlü bedensel, ruhsal zevkler ve hazlar, bunlara
uymayanlara da elemler ve azap vereceğini açıklıyor. Fakat, semavi dinlerin
öncelikli hedefi haz, huzur ve sükun değildir. Allah’ın
rızasını ve yakınlığını kazanmak daha önemlidir.

Zenon’un (ö. M.Ö. 260) ahlâk
anlayışı, iradeci/volontarist’tir.
Hakimane yaşamak hayatın gayesidir. Biri teorik/nazari, diğeri pratik/ameli
olmak üzere iki türlü hikmet vardır ve ikincisi birincisinin amacıdır.
Pratik fazilet, en yüksek derecedeki fazilettir. Çıkarcı olmayan fazilet kişiyi
bahtiyar eder.

Felsefede etik/ahlâk, en uygun, en doğru insan davranışını, bunun
sonucunda kazanılan fazileti ve saadeti araştırır. İslâm’dan önceki dönemde,
filozoflar ahlâk konusunda son derece doğru, iyi, güzel
ve faydalı tahliller ve tespitler yapmışlardır. Bunların güzel şeyler
oldukları, Gazali ve İbn Teymiye gibi Müslüman düşünürler tarafından da
ifade edilmiştir. Ancak, bu iki alime göre, filozoflar o güzel fikirleri
peygamberlerin mirası olan kültürlerden derlemişlerdir. Durum ne olursa
olsun, Müslüman düşünürlerin felsefi ahlâka bu şekilde bakmaları, Müslümanların
geniş çapta bundan etkilenmelerine yol açmıştır.

Yukarda anlatılan hususlar göz önünde tutularak, bütün Müslüman
toplumların çeşitli çağlarda değişik kültürlerden, felsefi
sistemlerden, örf ve âdetlerden gelen ahlâk anlayışlarından etkilendikleri
söylenebilir. Özellikle, Müslüman halkların, Müslüman olmadan önceki ahlâk
anlayışlarını, örf ve âdetlerini az çok değiştirerek sürdürdükleri
bir gerçektir. Müslüman kavimler ve çeşitli bölgelerde yaşayan halklar
arasında görülen kavmi özellikler ve karakterler, örf ve âdet farklılıkları
bunu göstermektedir. Aslında, Kur’an
ve sahih hadislerde ifadesini bulan, İslâm ahlâkının
temel ilkeleri, ilahi ve evrensel olmakla beraber, bu ilkeler, Arap toplumundan
kaynaklanan bir renk de taşırlar. Şöyle ki, Kur’an
der ki:

– “Affı al, örfle emret”
(Araf, 7/199).

– “Sizden, hayra davet eden marufu, emir, münkeri yasaklayan bir ümmet çıksın”
(Ali İmran, 3/104).

– “Evladım
namazı kıl, mu’rufu emr ve münker’i
menet” (Lokman, 31/17).

Burada geçen örf; bilmek, tanımak iyilik, ikram, atın
yelesi ve koku gibi anlamlara gelir. “Maruf
yol, fiil ve amele ıtlak olunur ki, akıl ile idrak
olunup ve şer’ onu tahsin eyleye ve
münker akıl ve şer’in
kabul etmeyip inkar eylediği amelden ibarettir”
(Asım Efendi, Kamus trc. III, 763, 674). Aklen ve Şer’an
güzel olarak bilinen şeye maruf, kötü olana münker denir (Rağib, Müfredat,
331).

İslâm ahlâkının esasını maruf ve münker, iyi ve kötü kavramları teşkil
eder. “Marufu emr münkeri nehy”, temel bir ahlâk ilkesidir. Bir mümin,
ma’ruf olana önce kendisi uyar, sonra buna uymayı başkalarından
ister. Münkerden, önce kendisi kaçınır, sonra bunu başkasından ister.
Aksi halde; “niçin yapmadıklarınızı
söylüyorsunuz” (Saff, 61/2), “Başkalarına
iyi olmayı emredip kendinizi unutuyorsunuz” (Bakara 2/44), kınamasına
muhatap olur.

Ma’ruf/iyi ve münker/kötü; önce
aklen, sonra şer’an iyi veya kötü görülen şeydir. Ancak, burada akıldan
maksat, kişisel akıl, bireysel görüş değil; akl-ı selim, ortak akıl ve
kamu vicdanıdır. Bir toplumu oluşturan bireylerin ortaklaşa iyi dedikleri şey
iyi, kötü dedikleri şey kötüdür. Burada çıkarcıların, bencillerin ve
ihtiraslı kişilerin bir şeye iyi veya kötü demeleri önemli değildir. İnsan
nefsi, çoğu zaman kötüyü iyi gösterir ve onun yapılmasını emreder (bk.
Yusuf, 12/53). Sübjektif, hissi, keyfi ve indi hükümler çoğu zaman ahlâk
ilkelerine ters düşer; nefsine düşkün bir kişi, ahlâki anlamda iyiyi ve kötüyü
ayırt edemez.

Her toplum gibi, İslâm’dan önce de, Hicaz Araplarının
bir ahlâkı vardı. Bu ahlâk, kamu vicdanının iyi olarak kabul ettiği örfe
dayanıyor ve buna uyan insanlar, iyi ve erdemli kişiler sayılıyordu. Bu ahlâkın
ne kadar önemli ve değerli olduğunu anlamak için şu hadise bakmak
yeterlidir.

Hz. Peygamber, ilk defa vahiy gelince, endişelenmiş ve titremeye başlamıştı.
O zaman Hz. Hatice onu şöyle teselli ve teskin etmişti. “Müjde
sana, Allah seni hiçbir zaman mahcup etmeyecektir. Çünkü, akrabalık
ilişkilerini iyi götürüyor, hep doğru konuşuyor, darda kalanların yükünü
çekiyor, yoksullara yardım ediyor, misafirleri ağırlıyor, felakete uğrayanlara
destek oluyorsun (Buhari, Bed’u’l-vahy,
3; Müslim, İman, 252). Görüldüğü gibi, bahis konusu
ahlâk ilkeleri ve benzerleri, Araplar tarafından bilinmekte ve kabul görmekte.
Buna uymayan kötülükler ise, reddedilmekte idi. İşte örf ve maruf denilen
şey, kamuoyunun ve ortak aklın, iyi ve doğru bulduğu, bu gibi hususlardır.
Hilfu’l-fudul denilen erdemliler
meclisi de güzel ahlâk sahibi kişilerden oluşuyordu. Hz. Peygambar, “Ben güzel
ahlâkı tamamlamak için gönderildim”
diyor (Muvatta, Hüsnül huluk; Acluni, Keşfu’l-hafa I, 211). Yeni bir ahlâk
kurmak için değil, var olan ahlâkı tamamlamak, ikmal
etmek ve iyileştirmek için gönderildiğinin altını çiziyor. Gerçekte de
puta tapan ve yağmacı bedevi/göçebe bir kavim olan Araplar da bir takım sağlam
ve etkili ahlâk kuralları vardı. Ve bunlara önemle uyulmakta idi. Hatta bu
ahlâk kuralları, ilkel kavimlerde olduğu gibi, hukuk ve kanun yerine de geçmekte
idi. Zaten bedevi ve kapalı toplumlarda örfler ve âdetler son derece önemli
ve etkili olur. Geniş çapta bireyin ahlâk anlayışını ve davranışlarını
bunlar belirler. Şu bir gerçektir ki, İslâm’ın
doğuşuna takaddüm eden yıllarda, Bizans’ın
egemenliği altında bulunan Mısır’da,
Filistin’de, Suriye’de ve Anadolu’da bulunan, Sasanilerin hüküm sürdükleri
ırak ve İran’da
bozuk, çürümüş ve kokuşmuş bir ahlâk biçimi bulunduğu halde, bedevi
Araplarda, onlara nazaran, çok daha doğal, doğru, düzgün ve iyi bir ahlâk
anlayışı ve uygulaması vardı. Hz. Peygamber’in Hicaz’dan çıkışında,
bu durumun da etkisi vardı.

Dikkat edilmesi gereken diğer bir husus da, Hz. Muhammed’in
ahlâk ilkelerine bağlı oluşunu, Hz. Hatice’nin,
O’nun peygamber oluşunun delili olarak görmesi idi. Ahlâk sahibi, dürüst
ve güvenilir bir kişilik sahibi olmak, mucizelerden daha çok ve daha güçlü
bir şekilde, Hz. Muhammed’in, Allah’ın elçisi olduğuna
delil teşkil eder. Bu da ahlâkın, İslâm açısından, ne kadar önemli olduğunu
gösterir.

Burada altı çizilmesi gereken husus şudur:

İslâm ahlâkının oluşumunda ve biçimlenmesinde, İslâm öncesi Arap
toplumunun ahlâk anlayışının ve uygulamalarının, iyi ve kötü (doğru-yanlış,
güzel-çirkin, hayır-şer, ma’ruf-münker)
kavramlarının etkili oluşudur. Belli bir ölçüde, ma’ruf/iyi
ve münker/kötü kavimlere, toplumlara, bölgelere ve çağlara
göre değişmektedir. Onun için, Kur’an
ve sahih hadislerde ifadesini bulan İslâm ahlâkı,
tetkik ve tahlil edilirken, kavim ve bölgeden, zaman ve iklimden gelen ayrıntılar
dikkate alınmalıdır. Eğer İslâm ahlâkı, doğru anlaşılması ve
uygulanması için bu türlü ayrıntılardan ve arızi niteliklerinden
soyutlanarak ortaya konulursa, onun evrensel boyutunu, daha doğru olarak görmek
mümkün olur.

Ahlâkın Değişkenliği ve Değişmezliği

Genellikle, temel ahlâk ilkelerinin ezeli ve ebedi, zaman ve mekan üstü
gerçekler ve hükümler olduğu, onun için de bu hakikatler ve hükümlerle
ilgili her hangi bir değişmenin bahis konusu olmayacağı kabul edilir.
Mesela, doğru konuşmak ve verilen söze sadık kalmak, her zaman her yerde ve
her toplumda iyi, doğru ve güzel kabul edilirken; aynı zamanda, bunların zıtları
olan yalancılık ve döneklik kötü, yanlış ve çirkin kabul edilir. Şu
halde, ahlâk ilkeleri ve kuralları, evrensel ve değişmezdir. Bir kişinin,
kavmin ve toplumun iyi olan ahlâkının bozulması ve değişmesi, temel ahlâk
ilkelerinin değişmesi anlamına gelmez. Temel ahlâk kaideleri geçerliliğini,
gerçekliğini, doğruluğunu ve değişmezliğini, niteliğini korumakla
beraber, münferit ve mevzii ahlâk bozulması olgularına her zaman rastlanır.

Bununla beraber her kavmin, toplumun kendine özgü ve öbürlerinden farklı
bir ahlâkı olduğu da bir gerçektir. Eğer, kavimlerin, milletlerin ve
toplumların kendilerine özgü ve başkalarından farklı bir kimlikleri, kişilikleri
ve benlikleri varsa, bunun sonucu olarak, kendilerine özgü bir karakterleri,
seciyeleri ve ahlâkları olacağı da aşikardır. Zira, toplumların
kimliklerini oluşturan unsurların başında, onların ahlâk anlayışları ve
uygulamaları gelir. Buna göre, ahlâkın değişen bir boyutunun bulunduğunu
kabul etmek lazım gelir. Zira, kişi ve bireylerin ahlâkları gibi, kavimlerin
ve milletlerin ahlâkları da az çok bir farklılık gösterir. Ancak, bu farklılık,
bir üslup, bir şekil, bir ayrıntı ve bir kapsam meselesidir. Önemli olmakla
beraber yüzeyseldir, derine ve temele inmez.

Ahlâk kuralları arasında bir hiyerarşi vardır. Bunların çeşitli
mertebeleri mevcuttur. Hasenatü’l-ebrâr
seyyiatü’l-mukarrebin (iyi kişilerin yapmaları halinde sevap aldıkları işleri,
daha iyi olanlar yaparsa günaha girerler. Çünkü onlar, daha iyisini yapma
yeteneğine sahiptirler ve daha iyisiyle yükümlüdürler) sözü meşhurdur.
Mertebeler ahlâkı budur. Birinci derecede temel ahlâk kuralları ile ikinci,
üçüncü, dördüncü ilh. mertebedeki ahlâk kuralları değişme ve değişmezlik
açısından aynı durumda değildir. Değişmez nitelikteki temel ahlâk
ilkelerinden ikinci, üçüncü ve dördüncü ilh. mertebedeki ahlâk kurallarına
doğru gidildikçe değişme imkanı ve ihtiyacı artar. İslâm kültüründe
ahlâk mertebelerinin ve nezaket kurallarının tümünü ifade etmek üzere “âdâb”
terimi kullanılır.

Ahlâk ve Âdâb

Âdâb, edep kelimesinin çoğulu olup, her çeşit hatadan sakınmaya ilişkin
bilgidir. (Tarifat) yani, her çeşit hayatı bilmek ve bundan sakınmaktır.
Her hata, kusur ve kabahat değildir. Onun için kusur, kabahat, suç, günah ve
haram niteliğinde olmayan hatalar edep/âdâb kavramının kapsamına girer. Âdâbın
kapsamı ahlâkı içerir ama, ondan daha geniştir. Her ahlâk edeptir ama, her
edep ahlâk değildir. Kapsamı daha geniş olduğundan genellikle ahlâk, âdâb
çerçevesinde sunulmuştur. İslâm’da,
her çeşit sosyal ilişkiler, bir kurala bağlanmış ve bunlara da âdâb
denilmiştir. Yemek yeme âdâbı, evlilik âdâbı, sohbetin âdâbı, yolculuk
âdâbı, öğretmenlik âdâbı, öğrencilik âdâbı vs. gibi. Mesela, sefere
çıkmadan önce helalleşmek, vedalaşmak, iyi arkadaş seçmek, besmele ve dua
ile yola çıkmak, erken yola çıkmak, günün serin saatlerinde yolculuk
yapmak, kafileden uzaklaşmamak, binek hayvanlara iyi bakmak ve benzeri
hususlar, seferin âdâbındandır. Bu tür âdâb, evrensel olmayabilir, değişebilir,
bunlara uyulmaması günah ve ahlâksızlık sayılmayabilir. Edep adı verilen
kurallar, insanların işlerini kolaylaştırmak ve toplum düzenini sağlamak için
konulmuştur. Toplum değiştikçe bunların bir bölümü tamamen veya kısmen
değişebilir. Hayvanlarla yolculuk yapıldığı bir dönemde tespit edilen âdâb,
motorlu araçlarla yolculuk yapıldığı bir dönemde, başka türlü olabilir.
Âdâb-ı muaşeret, edep ve erkân denilen bu tür kurallar, temel ahlâk
ilkelerinin tamamlayıcı ve bütünleyici unsurları olarak da kabul
edilebilir.

Muaşeret, âdâb ve nezaket kuralları, toplumdan topluma değiştiği gibi,
aynı toplumda, zamana göre de değişebilir. Mesela, bir zamanda edebe aykırı
sayılan erkeklerin başı açık gezmeleri, başka bir zamanda ve mekanda,
edebe aykırı sayılmayabilir. Âdâb, çeşitli kültürlere ve medeniyetlere
göre de değişir.

Âdâb ve terbiye, çoğu zaman ahlâkla özdeşleştirilmiş, edepsizlik ve
terbiyesizlik, ahlâksızlık şeklinde anlaşılmıştır. Aslında, âdâb ahlâkla
iç içedir ama ondan farklı bir şeydir. Din, temel ahlâk ilkelerine bağlı
kalmayı farz, bunlara aykırı davranmayı haram sayarken, âdâba uymayı
tavsiye etmekle yetinir ve bunun da belli bir şekli üzerinde ısrar etmez. Âdâb,
tamamıyla örf ve âdetler çerçevesinde oluşur ve toplumun kabulüne bağlıdır.
Ama, gelenekçilik zaman zaman âdâbı, ilahi emirler ve hükümler şeklinde
algılamıştır.

İslâm toplumlarında, tarih boyunca çeşitli ahlâk rüzgarları esmiştir.
İlk Müslümanlarda dini, hukuki ve ahlâki hükümler bir ve aynı şeylerdi.
Hiç bir ayırım yapmadan, Kur’an ve sahih hadisleri uygulamak, Hz.
Peygamberi örnek almak, onların temel hedefi idi.
Bununla beraber, örfün belirlediği iyi davranışlara sahip olmak, kötülerinden
kaçınmak da, önem verdikleri bir şeydi. Zaten, bunu, onlardan Kur’an
istiyordu. Daha sonraki dönemlerde bazı Müslümanlar zühdün,
bazıları tasavvufun, bazıları da felsefenin, hikmetin cazibesine kapıldılar.
Diğer bazıları da geleneksel ahlâkı titizlikle ve harfiyen sürdürdüler.
Bu arada çeşitli kültürlerin ve kadim medeniyetlerin etkisiyle, belli temel
ahlâk ilkelerini öne çıkaran ahlâk anlayışları da görüldü.

Sufi Ebu Muhammed Ceriri (ö. H. 321) şöyle diyor:

“İlk nesil Müslümanlar arasındaki ilişkilerde,
dini hükümler esas alınmıştır. Sonra, din inceldi ve riayet edilmez oldu.
Sonra, bu tür ilişkilerde vefa esas alındı. Nihayet, vefakarlık da ortadan
kalktı. Bu sefer, ilişkilerde mürüvvet/adamlık esas alındı. Adamlık da
ortadan kalkınca, haya/utanma esas alındı. Sonra haya kalmadı. Bu defa,
insanlararası ilişkilere, talep ve korku (menfaat temin etmek ümidi, zarara uğrama
endişesi) egemen oldu” (Kuşeyri,
Risale 455). Ceriri, İslâm’ın ilk üç asrında, ahlâk
alanında görülen değişimleri böyle özetlemiştir. Bu tespit eksik
olabilir ama, temelde doğrudur. Ahlâk alanında, bu ve benzeri değişiklikler
görülmüştür. Fütüvvet ehli, ahiler, melamet ehli, rindler, kalenderler,
çeşitli tarikatlara mensup mutasavvıflar, fakihler, muhaddisler, hükemalar
farklı ahlâki eğilimlere ve ahlâk felsefelerine sahip olmuşlardır. Bunların
ahlâk anlayışları da zamanla farklı şekiller göstermiştir.

İslâm ülkelerinin, Batı’nın
etki alanına girmeleri, yeni bir takım ahlâk şekillerinin ortaya çıkmasına
sebep olmuştur. Görev ahlâkı deontoloji (Kant), evrimci etik (H. Spencer),
pragmatizm (R. Barton), özgür etik (J.P. Sartre), yararcılık, utilitarian
(E. G. Moor, R. Rashdall), erekli etik, teleolojik etik, püriten etik, Seküler/laik
ahlâk immoralizm v.s. gibi. Bu tür ahlâk felsefeleriyle ilgili akımlar
neticesinde, iyi Müslüman, kamil mümin ve inançlı adam gibi ahlâki
tiplerin yerini laik adam, liberal adam, sosyal demokrat, medeni-uygar insan,
aydın kişi gibi tipler almıştır. Batıdan gelen etkilerle üretilen bu tür
ahlâk anlayışları kalıcı değil, geçicidir. Bir çeşit moda ahlâktır.
Kısa ömürlüdür. Ayrıca, dini ahlâka ters olduktan başka, çağlar boyu
oluşmuş geleneksel ahlâka da aykırı düştüğünden, toplumun tabanında
ve alt katmanlarında tutunamamıştır. Milli bünyeye ve kimliğe de zıttır.
Bununla beraber toplumun bazı kesimlerinde, özellikle, kendini toplumun üst
tabakası olarak görenler arasında kabul gördüğünden, halk-aydınlar, yönetilenler-yönetenler
şeklinde bir ayrılığa hatta zıtlığa sebep olmaktadır. Sosyal bunalımın
temelinde yatan etmenlerden biri, ahlâk konusundaki bu zıtlıktır. Bu gün,
İslâm toplumlarında görülen bunalımın temelinde yatan sebeplerin başında,
ahlâk alanında görülen perişanlık gelir.

Ahlâk İlkelerinin Kapsamı

Ahlâk meselesini daha iyi anlamak için, ahlâk kanunu ve kaidesi dediğimiz,
ahlâki hükümlerin kapsamına bakmak gerekmektedir. Ahlâk ilkeleri, mutlak ve
kat’idir ama, aynı
zamanda külli/tümel olan bu ilkelerin, bir takım istisnaları da vardır. Bu
ilkelerin, her toplumda, her yerde ve her zamanda geçerli olabilmeleri, esnek
olmalarıyla kabildir. Her toplum, bu ilkeleri kendi kültürüne uydurur.
Zaten, bu ilkeler, her çeşit topluma ve onların kültürlerine uyum sağlamaya
elverişlidir. Ahlâk ilkelerinin kapsamı konusunu şu misalle açıklamakta
fayda vardır:

Doğru konuşmak, doğru olmak bir ahlâk ilkesidir. Allah bize, doğru
olunuz, diye emir verir ve bunun zıddı olan yalancılığı yasaklar. Acaba,
mutlak ve kati dediğimiz bu ilkenin istisnaları yok mudur? Eğer varsa, o
istisnalar, onu kayıtlamaz ve sınırlandırmaz mı?

a) Bir hadiste, “harp hiledir”
(Buhari, Cihad, 157, Müslim, 18) buyrulmuştur. Hz. Peygamber, Nuaym b.
Mesud’a, Hendek Savaşı’nda, ittifak kuran düşman birlikleri arasında
propaganda yapmak ve aralarında ikilik çıkarmak için izin vermişti. Dünyada,
savaş halinde olan bütün ordular ve komutanları, karşı tarafı, yanlış
bilgi vererek yanıltmak, aralarında ikilik çıkarmak isterler. Bunu yapmayan
hiç bir toplum yoktur. Bu ve benzeri durumlarda yalan ve asılsız haberler
yayarak, karşı tarafın moralini bozmak ve düşmanı gafil avlamak veya
pusuya düşürmek, öteden beri kullanılan taktikler ve savaş hileleridir. Bu
durum, çok seyrek görülen bir şey de değildir. Rekabet ortamlarında bile
bu tür hususlara rastlanır. Satranç gibi oyunlar, karşı tarafı kandırma
esası üzerine kuruludur.

b) Hz. Peygamber, “İki kişinin arasını bulan,
yalan da söylese yalancı değildir”,
buyuruyor (Tirmizi, Birr, 26, Ebu Davud, Edeb, 50; Buhari, Sulh, 2; Müslim,
Birr, 101). Kavga eden iki kişiyi barıştırmak ve dargın karı-kocanın arasını
bulmak için yalana cevaz verilmiştir (Tirmizi, Birr, 26). Gazali, yalan söylemenin,
bazen mübah, bazen vacip/farz olabileceğini söyler (İhya, III, 134). Şeyh
Sa’di; “Ortalığı yatıştıran yalan, fitne çıkaran
doğrudan iyidir” der.

İşte doğruluk böylece yalanla sınırlanıyor. Sonuçta, mutlak ve kat’i
bir ilke olmaktan, bir bakıma çıkıyor, nispi ve izafi
bir ahlâk ilkesi haline geliyor.

İlke olarak haram olan adam öldürme (cihad) ve başkasının malını
zorla elinden alma (ganimet), savaş halinde caiz, hatta sevap oluyor. Bütün
ahlâk ilkelerinde bu tür hususları görmek mümkündür.

Yüce Allah’ın
sıfatları bile böyledir. O rahman ve rahimdir. Rahmet ve merhamet sahibidir;
ama, aynı zamanda azap ve gazap eder. “Rahmetim
gazabımı geçti”
kutsi hadisi, daha çok olan rahmeti, gazabın sınırladığını
ifade ediyor. “O kimini aziz, kimini
zelil kılar”
(muiz ve müzil). Yani, izzet ve zillet birbirini sınırlar.
Affedici ve cezalandırıcı oluşu da öyle. Allah’ın
ahlâkı ile ahlâklanma esas olduğuna göre, ahlâk ilkelerinin kulda da
mutlak değil, mukayye olacağı aşikardır (bk. İbn Arabi, el-Fütuhatu’l-mekkiyye,
Kahire, 1293, II, 319-21). İfrat ve tefrit de ahlâk
ilkelerini sınırlar. Cömertlik, cimriliğe varmayan tutumluluk (iktisat,
kanaat) israfa varmayan eli açık olmaktır. Cimrilik ve israf cömertliğin
iki sınırıdır. Ahlâkta ölçülü olmak önemlidir; ama, ölçülülük sınırlanmayı
beraberinde getirir.

Doğru ve iyi dediğimiz ahlâk ilkeleri acaba, haddizatında ve özü
itibariyle güzel midir? Yoksa, Allah bunlara uyulmasını emrettiği için mi güzeldir?
Meselesinde, Mutezile birinci şıkkı, Eşariler ikinci şıkkı savunmuştur.
Mutezile, ahlâk ilkeleri, özünde ve aklen güzel olduğu için Allah bunlara
uyulmasını emretmiştir (rasyonel etik) derken, Eş’ariler;
“Allah bunlara uyulmasını emrettiği için ve şer’an
güzeldir” (etik görecelik), tezini savunmuştur (bk. Gazali, el-İktisad
fi’l-i’tikad, Kahire, 1962, s. 85)

Hz. Peygamber, “Ameller niyetlere göredir” buyurur, ahlâki davranışlar
değerini niyetten alır. Niyetin ve maksadın, iyi veya kötü oluşuna göre,
bir amel aynı zamanda hem iyi ve doğru, hem kötü ve yanlış olabilir. Hüsnü
niyet önemlidir. Niyet ise sübjektif bir şeydir. Bu da ahlâk ilkelerinin değerini
izafi hale getirir.

Bununla beraber ahlâk ilkeleri, dini açıdan kesin ve güvenilirdir. Çünkü,
iyi niyet ve bu ilkelere kayıtsız şartsız inanılması, onları kesin ve güvenilir
hale getirir. Ahlâk duygusunun ve bilincinin fıtri ve cibilli/tabii oluşu da
bu durumu pekiştirir.

Köylü-Kentli (Bedevi-Hadari) Ahlâkı

Göçebe toplumlarla yerleşik toplumlar arasında, sosyal yaşayış ve kültürel
değerler bakımından çok önemli farklar bulunduğuna, ilk defa ciddi ve ilmi
bir biçimde İbn Haldun dikkat çekmiştir. Göçebe ve konar-göçer (bedevi)
dediğimiz toplumların, medeniyet/umran açısından, pek çok türleri bulunduğu
gibi, yerleşik toplumların da bir çok türleri vardır. Bunların, medenilik
ve kültürel durumları birbirinden farklı olduğundan örf, âdet, tahammül
ve töreleri bunlara bağlı olarak da ahlâkları, az çok birbirinden farklıdır.

İbn Haldun, göçebe/bedevi toplumların hayra, iyiliğe, fazilete ve güzel
ahlâka; yerleşik/hadari toplumlardan daha yakın olduklarını söyler. Ve
bunu da fıtrata, tabiata yakın olmaları, bu yüzden de bozulmamış olmalarıyla
açıklar. Yerleşik/kentli toplumlar ise, maddi refah, lüks hayat ve yapay şeylerle
doğadan ve doğallıktan uzaklaşır ve kirlenirler. Böylece şehirde ahlâk
bozulur (Mukaddime, Kahire, 1958, s. 4744). Kırsal hayat duyguyu, şehir hayatı
zekayı geliştirir. Duygu saf, masum ve temiz; zeka ise hilekardır. Onun için,
kırsal kesimde yaşayanlar daha dürüst, şehirliler kadar hile ve kurnazlık
bilmezler. Demek ki, örf ve âdetler gibi, toplumun yaşadığı hayat tarzı
ve içinde bulunduğu ekonomik ortam da o toplumun ahlâkının şekillenmesinde,
şöyle veya böyle değişmesinde etkili olur. Kırsal alandan göç edip
kentlere yerleşenlerin âdetleri zamanla az çok değişir. İkinci, üçüncü
kuşakta bu değişim daha fazla hissedilir. Bunun böyle olduğunu herkes gözlemleyebilir.

İbn Haldun, hava ve iklim şartlarının da, insanların ahlâkı ve huyları
üzerinde etkili olduğu kanaatindedir. Sıcak bölgelerde yaşayanların, oyun
ve eğlenceye düşkün, rahat ve neşeli; soğuk bölgelerde yaşayanların ise
düşünceli ve tedbirli bir karakter gösterdikleri, tespitini yapar
(Mukaddime, 3391). Türkçe’de, “bölge
insanı” ve
“toprağın adamı”
“hemşehrim” gibi deyimler, iklim farkından
kaynaklanan, ahlâk farklılığına işaret eder. Büyük medeniyetlerin ılıman
iklimlerde kurulması, peygamberlerin bu bölgelerde zuhur etmesi de dikkate değer.

İbn Haldun, gıda rejiminin ve tüketim maddelerinin de ahlâki yapılanmada
ve biçimlenmede etkili olduğunu savunur. Çöllerde ve bozkırlarda göçebe
hayatı yaşayan, çoğu zaman et ve sütle beslenen kavimlerin; şehirlerde
oturan, et ve sütün yanı sıra, tahıl, sebze ve meyvelerle beslenenlere göre,
ahlâkca daha iyi durumda olduklarını vurgulayan İbn Haldun, şehir hayatının
insanı hantallaştırırken, kırsal hayatın insanı faal ve çevik hale
getirdiğini de belirtir (Mukaddime, 393).

Ahlâk ve Meslek

Çeşitli disiplinlerin, mesleklerin ve iş kollarının kendilerine özgü
bir ahlâkı vardır. Temelde, ahlâk ilkeleri bir ve aynı olduğu halde, bu çeşitlilik,
uygulamalardan ve şekillenmelerden kaynaklanır. Mesleğin temel özellikleri
ve bunun çevresinde oluşan örf ve âdetler, bu tür ahlâkların oluşumunda
önemli rol oynar. Ticaret ahlâkı vs. dediğimiz ahlâk türleri böyledir. Bu
gibi yerlerde, ahlâk denilince, çoğu zaman âdâb anlaşılır.

İbn Haldun, al-sat işini yapan tacirlerin ahlâkının, eşraf ve saray
mensuplarının ahlâklarından daha aşağı düzeyde bulunduğu tespitini
yapar. Bunu, mesleklerinin sıkı pazarlığı ve netice itibariyle açık göz
ve kurnaz olmayı (mukayese) gerektirdiği hususuna bağlar. Ticaretin aşağı
tabakasında olanlarında yalan, yemin, hile ve kandırma gibi hususlara çok
rastlanır. Buna karşılık, geometri ve aritmetik gibi doğruluğu kesin ve açık
olan ilimlerle uğraşanların ahlâkı daha doğru olur. Çünkü, üzerinde
durdukları ve meşgul oldukları konuların doğruluğu açıktır ve doğruluk
onların karakterlerine yansır. Onlarda huy haline gelir. Özellikle siyasetçilerde,
idarecilerde ve bürokratlarda farklı bir ahlâk gözlemlemek mümkündür.

İbn Haldun, devletin maliye ve muhasebe işleriyle meşgul olanların hesap
bilmeleri gerektiği, hesap öğrenmenin ve yapmanın da zekayı açtığını
belirtirken sonra şöyle der:

Maliye, muhasebe işleriyle uğraşanların oturdukları devlet dairelerine
“divan”,
burada oturanlara da “ehl-i divan” denir. Div/dev, Farsça’da, cin ve şeytan
olduklarından, bu unvanı almışlardır (Mukaddime, 675). Bürokratların
bulundukları mevkilerde kalmaları veya daha yüksek mekanlara terfi etmeleri
de, ince hesaplar yapmalarına bağlıdır. Bunların, her zemine uyma
mecburiyetleri de onları esnek ve yumuşak olmaya zorlar. Bu da onları ahlâkça
zayıf duruma düşürür.

Bahsedilen sebeplerden dolayıdır ki, fütüvvet ehli kasapları, dellakları,
avcıları, cerrahları, tellalları kendi örgütlerine almazlardı. Çünkü,
kasaplığın merhamet ve şefkat, dellaklığın ar ve haya duygularına zarar
verdiğine inanırlardı.

Görülüyor ki, değişik açılardan bakıldığı zaman, ahlâk çok çeşitlilik
ve renklilik göstermektedir. Bu, yeşil renk ve onun çeşitli tonları gibi
bir şeydir. Bu sebeple, ahlâk meselesine bir değil, bir kaç açıdan, dar değil,
geniş açılardan bakılmadan tam olarak anlaşılmaz. İslâm’daki ahlâk,
son derece sade, anlaşılır, makul ve doğal ahlâktır. Bununla beraber,
tarih süresinde, çeşitli kültürlerden ve sosyal gelişmelerden etkilenmesi,
ister istemez onu da çeşitlendirmiştir. Meseleye tarih ve insanlık
boyutundan bakıldığında, konu çok daha girift bir hal almaktadır. İnsanlığın
ahlâk gerçeğini iyi anlamak için, onu her yönüyle mercek altına almak
gerekmektedir.

Din-Ahlâk-Hukuk

İslâm dini ile ahlâk ve hukuk arasında çok sıkı bir ilişki vardır.
Baştan da söylediğimiz gibi, her ahlâki kural aynı zamanda bir dini hükümdür.
Manevi ve uhrevi bir sorumluluk ve yükümlülük getirir. Ahlâk kurallarını
İslâm’dan ayırmak ve soyutlamak mümkün değildir.
Çoğu zaman ibadetlerin gayesi bile belli bir nispette güzel ahlâktır, edep
ve terbiyedir, hak hukuk gözetmektir.

İslâm’da, dini (itikat ve
ibadete ilişkin) hükümlerle, ahlâk ve hukuka ilişkin hükümler hep yan
yana, hatta içiçe bulunur. Belli bir fiil ve davranış aynı zamanda da hem
dinin, hem hukukun, hem de ahlâkın konusu olur. Mesela, herkesin mal ve mülk
edinme hakkı vardır. Edinilen mal ve mülk dokunulmazdır. Bu husus hem din,
hem ahlâk, hem hukuk kuralıdır. Bir kimsenin edinmiş olduğu bir malı çalmak,
dinen günah, haram; ahlâken ayıp; hukuken yasak ve suçtur. Hırsız, Allah
katında günahkardır. Ahirette bunun hesabını ona verecektir. Toplum katında
da suçtur. İnsanlar onu ayıplar, kınar, dışlar. Toplumun bir kimseyi ahlâksız,
şerefsiz, utanmaz, arlanmaz ve namussuz olarak niteleyip dışlaması, ilişkilerini
kesmesi ve onu adam yerine koymaması ahlâki yaptırımlardır. Müslüman
olsun olmasın her toplumda, fertleri ahlâk kurallarına uymaya zorlayan böyle
ağır müeyyideler vardır. İslâm, bu müeyyidelere bir de uhrevi müeyyideler
ekler. Ahlâksızlık, Allah’ın azabına ve gazabına
sebep olur, lanetlenir. Ahlâk kurallarına uyan fertler ise Allah’ın
rızasını ve sevgisini kazanır; ahirette cennette, ebedi olarak mutlu bir şekilde
yaşarlar.

Hızsızlık, hukuken suçtur. Hukuk ve ona uygun olarak yapılan kanunlar dünyanın
her yerinde hırsızları bir şekilde cezalandırır. Hukukun yaptırımları dünyevidir.
Bunları toplum adına devlet ve mahkeme uygular. Hırsıza, cezayı malı çalınan
kişi değil, hakim verir. Bütün toplumlarda hırsızlık yasaklanmış ve suç
sayılmıştır. Ancak, bu suçu işleyenlere öngörülen ceza, toplumdan
topluma değiştiği gibi, zamana göre de değişir. Böylece, hukukun da bir
değişmeyen bir de değişen yanı ortaya çıkar. Hırsız, Allah, toplum ve
hakim katında suçludur, ceza alması gerekir. Onun için de mahkum edilir.
Çünkü, hırsızlık lanetli bir iştir. Hukuk çoğu zaman kısmen veya
tamamen bir formaliteden ibarettir. Tabii ve gerçek bir hakkı yansıtmaz,
adalete de uymaz. Hukukçular, çoğu zaman şekil, usul ve formel konularda
konuşarak meselelere kılıflar üretirler. Hukuk, ahlâka uygun olduğu zaman
anlamlı ve değerlidir.

Dini hükümlerin alanı ve kapsamı, ahlâktan da hukuktan da geniştir. Bu
durum itikad ve ibadet sahasında kendini açıkça gösterir. Mesela, iman
konularında yanlışı ve ibadet konularında eksiği bulunan bir kimse, her
zaman ahlâksız olmaz. Böyle kimseler arasında, bunlar gayr-i Müslim de
olsalar, ahlâk kurallarına uyanlar çoktur. Dini anlamda inancı ve ibadeti
olmama veya bozuk olma veyahut da eksik olma hali, her zaman ahlâksızlığı
gerektirmediğinden; din, ahlâk ve hukuk ayrı ayrı alanlardır diyoruz.
Bununla beraber, aralarındaki sıkı ilişkiye ve bağlantıya da vurgu yapıyoruz.

İslâm-Batı konusunda, “işleri
dinimiz gibi sağlam, dinleri işlerimiz gibi çürük” şeklindeki değerlendirmeye
ve karşılaştırmaya genellikle katılırız. Bu demektir ki, muharref bir
dinin mensuplarının da iyi bir ahlâkı bulunabilir. Hak dinin mensupları da
ahlâken kötü durumda bulunabilirler. Çünkü, bir yerde ahlâkla din farklı
şeylerdir. Ayrı alanlardır, kendilerine özgü bir takım yapıları ve
nitelikleri mevcuttur.

Ahlâk, kişiyle-kişi ve kişiyle-toplum arasındaki ilişkileri ve davranış
şekillerini düzenler. Toplum ise daima bir değişim süreci yaşamaktadır.
Toplumdaki değişim, bütün kültürel değerleri ve sosyal kurumları mutlaka
bir şekilde etkiler. Biyo-etik, tıbbi etik bugün, bir çok problemlerle karşı
karşıyadır. Suni döllenme, tüp bebek, kürtaj, genlere müdahale ve organ
nakli, ölümü tespit meselesi ve benzeri pek çok konu, hem dinin, hem ahlâkın,
hem de hukukun meselesi haline gelmiş bulunmaktadır. Eskiden, bilinmeyen ve
onun için üzerinde durulmayan bu tür konular ve bunların din, ahlâk ve
hukuk açısından değerlendirilmeleri, günlük hayatımızın bir parçası
haline gelmiştir. Çevre kirliliği, bunun sebep olduğu maddi ve manevi
zararlar da böyledir. Kadın hakları, çocuk hakları ve hayvan hakları gibi
daha başka bir çok meseleyi de buna ilave edebiliriz. Bunun için diyoruz ki;
ilimde, teknolojide, sanayide, ekonomide, ulaşım ve iletişim araçlarında,
kasaca, toplumda meydana gelen değişimler şöyle böyle ama, mutlaka bütün
sosyal değerleri, bu arada ahlâkı, bir şekilde etkiler. Bundan kaçınmak mümkün
olmadığından, ahlâk konularını ve felsefesini her yönüyle ele alıp
irdelemek, tahlil etmek, değerlendirmek ve yorumlamak, böylece, dine uygun,
makul, tabii ve fıtri bir ahlâk anlayışına ulaşmak gerekir.

İslâm’da, ahlâka ne kadar önem verildiğini göstermek
için, konuyla ilgili bazı hadislerin tercümelerini veriyoruz:

İmanı en mükemmel mümin, ahlâkı en güzel olan müminindir (Ebu Davud,
Sünen, 4).

Terazide en ağır basan amel, güzel ahlâktır (Tirmizi, Birr, 61).

İnsana verilen en iyi şey güzel ahlâktır (Ahmed b. Hanbel, Müsned, IV,
278).

Kişinin asaleti ahlâkıdır (Muvatta, Cihad, 35).

En hayırlınız, huyu en güzel olanınızdır (Buhari, Edeb, 38, Müslim,
Fazail, 68).

Din güzel ahlâktır (İhya, III, 48).

Allah’ın
yarattığı en muazzam şey, güzel ahlâktır (İhya, III, 49).

Güneş karı erittiği gibi, güzel ahlâk da hataları eritip siler (İhya,
III, 50).

Kul, ibadetçe zayıf olduğu halde güzel ahlâkı sayesinde ahirette yüksek
mertebeler kazanır (İhya, III, 50).

Güzel ahlâk uğurdur (İhya, III. 50).

Güzel ahlâklı olması, kişinin mutluluğudur (İhya, III, 50).

Hz. Peygamber, insanların en güzel ahlâklı olanı idi (Buhari, Edeb,
112). Ahlâkı Kur’an ahlâkı
idi. Fazileti esas alan ahlâkı tamamlamak için Allah tarafından gönderilmişti.

Hz. Peygamber’in duaları:

Allah’ım! Kötü
huydan sana sığınırım (Ebu Davud, Vitir, 32).

Allah’ım
beni kötü huy ve davranışlardan koru (Nesai, İftitah, 16).

Allah’ım
bana en güzel huylara sahip olmayı nasib et (Müslim, Müsafirin, 204). Amin.