Yaşanan hayatın her diliminde ve her mevkiinde geleneğe, kanuna uygun olduğu
halde, bireysel vicdana uymayan, dolayısıyla, yapılmaması gereken işler ve
haller çok fazladır; suç teşkil etmediği, gelenek kötülemediği halde bir
takım isteklerden, avantajlardan vazgeçmek sadece bireyin şahsi iradesine
kalmaktadır. Ahlakın yüce bir değer olması, kişinin toplumla ve yasayla değil,
sadece kendisiyle yüzleşmesinden kaynaklanmaktadır. Ahlak mefhumu sadece bir
fikirden, özlemden ibaret kaldığında pek bir anlam ifade etmeyeceğine göre,
ahlakın pratik değerinin hangi şartlara tabi olduğu, birinci derecede önem
arz eder. Çalışma, gayet geniş bir sahayı ilgilendiren ahlak kavramının
çeşitli yönlerine temas etmekle birlikte, bu yönde bir çözüm arayışına
matuf olarak kaleme alınmış bulunmaktadır.

Böyle bir maksat için elverişli bir mukayese ve değerlendirme imkanlarını
ararken Kant Ahlakı’nın
cazibesine kapılmamak, çok kere insanın elinde olamıyor. Etik meselelerinde,
bu konudaki ciddi tartışmalarda kendisine atıf yapılan bir-iki ismin arasında
mutlaka Kant geçer. Gördüğü ilgiye bakılırsa, insanın şöyle düşünesi
gelmekte: Kant, yazılarına, herkesin özel bir ilgiyle izlemesi için farklı
büyüler serpiştirerek herkesi bir şekilde kendisiyle meşgul ettirecek bir
çekim alanı oluşturmayı istemiş olmalıdır. Neredeyse, bütün Batı düşüncesini
damıtarak büyük bir maharetle iki ana kola ayıran filozof Kant, zekasını
daha büyük bir istekle, tutarlı bir ahlak sisteminin inşası için
kullanmaya yöneltmiş, geliştirdiği ahlak düşüncesi kısa sürede bütün
dünyanın ilgisine mazhar olmuştur. Kant ahlakı ne ölçüde yeterlidir? Sözkonusu
ahlak kavrayışı, yaşadığımız kültürle, bağlı bulunduğumuz inanç
sistemiyle hangi buluşma noktaları içermektedir? Oldukça soyut ahlak gibi
bir konuda kısa sayılabilecek bu değerlendirme, yeni bir takım sorular uyandırabilirse,
kendimizi maksadımıza ulaşmış kabul edeceğiz.

Hangi sınırlar içinde ahlak meselesini ele alacağımızı bir miktar daha
billurlaştırmamız gerekirse; bu çalışma, yalan söyleme, açık haksızlık
yapma, ahdini yerine getirmeme, namuslu olmama gibi ilk akla gelen ahlaksızlık
kategorileri üzerinde bazı mülahazalar sunma amacını gütmemektedir. Sözkonusu
olumsuz fiillerin bazıları kanuni düzenlemeler, diğer bazıları da kınama,
toplumdan tecrit gibi manevi müeyyidelere tabidir. Kısaca, bu yazı ahlak
probleminin kaba şekillerini konu almamaktadır. Hedef; çeşitli kılıflar,
profesyonel gizlenmeler, abartılar, yanıltmalar, özel avantajlar sağlayan
tutumlar ilh. şeklinde ortaya çıkan ahlak problemlerini ihmal etmeyecek, mümkün
mertebe tutarlı bir “ahlak
teorisi”ne ulaşmak olacaktır.

Herkesin ahlak konusunda garip, ipe sapa gelmez özel tasavvurlara sahip olduğu
günümüzde, asıl gözden kaçan hususlara mercek tutulması, hatta bundan
daha çok, tutarlı bir ahlaki bütünlüğe ulaşılması özellikle bu
meseleye kafa yoranların önünde bir mecburiyet gibi duruyor.

Geniş bir açıdan bakınca her yaşta, her cinste, her meslek ve her mevki
(statü)de ahlaki bir problem görmek mümkündür; çoğunluğun düşündüğünün
aksine, statü yükseldikçe ahlaki sorun ortadan kalkmaz. Her nedense, günümüzde,
açıktan kirli-karanlık işlere bulaşmamışsa; bir mühendisin, bir
doktorun, bir öğretim elemanının hatta bir bakanın, başbakanın -hele bir
de “halim selim tabiata sahip”se- ahlaki tutumunun zayıf
olabileceği çoğunlukla düşünülmemektedir. Hatta onların ahlaklılıkları
yüzünden o makamları doldurduğu sanılmaktadır. Böyle bir anlayışın
yaygın olduğu bir yerde; ünvanını tercüme bir kitapla kazanan ve ömrünün
sonuna kadar bir telif eser veremeyen bir profesörün; özel muayenesine gelsin
diye hastasına gülücükler dağıtan bir doktorun; bütün kadroları
liyakatli-liyakatsiz hemşehrileriyle kapatan bir bakanın; yakın bir seçim öncesi
asfalt yapıyorum diye yollara katran bulaştıran bir başbakanın derin bir
ahlaki sorun içinde olduğuna hükmetmeniz “felsefe
yapmak” olarak algılanacaktır. Felsefe yapmak, yani
ilgisizliklerin peşinde koşmak… Bu damgayı üstünüzde taşıdığınız için
huzurunuz kaçmasa bile, artık gündelik hayatın her köşesine sinmiş ahlaki
problemlere dikkat çekmeniz alaka uyandırmaz.

Ve hayat devam eder. Her yerde “yüzde
yüz”den mamul yaftalı ürünler çoğalırken, kalite
sürekli olarak düşer. Ekonomik darlığın etkilemediği sektör patronları
birer ikişer işçilerine yol verir. Çok satan bir kitabın korsan baskıları
işportada sürüm bulur ya da telif ücreti ödememek için yayıncı kuruluş
ağır bir nostaljiye tutulmuş gibi sürekli aynı baskıyı yapar. Çatı katına
taşınması güç gelen kitaplar, yandaki fakir babanın “zeki”
oğluna “hediye”
edilir. Kısa süre içinde zenginleşen bir tanıdığa,
birden bire, geçikmiş hal hatır sormaların kefareti ödenir.

Kısacası, ahlak problemi bazen, ağır defolu bir malın herkesçe görüleceği
kadar apaçık; bazen de sonu 99’larla
etiketlenmiş bir malı, fiyatı küsuratsız olan mala tercih ettirecek kadar
profesyonel yöntemler arkasında gizlenmiş bir şekilde ortaya çıkar.

Akıl-Ahlak İlişkisi: Bir Gereklilik mi, Bir Arayış mı?

Her kültür, her toplum formu, şimdi veya tarihi geçmişte ahlaki
karakterli bir takım inanışlarla derinden belirlenmiştir. Büyük dinler, bütün
dünya görüşleri, hukuk düzenleri insanların neyi yapması gerektiği veya
yapmak zorunda oldukları ve neyi yapmaya izinli oldukları konusunda bir takım
inanışlarla doludur. Emredici ve yasaklayıcı kurallar manzumesi incelendiğinde,
bunlardaki yapılıp yapılmama ölçüsünün sadece işe yarama (yararlılık)
kaynağı ile sınırlı olmadığı kolayca görülebilir. Herkes, çok özel
bir gayret sarf etmesine gerek olmadan eylemlerinde rasyonellikten (sonuç
verici) daha başka bir özellik taşımasına az-çok önem verir ki, bu,
herkesin yekdiğerinden beklediği samimiyet, güven, dürüstlük, nesafet gibi
değerlerin kendisinden fışkırdığı ahlak duygusudur. Bütünüyle
yitirilmemiş ise, vicdanın sesi denilen ruhta özel tarzda olup biten o şeyin
yardımıyla, çatışan istekler dünyasında yolumuzu bulmaya çalışırız.

Ahlak, tercih yapma kabiliyetinde ve mecburiyetinde olan insanlar içindir.
Akıllı bir varlık olan insan için tercih yapmak kaçınılmazdır. Bu bakımdan,
melekler ve hayvanlar için bir ahlak problemi yoktur. Biyolojik açıdan
hayvanlar ve bitkilerle, ruh ve irade sahibi olmak cihetiyle de meleklerle ortak
özellikler taşıyan insan, akıl gibi ilginç bir hasse sahibidir. Çünkü,
ne hayvanların ne de meleklerin tercih yapma kabiliyetleri/hürriyetleri vardır;
hayvanlar kaba içgüdülere sahip olmalarına rağmen bunu fark edecek bir
akla, melekler ise ruha sahip olmalarına rağmen, üzerinde tercih
yapabilecekleri meyillere sahip değillerdir.

Demek oluyor ki, pek çok alternatif arasından şunu ya da bunu seçmek;
bazen de yapmamak (yasak) fikri üzerine düşünen, ölçüler arayan ve tayin
eden yegane yaratılmış, insandır. Akıl insanın önüne çeşitli
alternatifler sunmaktadır; seçim yapma (özgürlük bilinci) sadece insanda
vardır. Akıllı varlıklar, hayvanlar gibi dış etkilere karşı edilgen
kalsalardı, ahlakça kötü olan eylemlerin sonuçları kendilerine ait olmazdı.
Özgürlük, eylemin sorumluluğunu yüklenmek içindir; değilse, “kayıtsız
şartsız bir özgürlük” istemek,
“akılsız hayvan”
olmayı istemek demektir.

Ahlak, Arapça “hulk” (yaratma)
fiilinin çoğul halidir. Yaratılışı gereği, insan ve
ahlak arasında bir yabancılık yoktur. Çoğunlukla yanlış mana verildiği
gibi ahlak (yaratılışa uygunluk), gücü ve arzuları ölçüsünde bir yaşamı
değil, tam tersine, arzu ve bir fiil gücüne rağmen bilinçli bir şekilde
bir şeyi yapmamak iradesini anlatan bir kavramdır. Başkasıyla -insandan
fiziki çevreye kadar- ilişkide verilen mücadele ve kavgada ya yenik düşmenin
acısıyla ya galip gelmenin kısa süren sarhoşluğu ile ya da çok daha farklı
bir nedenle, insan kendi sınırlarını anlama noktasına ulaşır; giderek kişilerden
bağımsız nitelikteki kurallara bağlanma ihtiyacı doğar ki, bu, çeşitli
ahlak ve hukukun telakkilerinin menşeini teşkil eder.

Çoğunlukla her insanın, ilk defa olarak kişiliğin oluştuğu gençlik yıllarında
birden bire duraklayıp kendi kendisine şöyle sorması hiç de şaşırtıcı
değildir: Bütün bu olanların hepsi aslında nedir? Kendisine iyi denilen şey,
iyi olmayı neden hak etmektedir ve bizden hangi hakka dayanılarak kendisine
uymamız istenilmektedir; aynı şekilde biz, hem kendimizden hem de başkalarından
bir şeyin yapılmasını hangi gerekçeyle ve hakla talep etmekteyiz ve de
edebiliriz? Böyle düşünüp duran bir kimse (etik felsefesine) ilk adımı
atmış demektir. Yalnız, bazılarının ileri sürdüğü gibi, ahlakı ilk
bulanlar filozoflar değildir. Çünkü daha felsefe yokken ahlak vardı. İnsanoğlu
dünyaya gönderilişinden beri haklı ve haksız olanın ne olduğunu,
yasaklamaların hangi hakka dayandığı fikrini içinde taşımıştır. “Etik”
(ahlak felsefesi) ahlak üzerinde düşünmek demektir ki, bu teemmül çok
sonralarıdır.1

Tarih boyunca insan, “olan”la yetinmemiş; doğru-yanlış, iyi-kötü
gibi “olması gereken”
değer yargılarını daima içinde taşımıştır. O
insan ki, hayvanlarda olmayan, derinden derine içinde yankılanan vicdanının
sesine büsbütün kayıtsız kalamamıştır. Kim ve hangi makamda olursa olsun
herkes yaptığı hareketlerin -hiç olmazsa kendi ölçüleri içinde- haklı
bir sebebe dayandığını bir yandan kendi içinde yaşamak ister; diğer
yandan, dış dünyada haklı olduğu fikrini uyandırmaya çalışır. Hemen
her insan kendi “ben”inin iktidarını
olabildiğince genişletme davasında huzursuz bir şekilde didinirken, haklılık,
nesafet, adalet gibi ahlaki değerlere dayanma gayretkeşliğinden de geri
durmaz. Bu anlamda insan hiç bir zaman tarafsız değildir. Dolayısıyla o, ya
hakikaten veya sahte olarak ahlaklıdır.

Tarihin her döneminde çeşitli şekillerde hareket edilmiştir. Fakat her
zaman, adalet, eşitlik, doğruluk, hürriyet göze çarpar bir şekilde söz
konusu edilmiştir. Bilgelerle, kahramanlar tarafından samimiyetle ve hakikat
adına; siyasiler ve demagoglar tarafından riyakarlıkla ve menfaat adına. “Çar
tahtında cellat”
olarak adlandırılan Korkunç İvan bile, haksız yere ölüme
mahkum ettiği dört yüz asilzadeyi idam ettirmeden önce bu kararının haklı
olduğunu teyid ettirmeye çalışmıştı. Şahsi veya demagojik nedenlerle
yapmış olabilir, fakat neticede ahlak mahkemesinden kaçamamıştır. Sahte
ahlak olarak riyakarlık, hakiki ahlakın kıymetinden bahseder, tıpkı sahte
paranın, muvakkaten de olsa, değerini hakiki paranın mevcudiyetine borçlu
olduğu gibi. İki yüzlülük, herkesin herkesten ahlaki bir davranış beklediğine
en ilginç bir delildir.2

Dünden Bugüne Muhtasar Batı Ahlak Tarihi

Ahlak kavramı çok geniş bir alanı kapsamaktadır. Ahlak tarihi boyunca
pek çok ahlak anlayışı bir biriyle çarpışmıştır. Çağlar boyu geliştirilen
felsefi ahlak düşüncesini ana hatlarıyla ortaya koymak üzere, geleneğe
uyarak başlangıç noktasını ilkçağdan başlatmak gerekirse, ilk çağ
ahlakının -Sokrates, Stoacılar vs.- bu çerçevede ana sorusu; “benden
istenilen nedir?” değil de, “mutlu
olmam için ne yapmalıyım?”dır.3

Bütün antik çağ ahlakı eudaimonist (insan eylemlerinin son amacını
mutluluk gören anlayış)tır. Bunu Demokritos’a
kadar götürmek mümkündür. 18. yüzyıl aydınlanmasında
da aynı karakteri bulmak mümkündür. Stoa felsefesinde mutluluk erdemle özdeştir.
Demokritos, sadece eylemlerimizin değil, taleplerimizin de eğriliklerden sıyrılmış
olmasını ister. Ona göre, insan, zorlanarak değil kendi düşünüşü ile
doğruyu yapmalıdır. İnsan başkalarından çok kendinden utanmalıdır.
Sadece doğruluk bilinci ruh dinginliğini sağlar. Bunun için de Demokritos
üç yol gösterir: Doğru düşünme, doğru konuşma, doğru eyleme. Bütün
yanılmaların sebebi bilgisizliktir, daha iyinin bilinmemesidir. Ruhu huzura
kavuşturan ancak bilgeliktir. Sofistlerin bilgi anlayışı her bakımdan
bireyi göreceliliğe götürmüştü.

Bunların aksine Sokrates, herkes için geçerli olabilecek olan hakikati
aramaya koyulmuştur. Sokrates, erdem ile bilginin eşit olduğu görüşündedir.
Ancak kendisini bilgili sanmak da kuruntudan başka bir şey değildir. Sokrates’e
göre her erdem bir bilgidir. İyi ile doğrunun ne olduğunu
bilen kimse erdemlidir, adildir, şecaatlidir. Sokrates’e
göre iyinin ve kötünün son yargıcı olarak bir “özne”
kavramının ortaya çıkmasının felsefi kaynağı
olarak görülebilir. Düşünür, kendi içinde adeta ilahi kaynaklı bir sesin
varlığına inanmış ve her zaman emirlerine uyduğu bu sese daimonion
(vicdan) adını vermiştir. Ona göre, Ahlaki hayat, maliyeti ne kadar yüksek
olursa olsun bu sesin peşinde gitmekle mümkün olabilir.4

Sokrates’le aynı
dönemde Roma’da güçlü bir ahlaki
ses yükselmiştir. Köleliğin en köklü kurumlardan birini oluşturduğu
onlara her türlü hakaretin yapıldığı bir dönemde insan eşitliğine önem
veren bir ses yükselmiştir. Bu ses: “Kendinden üstün olan sana nasıl
davranmasını istiyorsan sen de kölelere öyle davran”,
“evet bazıları köledirler ama hepimiz de kaderin
elinde zavallı köleler değil miyiz”
diyen Senaca’ dan başkasına ait değildi. O, insan değeri konusunda
enteresan bir kriter bulduğunu söylüyor ve ekliyordu: “Ben köle-efendi ayırımı
yapmaksızın her bir insanın değerini, görevine değil ahlakına göre
vereceğim.5 Çünkü insan kendi ahlakını kendisi oluşturur; ama görevini
ona rastlantılar yükler. Köledir diye insanları hor göremeyiz, baksanıza,
kendisini özgür sananlara, kimi tamahın, kimi şöhretin, her kes umudun, her
kes korkunun kölesidir.

Ahlak vurgusunun kesin bir şekilde ortaya atılması Hıristiyanlıkla
beraberdir. Çağlar sonra, batıda faydacılık akımı yeşererek Hıristiyanlığın
düşkünlerden yana olunması akidesine son darbeyi vurmuştur. Bu akımın önde
gelen temsilcilerinden biri olan Benthama göre, tüm canlılar hazza yönelir.
Haz elde etmek için çabalarlar. Doğaları gereği acıdan kaçınır haz
isterler. İnsan eylemleri de bunun dışında değildir. Bu dünyanın hazlarından
yüz çeviren insanlar bile öbür dünyada mutluluğa erişmek istediklerinden,
onlarda nihai olarak hazzı aramaktadırlar. Bentham çok az insanın çileci
(asket) tip olduğunu göstermeye çalışmaktadır. Ama her haz, arkasından acı
getirmez. Bu olgu bir ahlak bilimini zorunlu ve yararlı kılar. Akıllı insan
ancak daha büyük bir haz için daha küçük hazlardan vazgeçer. Yani haz ile
ondan veya ona bağlı olarak doğabilecek elemleri karşılaştırarak hareket
etmek durumundadır insan. Ancak bunun muhasebesini yapan insan, yani bu konuda
bile rasyonel bir karşılaştırma yapan insan erdemli (ahlaklı)dır.6 Bu ölçü
insanı ve onun davranışlarını yargılamak bakımından da bir ölçü
olacaktır. Şu halde kötü insanlar yoktur, kötü hesap eden insanlar vardır.
Bu insanlarda mutluluğu isterler ama yanlış hesap yaparlar.

Bundan şu sonuç çıkar; toplam/nihai olarak haz veren şey erdemli bir
eylemdir, bunu yapan da erdemlidir. İnsan bir toplum içinde yaşadığına göre
onun her eylemi, “olabildiğince
çok sayıda insanın olabildiğince mutlu edecek bir eylem”
olmalıdır. Kısaca ahlaklı insan, kendi iyiliği
isteyecektir, ama bunu “çok sayıda
insanın çok sayıda mutluluğunu”
istemeden gerçekleştiremeyeceğini bilecektir.

19. yüzyıldan günümüze kadar ise Batıda ahlakın ölçüsünün ne olduğu
konusunda, rasyonalist, deneyci, sosyolojist ahlak anlayışları olarak üç
yaygın kategori belirlenebilir. Rasyonalist ahlakçı filozoflara nazaran ahlak
bilgiye eşittir. “İyilik”
bilgisine sahip olan bir kimsenin zorunlu olarak sahibini doğru
hareket etmeye sevk edeceğini ileri süren Sokrates’in
ve ansiklopedist aydınların izinden giden rasyonalist
ahlakçılar, selefleri gibi insanı ahlaklı kılmak için doğrunun öğrenilmesini
kafi görüyorlardı. Deneyci ahlakçılar ise ahlaki olgunun deneyle ortaya çıkarılabileceği
düşüncesine sahiptirler. Emile Durkheim’la
başlayan “sosyolojizm” (birey, toplumda ortaya çıkan
davranış kurallarıyla kaynaşmalı, toplum içinde kendisini eritmeli) akımının
ahlaki yaklaşımı ise, bir tür dayanışma ahlakıdır. F. Ruhl’un
kurduğu “namuslu
adam” ahlakı da sosyolojist ahlakın, akılcı
istikamette geliştirilmesinden ibarettir. “Namuslu
adam vazifesinin gereği üzerinde düşünüp taşınmadan
önce, harekete geçer ve işini yapar.”7
Türk düşünürlerinden Z. Gökalp’in “gözlerimi kaparım,
vazifemi yaparım” sözü böyle bir
düşüncenin etkisi altında geliştirilmiştir.

Eleştirel bakışı da eski çağlardan bu yana tarihsel çizgi içinde yürütecek
olursak, Sokates’in iki bin yıldan daha çok bir zaman
önce “bilme”ye yaptığı
vurgu, tek başına büyük bir hadisedir; ama bilgi ile doğru fiil arasında
birebir ilişki kurması doğrusu hiç de gerçekçi değildir. Böyle olsaydı,
bütün kötülükler sadece bilgisizlerin işi olabilirdi, bilgeler yaptıklarından
hiç bir zaman pişmanlık duymazlardı. Bilme ve amel arasında bir mesafe
olgusu az çok herkesin kendi iç dünyasında yaşadığı bir tenakuzla
kolayca anlaşılabilir.

Benthamcı “yararcılık”ın
da sağlam bir ahlak sistemine kaynaklık edemeyeceği ortadadır. Herkesin
kendi hazzı peşinde koşması, bunda da haklı sayılabileceği bir durum, şiddeti
ve zulmü meşrulaştırmaz mı? Rekabetin yenik tarafı olmamak kaygısı ebedi
düşmanlıkları körüklemez mi? Hazzı esas alan ahlak görüşünü gerçekten
insanlar benimseyecek olsa, yaşamak için yaşatmamak hayatın en soğuk ama en
büyük düsturu haline gelmez mi? Bir medeniyet olarak Batı’yı
ve Doğu’yu ayıran
en önemli fark, tam da bu sorularla belirlenebilir. Hayatı zevk ve eğlencenin
aracına dönüştürme; zorunlu olarak acımasız bir mücadele fikrine
varmaktadır: Yunan destanları baştan başa birer cinayet salnamesidir. Asırlar
sonra Batı’nın
kıvrak zekalarından Goethe bile “ya
örs olacaksın ya çekiç”
demekte bir beis görmeyecektir. Doğu, Sadi’den
Said’e kadar aksi bir kanaati dile getirmektedir: “Dünyanın
bütün insanları için bile tek bir insanın hakkı ihlal edilemez.”

Aynı şekilde, empirist ve sosyolojist ahlak görüşleri
güçlü bir takım tenkitlerin altında ezilecek kadar zayıf yanlar içermektedir.
Birincilerinde, ahlakın bir deney gerçeği değil, bir değer gerçeği olduğunu,
ikincilerinde ise insanların iyilikte olduğu kadar kötülükte de dayanışma
yapabileceği unutulmuş gözükmektedir. “Vazife
ahlakı” insanı
robotlaştırabilir, duygusuz, değer yargıları yitmiş bir “görev
canavarı”na dönüştürebilir.
Gerçekten mesleğiniz cellatlık ise, göreviniz bütün yabancıları fişlemek,
çeşitli adlar takılarak önünüze dizilen unsurları kurşuna dizmek ise böyle
bir adanmışlıkla ahlaklı kalmanız zor değil, imkansızdır.

Bireyin dünya görüşü içinde ele alınan etik değerlendirme, rasyonel
ve bilinçli şekilde gerçekleşmesi arzulanan “olması
gereken” davranışı
ifade eder. Bu davranış, bireyin içindeki bir makam tarafından konulmuş bir
kurala dayandığından, şartsız ve kategoriktir. Dilimizdeki “çifte
standart” terkibi ile anlatılan tutumlar, bu anlamdaki
davranışın tam negatif kutbunda yer alır.8 “Olması
gereken”in buyruk mahiyeti, bunu
koyan ve uygulayan failleri ilgilendirir. Ahlaksal olan, yaşama geçirilmedikçe
bir spekülasyon ve fantezi olarak kalır. İsteyerek yapılan her harekette
ahlakilik damgası vardır. Doğrusu, ahlaklılık, özde iyi olan şeyi
yapmakla başlar, bu anlamda denilebilir ki, “hareket” iyiliktir. Demek ki,
insanın istemesi, hem hareketi hem de düşünceyi tayin
ettiği için irade (isteme), ruhsal ve ahlaksal hayatın ortak kaynağı olarak
kabul edilebilir.

Kant Ahlakının Teorik Temelleri

Kant’ın
ahlak anlayışı, her yerde ve her zaman neyi yapmamız gerektiğini değil,
neyi istememiz gerektiğini içerir. Bilinçsiz bir “yapma”nın
karşısında, “isteme” bir bilinç
ve irade işidir. Kendisi dışındaki tüm varlıkların adeta otomatiğe dayalı
davranışları karşısında, potansiyel olarak onu değil de bunu yapabilme
kabiliyeti, yani özgürlüğü, insanı diğer varlıklardan üstün kılan
yegane bir özelliktir. Buna göre ahlak, özgürlüğün zorunlu bir
fonksiyonudur;9 yani davranışın ahlaksal olarak eşsiz kıymeti, eğilimden
dolayı değil, iradi bir iyilik yapıldığında ortaya çıkar.10 Özgürlük
prensibi, insanın her türlü dış etki ve güçten bağımsız olarak kendi
kendine empoze ettiği bir yasayı ifade eder. Yani, ahlak yasası bakımından
insan, hem yasa koyucu, hem yasa yapıcı hem de teba durumunda olduğu için,
kendisinden başka bir varlığa itaat etmemiş olur. Bu sonuca ancak, “mükellefiyet
ahlakı” ile
varılır.11 Mükellefiyetten dolayı yapılan bir eylem,
ahlaksal değerini, onunla ulaşılacak amaçta değil, onu yapmaya zorlayan düsturda
(maksim) bulur.12 Diğer bir deyişle, eylemi anlamlı kılan, onun temelinde
yatan “isteme”nin, herhangi bir içerik
tarafından değil, ahlak yasası tarafından belirlenmiş
olmasıdır. Bir eylemin değeri, özünde iyi olan niyete bağlıdır.

Kant’ın
sisteminde, ahlaki (noumenel) alan ve olgusal (phoenomel) alan ikiliği önemli
bir yer tutar. O, evreni ikiye ayırdığı gibi aklı da aynı şekilde, “nomenel
akıl” ve
“fenomenel akıl”
olarak iki şubeye ayırarak anlamaya çalışmıştır. Ahlaki alan, asli olması
dolayısıyla fenomenel alandan daha üstündür. Her iki alan aklın iki ayrı
şubesi tarafından anlaşılabilir. Buna göre, aklın bir şubesi olan
fenomenel akıl, ancak tecrübe eder ve bu alemin kanunlarını keşfeder. Bu akılla,
gözlemlenebilir alemin ötesini, yani metafizik alemi kavramak mümkün değildir.
O halde aklın bu şubesi, insana sadece fizik aleminin açıklanmasında, diğer
bir ifade ile bilimsel konularda ölçüleri keşfederek rehberlik edebilir. Her
türlü bilimsel/teknolojik gelişme aklın bu şubesinin çabasıyla mümkün
olabilmiştir. Aklın bu şubesi görünen kevni alemin bütün kanunlarını
bulabilme potansiyeline sahiptir. Ancak, ahlak yasalarının açıklanmasında
bu akıl (fenomenel akıl) ve onun ölçüleri çok aldatıcı bir ölçüdür.
Zira, eğer ahlak yasası tecrübi unsurdan ibaret olsaydı, o zaman ahlakın
deneyselliğe tabi olması sözkonusu olurdu ki, bu; ahlakın, maddenin üstünde
olduğu düşüncesini geçersiz kılardı.13

Dış dünyayı inceleyerek ve gözlem yaparak elde edilen sonuçların,
ahlak kurallar için bir emsal teşkil etmesi düşünülemez. Zamanına kadar,
genellikle bir duygu sorunu olarak ele alınmış bulunan ahlak görüşlerini
reddederek, ahlakı, aklın (hem de bilimsel keşifler yapan akıldan daha üstteki
bir akıl) bir çabasına dahil eden Kant, bununla en başta mutlulukçu anlayışlarını
temelinden sarsarak, ahlakta yeni bir dönem başlatmıştır. Kant’ın
ahlak anlayışı şu tarz telakkilerin daima karşısındadır: Alçak gönüllü
olmalıyız, zira ancak bu şekilde dostlarımız olabilir. Dostlarımız olmalı,
zira sadık dost insan için en büyük yarardır. Toplum işlerine karışmalıyız,
zira bütünün iyiliği tek tek bireylere de iyilik getirir. Yalan söylememeliyiz;
zira, bize kimse güvenmediği için, işimizi ve ticari kredimizi kaybederiz.
Kant bu şekilde yararcı ahlaka karşı mücadele bayrağı açar. Ona göre
bir davranış kalıbı sadece ve sadece özünde iyi olduğu, insana yaraştığı
için yapılmalı ya da yapılmamalıdır; tam bir tutarlılık için ilkelere
hiç bir şekilde istisna tanınmamalıdır. Öyle ki, bir adam telaşla önündeki
ilk eve sığınsa, ardından silahlı başka bir adam ev sahibine bu adamı görüp
görmediğini sorsa, ahlaklılığın bir gereği olarak kendisinden bir cevap
beklenen adam, arananın kendi evine sığındığını söylemelidir.

Kant, aklımızın bir yönünü çalıştırarak maddi alemdeki evrensel
kanunları bulabileceğimizi, diğer yandan da deney ya da gözlem yapmadan (a
prirorik olarak)*, tümüyle aklımızı işleterek manevi hayatımız için tıpkı
maddi alemin kanunları (adetullah) gibi kesin ve evrensel kanunlar keşfedip
bunları manevi hayatımız için düstur yapmamızı istemektedir. Suyun yukarıdan
aşağı doğru akması, bırakılan bir cismin düşmesi, gece ve gündüzün
peş peşe gelmesi evrenseldir; insandan gayri canlı varlıkların davranış
şekilleri de önceden belirlenmiştir. Onlar, seçim sahibi değildirler;
mecburdurlar. Kant’a göre hür
insan, aklıyla, doğru hareket tarzlarını bulup,
bunlara mutlak anlamda bağlanmalıdır. Böylece dış dünyada zorunluluktan
kaynaklanan belirlilikler (kanunlar) şeklinde görünen ahenge iç dünyasında
kesin kurallar keşfedip uymasıyla katılmalıdır insan. Anlaşıldığı gibi
onun ahlak telakkisi kanun şeklinde bir kesinlik ve süreklilik düşüncesine
dayanmaktadır.

Bu bilgiler ışığında Kant’ın
uyulmasını istediği “ahlak” düşüncesini,
“bilerek isteyerek yani taammüden bir gayeyi gerçekleştirme amacına yönelik
yarar-amaçlı olmayan bir fazilet arayışı” olarak tanımlamak
mümkündür. Harici bir zorunluluktan ya da yaratılıştan gelen bir eğilimden
dolayı belli bir sonuç elde edenlerin davranışlarına “ahlakilik
payesi” vermek gerekirdi. Bu ahlaki ölçüler içinde, filozof Kant için,
mesela bir mide hastasının “az
yemesi” -az yemek iyi olduğu halde- ahlaki bir davranış
olmadığı gibi, yaratılıştan zeki bir öğrencinin hiç çaba sarf etmeden
ulaştığı başarının, halim-selim tabiatlı bir insanın sabırlı ve
huzurlu görünüşünün aynı şekilde övgüye değer (yüksek) bir ahlaki kıymeti
yoktur.

Öte yandan, ileri sürülen mantık gereği, istenen sonucun alınamaması,
teşebbüsün akim kalması bir fiilin ahlaki değerini eksiltmez. Önemli olan,
şimdi veya gelecek adına hiç bir menfaat gütmeden bir feragatin tezahürüdür.
Şayet böyle olmasaydı, bir nehrin azgın selleri arasındaki bir çocuğu
kurtarma teşebbüsü akim kalan bir insanın girişiminin, istenen sonuç elde
edilmedi diye, değersizliğine hükmetmek gerekirdi. Bundan başka, sadece başarılı-yararlı
sonuçlara ahlakilik hakkı tanınırsa, hayatlarını büyük davalara
vakfeden, rahat yüzü görmeyen; üstüne üstlük, çoğunlukla hedeflediği
semereleri ömründe göremeyen büyük şahsiyetlerin davranışlarına ne ad
verilecekti? İnsan şu dünya ile mukayyet, nisbi ve mahdut olmayan bir yanı
vardır ya da devamlı hayranı olduğumuz bu büyük şahsiyetler birer
beceriksizlik örneğidirler. İkinci faraziyeyi kabul edince, her şey çöker.

Günümüz ahlak (etik) tartışmalarını derinden etkileyen bir ahlak anlayışıdır
bu. Aydınlanma filozofu Kant’ın
ahlak anlayışı öylesine bir rağbete mazhar olmuştur ki, Kant için ahlakın
Newton’u yakıştırması
yapılmıştır. Bu iddia sahiplerine göre; maddi dünyanın kanunlarının keşfedebileceğini
gösteren Newton ise manevi dünyanın kesin ahlak kanunlarının akıl tarafından
bilinebileceğine işaret eden de Kant’tır.
Şu farkla ki, onun üzerine aldığı iş Newton’unkinden
daha zorludur. Newton’un peşinde koştuğu bilimsel nitelikteki önermeler,
olgusal içerikli, yani sentetik önermelerdir. Sentetik önermeler seçilen bir
paradigma ya da paradigmalar ışığında incelenen olgulara ilişkin önermelerdir.
Bunlar, gözlem ve deney yoluyla test edilebilir, daha yerinde bir tanımlama
ile doğrulanabilir ve/veya yanlışlaşabilirler. Sentetik önermeleri bilimsel
bilgi durumuna getiren, onların doğrulanma/yanlışlanma potansiyelidir. Oysa,
Kant’ın keşfetmeğe çalıştığı ahlaksal ilkeler
(kanunlar), hiç bir zaman yanlışlanamazlar.

Ahlaksal emirlere, sentetik a priorik yargılar sonucu ulaşılabilir.
Sentetik önermelerde bulunan akıl sadece tespit eder, insanı herhangi bir
davranışla yükümlü kılmaz; nomenel akıl ise kesin davranış kalıplarını
keşfederek ilkeler ortaya koyar. “Ahlak
yasası, gerçekte özgürlük aracılığı ile
nedenselliğin yasasıdır, dolayısıyla metafizik bir dünyanın imkanının
yasalarıdır”. Bu yasa, “herkese,
hem de tam olarak kendi kendine uymayı buyurur…[çünkü]
ahlaklılığın kesin buyruğunu yerine getirmek her zaman herkesin
elindedir.”14
Görüldüğü gibi Kant’ta
ahlak, bir buyruk (olması gereken) mahiyetindedir.

İnsanın amacını, toplum makinesinin kusursuz işleyen bir çarkı olma
keyfiyetiyle açıklayan Aristocu gelenek karşısında Kantçı ahlak (erdem),
bireyin kendi iç tutarlılığı ile, onun bir toplum üyesi olması çelişkisinde
-bu günkü dilde ifade edecek olursak, ahlak ile politika arasındaki çelişki-
ahlakın yanında yer alma iradesidir. Kant, iyi vatandaştan ziyade, iyi insanın
yanındadır. Bu meyanda o, “şeytanlardan
oluşan halk sadece akıllarının olması halinde bile devlet kurma işini başarı
ile çözebilir.”15 şeklinde dramatize bir ifade ile her türlü ahlaki
davranışı yüceltmektedir. En özlü ifadesi ile ahlaksallık, her türlü düzlemde
bencilliğin dışlandığı bir erdemdir. “Öyle davran ki, bu davranışın
evrensel bir kural haline dönüştürülebilsin”
temel bir düsturdur. Genel olarak olumlu ve olumsuz eylemler olarak iki
kategoriye ayrılan insan eylemlerini yukarıdaki ahlak düsturu
açısından değerlendirmek gerekirse; olumlu eylemlerde “ahlakilik”,
“kendin için istediğin bir şeyi her kes için genelleştirmeye
razı mısın?” Dahası
buna kaynakların ve imkanların sınırlı olduğu bir dünyada imkan var mıdır?
soruları ile mihenge vurulabilir. Diğer bir deyişle, herkes senin gibi yaptığı,
konuştuğu, tükettiği, kullandığı, harcadığı vs. zaman hiç bir şekilde
bir dengesizlik, düzensizlik meydana gelmiyorsa ancak bu takdirde yapılacak şey
ahlakidir. Buna göre mesela, on kişinin katıldığı süresi önceden yarım
saat olarak belirlenmiş bir toplantıda, aynı konumdaki üyelerden bir tekinin
yirmi dakika konuşması ahlaki değildir. Yirmi milyonluk bir metropolde şebeke
suyu kullanarak bir apartmana kocaman bir havuz inşa etmek de böyledir.

Olumsuz eylemler içinse ahlakilik, “başkasından
yapmasını istemediğin bir şeyi kendine tatbik etmeye hazır mısın?”
sorusuyla sınanabilir. “Alice”-”kraliçe”
arasında geçen aşağıdaki diyalogda “alice”in
kraliçeye verdiği cevap tam bir ahlak dersi içermektedir:

Alice, “lütfen bana söyler
misin” diyerek başladığı sözünü bitirmesine fırsat vermeden kraliçe,
Alice’i sert bir şekilde uyardı:

— Patavatsız şey, sen yanlış birileri seninle
konuştuğu vakit konuş.

Küçük bir söz düellosuna hazır olan Alice’in
cevabı ise her zamanki gibi zeka yüklüydü:

— Fakat her kes bu kurala uysaydı, yani herkes konuşmak
için başka birisinin kendisiyle konuşmasını bekleyecek olsaydı, hiç kimse
konuşma hakkına sahip olamayacaktı.

Birey için geçerli ahlaki ilkeler toplumlar ve devletler için istisna teşkil
etmemektedir. Kant, sistemini, daha büyük organizasyonları ihmal etmeden,
birbirine bağlı genel ilkeler çıkararak ortaya koymaktadır: “Egemen
devletin güvenliği ile toplumunun güvenliği arasındaki
çelişkide toplumun güvenliği”;
“ulusun refahı ile insanlığın refahı arasındaki çelişkide
insanlığın refahı”; “bu nesille
gelecek nesillerin ihtiyaçları arasındaki çelişkide
gelecek nesillerin ihtiyaçları”;
“devlet hakları ile insan hakları arasındaki çelişkide
insan hakları”; “kamusal bir
kararla, bireyin vicdanı arasındaki çelişkide kişi
vicdanı”; “kolay refah yolu ile meşakkatli
barış yolu arasındaki çelişkide, meşakkatli barış yolu” önceliklidir.16
Buna göre, en üst kurumsal yapı devletin varlık meşruiyeti,
genel olarak, insan haklarını koruma derecesi ile ölçülür.

Evrensel düzenin dışında ahlaklılık yoktur. Bilim, sanayi vs. hepsi de
ahlaki bakımdan aynı derecede iyiliğe veya kötülüğe yol açabilirler; bir
bilim adamının buluşu, insanlığa kötülük getirebilir; ateşli bir vatan
aşkı, ölçüsüz bir kinin sebebi olabilir. Hareketini, evrensel ölçüye
vurarak ve kendi hareketinde evreni kucaklayarak orada kendi bilincini aramasıyla
insan, ancak ahlaksal davranışı içselleştirebilir. Bu ahlak anlayışı
sahipleri, şu meşhur mecaza başvururlar: “Dünya
yıkılacak olsa bile adalet yerini bulmalıdır (Fiat
Justittia et Peraat Mundus)”. Onlar,
adalete olan ihtiyacı keskin bir üslup ile dile
getirirler. Zira, adalet yerini bulsa, dünya hiç bir zaman yıkılmayacaktır
(Fiat Justitita, ne pereat mundus) ya da eğer adalet batarsa, o zaman yeryüzünde
insanların yaşamasının artık mana ve kıymeti kalmayacaktır.17

Bundan başka, ahlakın gerçekleşmesi şartlarından biri de ruhun sonsuzluğudur.
Kant’a göre bu ide’ler, teorik
olarak ispat edilemezler; zira, ahlak kanunları, külli
ve mutlak olduğundan kendilerine mutlak itaat edilmesi gerekir. Fakat bu görevi,
insanın sadece geçici olan bir dünyayı esas alarak yerine getirmesi imkansızdır.
Ahlaki görev ide’sinin en son amacı
ancak erdem yolunda sonsuz ilerleme ve olgunlaşma (tekamül) olabilir. Bu durum
ise ancak, ruhun sonsuzluğu sayesinde mümkündür. Ahlak kanununa uyma, erdem
ve saadete erişme yolunda ki mücadele ve gayret arasında bir ‘birlik’
olmalıdır. Fakat, bu üç şey arasındaki ahenk tamamıyla
bu dünyada gerçekleştirilemez. Şu halde, bu ahengi sağlayacak tabiat üstü
bir varlık olmalıdır.18

Kant Ahlakı ve Dini Ahlak

Mukayeseli bir ahlak çalışması için Batı ve İslam gibi iki kategori
belirlenecek olursa İslam’ın
ahlak anlayışına en çok yaklaşan herhalde filozof Kant olmuştur. Onun
ahlak teorisi: “Öyle davran ki,
senin o davranışın bir kural haline getirilebilsin”
düsturu etrafında şekillenmiştir. Dikkat edilirse bu düstur,
hemen “sana yapılmasını
istemediğin bir şeyi başkasına yapma”
hadisini akla getiriyor. Filozof, İslam kaynaklarıyla doğrudan
veya dolaylı bir şekilde tanışmış olmalıdır. Ahlaki bir yaşam için
Allah’ın ve
ebedi bir hayatın lüzumuna inanan Kant, İslam’a
pek yaklaşmıştır. Batı ahlak tarihi dikkate alınırsa, Kant ahlak sistemi
hala aşılamamıştır.

Bilimsellik kisvesi altında Allahsızlığın ve dolayısıyla ahlaksızlığın
savunulduğu bir dönemde, maneviyatın ve ahlakın temsilciliğini üstlenmesi
noktasında Kant’a hakkı teslim edilmelidir; Ancak,
meseleye İslami bakış açısıyla yaklaşıldığında onun ahlak sistemde
eleştirilecek pek çok nokta bulunabilir. En başta, filozof Kant’ın
çıkış noktası “din” değildir.
Ona göre, din, ahlakı takip eder; ahlak dini değil. Din, Allah’a
ve ahiret gününe inanmanın bir gereği olarak ahlaklılığı
içerirken; Kant sisteminde, ahlaklılık temelde insanın kendi kendisin
efendisi olma çabasıdır; dolayısıyla, iyi davranış gerektiği için; yüce
bir yaratıcının varlığı ve ebediyet düşüncesi savunulmaktadır. Din
ise, müntesiplerinden hayatları boyunca ahlaki bir hayat seçmelerini ister.
Çünkü onlar Allah’a inanmaktadırlar.
Kuran-ı Kerim’de, iman ve amel-i
salih birlikte zikredilir, iman tek başına soyut bir fikirden ibaret değildir
(“İnnellezine amenu ve amilussalihat”
en az elli yerde geçer). Amel-i salihin (iyi işlerin) kaynağı olarak iman
daima öncedir.

Böyle bir mukayesede nirengi noktası olarak şunu alabiliriz: Kant’a göre,
insan hakikatin büyük bir kısmını kendisi bulabilir
ve yaşayabilir; bir yaratıcının varlığı tekemmül ettirici, ikinci
derecede bir unsurdur. Dini ahlak ise, Allah’a
teslim olmakla başlar.

Tatbikat olarak, ferdi davranış olarak ahlakın doğrudan doğruya dindarlığa
bağlı olmadığı kabul edilebilir ancak, prensip olarak ahlak, din olmadan
varolamaz; sonunda kendisini tekrar eder. Ateizm yolu eninde sonunda Allah’ı
inkar düşüncesine ve ahlaksızlığa çıkar. Bu dünya hayatında yapılanların
başka bir alemde mükafat ve mücazat olarak karşılığı yoksa; insan sırf
doğru(luk) düşünceyle, şahsi zevklerden niçin vazgeçsin? Çünkü insan,
yaratılışı gereği hazır lezzeti arar. Büyük güçlüklere, fedakarlılara
rağmen yapıyorsam, bir eylemde bulunuyorsam, böyle bir istek ancak bu dünyayı
ve bu hayatı tek hayat görme halinde haklı gösterilebilir.

İlerleme, gelişme kavramları ile ahlak kavramı arasında tam bir tekabüliyetin
kurulamaması, hatta bir gerilimin bulunması dinin imtihan boyutunu önemli kılmakta,
her türlü meşakkat ve olumsuz durum karşısında kişi ya da kişilere
kuvvetli bir istinat kaynağı teşkil etmektedir. Günah olan tavırlar bazı
hallerde toplumun maddi ilerlemesini teşvik edebilir olsa da, en kuvvetliler çevreye
en iyi uyum gösteriyor gözükseler bile, dini ahlak, her zaman güçsüzlerin
himaye edilmesini, merhameti, saygıyı istemiştir. Bu noktada ahlak ve tabiat
birbirinin karşısında yer almış bulunmaktadır. Kant ahlak sisteminde bu
sorunun tatminkar bir cevabını bulamıyoruz. Gerçi “dünya
batsa da adalet yerini bulmalıdır”
sözünün sahibinin Kant olduğunu biliyoruz? Lakin, en
son aşamada, ümit ve emelleri büyük, ömrü kısa şu insanın niçin bir
hareket tarzı sergileyeceğini yine insanın kendi psikolojik yapısı
belirler? Sırf bir ilkeden dolayı kaç kişi sonsuza kadar bir hareket üzerinde
ısrar edebilir?

Kant açıkça söylemese de, bize bir elit ahlak sistemi sunmaktadır. Birey
olarak, daha tutarlı bir ahlak üzerinde durabiliriz, ama bunu başkasından
talep etmeye hakkımız yoktur. “Kompleks”
varlığa sahip bir insan gerçeğinde ideal anlamın özü
akıldır, en az bunun kadar bir gerçek daha caridir; insanlar hiç bir zaman
duygularından bütünüyle sıyrılarak davranışta bulunamazlar. Akıl bir
yana, duygu bir yana çektiği vakit ceza fikri aklın sesini çoğaltarak
gayr-i ahlaki eylemlerin ortaya çıkmasına mani olabilir. Genel olarak İslam
düşünürleri duyguları köreltmeyi değil, onları vasat (orta) haddine çekmeyi
tembihlerler. Kant, sevgi, şefkat gibi değerlerin kendisinden fışkırdığı
insanın önemli bir yönünü; duyguyu sıfırlamak istemektedir. Malumdur ki,
her aşırılık başka bir aşırılığın habercisidir. Kaldı ki, her şeyin
aklileştirildiği bir dünya insan hayatını monotonlaştırarak hayatı çekilmez
kılar. Önceden kurgu, tavizsiz, toleranssız, acımasız bir makine düzeninin
işlemesi demektir. Bir doktor, diyelim ki, dakikası dakikasına görevi başında
bulunmakta, tam saatinde mesaisini bırakmakta, tam belirlediği saate uyumakta
ve ertesi gün tekrar tam saatinde işine başlamaktadır. Gecenin saat ikisinde
komşulardan birinin acil bir durumda yardım için doktorun ev ziline bastığını
düşünelim. Kant ahlakına göre düşünüldüğünde, yarınki göreve uyku
ihtiyacını gidermiş olarak başlamak için gecenin bir vaktindeki yardım çağrısını
reddetme hiç de ahlaki bir sorun teşkil etmez.

Kant Ahlak Sistemi’nin asıl
zorluğu, cinsiyet, yaş, sağlık, başarı, emeklilik, statü gibi insani değişkenleri
ihmal etmesidir. Ani bir şekilde sağlığını yitiren veya beklenmedik bir şekilde
şifa bulan bir insan duygusallılıktan ne kadar arınabilir, hem arınmalı mıdır?
Kadınlardan, akıllarını kullanarak en az erkekler kadar cesur olmalarını
istemek onlar için bir yardım değil, zulümdür. İnsani duyguların belki de
en kuvvetli ve yücesi olan şefkat duygusunu, mesela bir annenin çocuğuna karşı
yoğun şefkat hissini aklileştirmeyi tercihe şayan kılan nedir? Bu soruya
her hangi bir şekilde cevap verilebilir. Ancak bir ihtimal, böyle bir durum başarılabilseydi
bile, bütün annelerin bütünüyle rasyonel bir düşünceyle çocuklarına
karşı muamele ettiği bir dünya, bütün annelerin çocuklarına bütünüyle
fıtri sevgilerini sunduğu bir dünyadan kat kat çekilmez olurdu. Keza, her
birey yaşamında farklı roller doldurur. Evde baba, işyerinde amir veya
memurdur. Farklı roller nispeten veya tamamen farklı tavırları gerektirir.
İşyerindeki vakar eve taşındığında gurura, evdeki tevazu işyerine taşındığında
ise kolayca tezellüle dönüşür. Diğer bir deyişle, herkesin üzerinde
ittifak edeceği doğrular ancak fiziki dünyaya ait basit (yalın) gerçeklikler
olabilir. Fiziki dünyaya ait doğrular herkese ve her duruma göre ayrı değildir.
Dolayısıyla bunlarla ilgili bilgiler zaten ahlaki bir soruna kaynaklık
etmezler. “Kan kırmızıdır”,
“ağır cisimler daha hızla aşağı düşer”,
“insan ölümlüdür” gibi yargılar hiç bir yerde ve
hiç bir zaman ahlaki problem teşkil etmez. Diğer bütün doğrular gibi
ahlaki doğrular yer, zaman, şahıs, makam (rol)den ayrı olarak gerçeklik
kazanmazlar. Ahlaki doğruyu tekemmül ettiren şartlar, önceden
kestirilemeyecek kadar çok ve değişiktir. Bir doktorun aynı hastalığı ve
aynı süreci geçiren iki hastasından birine hastalığın mahiyetini doğrudan
söylemesi ahlaki bir davranış niteliği taşıyabilirken, diğerine aynı
konuda açık ve net bilgi vermesi gayri ahlakilikle malul olabilir. Şu halde
bilgi ya da davranışın soyut doğruluğu yetmemektedir. Ahlak, her şeyden önce
insandan bir sorumluluk talep eder.

Tekrarlamakta fayda var ki, Kant’ın
toplumdan, insanlıktan istediği aklın yönlendirmesine tabi ahlak projesi, büyüleyici
bir tutarlılıkla ortaya konulan teorik bir başarıdır. Ne var ki, doğru düşünmeyi
standart doğru eyleme dönüştürme isteğine karşı bir çok halde “insan
halleri” direnç gösterir. Pratik dünyada köklü bir inadı,
gururu bir laboratuarda kimyasal bir maddeyi ayrıştırmak ve parçalamak kadar
kolay değildir ki, insan aklıyla her eylemini istediği yönde şekillendirebilsin.
Kant’ın ahlakında “ya hep, ya hiç” kuralının
geçerli olduğu söylenebilir. Akıl-yoğun bir karar başarısızlıkla sonuçlandıysa;
aynı ya da benzer eylemin tekrarı aklın tek başına üzerinden gelebileceği
bir çelişki değildir. Kur’an ve
Hadisten çıkardığımız ahlaki ilkeler, cesaret kırıcı
değil; teşvik edicidir. Azdan çoğa doğru tedricilik ilkesi göze çarpmaktadır.
Kur’an’daki yasaklamalarda bu husus
hemen dikkati çeker; hadislerde ise amelin sürekliliği,
bir zaman yoğun bir şekilde yapılan, başka bir zaman terk edilen durumlara
tercih edilir: “İşlerin
hayırlısı az ve devamlı olandır.”
Gerek dış dünyanın gerek nefsin düzeltmesinde mücadele
biçimi, aktif bir fiilden, kalbi bir çabaya kadar çeşitlenir. Harici şartlar
ve insanın o andaki manevi durumu her zaman aynı kararlılıkta irade
sergilenmesine set çekebilir. Nefis dışındaki haksız ve gayri ahlaki
tutumlara karşı en alt düzeyde “buğz”
(kınama), nefsin aşırılıklarına karşı da pişmanlık
dini bir değere sahiptir.

İslam’da, gayelere ilaveten, bir
dizi genel prensip vardır ki, bunlara da her halde
adaletin müteakip düsturları nazarıyla bakılabilir. Bunların belki de en
temel olanı “niyet” prensibidir.
Şu dünyada insanlar arasında, zengin-fakir, akıllı- daha az akıllı farklılaşmalar
vardır. İslam niyete verdiği önemle iç dünyada herkese tam hürriyet ve eşitlik
sağlamaktadır. Şöyle ki, her insan, ahlak kurallarına uyarak vicdanıyla
uyumlu yaşamak isteyebilir; mal ve serveti yetmediği, sıhhati elvermediği için
ya da başka nedenler yüzünden iyilik yapamayabilir olsa da, iyiliği
isteyebilir. Herkes haksızlığa karşı gelemeyebilir ama onu takbih etme,
onaylamama kapasitesine sahiptir. Demek oluyor ki, ahlak, fiilin bizzat
kendisinde değil, her şeyden önce insanın doğru dürüst yaşamak
istemesinde, kurtuluşu için verdiği mücadelededir. Bu prensibi adeta dinen müeyyidelendiren
bir hadis mevcuttur: “Ameller niyetlere göredirt.” Halis niyet ilkesiyle sıkı
sıkıya bağlantılı, hatta ona dayalı, onu temel alıyor diyebileceğimiz yükümlülüklerin
başında “ahde vefa”, sözleşme hükümlerine
sadakat ilkesi gelir. Sözlü bir vaat durumunda bile müminden ona kesinlikle
uyması istenmektedir. Bir kez taraflar arasında karşılıklı rızaya dayalı
bir akit imzalandı mı artık o, “ahitleştikten sonra onu katiyen bozmayınız”
mealindeki (Nahl, 91) ayet gereği yerine getirilmesi
gerekli bir sözdür. Müminler yalnızca kanuni nedenlerden, cezai müeyyideye
tabi olma korkusundan dolayı değil, ayrıca ahlaken ve dinen onlara riayet
etmek zorunda oldukları için yükümlülüklerini yerine getirmek durumundadırlar.

İnsan tarihsel ve toplumsal bir varlıktır. Her insan doğumuyla birlikte,
kendisini farklı adetlerin, törelerin, alışkanlıkların kucağında bulur.
Tek bir insanın, çoğunluğun iyi kabullerini, alışkanlıklarını aklın süzgecinden
geçirerek eleştirmesi gerçekten zordur. Mevcut değerleri sorgulamak ve hatta
sadece yürürlülükte olanları yapmamak kişiyi çeşitli tehditlere maruz bırakabilir.
Dolayısıyla, sıradan bir insanın ahlaki bir varlık olarak kendisini ortaya
koyması oldukça enderdir.

Bir toplumun bütün insanları, yaratılıştan kötü olamaz. Ne var ki,
toplum, yapısı gereği statiktir; yeni bir değer toplum tarafından gerçekleştirilmez.
Yeni bir ahlak hamlesi ancak ahlak kahramanları tarafından gerçekleştirilir.
İşte bütün insanlık için en büyük ahlak kahramanı Hz. Muhammed (s.a.v)
olmuştur. Gerçekten Kur’an-ı
Kerim, onu insanlığa bir ahlak örneği olarak takdim etmiş, kendisi de bir
ahlak tamamlayıcısı olarak gönderildiğini ilan etmiştir. İyi ahlak
prensiplerinin (mekarim-i ahlak) şeriatın temel gayelerinden biri olduğu ve
Allah’ın müminlere
bu prensiplere sadakatle uymalarını emrettiği (Lokman, 17; Hucurat, 12)
konularında genel mutabakat vardır. Genellikle haşin ve ham diye nitelenen ve
İslam’dan önce de var olan
misafirperverlik, cesaret vb. davranış biçimleri İslam’dan
sonra da devam etmiş; fakat Hz Peygamberin dilinde ifadelerini bulan şefkat,
merhamet gibi erdemler zamanla diğer hasletleri etkilemiş ve onların yerine
kaim olmuştur. Hz. Peygamberin ahlaki öğretisi bir hadiste şu şekilde anlam
kazanır: “Ben güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim”.
Şu var ki, felsefeyi sırf insan aklının bir cehdi olarak kabul edersek, Hz.
Peygamber bir ahlak felsefecisi değildir. Çünkü onun bütün tebliğleri
gibi ahlaki talimleri de kendi zihninin bir ürünü olmayıp sadece vahye dayanır.
Nitekim Hz. Peygamberin bazı tutumlarının vahiyle tashih edildiğini
bilmekteyiz.19

İslam’ın ahlaki düsturları kitap ve sünnette
belirtilmiştir. Nazari ve ameli ahlak alanında İslam’ın
koyduğu esaslar iyi anlaşılmak kaydıyla bu düsturlar bütün insanlığın
düzen ve mutluluğunu karşılayacak düzeydedir. Kur’an
ve Hz. Peygamberin hadislerinden anladığımız ölçüde
İslam ahlakı, niyetle beraber amele dayanmalıdır.20 Mamafih, samimi bir
niyetle doğru bir eylemde bulunmanın da yetmediği, daha doğrusu ulaşılan
hiç bir noktanın kurtuluşu garanti edemeyeceği hususundaki nebevi ikazlar,
bizi dinamik bir ahlak telakkisinin varlığına götürüyor. Bir Hadis-i şerifteki
bir birini takip eden ikazlar hatırlansın: “İnsanlar
helak oldular, ancak bilenler müstesna; bilenler helak oldular ancak yapanlar müstesna;
yapanlar helak oldular ancak ihlasla yapanlar müstesna; işte bunlar da büyük
bir tehlike üzerindedirler.”
Hadisten, “bilgi” “amel” ve “kurtuluş” hem bir birine bağlı,
hem birbirinden ayrı kurulmuş bir denklemin çıkarılabileceğini anlıyor
gibiyiz.

Bir fiilin ortaya çıkmasındaki saikler ve müessir unsurlar niyetten ayrı
olarak bir kıymete malik değildir. İslam’ın
müntesiplerinden beklediği kulluk şuuru, bütün davranışlara ve sonuçlara
hükmetmesi gerektiği için; Müslüman kul, iyiliklerin gerçek sahibi
bulunmadığının farkında olarak, kendisine düşen şeyin dua ve şükürle
talep etmek olduğunu bilmek durumdadır. Ferdin davranışlarının sınırı
başkaları ve hatta bütün insanların hukukunun ötesine geçmiştir. İslam’a
göre, insan fiilleri sadece başkalarının hakları ile sınırlı değildir.
Hiç bir kimsenin doğrudan veya dolaylı hakkını ihlal etmediği hallerde
bile insan mutlak tasarruf yetkisine sahip değildir. Faraza ıssız bir adada,
tek bir kişi hiç bir kayda tabi olmadan çevresinde tasarruf edemez.

“Eşitlik” düşüncesinin zedelendiği yerde “ahlak”i bir problemin
doğduğunu kabul etmek gerekir. Irk, dil, etnik köken
farkı gözetmeden herkese eşit davranılması, hatta bütün bütün yaratılmışlarla
bir noktadan sonra aynı düzlemde olunduğunun farkına varılması gerçek bir
ahlaki tutumun içselleştirilmesinin temelini oluşturur. Doğrudan ilgili görünmese
de şu ifadelerde bir ahlaki davranışın ipuçlarını bulmak mümkündür: “Cenab-ı
Hakk’ın
masivasından hiç bir şeyi ona taabbüd edecek derecede kendinden büyük
zannetme, hem sen kendini hiç bir şeyden tekebbür edecek derecede bir tutma,
çünkü mahlukat, mabudiyet noktasında müsavi oldukları gibi, mahlukiyet
nispetinde de birdirler.21 Gerçek bir ahlaki tutum ancak bu kabulün ameli
uzantıları olarak ortaya çıkabilir. İnsan olarak ya uzaklarda parlayan bir
yıldız veya tek adımımızda onlarcasını ezdiğiniz küçücük karıncalarla
mahlukiyet noktasında aynı seviyeyi paylaştığınızı fark edip
fiillerinizi sınırlarsınız ya da sınırsız bir rekabet kültürü içinde
insanın hemcinsleriyle, bir ırkın diğer bütün ırklarla, insanlığın tüm
evrenle kavga halinde olduğunu farz edip, bastıramayacağınız bir tahakküm
duygusuna meyledersiniz. Söylemeye bile gerek yok ki, kalıcı bir ahlak çabası
ontolojik eşitliğin benimsenmesinden sonra mümkün olabilir. Peygamberlerin
insanlığa getirdiği tevhid akidesinin içerdiği ahlaki mükemmeliyet, müntesiplerinin
ferdi ve içtimai hayattaki tutum ve davranışlarına parlak bir şekilde yansımıştır.
Din ile barışık olmayan felsefe akımı, “ene”
(ego)yu mana-yı ismiyle tanımladığı için her türlü
ahlaksızlığa zemin hazırlamıştır. Nübüvvetin “hakkın
kuvvette değil, kuvvetin hakta olduğu”
düsturunu tersine çeviren bu anlayış, “kuvve-i
gadabiyye dalında, biçare beşerin başında küçük-büyük
Nemrutlar, Firavunlar, Şeddatlar meyvelerini yetiştirmiş; kuvve-i akliye dalında,
alem-i insaniyetin dimağına dehriyyun, maddiyyun (materyalist), tabiiyyun
(tabiatçı, naturalist) meyvelerini vermiş, beşerin beynini bin parça etmiştir.”22

İnsanlık, ferdi yaşamdan uluslararası ilişkilere
kadar bu anlayışın yetiştirdiği acı meyveleri tatmak zorunda kalmıştır.
Son iki-üç asırda özellikle ırkçılığın körüklediği felaketli savaşlar
medeniyet cilası altındaki vahşet kodlarını açığa çıkarmıştır. Irkçılığın
yer yüzünün paylaşılması konusunda aslan payını alan ülkeler tarafından
körüklendiği artık herkesin bildiği bir husustur. Günümüzde adından en
çok söz edilen düşünürlerin başında gelen A. Toynbee, Batı’nın
ve bütün dünyanın önündeki en büyük tehlikenin ırkçılık olduğunu
belirterek, bu sorunun ancak İslam ruhunun barışı seven, toleranslı ve ırkçılığa
karşı ilkelerinin tatbikiyle çözülebileceğini kaydetmektedir. Zira, ona göre
Müslümanlar tarihlerinde bu sınavdan devamlı olarak başarıyla çıkmışlardır.23
Niçin bu böyledir? Ümmetin yani müminler topluluğunun temelini oluşturan
kardeşlik (uhuvvet) ve eşitlik ilkeleri en az hürriyet kadar işlenmiştir.
Kur’an’da sık
sık hatırlatıldığı üzere, “Sizin
Allah nezdinde en şereflileriniz, Allah’tan en çok korkanlarınızdır”
(Hucurat, 13). Bu tür bir kardeşlik yalnızca müminlerin imtiyazı sayılmakla
birlikte, ümmete dahil olmak isteyenlerin önüne de sed çekilmemiştir. İslam’da,
en dar daireden uluslararası ilişkilere kadar itidal, hoşgörü
yasal adaletin ilkeleri olarak kalmamaktadır; bunlar aynı zamanda ahlaki ve
dini yükümlülüklerdir.24

Dolayısıyla, kulluk şuuru olmadan, ahlak adına istisnai ve ara sıra iyi
hasletler ortaya koymak mümkünse de en nihayet varılacak nokta büyük bir
ihtimalle keyfilik, zulüm ve sefahat olacaktır. Her şey ahlaki hudutlar içinde
gitse bile, sürekli bir nefis muhasebesi yapmadığınız takdirde yaptıklarınız,
bir alışkanlık, huy haline gelerek niçin yaptığınızın muhasebesini, bir
daha hatırlamamak üzere içinizden söküp çıkarabilir. Başlangıçta ulvi
amaçlar için yapılanlar bile, bir süre sonra insan “ben”inin
sadizimine hizmet edebilir. Bir harp esnasında yerde
yatan hasmını kılıcıyla tam kesmen üzereyken, yenik pozisyondaki şahsın
Hazret-i Ali’nin yüzüne tükürmesi,
onun ise buna mukabil, “Seninle Allah için dövüşüyordum, şimdi ise şahsi
hislerim karıştı, artık sana kılıç çekmeyeceğim” diyerek rakibini öldürmekten
vazgeçmesi25 ahlaki bir tavırda gözetilmesi gereken “nasıl”
ve “niçin” dengesi hususunda oldukça öğreticidir.

Son Söz Yerine

Ferdi ve toplumsal ahlaki davranış kuralları genel olarak felsefi ve dini
yükümlülükler olarak ortaya çıkmıştır. Teorik doğruların keşfedilmesi
insanlık için önemlidir; ne var ki, amele dönüşmeyen doğrular sonuçta boş
birer çerçevedir. Amel, diğer bütün konulardan daha çok ahlak konusunda önemlidir.
Ahlak kuru bir iddiadan ibaret kalmayacaksa doğruluk, samimiyet, hürmet gibi
vicdani değerlerin kabul edilmesi gerekir. Zira, ödülün ve cezanın
kanunlarla tespit edilmesi, kanunlarla hiç bir zaman bütün insan münasebetleri
düzenlenemeyeceğine göre, ancak nisbi bir ahlaksal hayatın teminine imkan
tanır. Bu noktada hayati bir soru belirmektedir: Tanımı ve pratik değeri bu
şekilde yapılan ahlakın en müessir kaynağı ne olabilir? Aklın bir çabası
olan felsefe mi? Yoksa, aklın değerinin hiç bir zaman küçümsenmediği
taraf-ı İlahiden gönderilen din mi? Ahlakın bir yönü samimiyet, dürüstlük,
başkalarının haklarına hürmet ise diğer bir yönü de inanılan doğrunun
her ne pahasına olursa olsun yapılması iradesinde açığa çıkar. Bu yazı
boyunca işlediğimiz problem, kolayca fark edilebileceği gibi, hakiki ve şümullü
ahlakın, felsefi esaslara mı, dini emirlere mi rabt edilerek gerçeklik
kazanacağı hususudur. Halen, felsefi alanda en tutarlı ahlak sistemi olarak
kabul edilen Kant ahlak sistemi üzerinde yoğunlaşmak maksada muvafık düşüyordu.
Kant ahlakı, İslami ahlak nizamıyla pek çok müşterek cihet taşımasına,
insan aklının pek parlak bir ürünü olarak ortaya çıkmış olmasına rağmen,
taşıdığı boşluklar yüzünden akıbette, spekülatif bir düşünceye dönüşme
istidadı taşır. Hasılı kelam, diyeceğimiz şu ki, yaratıcının
azametinin kalplerde tespit etmeksizin girişilen ahlak çabaları umutsuzlukla
neticelenmeye mahkumdur. Kant’ın
öngördüğü ahlak bu eksikliklerden kendisini kurtarabilmiş değildir.

Din mecburi inançlar sistemidir. Bu mecburilik, vicdana bağlanır ve
mecburilikle ferdi mesul kılar. İşte bu mesuliyet insanı sonsuzluğa doğru
götüren iradenin kaynağıdır. Ahlak, insanın bir noktadan sonra yüce bir
varlığa karşı mesuliyet duygusuyla dolup taşması duygusundan beslenir. “Allah
korkusu” diye taammüm eden söz, mücerret Allah korkusunu değil,
daha çok kullara karşı muamelatta sınırların gözetilmesini anlatmaktadır.
“Allah’tan kork” ikazı
samimi bir müminin, duyup geçemeyeceği son çağrıdır. Tatbikat olarak,
ahlakın en önemli bir veçhesi de doğru bilinen şeyi yapma kararlılığıdır.
Kimi zaman hiç bir maliyet içermeyen ahlaki tavır, bazı zamanlarda hayatın
feda edilmesi gibi en büyük bir fedakarlığı zorunlu kılabilir. Felsefi
ahlak sistemleri bu meseleyi çözümsüz bırakmıştır. Ahlaki bir hayat için
insanın hayatının sınırlarını bilmesi, gerektiğinde de hayatını ortaya
koyabilmesi gerekir. Bu ise hakiki bir imanı lüzumlu kılar. Çünkü her
hakiki hasenat gibi cesaretin dahi menbaı imandır, ubudiyettir.

1. HEİMSOETH Heinz, Ahlak Denen Bilmece, Çev. Necmi Uygur, İstanbul 1957,
İstanbul Matbaası, s. 5.

2. BEGOVİÇ Aliya İzzet, Doğu ve Batı Arasındaki İslam, Çev. Salih Şaban,
İstanbul 1993, Nehir Yayınları, s. 141.

3. AKARSU Bedia, Ahlak Öğretileri, İstanbul 1982, Remzi Kitapevi, s. 19.

4. AKGÖL Nalan, Sokrat ve Savunması, İstanbul 1971, Yalçın Ofset, s.
20-21.

5. Batıda Siyasal Düşünceler Tarihi, Der.: Mete Tunçay, C. I, Ankara
1985, Teori Yayınları, s. 294-295.

6. AKARSU, age, s. 137.

7. TOPÇU Nurettin, İsyan Ahlakı, Çev.: Mustafa Kök, Mustafa Doğan, İstanbul
1998, Dergah Yayınları, s. 28-30.

8. ÖZCAN M. Tevfik, “Etik Değerlendirme
ve Sosyo-Etik Grup Yargısı”, Hukuk
Sosyolojisi ve Felsefesi Arkhivi, Haz.: Hayrettin Ökçesiz, İstanbul 1995, Afa Yayınları, s. 148.

9. İnsandan başka diğer varlıklar, “doğalarına”
göre yaşama imkanlarından yoksun kaldıklarında yaşamlarını sürdüremezler.
Tuhaftır ki insanı insan yapan hürriyet, bir kez yitirildi mi insan; yaşamaya,
hem de, sanki hürriyetini değil köleliğini kaybedip onu bulmuşçasına,
devam eder. Bu kerteden sonra özgürlük bir daha uyanmaz. Özgürlük onu
tesadüfen bulsa da o kölelikte diretir. TUNÇAY Mete, Batıda Siyasal Düşünceler
Tarihi, C. II, s. 110. Hürriyetin yitimi ile insan ahlak duygusunu da yitirir.
Kendine inancı sevme duygusunun kaybolması ile insan, kendi üstündeki güç
sahibi olanların seslerini dinleme konusunda o kadar dikkatli olur ki artık
kendi sesini dinleme gücü kalmaz. Gerçekte özgürlük erdemin olduğu kadar
mutluluğun da zorunlu koşuludur. Söz konusu özgürlük, subjektif seçimler
yapma anlamındaki zorunluluktan doğan bir özgürlük değildir. Bu özgürlük,
insanın potansiyel olarak ne olduğunu kavrama ve gerçek doğasını kendi
varoluşunun yasalarına göre bütünleştirme özgürlüğüdür. KOZAK İ.
Erol, İbn-i Haldun’a Göre İnsan-Toplum-İktisat, İstanbul
1984, Pınar Yayınları, s. 310, 14 no’lu
dipnot.

10. KANT İmmanuel, Ahlak Metafiziğinin
Temellendirilmesi, Çev.: İonna Kuçuradi, Metni gözden geçiren: Abdullah
Kaygı, Ankara 1995, Türkiye Felsefe Kurumu, s. 14.

11. ABADAN Yavuz, “Hürriyet
Problemi”, İÜHFM, C. VII, S. 1, s. 291.

12. KANT, “Ahlak Metafiziğinin…”,
s. 15.

13. ÇAĞIL O. Münir, “Filozof İmmanuel Kant’ın
Sisteminde Ahlak ve Hukukun Felsefi Esasları”, İÜHFM, C. XIII, S, 3, 1947, s. 1114-1115.

* a priorileri görme olayındaki ışığın rolüne benzetebiliriz. Görme
olayında ışığın rolü ne ise bilgi olayında da “a
priori”lerin rolü de odur. Her mümkün görme olayında
ışık vardır. Biz nesneleri ışığın onlardan yansıması ile görüp algılarız.
Burada arzu ettiğimiz bizatihi ışığın kendisini görmek değildir. Ama
yine de görmek için mutlaka ışığa ihtiyaç duyarız ve nesneleri ışıkla
birlikte algılarız. Saf ışıkta görme yoktur. Aynı şekilde yalnızca a
prioride de bilme yoktur. Ancak duyumdan deney yoluyla ve a priori’lerin
katılmasıyla bilgi elde edilir. Yani ışıkta yansıyacak
nesne olması halinde görme olayı gerçekleşir Duyu verilerinin bize objeleri
verebilmesi, yani duyu verilerinin bir şeyin nitelikleri olarak, bu şey ile
belli bağlantılar içinde kavranması, anlama yeteneğinin işidir: “Kavramsız
algı kördür”. Duyu verileri
objektif düzenden yoksun olsaydılar karmaşık bir rüyada
olduğu gibi her şey anlamsızlığa dönüşecekti. HEİMSOETH Heinz, İmmanuel
Kant’ın
Felsefesi, Çev.: Takiyyettin Mengüşoğlu, İstanbul 1986, Remzi Kitabevi, s.
86.

14. TEPE Harun, “Bir Felsefe Dalı
Olarak Etik”, Doğu-Batı
Dergisi, Yıl. 1, S. 4, s. 17, 18.

15. ARENDT, Crisis of Republic, New York 1972, Harcourt Brace Jovanovich,
Inc., s. 61, 62.

16. NORMON Cousins, “A matter of
life”, 1963, s. 83 vd. aktaran Hannah Arendt, Crisis Of The Republic, New York
1972, Harcourt Brace Jovanovich, s. 56, 57.

17. ÇAĞIL, “Filozof İmmanuel Kant’ın
Sisteminde Ahlak ve Hukukun Esasları”, İÜHFM, C. XXVI, S. 1-4, 1960, s. 1123.

18. ÇAĞIL, “Filozof İmmanuel
Kant’ın…”,
s. 1123. Kant’ta Tanrı-ahlak ilişkisi için bkz. AYDIN
Mehmet, Tanrı-Ahlak İlişkisi, Diyanet Vakfı Yayınları, Basıldığı yer
ve yıl belirtilmemiş, özelikle s. 50-55’e
bakılabilir.

19. ÇAĞRICI Mustafa, Gazali’ye Göre İslam Ahlakı, İstanbul 1982, Ensar Yayınları, s. 18.

20. PAZARLI Osman, İslam’da
Ahlak, İstanbul 1980, Remzi Kitabevi, s. 13.

21. NURSİ Bediüzzaman Said, Lem’alar,
Germany 1994, Yeni Asya Neşriyat, s. 118.

22. NURSİ Bediüzzaman Said, Sözler, Germany 1994, Yeni Asya Neşriyat, s.
541.

23. TOYNBEE Arnold, Medeniyetler Yargılanıyor, çev.: Ufuk Uyan, İstanbul
1991, Ağaç Yayıncılık, s. 182, 183.

24. HADDURİ Macid, İslam’da Adalet, çev.: Selahattin Ayaz,
İstanbul
1991, Yöneliş Yayınları, s. 194.

25. NURSİ, Bediüzzaman Said, Mektubat, Germany 1994, Yeni Asya Neşriyat,
s. 259.