İnsan, insan olduğunun bilincine vardığı bütün zamanlarda ahlâkî
yargılarla iç içe olmuştur. Günlük yaşantısındaki hal, hareket ve
davranışlarının gerçeklere ve doğrulara uygunluğunun arayışı insan
olmanın bir gereğidir. Diğer hiç bir varlıkta böylesine ahlâkî endişeler
yoktur. İnsandan sonra en kompleks varlık olan hayvanların davranışları
bile oldukça basit, anlık ve ahlâki değerlerden bütünüyle uzaktır. Fakat
en ilkel yaşantıya sahip insanlar dahi, davranışlarını haklı ve doğru çıkaracak
nedenler ve deliller öne sürme eğilimindedirler. Onlarda bile aile ve kabile
ilişkileri oluruna bırakılmamış, kendi anlayışlarına ve kültürlerine göre
belirli ahlâkî kurallara ihtiyaç duyulmuştur. Burada önemli olan uygulamanın
ne kadar ahlâki olduğu, güzeli, iyiyi ve doğruyu ne miktarda yakaladığı
değil, insanlardaki ahlâki kaygıların varlığıdır.

Sürekli olarak gelişen ve medenileşen insan nesli, davranışlarına yön
veren olguları ve değerleri sorgulamış, daha iyi, daha güzel ve daha doğrunun
ne olduğunu büyük bir merakla araştırma çaba ve gayreti içinde olmuştur.
“Niçin bu doğru,
bu yanlıştır? Hangisi en iyi, hangisi ise en kötüdür?”
gibi soruların cevaplarını araştırmıştır. Mesele
bunların cevaplarını bulmakla da bitmeyecektir. En iyiyi, en doğruyu, en güzeli
bilmek de yeterli değildir. İnsan niçin doğruyu, güzeli, iyiyi yapmak
mecburiyetindedir? Ahlâk kurallarını yaşamaya insanı sevk eden, yalnızca
bu dünyada karşısına çıkacak olan ödül ve cezalar mıdır? Yoksa ahlâki
prensipler, kişinin çevresiyle uyum içinde yaşamasını ve coşkulu arzularını
dengeleyebilmesini temin etmekten öteye geçemeyen anlamsız yargılar mıdır?

İnsanlık var olduğundan bu yana, sistemli olarak ise yirmi beş yüzyıl
önce Sokrat, Eflatun ve Aristo gibi feylesoflarla başlayıp günümüze kadar
devam eden zaman içerisinde birçok insan tarafından üzerinde kafa yorulan
temel bir mesele olmuştur, ahlâki meseleler. Değişen tarihsel ve toplumsal
koşullarla birlikte, yeni ahlâki sorunların ortaya çıkmasına rağmen,
insanın yapısında temelini bulan ana sorular Antikçağ’dan
bu yana feylesofları düşünmeye sevk etmiştir. Bilimin
ve medeniyetin gelişmesi problemleri daha da arttırmış ve daha girift hale
getirmiştir. Özellikle günümüzde yepyeni ahlâki güncel meselelerle karşı
karşıya bulunmaktayız. İleri silah teknolojilerinin tahrip gücünü müthiş
bir derecede arttırması ve nükleer silahların büyük bir tehdit unsuru
olması, insanları oldukça ilginç ahlâki sorunlarla karşı karşıya
getirmektedir. Tıptaki hızlı gelişmeler sonucu ise organ nakli, kürtaj,
deney-tüpü bebekler ve genetik mühendisliği ile gelen yeni uygulamaların ne
kadar ahlâki olduğu ile ilgili yeni problemler, halen üzerinde fikir birliği
sağlanamamış meseleler olarak güncelliğini korumaktadır.

Ahlâk Nedir?

Genel olarak tanımlayacak olursak; insan hareketlerini idare eden ideal
kanunların (kuralların) ilmi ve bunları yaşamın çeşitli durumlarına en
iyi şekilde uygulayabilmek sanatıdır.1

Ahlâk, insanda fazilet adı verilen hayırların, güzel fiiller yapma imkanını
kazandıran ruhi melekelerin ve istidatların gelişmesini sağlayan bir
disiplindir, der Farabi. Ona göre, psikolojik olarak her insanda fazilet ve
rezilet bulunduğundan dolayı ahlâksız insandan bahsetmek mümkün değildir.
Yani insanın iyi veya kötü ahlâklı olması söz konusudur.

İbni Sina ile İbn Miskeveyh ise ahlâkı, “insan
nefsinden (ruhundan) kaynaklanan, düşünüp taşınmaya gerek kalmaksızın,
birtakım fiillerin doğmasını sağlayan meleke” olarak tanımlamaktadırlar.

Ahlâk öyle bir ideal kurallar disiplini olmalıdır ki, psikolojik ve
bedensel yönden farklı olan birçok insanı, içinde bulunduğu durumdan daha
iyi bir seviyeye yükseltebilme imkanını sağlayabilmelidir. Ruhi melekelerini
ve potansiyel kabiliyetlerini alabildiğince ortaya çıkarabilmeli ve geliştirebilmelidir.

Bir kısım ahlâki kurallar tüm insanların yapmak zorunda oldukları
iyilikler ve hayırlardır. Bir kısmı ise, kişinin olgunluk derecesine göre
değişen ve yapılması halinde onun ahlâki derecesini yükselten güzelliklerdir.
Diğer insanların kişilik haklarına, can ve mal güvenliğine tecavüz
etmemek zorunlu olarak yapılması gereken ahlâki kurallara örnek olarak
verilebilir. Güzel ahlâktan olan cömertlik, fedakarlık, yumuşak huyluluk,
sevecenlik gibi bir kısım iyi davranışların bağlayıcılığı ise düşük
mertebededir. İşte, insanın ruhen kemale doğru gidişinde, nispeten daha
serbest olduğu ikinci tür ahlâki eylemleri daha belirleyici rol oynamaktadır.

Bütün bu tanımlardan anlaşıldığı üzere, ahlâk insanın ruhuyla,
kendisiyle ilgili bir olgu olduğu içindir ki, öncelikli olarak kendisini tanıması
gereklidir. Yani mahiyetini, ruhu ile bedeni arasında nasıl bir ilişki olduğunu
ve kainattaki konumunu doğru bir şekilde bilmek zorundadır. Ayrıca iyi ve kötünün
ölçüsünün ne olduğu, insanın irade ve hürriyetinin ne derece bulunduğu
ve davranışlarından ne derece sorumlu olduğu gibi soruların cevaplarını
tatmin edici bir şekilde vermesi gerekmektedir. Biz öncelikli olarak insanı,
yani kendimizi tanımaya çalışmakla başlayalım.

İnsanın Mahiyeti

İnsanı diğer varlıklarla kıyas edecek olursak, ondaki duyular, duygular
ve cihazlar çok daha fazla gelişmiştir. İnsandaki bu gelişmişlik akıl,
fikir ve ihtiyaçlarının çokluğundan kaynaklanmaktadır.2 Güzelliklerin bütün
mertebelerini ayırt edebilecek gelişmişlikteki gözü, yiyeceklerin ve içeceklerin
her türlüsünün zevklerini fark eden dili, en ince hakikatleri anlayabilen
aklı gibi daha nice cihazları insanın eşsiz mizacının göstergeleridir.
Fakat bütün bu değerli cihazlar yalnız dünyada rahatça yaşamak ve lezzet
almak için verilmemiştir. Çünkü insan, en basit hayvanın aldığı hazzı
ve kazandığı saadeti bile yakalayamadan ömrünün sonuna gelir. Aklı onu geçmiş
ve gelecek zamanlarla alakadar etmiştir. Geçmiş zamanın üzüntüleri ve acıları
ile gelecek zamanın endişe ve korkuları, onun şimdiki zamanda yaşayacağı
zevklere ve hazlara iz bırakır. Hayvanların ise geçmiş ve gelecek zamanları
olmadığından, hazır zevklerini tam olarak alırlar, rahatla ve lezzetle yaşarlar.
Bu demektir ki, insanın bu dünyadaki varlığının gayesi, yalnız lezzet,
zevk ve haz almak değildir. Kendisine verilen bunca zengin cihazların
gayesinin çok daha yüksek hedeflerinin olması gereklidir.

İşte, bu hedeflerden biri de “emaneti
hakiki sahibinin istediği şekilde koruyarak ve
kullanarak” kıymetlerini
birden bine çıkarmaya çalışmaktır. Göz, kulak, akıl ve kalp gibi
cihazlar birer emanettir. Mahiyetlerini anlamakta hala aciz kaldığımız bu
cihazların, nasıl ve nerede kullanılması gerektiğini de en iyi bilen, tabii
ki onu Yaratan (emanetin hakiki sahibi) olacaktır. Örneğin, göz insana
verilen değerli cihazlardan biridir. Eğer insan onu nefsin kötü arzuları ve
şehevi istekleri doğrultusunda, geçici güzellikleri seyretmek için
kullansa, kıymetini alçaltır, en şerefsiz bir işte kullanmış olur. Gözün
gerçek şerefli, onurlu görevi ise kainat sayfalarının okuyucusu ve Allah’ın
sanat eserlerinin bir seyircisi olmak gibi yüce bir mertebeyi kazanmaktır.3

Ahlâki hayat ilk önce insanın kendi nefsinin aşağı arzu ve isteklerine
gem vurmakla başlar. İnsana verilen kalp, sır, ruh, akıl, hayal, göz, dil
ve kulak gibi kuvvelerin yüzlerini, geçici dünya hayatından ebedi hayata çevirmekle
de yüce bir mertebeye çıkar. Yani gerçek manada güzel ahlâk, her bir duygu
ve cihaza kendisine ait kulluk vazifesini yaptırmakla mümkündür. Yoksa, dünya
hayatının bütün ince zevklerini tatmaya çalışmak, en bayağı arzularını
tatmin etmek için kıymetli cihazlarını nefsine köle yapmak, ahlâki yükseliş
değil, sonsuz bir alçalıştır.4

İnsana verilen bunca değerli cihazların yalnız bu dünya hayatını
konforlu bir şekilde yaşamak ve canlılığı devam ettirmek olmadığının
bir hikmeti de şudur: Nasıl ki, kainatta meydana gelen hareketler, faaliyetler
yalnız kendi varlıklarına bakmıyor. Çünkü, eğer öyle olsa, bütün
gayeler, neticeler israf olacak, neticesiz kalacak, yokluğa gidecektir. Aynen
öyle de, insanın davranışlarının, hal ve hareketlerinin neticeleri de yalnızca,
kendisinin geçici dünya hayatına bakmıyor. Çünkü, kendi vücudunda ve
ruhunda meydana gelen olaylardan, insana ait gayeler bir ise, Yaratıcısına
bakan gayeler binlerdir. Yani, insan uluslararası ticaret yapan bir gemi kaptanı
gibidir. O gemiden elde edilen büyük ticaretin kârı, gemi sahibine aittir.
Kaptan ise, vazifesinin büyüklüğüne ve görevini başarıyla yapıp yapmadığına
göre bir ücreti hak eder. İnsan da vücud gemisiyle birçok gayelere hizmet
etmektedir. Bunların büyük bir kısmı, vücud gemisinin sahibi olan Cenab-ı
Hakk’a aittir.5 Madem ki, Cenab-ı
Hak, varlıklardaki cemalini ve kemalini, hem kendi bütün inceliklerine nüfuz
eden kendi bakışıyla, hem de şuur sahibi kullarının bakışlarıyla görmek
istiyor. Öyle ise, insanın görmesi, tatması, sevmesi, öfkesi, bütün güzel
halleri ve davranışları, Cenab-ı Hakk’ın
iki türlü cemal ve kemalini seyretmek istemesine uygun gelecek şekilde olmalıdır.
İşte, bu neticeyi hasıl eden her türlü hal, hareket ve davranışlar güzel
ahlâkın mührünü taşırlar.

Şiddetli Duygular ve Daimi Elmaslar

Cenab-ı Hak insana binlerce duygu ve hisler takmıştır. Bu duyguların iki
mertebesi bulunmaktadır. Biri mecazi olanı, diğeri ise hakiki olanıdır.
Mecazi olan duygular ve hisler, insanın bu dünya hayatındaki yaşamını
devam ettirmesi için verilmiştir. Hakiki duygular ise çok şiddetlidirler ve
ahiret hayatını kazanmak maksadıyla insanın fıtratında dercedilmişlerdir.
Çok şiddetli bir merak duygusu, yakıp kavuran bir sevgi, korkunç bir hırs
ve müthiş bir inat…

Dünyaya ait işler, kırılmaya mahkum şişeler gibidir. Ahirete ait işler
ise, sağlam elmaslara benzemektedir. Şişe hem değersizdir, hem de en ufak
bir sarsıntıda kırılma tehlikesiyle karşı karşıyadır. Elmas ise hem değerli,
hem de bozulma ve kırılma gibi dış etkilere karşı oldukça dayanıklıdır.
Aklı başında bir kuyumcu, elindeki altın liralarını şişelere yatırmaz,
belki çok daha değerli olan elmaslara harcar. İnsanın elinde de altın değerinde
kıymetli duyguları vardır ki, bunları elmas kıymetindeki ahirete ait işlere
harcaması gerekmektedir.

İnsanda çok güçlü olarak, gelecekten endişe etme hissi vardır. Mala ve
makama karşı şiddetli bir şekilde hırs gösterir. En ehemmiyetsiz
zannedilen işlere inat namına mesai harcar. Dünyadaki sevilmeye layık güzelliklere
karşı şiddetli bir şekilde muhabbet besler, aşık olur. Bunlar insanın fıtratında
var olan çok kıymetli duygulardır ve varlıkları inkar edilemez. Öyle ise,
ahlâksız insanlara karşı: “Hırs
gösterme, inat etme, düşmanlık yapma ve dünyayı sevme!”
denilemez. Çünkü, böyle bir teklif, onlar için “fıtratınızı
değiştirin!” demek gibi altından
kalkınması mümkün olmayan bir istek olacaktır. Doğrusu ise şöyle olmalıdır:
Size verilen bu duyguların yönlerini değiştirin. Şiddetlilerini ahiret
hizmetlerinde, hafiflerini dünya işlerinde kullanın! Böyle bir nasihat,
insanın yaratılışına uygun ve iradesi dahilinde olan bir teklif olacaktır.

Şiddetli bir şekilde gelecekten endişe eden insana şunlar söylenebilir:
Senin endişe ettiğin gelecek daha gelmemiş ve yarına kadar yaşayacağına
dair elinde bir garanti belgesi yok. Hem de Cenab-ı Hak bütün varlıkların rızıklarını
verdiği gibi, biz insanların rızıklarını da vereceğine dair söz vermiş.
Öyle ise gereksiz yere endişelenip durma. Asıl endişe edilmesi gereken
gelecek ise, altmış yetmiş senelik geçici bir hayat değil, belki içinde
binlerce sarayların bulunduğu dünya genişliğinde ebedi bir mekanı kazanmak
için olmalıdır. Hem de oradaki yaşam standartları, Cenab-ı Hak’tan
gaflet edenler için garanti edilmemiştir.

Diğer duyguları da bunlara kıyaslayarak inceleyecek olursak görürüz ki;
insan için hem bu dünyanın hem de diğer dünyanın saadeti ve mutluluğu,
duygularını yerli yerinde kullanmakta yatmaktadır. Yani, kendisine verilen
hakiki ve şiddetli duygularını ahirete ait işlerde, mecazi ve hafif olanlarını
ise dünyaya ait geçici işlerde kullanmakla mümkündür. Eğer aksini
yaparak, sürekli bu dünyada kalacak gibi kendisine verilen şiddetli duyguları
geçici dünya hayatı için sarfetse, sermayesini israf eden kötü ahlâk
sahibi bir insan olmaktan kurtulamaz.6

Temlik mi, İbaha mı?

Allah tarafından insana verilmiş olan ruh, hayat, cihazlar, duygular ve
hisler insana ibaha mı edilmiştir, yoksa temlik mi edilmiştir? Eğer temlik
edilmiş olsaydı, her şeyiyle idaresinin insana verilmesi gerekirdi. Fakat,
bakıyoruz en çok kullandığımız gözümüz, dilimiz, ellerimiz gibi
organların idaresinin yüzde birine bile malik değiliz. Düşünün bir kere,
görmek istemenin ötesinde ne yapıyoruz, görmek hadisesinin meydana gelmesi için!
Gözü yaratan O, gördüklerimizi yaratan da O, görmemizi sağlayan ışığı
yaratan da. Ve milyonlarca kilometre öteden bizi aydınlatan ışığın kaynağı,
güneşi yaratan da O. Görüntüler gözümüzün gözbebeğinden girdikten
sonra, beynimizde görüntülenme ile alakalı meydana gelen olayları yaratıp
idare eden de yine O. Öyle ise nasıl diyebiliriz, insana verilen bütün bu
cihazların insanın kendi malıdır, mülküdür diye? Öyle ise, insana
verilen bunca duygular ve hisler ibahadır, birer nimettir. Öyle ise insan,
ibahanın gereklerine uygun olarak hareket etmelidir.

Bir örnekle açıklamak gerekirse; nasıl ki, ziyafete giden bir misafir, ev
sahibinin isteklerine göre hareket etmelidir. Kendisine ikram edilenleri israf
edemez, başkasına ikram edemez, yanına alıp götüremez, dökemez ve
gereksiz yere zayi edemez. Eğer, temlik olsaydı, yani kendi malı olsaydı, bütün
bunları yapmak hakkına sahip olabilirdi.

İşte insanın davranışlarını ahlâkileştiren, şüphesiz Cenab-ı
Hakk’ın huzurunda bir misafir gibi hareket etmesi ve
kendisine verilen nimetlere ibaha olarak bakmasıdır. Bu sebeple, kendisine
ibaha olarak verilen hayatı intihar ile sona erdirmesi, gözüne bile bile
zarar vermesi veya çıkarması ve de en kötüsü manevi olarak gözü kör
etmek olan haram manzaralara bakması, ahlâki yönden aşağılara düşmesine
neden olacaktır. Eti yenilmeyen hayvanları zevk uğruna öldürmek ne kadar kötü
bir ahlâk ise, ondan çok daha kötüsü kulağı, dili ve insana verilen
binlerce duyguları harama sarf ederek, onları manen öldürmek de korkunç bir
ahlâksızlıktır.7

Ruh-Beden İlişkisi

Ahlâkın insanın kendisiyle, bir başka ifadeyle ruh ve bedeniyle ilgili
bir olgu olduğunu söylemiştik. Bu nedenle öncelikle insan kendini çok iyi
tanımalıdır. Burada ilk incelenmesi gereken ruhun mahiyetini ve beden ile
arasındaki ilişkisini tespit etmek olmalıdır. Ruh, Cenab-ı Hakk’ın “Ol!” emriyle yaratılmış
ve harici bir vücud giydirilmiş bir kanunudur. Kainattaki diğer kanunlardan
farklı tarafı ise, hayat ve şuur sahibi olması ile harici bir vücuda sahip
olmasında yatar. Ruh da bütün kanunlar gibi basittir, parçalardan meydana
gelmemiştir. Bu sebeple bozulmaya, parçalanmaya kabil değildir.

Beden ise moleküller, hücreler ve organlar gibi parçalardan meydana geldiği
için bozulmaya mahkumdur, fanidir, ölümlüdür. Hayatı çabuk söner bir
alevden, ömrü hemencecik biter bir zaman diliminden ve varlığı ise bir anda
çürümeye mahkum küçük bir cisimden ibarettir.

Öyle ise, ruhun varlığı ve devamı bedene bağlı değildir. Bedende
meydana gelen değişiklikler ruhun devamlılığına tesir etmez. Yani başka
bir deyişle her sene insanın vücudunda meydana gelen yenilenme ruhun daimiliğini
bozmadığı gibi, bir gün ölümle birlikte tamamen bedenden uzaklaşması da
onun varlığının devamlılığına tesir etmeyecektir. Çünkü beden ruh ile
vardır ve onunla varlığı devam eder. Ruh için beden ise sadece geçici,
eskiyen bir yuva gibidir. Hatta ruha ait bir elbise bile değildir. Ruhun
kendisine daha münasip “beden-i
misalî” veya “gılaf-ı latifî”
denen şeffaf özel bir elbisesi vardır.8

İnsan, bedeninde yerleşmiş olan ruhun yaşayabilmesi için üç ahlâki güç
veya kuvvete sahip kılınmıştır. Bu güçlerden “şehevî” ve “gadabî”
güçler yönüyle hayvanlara benzerken, “aklî” güç sayesinde ise
meleklerin mertebesine doğru yükselir. İnsandaki bu güçlere
şeriat bir sınır tayin etmiş olduğu halde, yaratılış olarak herhangi bir
nihayet konulmamıştır. Bunun sonucu olarak, bu güçlerin her birisinde
ifrat, tefrit ve vasat mertebeleri meydana gelmiştir. Böylece insanlar
hayvanların seviyesine inebildiği gibi, dilediği ve gayret gösterdiği
taktirde meleklerin seviyesine yükselebilme imkanına sahip olmuştur. Bunun için
ise ifrat ve tefritin denge noktası olan vasat mertebedeki iffet, şecaat ve
hikmetin hassas çizgisinde durabilmelidir.9

İnsan hem bilgi gücü, hem de yapma gücü olmak üzere iki temel yeteneğe
sahiptir. Birinci yeteneği ile ilim öğrenmeye büyük bir arzu duyar ve
hakikatleri araştırır. İkinci yeteneği ise teorikte elde ettiği bilgileri
hayatına yansıtmasını temin eder. Bu ise insanın pratik yönünü teşkil
eder. İşte insanın ahlâk dünyasını bu ikinci yeteneği ile yaptıkları
meydana getirir. Bilgi gücünün en ideal noktası “marifetullah”ta
(Allah’ı tanıma, bilme) ilerlemektir. Allah’ı
tanıma ise, iki türlü olabilir. Biri enfüsi, insanın iç dünyasındaki
deliller ile; diğeri afaki, dış dünyadaki Allah’ı
bildiren bürhanlar yardımıyla. Kendini, etrafını ve bunlar yardımıyla
Allah’ı tanıyan
bir insan ise, bilgilerinin gereğini yapmasıyla ahlâki bir hayat yaşayacaktır.
Mesela, ihlas güzel ahlâkın en zirve noktada yaşanmasıdır. İç ile dışın
bir olması, şeffaflık gibi manalara gelmekle birlikte, asıl manası her an için
Allah’ın rızasını
gözeterek hareket etmek, yaşamak anlamına gelir. Ruhun böyle bir mükemmel
hali yaşayabilmesi için “İhlas”
suresinde de tahşidat yapıldığı gibi, marifetullah’ta terakki etmesi
zorunludur. Hasılı, insanı marifetullah’ta
ilerleten bilgilerin ahlâk ile birebir ilişkisi vardır.

İnsan Aklıyla ve İmanıyla İnsaniyete Ulaşır

İnsanın mahiyetinde birkaç daire vardır. Bunlar insanın bitkisel,
hayvansal ve insancıl yönleridir. Bir dördüncüsü daha vardır ki, bütün
bu yönlerinden daha yüksek olan iman dairesindeki üstün meziyetler sahibi
olmasına bakar. Günlük yaşantısında yaptıkları hal ve hareketler, bu dört
dairede cerayan etmektedir. Fakat, birçok insan tarafından bu dairelerin özellikleri
ve vazifeleri birbirlerine karıştırılmaktadır.10 Zannedilir ki, insaniyetin
özüne yerleştirilen bütün harika cihazlar ve duygular, yanlızca bitkisel
ve hayvansal ihtiyaçlarını karşılamak maksadıyla, sadece bu dünya hayatı
için onlara verilmiştir. Halbuki, insanı diğer canlılardan üstün bir
konuma çıkaran aklı, ona daha yüksek hedefler göstermektedir. Evet,
insaniyetin en yüksek mertebelerine ulaşmak, ilerlemek düşüncesi…

İnsanı insan yapan aklıdır. Çünkü, hayvanlar gibi doğuştan mükemmel
bir kabiliyetle dünyaya gönderilmemiştir. Sürekli olarak hayatın gerçeklerini
öğrenmeye muhtaçtır. Öğrenmesinin ise herhangi bir bitiş süresi yoktur.
Belki hayatının sonuna kadar devam edecek olan bir öğrenme sürecini yaşayacaktır.
Bu öğrenme süreci pozitif ilimlerde, fenlerde ve sanatlarda olduğu gibi, bütün
ilimlerin temeli olan, iman ilminde de gerçekleşmelidir. Aksi halde, bütün
varlıklarla aklı sayesinde kuvvetli bir bağı olan insanın, insaniyetini
muhafaza etmesi mümkün olamaz. Çünkü, insaniyet onu canlılarla, insanlarla
ve muhabbet beslediği bütün varlıklarla alakadar yapar. Dünyada meydana
gelen savaşların ve açlık sınırında yaşayan insanların varlığı, ona
eziyet verdiği gibi, hayvan nesillerinin tükenmesi de insanı ızdırap içinde
bırakır. Hatta, çevre kirliliği, ses kirliliği ve hava kirliliği gibi çevresinde
meydana gelen olumsuz değişimler bile insanı mutsuz etmek için yeterlidir.
Bu kadar varlıklarla ve olaylarla alakalı olan insanın, bir de onların idam
olduğuna, yokluğa gittiğine inanması, ne kadar elem verici olur, kıyas
edilmesi neredeyse mümkün değildir. Öyle ise, insaniyet ancak Allah’a iman
ve ahirete iman ile mana kazanır. Aksi halde bütün bu
halleri görmemek için sarhoş olmaktan ve gaflete dalmaktan başka çare
bulunamayacaktır.

Ayrıca, Allah’a ve ahirete iman
insanın hislerini de yüceltir. Örneğin, çok sevdiği
eşini yalnızca dünyaya ait arkadaşlığı ve güzelliği için seven bir
insanın, ona karşı sadakati ve hürmeti geçicidir. Güzelliği kaybolduktan
sonra ve onu kaybettikten sonra, bütün eski duygularını bir anda kaybeder.
Fakat, Allah’a ve ahirete iman eden,
bir insan ise yalnızca kısa bir hayat için değil,
ebedi bir hayatta devam edecek olan arkadaşlıkları hatırına ve Cennet
hurilerinden daha güzel olan cemali hürmetine gerçek manada, eşine merhamet
ve sadakat gösterir. Daha, buna benzer birçok örnekleri biraraya getirecek
olursak, gerçek insaniyetin ancak iman ile olabileceğine olan inancımız daha
da artacaktır ve kesinlik kazanacaktır.

Fıtri Şeriat ve İnsan Ahlâkı

“İnsan küçük bir alem, alem ise büyük bir
insandır.” fikri eskiden beri birçok
insan tarafından benimsenen bir görüştür. Bediüzzaman
bu meseleyi ism-i Kayyum’u izah ettiği
Otuzuncu Lem’a’da mana olarak şu
şekilde açıklamıştır: İnsan şu kainatın küçük bir fihristesi, bir
haritasıdır. İnsandaki elementler kainattaki elementlerden, kemikler taş ve
kayalardan, saçlar bitki ve ağaçlardan, kan ve hormonlar nehirler, kaynaklar
ve yer altı sularından haber verirler. Bununla birlikte insanın ruhu ruhlar
aleminden, hafızası Levh-i Mahfuz’dan, hayali alem-i misal’den, aklı
alem-i melekut’tan vb. gelmiştir.
İşte insan böyle bir mahiyete sahip olmasıyla küçük bir kainat ve alem
olmaktadır.

Bu pencereden bakacak olursak, ahlâk ile ilgili mühim bir hakikatin ucunu görmemiz
mümkündür. Nasıl ki, büyük bir insan olan kainattaki bütün işler,
hareketler belli bir düzene oturtulmuştur. Biz buna Allah’ın
koymuş olduğu kanunlar manasında “şeriat-ı
fıtriye” diyoruz. Bu haliyle, büyük bir insan olan kainatı
kendi haline bırakmayan Cenab-ı Hak, elbette küçük alem olan insanın
hareketlerinin belli kaidelere, ilkelere, namuslara uygun olmasını arzu
edecektir. Hatta bu namusların, bütün kainatta icra edilen kanunlarla belli
bir uyum içinde olması da gerekecektir. Örneğin, dünyanın dengesinden
bulutların dengesine kadar, denizlerde yaşayan canlıların dengesinden çürükçül
bakterilerin yaratılışlarının dengeli olmasına, insanın vücudundaki
alyuvar ve akyuvarların dengelenmesine kadar her şeyde geçerli olan
nihayetsiz bir “adalet”in varlığı
gözümüzle görüyoruz ki, bütün bunlar Adil bir Yaratıcıyı gösteriyor.
Elbette, bu Adil Yaratıcı kainatın her tarafında geçerli olan “adalet”
hakikatinin insan aleminde de yaşanmasını isteyecektir ve kelam sıfatından
gelen şeriatında da bunu emredecektir ve emretmiştir.

Benzer şekilde Kuddüs isminin tecellisi gereği, karadeliklerle gökyüzünü
temizlediği gibi, rüzgar ve bulutlarla atmosferi de temizleyecektir. Et yiyen
sağlık memurları mahiyetindeki kartallar, akbabalar, köpek balıkları ve
bakterilerle karaları ve denizleri de temizlediği gibi, insan vücudunu da
alyuvar ve akyuvarlarla temizleyecektir. Kainatın en geniş dairesi olan gökyüzünden,
en dar dairelerinden biri olan insan vücudundaki kana kadar temizliğe dikkat
eden Cenab-ı Hak, elbette insanın da bedeninin ve ruhunun temizliğine dikkat
etmesini isteyecektir. Ruhunu kirleten günahlardan, kötülüklerden uzak
durmasını ona emredecektir. Öyle ise, Şâri-i Hakiki olan Allah’ın
kainata koyduğu şeriat-ı fıtriyesi ile insana bakan şeriatı arasında bir
uyum vardır ki, insan bu namuslara aykırı hareket etmekle bütün kainatın
hukukuna bir nevi tecavüz etmiş olduğu gibi, aynı zamanda onların nazarında
da en ahlâksız bir konuma düşer.

Eflatun’dan bu yana bir görüş
vardır ki, bazı İslam filozofları tarafından da kabul edilmiştir. İnsan
ruhundaki akıl gücünü aktif hale getirirse, düşünerek iyiyi kötüden ayırır,
eşyanın hakikatlerini keşfeder ve güzel bir ahlâka sahip olur ki, bu bir
bakıma “Allah’a benzeme” (teşebbüh-ü bilvacib) seviyesinde yüksek bir
erdeme sahip olmaktır. Fakat bu düşünce İslam’ın
gerçeklerine göre firavuncasına bir hükümdür ve insanın benliğini
(enaniyet) yanlış yerde kullanmasından kaynaklanmaktadır. Bu mesele ayrıntılarıyla
“ene” bahsinin işlendiği Otuzuncu
Söz’de anlatılmıştır. Kısaca konumuzla ilgili
taraflarını belirtmek istersek şunları söyleyebiliriz. “Tehallaku
biahlâkıllah”
kaidesinden çıkan mana “Ahlâk-i İlahi ile vasıflanarak Allah’a
karşı acz, fakr ve kusurunu bilerek kul olmak”tır.11
Başka türlü ifade edecek olursak, Allah’ın
sonsuz sıfat ve isimlerinin gölgelerine ayine olmaktır. Cüz’i
dahi olsa ilim sahibi olmak, görmek, işitmek, malik olmak, sevmek, iftihar
etmek, memnun olmak, öfke duymak gibi binlerce esrarlı tavır, hal ve
hareketleri hayatında göstermektir. Yoksa Ezel ve Ebed Sultanı olan Cenab-ı
Hakk’a benzemeye çalışmak, cam parçasının güneşi
taklit etmek istemesi gibi sonsuz derece haddini aşmak gibi akılsızcasına ve
ahlâksızcasına bir davranıştır.

Kötü Ahlâk-Ceza, Güzel Ahlâk-Mükafat İlişkisi

Cenab-ı Hak adaletinin ve merhametinin gereği, iyilikler ve güzel ahlâki
davranışlar içinde mükafatını koyduğu gibi, fenalıkların ve kötü ahlâkın
içine de cezasını ve sıkıntısını yerleştirmiştir. Güzel ahlâk
sahipleri ahiretin maddi sevaplarını andıran manevi lezzetleri bu dünyada alırken,
kötü ahlâk sahipleri de Cehennemin ruhları daraltan azabını manevi olarak
ahirete gitmeden hissetmektedirler.

Güzel ahlâktan olan muhabbet, hürmet ve şefkat gibi iyilikler, öyle bir
lezzet ve zevk verirler ki, hayatını feda etmek derecesinden bir hürmet ve şefkat
göstermeye sevk eder. Bir anne evladı için hayatı boyunca eziyet çekse de
şefkatin içindeki lezzetten dolayı bütün sıkıntıları unutur. Hatta şefkat
o anneyi öyle bir dereceye getirir ki, ahiretini bile tehlikeye atmak
derecesine gelir. Aynı şekilde tevekkül ve kanaat de güzel bir davranıştır.
Cenab-ı Hak, onların içine öyle bir mükafat bırakmıştır, kanaatli mütevekkil
insan fakirliğin acısını çekmekten kurtulur, hayatından gerçek manada
lezzet alır.

Kötü ahlâktan olan düşmanlık, hırs, hased, gurur, kibir ve su-i zan
gibi davranışlar ise, insanın kalbini ve ruhunu sıkıntılarla boğacak
derecede vicdan azabı çektirir. Hırslı insan daima israf eder, kanaat etmediğinden
daima şikayetçidir ve daima yarın ne olacak diye şiddetli bir merak içinde
kalır. Gururlu insan ise, herkesten hürmet ister ve insanlardan saygı göremediği
taktirde daima hayatında sıkıntı çeker. Kibirli insan da olmadığı gibi görünmek
istediğinden dolayı sürekli kendini ağır yüklerin altına sokar ve altında
ezilir. Olayları kötü değerlendirerek su-i zan eden bir insan ise, en kısa
bir zamanda su-i zanna uğrar, cezasını hemen çeker.12

Kötü ahlâk ile acele cezası, güzel ahlâk ile mükafatı arasında bu
tarz bir ilişkinin farkına varan bir kısım insanlar zannetmişler ki, iyilik
ve kötülük eşyanın kendi tabiatındandır. Cenab-ı Hak da, eşyanın
herkesten daha iyi bildiğinden dolayı iyilikleri emretmiş, kötülükleri
yasaklamıştır. Halbuki, iyilik ve kötülük Cenab-ı Hakk’ın
emretmesine ve yasaklamasına bakar. Fakat, Cenab-ı Hak yaratırken de, elbette
hikmetle yaratacaktır. Onun Hakim ve Adil ismi gereği iyilikler hem dünyada
hem de ahirette lezzet verdiği gibi, yasakladığı kötülüklerde iki dünyada
acı ve elem çektirecektir.

İrade ve Hürriyet

İnsana ait davranışların ve fiillerin iyi-kötü, güzel-çirkin,
itaat-isyan gibi ahlâki özellik taşıyabilmeleri için irade ve hürriyetin
olması gereklidir. Çünkü Allah’ın
yaratmış olduğu her şey zaten güzeldir, hayırdır. Güzelin yansıdığı
aynanın güzelleşmesi gibi, Esma-i Hüsna sahibi olan Allah’tan
çirkin bir şey gelmesi mümkün değildir. Öyle ise olgulara değer katan
insanın iradesi, tercihi ve niyeti olmalıdır.

İnsanın fiillerinde hür olup olmadığı ve iradesinin fonksiyonu üzerinde
kelam tarihi boyunca yoğun tartışmalar yapılmıştır. Bütün fikirlerin özü
ise temel olarak şu üç görüş üzerinde yoğunlaşmaktadır. Bunlar,
Cebriye, Mutezile ve Ehl-i Sünnetin görüşleridir. Cebriye insanın hürriyetinin
olmadığını benimsemiş, sebebe ayrı sonuca ayrı birer kaderin baktığına
inanmıştır. Böylece insanın hiçbir gücünün olmadığını, iradesinin
bulunmadığını ve diğer varlıklar gibi davranışlarını yapmakta mecbur
olduğunu kabul etmiştir. Mutezile ise, insanın fiillerini kendinin yarattığına
inanmış ve bunun neticesi olarak da kaderi inkar etmek derecesine gelmiştir.
Mutezile’nin Allah’ı şer ve kötülüklerden tenzih
etme, insanı yaptıklarından sorumlu tutma ve imtihanı anlamlı kılma
niyeti, neticede onları Allah’a
ortak koşmaya ve fiilleri yaratmada mecbur tutma cüretine götürmüştür.
Ehl-i Sünnetin bu konudaki görüşü ise, ne cüz’i ihtiyarı
ne de kaderi inkar etmemektir. İnsan fiillerinin yaratıcısı değildir, fakat
fiillerini seçme hürriyetine sahip kılan irade sahibidir. Ehl-i Sünnetin bu
görüşünü Yirmi Altıncı Söz’de
Bediüzzaman akla gelebilecek soruları bütün ayrıntılarıyla
ele almış ve aklı ikna edecek derecede izah etmiştir. “İrade
ile kaderin varlığı nasıl birbirine uygun düşer?”,
“Kader olayların meydana gelişini zorunlu kılar mı?”,
“İrade ve ihtiyar mevcud mudur?”,
“Bu dünyadaki çirkinlikler, kötülükler kaderin her şeyi güzel yaratmasıyla
nasıl bağdaşır?” gibi birçok soruların cevaplarını
bulmak isteyen ve konuyu detaylı bir şekilde araştırma arzusunda olanları “Kader
Risalesi”ni okumaya davet ediyoruz.

Niyet ve Ahlâki Yükümlülük

İnsan nereye kadar sorumludur?

İnsanın sorumluluğu anlama, kavrama mertebesinin ölçütlerine göre değişmektedir.
İnsanın anlayışının birçok mertebeleri vardır. Öncelikle bir meseleyi
hayal eder, zihninde canlandırır (tahayyül). Sonra düşünmeye başlar, şekil
ve suret giydirir (tasavvur). Bir basamak sonra, üzerinde fikir yürütür, ölçer,
biçer, tartar, tarafsızcasına doğruluk derecesini anlamaya çalışır
(taakkul). Daha sonra o mesele üzerinde görüş sahibi olur (tasdik). Sonraki
mertebede doğruluğunu kabul ettiği meseleyi uygulayarak boyun eğer, söz
dinler (iz’an). Kabul ettiği
ve tarafından gözüktüğü meseleye taassup derecesinde bağlılık gösterir
(iltizam). En son olarak da iç dünyasında makes bulup, yaşantısına akseden
o mesele hakkında sapa sağlam bir inanç sahibi olur (itikad).13 İnsanın
sorumlu olmadığı mertebeler ilk üçü olan “tahayyül”,
“tasavvur” ve “taakkul”u kapsamaktadır. Yani bir
şeyi hayal etmek, düşünmek ve akletmek mesuliyet gerektirmemektedir. Küfrün
hayal edilmesi ve düşünülmesi bile küfür kabul edilmediği halde, gayri
ahlâki hal ve hareketlerin düşünülmesi gayri ahlâki değildir. Ne zaman ki
tasavvur, taakkul tasdik mertebesine ulaşır ve bir görüş suretini alır, yükümlülük
o zaman insan için başlamış olur.

Tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, nasıl ki tasdik ve iz’an
değiller; öyle de, şüphe ve tereddüt sayılmazlar.
Fakat, eğer lüzumsuz yere tekrar ede ede müstekar (devam edici) bir hale
gelse, o vakit, hakiki bir nevi şüphe ondan tevellüd edebilir (doğabilir).
Hem bitarafane (taraf tutmayarak, tarafsızca) muhakeme (hüküm verme) namiyle
ve insaf namına deyip, şıkk-ı muhalifi (karşı görüşü) iltizam (gereğine
inanma) ede ede ta öyle bir hale gelir ki, ihtiyarsız, taraf-ı muhalifi (karşı
tarafı) iltizam eder; ona vacib (zorunlu) olan hakkın iltizamı kırılır. O
da tehlikeye düşer; hasmın (düşmanın) veya şeytanın bir vekil-i fuzulisi
(gereksiz vekili) olacak bir halet, zihninde takarrür eder (yerleşir).14

İnsanlar, yapılan fiil ve hareketlerin kendisinden mi, yoksa o işin yapılma
niyetinden mi sorumludurlar?

Aşağıdaki başlıklarda daha ayrıntılarıyla inceleyeceğimiz üzere,
fiil ve hareketlerin bizzat kendileri güzel veya çirkin, ahlâki ve gayri ahlâki
değillerdir. Öyle ise, insanı sorumluluk altına alan onun niyetinden geçmektedir.
Fakat, şunu unutmamak gerekir ki, tek başına fiilsiz niyetin tesiri, özellikle
amele bakan meselelerde yeterli değildir. Allah’ı
sevdiğini söylediği halde, O’nun
Habibi’nin (a.s.m.) hal ve hareketlerine benzemeye çalışmayan
insan için “niyet” fonksiyonunu
yitirmiş olur.

Niyet öyle tesirli bir iksirdir ki, eşyanın mahiyetini değiştirir; hayrı
şerre, şerri hayra çevirir. En sıradan hareketleri ibadete dönüştürdüğü
gibi, gösteriş için yapılan ibadeti de günaha çevirir.15 Öyle ise, ne yapıldığı
önemli olmakla birlikte tek başına yeterli değildir. Ondan bir derece daha
önemli ve ehemmiyetli olan ne için yapıldığıdır. Örneğin, iki insan da
başını secdeye koyuyor. İkisinin de yaptığı hareketler dışarıdan bakılınca
aynı. Fakat biri sırf Allah’ın rızasını kazanmak için,
ona ibadet niyetiyle başını secdeye koyuyor. Diğeri ise, müşterileri çekmek
ve güvenilebilecek bir insan olduğu imajını vermek gibi, birtakım dünyevi
menfaatleri elde etmek niyetiyle o hareketi yapıyor. Birincisi, hayır işleyerek
sevap kazanırken, ikinci şahsın yaptığı secdeye kapanma hareketi kendisine
günah kazandıran kötü bir hareket oluyor.

Peygamber Efendimiz (a.s.m.) bir hadis-i şeriflerinde “Mü’min’in
niyeti amelinden hayırlıdır”
demiştir. Yani, Allah’ın nazarında insanların davranışları
içinde en makbul olan “külli bir
niyetle ve sonsuz bir inançla” yaptıklarıdır. Bu
meseleyi Yirmi Dördüncü Söz’ün İkinci
Meyvesi’nde geçen bir temsil ile
anlamaya çalışalım: Bir zaman padişahın biri, halkının
sadakat ve hürmet derecelerini ölçmek için onların hediyelerini kabul
ediyor. Padişahın huzuruna girenler arasında fakir bir adam da var. Bu adam
huzura kabul edilince bakıyor ki, ülkedeki meşhur insanlar ve zenginler en güzel
hediyeleri padişaha sunmuşlar. Kendi elindeki padişaha getirdiği hediyeye
bakıyor ve onların getirdiği hediyelerin yanında çok değersiz kaldığının
farkına vararak üzülüyor. Fakat, birden padişaha şöyle sesleniyor: “Ey
Seyyidim! Bütün gözümün önündeki hediyelerin bir mislini sana takdim
ediyorum. Çünkü sen, onlara layıksın. Eğer benim
zenginliğim ve gücüm olsaydı, bunları tamamıyla sana hediye ederdim.” İşte, padişah da, o fakir adamın sadakatini, hürmetini,
niyetindeki yüksek dereceyi en büyük hediye gibi kabul ediyor.

Biz de Allah’ın
huzuruna namazımızla çıktığımız anda, o fakir adamın hali gibi bir
durumu yaşıyoruz. Bakıyoruz ki, dört büyük melekten tutalım da bütün
melek cinslerinin ibadetleri, galaksilerden atomlara kadar bütün varlıkların
ubudiyetleri parlak bir tarzda Cenab-ı Hakk’a
sunulmuş. Bizim kusurlu, yarım yamalak yaptığımız kulluğumuz ise, onların
yanında neredeyse bir hiç hükmünde kalıyor. Fakat, namazımızda
“Ettahiyyatü lillah” demekle, bütün onların
kulluklarını Cenab-ı Hakk’a takdim
ederek külli niyetimizle ve sonsuz inancımızla diyoruz
ki: “Ey Allah’ım!
Bütün varlıkların ibadetlerini Sana sunuyorum. Eğer elimden gelseydi, onlar
kadar sana ibadet edecektim. Çünkü sen, onlara, belki daha fazlasına layıksın.”
İşte bu niyet ve inanç insanı bütün varlıkların üzerine
çıkaran, insana ait bir gizli şifre ve tılsım mahiyetinde.

Aynı şekilde, “El mübarekatühü”
dememiz de külli bir niyeti içinde barındırıyor. Çünkü,
bu kelime bütün bitkilerin tohumlarının ve çekirdeklerinin, hayvanların
yumurtalarının niyetleriyle yaptıkları kullukları Cenab-ı Hakk’a
sunmak manalarını içinde derc ediyor. Örneğin, bir
kavun içindeki binlerce çekirdeklerin niyetleriyle diyor ki: “Ya
Halıkım! Bana öyle bir güç ver ki, yeryüzünün her
tarafında senin güzel isimlerinin nakışlarını ilan edeyim.”
Cenab-ı Hak, gelecek şeylerin nasıl geleceklerini bildiği
için, onların niyetleri var olmuş gibi kabul ediyor. Bitkilerin tohumlarının
ve çekirdeklerinin bile potansiyel halde, harice çıkmamış niyetlerini kabul
eden bir Yaratıcı, elbette insanın niyetini daha mükemmel bir şekilde kabul
edecektir. Bütün bu sırlardan dolayıdır ki, insanların niyetleri davranışlarının
ve hareketlerinin faziletlerini ve kıymetlerini arttırmak bakımından büyük
tesir icra eder.

Ayrıca, Yirmi Dokuzuncu Mektup’ta
geçen “nun-u na’büdü”16 nüktesinde anlatılan
hakikatler de, külli niyet noktasında insanın ne kadar büyük bir mertebeye
yükselebileceğini göstermesi açısından ayrıntılı bir şekilde
incelenmeye değer bir bölüm mahiyetindedir. En kısa bir zamanda, bir de bu
pencereden okumaya çalışalım.

Nisbi Ahlâki Hakikatler

Güzellik-çirkinlik, hayır-şer, eşyanın ve fiillerin güzellik ve çirkinlikleri
kendi özelliklerinden mi kaynaklanmakta; yoksa Cenab-ı Hakk’ın
emretmesiyle güzel, nehyetmesiyle (yasaklama) çirkin olmaktadır? Bu mesele üzerinde
birinci görüşü Mutezile imamları dile getirmişlerdir. Onlara göre varlıklar
ve fiiller ahiret itibariyle ya güzeldir ya da çirkindir. Bu sebeple Cenab-ı
Hakk’ın bir işi
emretmesi ve yasaklamasını varlıkların kendilerine ait özelliklere tabi
yapmışlar ve Onun iradesine sınır koymuşlardır. Ehl-i Sünnet imamları
ise, hayır ve şerrin Cenab-ı Hakk’ın
emrine ve yasaklamasına bağlı olduğunu ifade etmişlerdir. Yani, iyilik ve kötülük
fiilin kendi özelliklerine göre değil, neticesine ve amacına göre değer
kazanır. Zaten kainattaki hakikatlerin büyük bir kısmı nisbi hakikatlerdir.
Dolayısıyla yaptıklarımız kendi başına ne iyidir, ne kötüdür. Mesela
cesaret iyi, korku kötü; zenginlik iyi, fakirlik kötü; tutumluluk iyi,
harcamak kötü gibi bir ayrıma gidebilmek mümkün değildir.

Ahlâk, fazilet, hayır, güzellik ve iyiliğin büyük bir kısmı nisbi
hakikatlerdir. Nevlere, sınıflara, zamana, mekana ve kişilerin bulundukları
konumlara göre değişik mahiyet alır. Cesaret ve cömertlik erkekte bulunduğu
zaman, gayrete fedakarlığa ve yardımlaşmaya sebep olduğundan faziletli, güzel
bir davranıştır. Fakat, kadındaki cesaret ve cömertlik ise onu eşinin
haklarına saygı duymaktan alıkoyduğundan, emniyet ve sadakati zedelediğinden
dolayı kötü ahlâktan sayılır. Yine zayıfın güçlüye karşı izzetini
koruması, başını dik tutması güzel bir davranış olduğu halde; güçlünün
zayıfa karşı büyüklenmesi kibir olacağından kötü huy kabul
edilmektedir. Bir amir makamında ciddi davranmalıdır, alçak gönüllüğü
ve tevazu göstermesi, makamın gerektirdiği izzetli hal olan vakara aykırı
bir davranış olacağından kötüdür. Fakat aynı amirin evinde sergileyeceği
ahlâki tavır kibri gösteren vakar değil, tevazuu gösteren alçak gönüllülük
olmalıdır.

İnsanın işlerinde sergileyeceği davranışların yeri ve zamanı da iyi,
güzel olmasına tesir eder. Mesela, işin başlangıcında Allah’tan
“her şeyi nasip eden, zaten O’dur” diyerek bekleyiş içinde olmak ve hiç
bir gayret göstermemek kötü ahlâktan sayılan tembelliktir. İşin bütün
gereklerini yerine getirdikten sonra, neticeyi Allah’tan istemek ve kısmetine
razı olmak ise güzel ahlâktan olan tevekküldür.

Olaylara muhatap olunan cihet de davranışların keyfiyetini etkiler. Kişinin
kendi hesabına fedakarlık göstermesi, hoşgörülü olması güzel bir ahlâk
kabul edilirken, başkası hesabına ve namına olduğu taktirde hıyanet gibi
alçak bir davranış olur. Aynı kişi kendi namına tevazu göstererek alçalabilir,
fakat övünemez. Milleti namına ise övünmesi güzeldir, tevazu eder derece
alçalması ise çirkin kaçan bir davranıştır.17

Bütün bu örneklerden anlaşıldığı üzere sureten birbirine benzeyen
davranışlar, manen ve ahlâken birbirine tamamen zıt olabiliyor. Tevazu
tezellül ile, vakar tekebbür ile iktisat cimrilik ile görünüşte benzediği
halde hakikat cihetiyle bütünüyle birbirinden farklı hasletlerdir.

Ahlâkın bu nisbi özelliği sebebiyle, insan bulunduğu yere, zamana ve
makama göre birçok farklı şahsiyetlere sahip olmaktadır. İşinde vakarlı
iken evinde mütevazi, kendine karşı yapılan yanlışlıklara karşı hoşgörülü
iken milleti ve vatanı için yapılanlara karşı müsamahasız ve hamiyetli, mü’minlere
karşı şefkatli iken aynı andan inançsızlara karşı öfkeli ve şiddetli
olması gerekmektedir.

Hayır ve Şer

Kainatta cereyan eden olaylarda asıl olan hayırlardır. Her şeyde, hatta
en çirkin görünen şeylerde bile, gerçek bir güzellik yönü bulunmaktadır.
Bize şer, kötü gibi gelen hadiselerin altında birçok rahmet ve merhamet gülümsemeleri
saklıdır. Öyle ise, olaylar ve varlıklar ya bizzat ya da neticeleri
itibariyle güzeldir. Risale-i Nur terminolojisinde, birincisine “hüsn-ü
bizzat”, ikincisine de “hüsn-ü bilgayr” denmektedir.18

İnsan yalnızca kendisine bakan yönden olayları hayırlı ve şerli olarak
değerlendirdiğinden ve de algılarına tam manasıyla güvendiğinden çirkin,
şer olduğuna hükmedebilmektedir. Fakat, kainattaki işleyiş yalnızca insanın
menfaatlerine ve anlayışının ölçülerine göre cereyan etmemektedir. Öyle
ise, kendisine dokunan küçük bir şer için, o olayın bütün hayırlı
neticelerini görmezlikten gelmek, akla uygun bir davranış olmasa gerektir.
Mesela, yağmurun yaratılması canlı hayatının devamı, havanın
temizlenmesi, yeryüzünün yıkanması gibi birçok hayırlı neticelere bakar.
Fakat, tedbirsizlik yapıp şemsiyesini yanına almayan veya yazlık ayakkabısını
giyen bir insanın ıslanması, çamura batması gibi küçük şerlere maruz
kalması, yağmurun yaratılmasını şer olarak görmek için geçerli bir hüküm
değildir. Kötü, çirkin diye nitelemek ise, insafsızcasına ve bütün hayırlı
neticelere hiçe saymak kadar akılsızcasına bir değerlenme olacaktır. O kişinin
küçük bir zarara uğramaması için, eğer yağmur var olmamış olsa, bütün
hayırlar güzel neticeler miktarınca çirkinlikler açığa çıkacaktı.

Aynı şey şeytanın yaratılması için de geçerlidir. Şeytanın varlığında
küçük şerlerle birlikte birçok hayırlı büyük gayeler mevcuttur. Çünkü,
bu sayede insanın çekirdek mahiyetindeki istidat ve kabiliyetleri açığa çıkarak
yeşermiş, ebedi alemde bir nevi ağaç olarak meyve verecek değeri kazanmıştır.
Nasıl ki, toprağa atılan yüz çekirdekten sekseninin bozulması, yirmisinin
ağaç olarak on binlerce meyve, yüz binlerce çekirdek vermesi, çürüyen
seksen çekirdeğin zararını kat kat telafi eder. Bunun gibi, şeytanların
yaratılmasıyla insanlığın yüzde sekseninin bozulmasının insanlık nevine
vereceği zararı, melekleri arkada bırakan yüzde yirmilik insan-ı kamillerin
(mükemmel insanlar; peygamberler, evliyalar, asfiyalar) kazandıracağı şeref
ve kıymet hiçe indirir. Kainatta en şerli varlık olan şeytanın yaratılması
bile, birçok hayırlı neticeleri veriyorsa; o zaman denebilir ki, şerler
izafidirler, hayırların sayısız mertebelerinin açığa çıkmasına hizmet
ederler.19

Ahlâki Değerler Akli midir, Yoksa Duygusal mıdır?

Ahlâk, duyguların mı, yoksa aklın mı konusudur? Bu anlamda felsefe
tarihi boyunca sürekli tartışma yaşanmıştır. Bir kısım filozoflar “aklı
duygulara hizmet etmekle yükümlü bir köle”
olarak görecek kadar duyguları ön plana çıkartırken,
bir kısmı da “hiç kimse bilerek kötülük
yapmaz” diyecek kadar akıl ve bilgiyi ahlâkın
merkezine yerleştirmişlerdir.

Ahlâki değerlerin şahıslara, dolayısıyla şahısların duygularına göre
değişmekte olduğunu, bilindiği kadarıyla ilk olarak öznelci Sofistler
ileri sürmüşlerdir. Onlara göre, herkes istediği şeylere değer verir ve
yaptığının doğru olduğunu ileri sürebilir. Fakat böyle bir ahlâki anlayışla
yapılan en basit bir davranışta bile tutarlılık yoktur. Mesela, duygularıyla
hareket eden bir insan için ahlâkın temel erdemlerinden olan adaletli
davranmakta bile birçok çelişkili haller yaşanacaktır. Kararlarını ve
davranışlarını duygularına göre belirleyen bir hakim düşünelim. Sanık
sandalyesinde oturan dostu olsun yada kendisine göre rejim düşmanı biri
olsun. Sanık hakkında vereceği kararlar ne kadar ahlâkın, ne kadar da
hukukun prensiplerine uygun olacaktır?

Ahlâki ilkelerin duygulara dayandığını ileri süren başka bir görüş
de, faydacı ahlâk geleneğinin kurucuları olan İngiliz filozoflar Hume,
Bentham ve Mill tarafından ileri sürülenidir. Onlara göre ahlâkilik, insanın
bir fiile karşı olumlu bir duyguya sahip olmasıyla sağlanmış olur. En büyük
sayıda insana en büyük ölçüde mutluluk sağlayan her türlü eylem, onlar
için doğru kabul edilmiştir. Fakat faydacı anlayışa göre azınlıkların
ve bireylerin haklarının korunması mümkün değildir.

Ahlâkın aklın konusu olduğunu en etkili bir şekilde dile getirenlerin başında
Sokrat gelir ve kendinden sonraki talebelerini de bu yönde etkilemiştir. O
insanların ruhlarında, ahlâki doğruların gizli bir şekilde var olduğunu düşünür.
İnsanın görevi ise bu gizli bilgileri açığa çıkarmaya çaba sarf
etmektir, der. Bu sebepten Sokrat için ahlâk bilgi ile alakalıdır ve bilen
bir insanın isteyerek kötülük yapamayacağını düşünür. Bu düşünce
tarzına göre iradenin hiçbir fonksiyonu yoktur. Aklın tasdik ettiği bütün
doğrular, ister istemez otomatik olarak yapılacaktır. Sokrat’ın
öğrencileri olan Eflatun ve Aristo da hocalarını takip ederek, ahlâki gerçeklerin
insana ait hazlardan ve duygulardan bağımsız olduğunu düşünmüşlerdir.
Haz ahlâkı denen Hedonizm’e şiddetli
bir şekilde karşı çıkmışlardır. Gerçi, Aristo, Eflatun kadar hazzın
karşısında değildir. Belli bir ölçüdeki hazzın iyi bir şey olduğunu düşünmüştür.
Zaten kendisinin ahlâki felsefesine de “orta yolcu” demek mümkündür.
Oburluk derecesinde aşırı yemek de, yemeden içmeden kesilmek de, ona göre
doğru davranış değildir. Orta yolun gereği ihtiyacı miktarınca yemek
gereklidir. Hatta bunda da tamamıyla katı bir düşünceye sahip değildir.
Yani orta yolun insanlara göre değişebileceğini söyler. Örneğimizden
hareket edecek olursak; iri yarı bir adamın ihtiyacı ile çelimsiz bir adamın
ihtiyacı birbirinden farklı olacağından, yemek yeme miktarları da
birbirinden ayrı olacaktır. Gerçi bazı ahlâki davranışların orta yolu da
yoktur ya. Örneğin, ya doğru söylersiniz, ya da yalan…

Bir davranışın ve halin ahlâki olabilmesi için iki temel özelliğe
sahip olması gerekmektedir. Bunlardan birincisi, ahlâki değerlerin mutlaklaştırılabilirliğinin
(evrenselleştirilebilirlik) sağlanması. İkincisi ise bağlayıcılığın
(otorite zorunluluğu) temin edilmesidir.

Duyguların esas alındığı evrensel bir ahlâk kuralı oluşturmak mümkün
değildir. Çünkü duygular, her insanın istek ve çıkarlarına göre değişime
uğramaktadırlar. Eğer ahlâki değerler insan aklının ürettiği bir takım
ilkeler ise, değerlerin ömrü, kişinin ve toplumun değişime dayanabildiği
süreye kadar devam ederler. Madem ki, insan aklı sürekli olarak gelişmekte,
eskiden göremediği hikmetleri yeni yeni fark etmektedir ve bu böylece devam
edecektir. Öyle ise, akıl da tek başına yeterli değildir. Belki, bütün
zamanlardaki insanların akıllarına hitap eden külli bir akıl gereklidir.
İşte, ahlâki değerler külli akıl dediğimiz Şeriata dayandığı müddetçe
canlılığını koruyabilir. Aksi halde parçalanmaya, yenilenmeye mahkumdur.

İnsanın yaratılışında çok önemli bir gerçek vardır ki, o da
hayvanlardan farklı olarak insaniyete layık bir şerefle yaşamak istemesidir.
Giyiminden, yemesinden barınmasına kadar birçok ihtiyaçları vardır ve
bunları en güzel bir şekilde temin etmek ister. En güzel giysileri, en
lezzetli yemekleri ve mükemmel bir çevrede bina edilmiş konakları, yalıları
arzu eder. Bunun için ise diğer insanlarla yardımlaşmak zorundadır. Çünkü
bir insan aynı anda hem terzi, hem aşçı, hem marangoz, hem inşaatçı gibi
birçok meslekleri bilmesi gerekecektir. Bunların hepsini tek başına öğrenmesine
hem zamanı hem de gücü yetmez. Öyle ise alış-veriş ile diğer insanların
ürettikleri mallardan istifade etmeye çalışacaktır. Fakat, insanın ruhuna
takılan kuvvelere yaratılıştan bir sınır konulmaması sebebiyle, birlikte
yaşadığı insanların haklarına tecavüz etmesi muhtemeldir. Mesela, öyle
bir hırsı vardır ki, sahip olduğu hiçbir şey onu doyurmaz, hep daha fazlasını
arzu eder. Sınırsız derecede aç olan duygularını, ancak aklı ile sakinleştirmesi
mümkündür. Fakat, insanların akıllarına da herhangi bir şekilde sınır
konulmamıştır. Bir kısım insanlar “doğruyu yanlış,
yanlışı doğru gösterebilecek kadar”
cerbezeli bir akla sahipken, diğer bir kısmı ise “ne
doğruyu ne de yanlışı ayırt edemeyecek kadar”
gabi bir akla sahiptir. Hem de böyle farklı bir çok
dereceye sahip akılların bulunduğu bir toplumda, ortak bir adalet üzerine
uzlaşılması mümkün değildir. O zaman bütün akıllardan yüksek külli
bir akla ihtiyaç vardır ki, o da Şeriattır.

Hem de insanlık, sürekli olarak bir gelişmeyi ve terakkiyi yaşamaktadır.
Gözümüz önündeki bu kadar teknolojik gelişmeler ile fenlerdeki
ilerlemeler, insanın çekirdek mahiyetindeki istidatlarının yavaş yavaş açığa
çıkarak birikmesiyle meydana gelmiştir. İnsanların kendi akıl ve duygularına
başvurarak kabul ettikleri ahlâki prensipler de aynı şekilde birçok tecrübeler
ve olaylar yaşandıktan sonra ortaya çıkmıştır. Sürekli olarak da bir
sonraki duruma dar gelmekte ve parçalanmaktadır. Fakat, Şeriatın koymuş
olduğu ahlâki prensipler ise vücudun derisi gibi insanlığın gelişmesine fıtri
olarak ayak uydurmaktadır.

Ahlâki değerler her ne kadar herkes tarafından bilinse de, pratikte yaşanması
apayrı bir sorun olarak karşımıza çıkar. Doğruyu, güzeli, iyiyi bilmek
tek başına yeterli değildir. Bu nedenle öyle bir otorite olmalıdır ki,
vicdanlara da tesir etmelidir. Maalesef insanların Şeriattan bağımsız
olarak yerleştirmeye çalıştıkları ahlâki değerler, işte böyle bir özellikten
mahrumdur.

Mutluluk ve Saadet-i Dareyn

Günümüze kadar birçok feylesof tarafından, hayatın ve ahlâkın
gayesinin mutluluk (saadet) olduğu düşünülmüştür. İdeal manada mutluluğu
ise hiçbir amaca vasıta olmayan, gayesi yalnızca kendisi olan şey olarak
tarif etmişlerdir. Bu anlamdaki mutluluğa ulaşabilmenin ise sağlıklı düşünme
melekesi ile güzel ahlâk sahibi olmakla mümkün olacağına inanmışlardır.

İlk olarak saadet ve mutluluğu ikiye ayırmakla konumuza başlayalım.
Bunlardan birincisi dünya saadeti ve mutluluğu, ikincisi ahiret. Bir kısım
hazcılar gibi ahireti düşünmeyerek “Ne
varsa bu dünyada var, hayatın en sıradan lezzetlerini
dahi tatmak lazım” diyerek yaşamak
da eksiktir; bir kısım sofiler misali yalnızca ahireti düşünüp dünyayı
“cife” diye tabir ederek bütün bütün terk etmek de.

Dünya saadetinin ise iki ciheti vardır. Biyolojik ve
duygusal lezzetlerle elde edilen saadet ile kabiliyet, maharet ve meziyetlerin açığa
çıkmasıyla kazanılan psikolojik lezzetlerin verdiği saadet. Yalnızca
biyolojik ihtiyaçları en güzel bir şekilde karşılamak, insana gerçek
mutluluğu ve saadeti sağlamaz. Ruhu cehennemde olan bir insanın, cennet gibi
bir ortamda lezzet alması, mutlu olması mümkün olmadığı gibi, yalnızca
bu dünya saadeti insanı tatmin etmek için yeterli değildir. Öyle ise ahlâk,
insana iki dünya saadeti kazandıracaksa anlamlıdır.

İnsan, hayvan gibi olamaz. Sadece şimdiki zamanda aldığı lezzetlerle
tatmin olmadığı gibi, geçici bir hayattan ibaret olan dünya hayatından da
haz ve lezzet alması, onun için yeterli değildir. Çünkü devam etmeyen
lezzet, insana büyük acılar çektirir. Bu sırdandır ki, gelecekteki daimi
bir saadet uğruna gerekirse şimdiki geçici saadetinden vazgeçebilmek insana
mahsus akılcı bir davranıştır. Peygamber Efendimizin (a.s.m.) buyurduğu
gibi: Dünyanın bin sene mesudane mutlu bir hayatı, bir saatine değmeyen
cennet hayatı ve cennet hayatının dahi bin senesi, bir saat müşahedesine değmeyen
Cenab-ı Hakk’ın
cemalini ve kemalini görmeye gitmek olan ebedi saadeti amaç edinmek, insanın
en büyük ideali olması zaruridir. Böyle bir netice ise, ahlâki kaidelerin
temelini teşkil eden iman, marifet (Allah’ı
tanıma ve bilme) ve muhabbetullah (Allah’ı
sevme) ile mümkündür.

Yaratılışın en yüksek gayesi Allah’a
iman etmektir. İnsanın kazanabileceği en yüksek makam
ve şeref ise Allah’a iman
hakikatinin içindeki O’nu hakkıyla bilebilme, tanıyabilme
hadisesidir (marifetullah). O’nu tanıyan
ve bilen bir insan ise en parlak saadet ve lezzet olan “Allah
sevgisini” (muhabettullah) yakalamıştır.20 Bu
demektir ki, gerçek saadet ve mutluluk imandan, marifetullahtan ve
muhabbetullahtan geçmektir. Fakat nasıl bir iman? İşte, Bediüzzaman hakiki
saadete götüren imanın nasıl olması gerektiğini Yirmi İkinci Söz ve
Yirminci Mektub gibi eserlerinde tevhidi en ince teferruatına kadar izah
ederek, bizlerin ufuklarını açmaktadır.

“İman tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü,
tevekkül saadet-i dareyni iktiza eder”21
kaidesince iki dünya saadeti sadece, tevhidi bir imanla mümkün
olabilmektedir. Tevhidi manada bir iman ise zerrelerden canlılara,
sistemlere, dev gökadaların toplamından teşekkül etmiş süperkürelere22
kadar bütün varlıklarda Allah’ın
varlığını ve birliğini, hiçbir ortak ve yardımcıya ihtiyacı olmadığını
görebilmekle mümkündür. Böyle bir inanca sahip olan insan, kendisini
yaratan Zatı bulur ve merhametine sığınır, her türlü ihtiyaçlarına ulaşır;
kudretine dayanır, her türlü musibetlerden, korkulardan kurtulur. Hem bu dünyada,
hem de ahirette sonsuz bir mutluluğa, saadete kavuşur.

Seküler Ahlâk

Günümüzün çağdaş dünyasındaki egemen görüş, dinsel inançlardan
kendini koparmış olan bilimselliktir. Fen bilimleri ile sosyal bilimlerde
meydana gelen hızlı gelişmelerin, insanın ahlâki yönden istediği çok
daha huzurlu ve mutlu bir hayatı yaşamak arzusunu tatmin edemediği aşikar
bir gerçektir. Aksine, bilimsel ve teknolojik gelişmeler kötülük araçlarını
daha da arttırmış ve hayatı zehir edebilecek olayları alabildiğine çoğaltmıştır.
İnsanlık iki dünya savaşını, son yüzyılında görmüş ve şimdiye kadar
tüm insanlık tarihinde yapılan tahribatın bir mislini gerçekleştirme
talihsizliğini yaşamıştır. Bu şekildeki bir bilim ne kadar saadet getirir
ve ne derece ahlâkî gelişme sağlayabilir? Elbette, şimdiye kadar gerçekleşmeyen
bir imkanın varlığını düşünmek oldukça güç olacaktır.

Teknolojinin gelişmesi dünya üzerinde homojen olmamıştır. Günümüzün
yoksulları ile zenginleri arasında müthiş uçurumlar meydana gelmiştir. Dünyanın
dört bir yanında iş yapan sermaye sahipleri (küresel işadamları), özgürlüğün
alabildiğine tadını çıkarırken, diğer tarafta fabrikaların içlerine
hapsedilmiş sayısız insanlar, modern köleliğe mahkum edilmiştir.

Kapitalizmin hakim olduğu seküler ahlâk anlayışında, ahlâkilik para ve
kazanç getirme oranına göre değişmektedir. Hatta ilginçtir, Cennetteki
makamın, rahat ve mutluluk derecesinin dünyadaki zenginlik durumuna göre değişeceğine
olan inanç, seküler ahlâkın nerelere ulaştığını göstermesi açısından
önemli bir örnektir. Bu tarz bir düşünce emek-sömürü felsefesi ahlâkileştirme
amacına da hizmet etmektedir. Kapitalizmin ahlâk anlayışına göre kâr ve
kazancı çoğaltan her türlü davranış ahlâkidir. Yüksek faizle sermaye
biriktirme, işçinin ücretinden kısarak az ücretle istihdam etme, insanların
suni ihtiyaçlarını reklam ile körükleyerek tüketimi arttırma ve aldatarak
malını satma gibi davranış şekilleri, günümüzün ahlâki değerleri olmuştur.
Öyle ki, dış pazarlardaki menfaatlerin elden kaçırılmaması için ekonomik
ve siyasi karışıklık çıkarmaktan tutun da, gerekirse gözünü kırpmadan
savaş açmalara kadar her türlü entrikalar ve zulümler, yeni dünya düzeninin
ahlâk anlayışının ürünleridir.

İleri haberleşme imkanları sayesinde dünyanın çeşitli bölgelerinde yaşanan
hadiseler ve kötü hayat koşullarına terk edilen insanların durumları, sıradan
her insan tarafından takip edilebilecek seviyeye gelmiştir. Fakat, bu durum
insanların birbirlerinin yardımına koşmalarına sebep olmak bir tarafa,
olaylara karşı ilgisizliğe ve hemcinslerine karşı sorumluluk duygularının
körelmesini netice verecek dereceye ulaşmıştır.

Sanayileşmenin getirdiği bolluktan istifade eden insanların da tam anlamıyla
mutlu oldukları söylenemez. Her artı ürün insanların sahip olamadıkları
bir ihtiyaç, sahip olanlar için ise kaybetme tehlikesiyle karşı karşıya
kaldıkları, sigortalanması gereken bir mülk durumunu kazanmıştır. Her
yeni çıkan değişik ürünler insanların ihtiyaç defterinin, gün geçtikçe
daha da kabarmasına neden olmaktadır. Garanti süresi dolmadan demode olan
bilgisayar parçalarından tutun da, arabaların modellerine kadar müthiş bir
şekilde tüketime zorlayan değişimler yaşamaktadır, dünyamız. Yepyeni
teknolojik ürünler, dünya pazarında girdikleri ve tüketildikleri her
toplumda kendi kültürel değerlerini de beraberinde getirmektedirler. Artık
insanların yaşadıkları mekanların estetiğini, giyinişlerini, yeme-içme
alışkanlıklarını, araba markalarını, hobilerini, eğlencelerini ve tatil
mekanlarını yeni seküler ahlâki değerleri ve kültürleri belirlemektedir.

Çağdaş medeniyet insanları biraya getirmiş ve bunun sonucu milyonlarca
insanın balık istifi gibi yığıldığı kalabalık ortamlar, yaşam mücadelesi
verdiği şehirler ve metropoller ortaya çıkmıştır. İnsanlar arasındaki
ilişki ağları karma karışık denebilecek kadar çoğalmıştır. Maalesef,
iletişimi arttıran her türlü gelişme yaşandığı halde, insanların
samimi olarak yakınlık duyduğu dostlarının azalması engellenememiştir.
Gittikçe kalabalıklaşan ortamlarda, ışık yıllarıyla bile ölçülemeyecek
derecede birbirinden uzak, yalnız hayatlar gizlenmiştir. Seküler ahlâk,
insanın hem iç dünyasını hem de dış dünyasını kirletmiştir. Beton ve
demir yığınları arasında bir nevi hapis hayatı yaşayan insanoğlu, şehrin
gürültüsü, hava ve çevre kirliliği ile trafiği gibi nice dertleriyle tam
bir ufuneti yaşamaktadır.

Günümüz seküler ahlâkının ve yaşantısının kaynağı, felsefenin
verdiği ahlâk derslerinin temel prensiplerinden doğmuştur. Yani yaşamak için
mücadele etmenin öğretildiği, maddeten ve serveten güçlü olanın daima
haklı olduğunun benimsetildiği ve hayatın gayesinin en ince lezzetlerine
kadar hevesleri tatmin etmekte yattığının telkin edildiği bir ahlâk anlayışı.
Elbette, böyle bir ortamda yetişen insanlar arasında çatışmaların, boğuşmaların
ve tecavüzlerin eksik olmaması kadar normal bir şey olamaz herhalde.

Kur’an Ahlâkı
ve Sünnet-i Seniyye

Bütün hakikatler gibi ahlâka dair ilkeler ve prensipler de sınırlı akıl
ve duygularla tam manasıyla kavranamazlar. Olayları bütün yönleriyle kuşatan
külli bir nazar olmalıdır ki, ifrat ve tefrite varmadan hakikatlerin ölçüleri
korunabilsin. Bu meseleyi Yirmi Beşinci Söz’de
geçen bir temsile uyarlamaya çalışırsak şöyle anlaşılabilir.
Denizin derinliklerinde birçok kıymetli mücevherlerin bulunduğunu düşünelim.
Bu mücevherleri aramak için birçok dalgıç denize dalıyor. Fakat, dalgıçların
gözleri kapalı. Bu sebepten araştırmacı dalgıçlar, el yordamıyla mücevherlerin
mahiyetini anlamaya çalışıyorlar. Dalgıçlardan biri uzun bir elmas buluyor
ve zannediyor ki, bütün hazine uzun bir direktir. Başka bir dalgıç ise küresel
bir yakut buluyor. Diğer birinin ise kare şeklinde bir zümrüt eline geçiyor.
Her bir dalgıç hazineyi, kendi eliyle keşfettiği mücevherlerin daha büyüğü
olarak hayalinde canlandırıyor ve öyle inanıyor. İşte felsefecilerin ahlâki
değerleri keşfetmek için harcadıkları çabalar, gözleri kapalı dalgıçların
misaline benziyor. Her bir felsefeci belki hakikatin belli bir kısmını keşfediyor.
Fakat, hakikat tamamıyla bizim tarif ettiğimiz gibidir dedikleri zaman,
hakikatin gerçek şekli değişiyor, ölçüsü kayboluyor. Kur’an’ın
ayetleri ise gözleri açık bir dalgıç gibi, hazineyi bütünüyle görüyor
ve ona göre tarif ediyor. Bu sebepten on beş asır önce belirlediği ahlâki
prensipler ve ilkeler halen gençliğini muhafaza etmektedir ve kıyamete kadar
da insanların ahlâki ihtiyaçlarına cevap verebilecek kabiliyette olduğu,
her geçen gün daha da iyi anlaşılmaktadır.

İnsanlık tarihinde şimdiye kadar ve özellikle de asrımızdaki bütün kötü
ahlâkların kaynağını iki kelimede özetlemek mümkündür. Bunlardan
birinci kelime: “Ben tok olayım,
başkası açlıktan ölse, bana ne.” İkince kelime ise: “Sen
çalış, ben yiyeyim.”
Bu kelimelerin içinde yatan düşünce sosyal hayatın dengesini bozacak kadar
etkilidir. Çünkü toplumun tabakaları arasındaki gerginliğe sebep olmakta,
var olan gerginliği ise daha da arttırmaktadır.

Toplumlar genel olarak zenginler ve fakirler ile havas ve avam diye
birbirinden bütünüyle ayrı iki tabakadan meydana gelmektedir. Sosyal hayatın
huzuru ve rahatı ise bu tabakalar arasındaki dengenin korunmasıyla devam
eder. Yani, zenginler fakirlere karşı sevgi ve şefkat duyduğu, fakirler de
zenginlere saygı ve itaat ettiği sürece, o toplumdan huzur eksik olmaz.
Fakat, her ne zaman ki zenginler, “Ben tok olduktan sonra başkası açlıktan
ölse bana ne.” diyerek fakirlere her türlü eziyeti, haksızlığı
ve ahlâksızlığı reva görürler; fakirler de “Sen
çalış, ben yiyeyim.”
anlayışında olan zenginlere kin ve düşmanlık
besleyerek kötü ahlâk sahibi olurlar, işte o zaman sosyal hayat korkunç çalkantılar
geçirir, huzur ve saadet kaybolur. Yirmi birinci asra adım attığımız bu yıllarda,
halen toplum tabakaları arasındaki çatışmaya çözüm bulunamadığı için,
bir türlü toplum barışı sağlanamamıştır. Halbuki, bin beş yüz sene önce
indirilen Kur’an, zekatı
emrederek ve faizi yasaklayarak bu yarayı tedavi etmiştir ve kötü ahlâkın
kaynaklarını kökünden keserek imha etmiştir.23

Her bir ilmin, fennin ve teknolojik gelişmenin hakikatleri Cenab-ı Hakk’ın
bir ismine dayandığı24 gibi, ahlâki güzellikler ve olgunluklar da Cenab-ı
Hakk’ın bir
ismine dayanmakla mana kazanır. Nasıl ki, mühendislik Cenab-ı Hakk’ın
Adl ve Mukaddir ismine dayanır ve o isme yapışmakla ilerler, öyle de güzel
ahlâk Cenab-ı Hakk’ın
başta Latif, Kerim, Hakim ve Rahim gibi isimlerinin cilvesi olması zaruridir.
Bütün güzel isimler (Esmaü’l-Hüsna)
kendisine ait olan Allah, isimlerinin güzelliklerine ve mükemmelliklerine en
parlak ayna olan insanların güzel vaziyetlerini ve iyi
hallerini görmek isteyecektir. Kendisi görülmeyen, binlerce perde arkasında
bulunan Cenab-ı Hak, elbette, hoşuna giden ve razı olduğu fiilleri, halleri,
sözleri ve hareketleri bir model hükmündeki en sevdiği kulunda gösterecek
ve ezeli sözlerinde (kelam-ı ezeli olan Kur’an-ı
Kerim) açıkça bildirecektir. İşte ahlâkın özü ve kaynağı Kur’an’ın
ayetleri ve Resul-i Ekrem’in (a.s.m)
Sünnet-i Seniyyesidir.

Resul-i Ekrem’in (a.s.m) ahlâkı, bizzat Cenab-ı
Hak tarafından övülmüştür. Kalem Suresi’nin
dördüncü ayetinde Cenab-ı Hak, onun ahlâkı için “Şüphesiz
sen pek büyük bir ahlâk üzerindesin” diyerek taltif etmiştir. Hatta, onun
ahlâkına uygun davranışlarda bulunmak o kadar önemlidir ki, yaratılışın
en yüksek gayesi olan “muhabbetullah”la denk tutulmuştur. Al-i İmran
Suresi’nin otuz birinci ayetinde, Cenab-ı Hak Peygamber
Efendimize şöyle emretmektedir: “De
ki: Eğer Allah’ı
seviyorsanız, bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.”
Bu ayetten de anlaşıldığı üzere, Allah’ı sevmek,
Peygamber Efendimiz’in sünnetine
uygun hareket etmek ve onun ahlâkına benzemeye çalışmakla
eş tutulmuştur.

Peygamber Efendimizin Sünnet-i Seniyyesi’nin
kaynağı üçtür: Sözleri, fiilleri ve halleri. Bu üç
kısım da farzlar, nafileler ve güzel ahlâk olmak üzere üçe ayrılmaktadır.
Farzları yapmak, her Müslüman’ın
mutlaka yerine getirmesi gereken işlerdir. Terk edilmesi halinde cezası vardır.
Nafileler kısmı ise, yapılmaması halinde cezası olmamakla birlikte büyük
sevaplardan mahrum olmaya neden olur. Üçüncü kısım sünneti olan güzel
ahlâkı ise, insanın özel hayatına ve sosyal hayatına ait birçok
hikmetleri ve menfaatleri ihtiva etmektedir. Bununla birlikte, en sıradan işlerde
dahi O’nun (a.s.m) sünnetine uygun
hareket etmek, yapılanları ibadete çevirecek bir sırrı
taşımaktadır. Çünkü, sünnete uygun yapılan günlük işler Peygamber
Efendimizi (a.s.m) akla getirir. Oradan da, yapılan işin Cenab-ı Hakk’ın
emirlerine uygun olduğunu ve O’nun
hoşuna giden bir davranışı yerine getirdiğini düşündürür. Bu ise,
insanı sürekli Cenab-ı Hakk’ın huzurunda bulunuyormuş
gibi, güzel ahlâka uygun hareket etmeye teşvik edici bir ruh haline kavuşturur.

Peygamber Efendimizin (a.s.m) insanlar içerisinde en güzel ahlâka sahip
olduğunun canlı bir delili de, onun sünnetine uyarak her iki dünya saadetini
kazanan milyonlar mükemmel insanları yetiştirmiş olmasıdır. Başta
Sahabeler olmak üzere, asfiyalar, evliyalar hep O’nun
(a.s.m) irşadıyla yetişmişler ve kendileri gibi birçok güzel ahlâk sahibi
insanların yetişmelerine vesile olmuşlardır. Öyle ise, O’nun (a.s.m) ahlâkı
örnek alınacak birçok güzellikler taşıyan bir model hükmündedir.25

Sonuç

Madem ki insan, diğer varlıklardan farklı olarak çok daha fazla gelişmiş
duygulara ve cihazlara sahiptir. Elbette bunlar geçici bir dünya hayatını yaşamak
için oldukça fazla özelliklerdir ve dünya lezzetlerinden zevk almak bir
tarafa acı çekmeye sebep olmaktadırlar. Çünkü, tok olmayı bilmeyen
duygular ile sınırlı lezzetlerin bulunduğu bir alemde yaşamak insanı azap
içinde bırakır. İnsanın en latif ihtiyaçları olan hayali bile milyonlarca
sene yaşadıktan sonra ebediyen yok olmaya dayanamamaktadır. Öyle ise bu şiddetli
ve çok gelişmiş duygular ahireti kazanmak için verilmiştir. Ta ki, israf
olmasın, sonsuz gayelere, hedeflere hizmet etsin.

İnsana verilen cihazlar temlik değil, ibahadır. Eğer temlik olsa idi, bütünüyle
tasarruf ve idaresinin ona verilmiş olması gerekirdi. Öyle ise, ibahanın
gereklerine uygun bir şekilde hareket edilmeli ve dünyada bir misafir gibi
hareket etmeye özen gösterilmelidir. Misafirhane Sahibinin ikram ettiği
nimetleri israf etmeden, gereksiz yere zayi etmeden istifade etmeye çalışmak
lazımdır.

Beden ruh ile ayakta durur ve hayatını devam ettirir. Tek başına bedenin
hiçbir fonksiyonu yoktur. Ruh ise ebedidir ve bedendeki duyguların
pencereleriyle bu alemi seyreder. Ruhun bedende yaşayabilmesi için, ona sınır
konulmayan üç kuvve verilmiştir. Bu kuvvelerdeki sınırsızlık sebebiyle
ifrat, tefrit ve vasat mertebeleri açığa çıkmıştır. İnsaniyetin gereği
olan ahlâki davranışlar ise, vasat mertebesindeki iffet, şecaat ve
hikmettir.

Kainat büyük bir insan, insan ise küçük bir kainattır. Bundan dolayıdır
ki, kainatta geçerli olan kanunlar ve namuslar insanda da geçerli olmalıdır.
Kainatın her tarafında şiddetli bir şekilde uygulanan adalet ve temizlik
gibi hakikatler, insanı da bağlamalıdır. Ta ki, o da kainatın genel düzenine
ayak uydursun ve varlıkların nazarında isyankâr, ahlâksız bir konuma düşmesin.

İnsanın sorumluluğu tasdik ve iz’an
mertebelerinde başlamaktadır. Hayal etmesi, vehmetmesi, düşünmesi ve fikir
yürütmesi mesuliyet gerektirmeyen davranışlardır. Fakat insanda öyle bir
niyet vardır ki, hayalinden, düşüncesinden ve fikrinden geçen bütün güzellikleri
sevap mahiyetine dönüştürebilmektedir. İşte, bu yönüyle insan varlıklar
içinde çok yüce bir mertebeye ulaşmaktadır.

Ahlâki hakikatlerin büyük bir kısmı nisbidir. Nevlere, sınıflara,
zamana, mekana ve bulunulan konuma göre değişir. Mesela, kişinin kendi namına
hoşgörülü, bağışlayıcı olması güzel ahlâk iken, milleti namına bağışlayıcı
olması kötü ahlâktan sayılır.

Eğer ahlâkın gayesi, insanın saadeti ve mutluluğu diyecek olursak, bu
ancak saadet-i dareyn (iki dünya saadeti) ile mümkündür. Yoksa, yalnızca geçici
dünya saadeti insanı tatmin etmek için yeterli değildir.

Hatta, Kur’an öyle bir ahlâki terbiye vermektedir ki, yapılan
ibadetlerin ve güzel işlerin karşılığının ne dünya saadeti ne de ahiret
saadeti olmadığını ders vermektedir. Kur’an
ahlâkıyla yetişmiş bir insanın gayesi, sırf Cenab-ı
Hakk’ın emrini
yerine getirmek ve O’nun rızasını
kazanmaktır. İşte! ahlâkın zirve noktası; ihlas…

1. Osman Pazarlı, İslam’da
Ahlak, İstanbul 1980, s. 12.

2. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1996, s.
294.

3. A.g.e., s. 32.

4. A.g.e., s. 291.

5. Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul
1996, s. 89.

6. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1998, s.
37.

7. Bediüzzaman Said Nursi, Barla Lahikası, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul
1998, s. 194.

8. Sözler, s. 478.

9. Bediüzzaman Said Nursi, İşârâtü’l-İ’câz,
Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1997, s. 29.

10. Mesnevi-i Nuriye, s. 176.

11. Sözler, s. 499.

12. Bediüzzaman Said Nursi, Lem’alar, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1998,
s. 363.

13. Sözler, s. 646.

14. A.g.e., s. 251.

15. Mesnevi-i Nuriye, s. 45.

16. Mektubat, s. 382.

17. Bediüzzaman Said Nursi, Sünuhat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1995,
s. 19.

18. Sözler, s. 210.

19. Lem’alar, s. 122.

20. Mektubat, s. 218.

21. Sözler, s. 284.

22. Bizim içinde bulunduğumuz Süperkürenin
merkezinde bulunan Başak Kümesi binlerce Samanyolu gibi gökadalarından
meydana gelmektedir. Her bir gökada içinde ise yüz milyarlarca yıldız
bulunmaktadır.

23. Sözler, s. 373.

24. A.g.e., s. 106.

25. Lem’alar, s. 111.