Sırat-ı müstakim şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve
hülasasından hasıl olan adl ve adalete işarettir. Şöyle ki:

Tagayyür, inkılap ve felaketlere maruz ve muhtaç şu
insan bedeninde iskan edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir.
Bu kuvvetlerin, birincisi, menfaatleri celp ve cezb için kuvve-i şeheviye-i
behimiye, ikincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye,
üçüncüsü, nef’ ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için
kuvve-i akliye-i melekiyedir.

Lakin, insandaki bu kuvvetlere şeriatça bir had ve bir
nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu
kuvvetlerin herbirisi, tefrit, vasat, ifrat namıyla üç mertebeye ayrılırlar.
Mesela, kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi humuddur ki, ne helale ve ne de
harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve
ırzları payimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki,
helaline şehveti var, harama yoktur.

İhtar: Kuvve-i şeheviyenin yemek, içmek, uyumak ve konuşmak
gibi füruatında da bu üç mertebe mevcuttur.

Ve keza, kuvve-i gadabiyenin tefrit mertebesi, cebanettir
ki korkulmayan şeylerden bile korkar. İfrat mertebesi tehevvürdür ki, ne
maddi ve ne manevi hiçbir şeyden korkmaz. Bütün istibdadlar, tahakkümler,
zulümler bu mertebenin mahsulüdür. Vasat mertebesi ise şecaattir ki, hukuk-u
diniye ve dünyeviyesi için canını feda eder, meşru olmayan şeylere karışmaz.

İhtar: Bu kuvve-i gadabiyenin füruatında da şu üç
mertebenin yeri vardır.

Ve keza, kuvve-i akliyenin tefrit mertebesi gabavettir ki,
hiçbir şeyden haberi olmaz. İfrat mertebesi cerbezedir ki, hakkı batıl, batılı
hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir zekaya malik olur. Vasat
mertebesi ise hikmettir ki, hakkı hak bilir, imtisal eder; batılı batıl
bilir, içtinap eder.

İhtar: Bu kuvvetin şu üç mertebeye inkısamı gibi, füruatı
da o üç mertebeyi havidir. Mesela, halk-ı ef’al meselesinde Cebr mezhebi
ifrattır ki, bütün bütün insanı mahrum eder. İtizal mezhebi de tefrittir
ki, tesiri insana verir. Ehl-i Sünnet mezhebi vasattır. Çünkü bu mezhep,
beyne-beynedir ki, o fiillerin bidayetini irade-i cüz’iyeye, nihayetini
irade-i külliyeye veriyor. Ve keza, itikadda da tatil ifrattır, teşbih
tefrittir, tevhid vasattır.

Hülasa: Şu dokuz mertebenin altısı zulümdür, üçü
adl ve adalettir. Sırat-ı müstakimden murad, şu üç mertebedir.

İşârât’ül-İ’câz, 29-30.

Yedinci Nükte

Sünnet-i Seniyye edeptir. Hiçbir meselesi yoktur ki, altında
bir nur, bir edep bulunmasın. Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm ferman
etmiş: Yani, “Rabbim bana edebi güzel bir surette ihsan etmiş, edeplendirmiş.”

Evet, siyer-i Nebeviyeye dikkat eden ve Sünnet-i
Seniyyeyi bilen, katiyen anlar ki, edebin envâını, Cenâb-ı Hak, Habibinde
cem etmiştir. Onun Sünnet-i Seniyyesini terk eden, edebi terk eder.
kaidesine
mâsadak olur, hasâretli bir edepsizliğe düşer.

Sual: Herşeyi bilen ve gören ve hiçbir şey Ondan
gizlenemeyen Allâmü’l-Guyûba karşı edep nasıl olur? Sebeb-i hacâlet
olan hâletler Ondan gizlenemez. Edebin bir nev’i tesettürdür, mucib-i
istikrah hâlâtı setretmektir. Allâmü’l-Guyûba karşı tesettür olamaz.

Elcevap: Evvelâ, Sâni-i Zülcelâl nasıl ki kemâl-i
ehemmiyetle san’atını güzel göstermek istiyor ve müstekreh şeyleri
perdeler altına alıyor ve nimetlerine, o nimetleri süslendirmek cihetiyle
nazar-ı dikkati celb ediyor. Öyle de, mahlûkatını ve ibâdını sair zîşuurlara
güzel göstermek istiyor. Çirkin vaziyetlerde görünmeleri, Cemîl ve Müzeyyin
ve Lâtîf ve Hakîm gibi isimlerine karşı bir nevi isyan ve hilâf-ı edep
oluyor. İşte, Sünnet-i Seniyyedeki edep, o Sâni-i Zülcelâlin esmâlarının
hudutları içinde bir mahz-ı edep vaziyetini takınmaktır.

Saniyen: Nasıl ki bir tabip, doktorluk noktasında, bir nâmahremin
en nâmahrem uzvuna bakar ve zaruret olduğu vakit ona gösterilir, hilâf-ı
edep denilmez. Belki, edeb-i tıp öyle iktiza eder denilir. Fakat o tabip, recüliyet
ünvanıyla yahut vâiz ismiyle yahut hoca sıfatıyla o nâmahremlere bakamaz,
ona gösterilmesini edep fetvâ veremez. Ve o cihette ona göstermek hayâsızlıktır.
Öyle de, Sâni-i Zülcelâlin çok esmâsı var; herbir ismin ayrı bir cilvesi
var. Meselâ, Gaffâr ismi günahların vücudunu ve Settâr ismi kusûrâtın
bulunmasını iktiza ettikleri gibi, Cemîl ismi de çirkinliği görmek
istemez. Lâtîf, Kerîm, Hakîm, Rahîm gibi esmâ-i cemâliye ve kemâliye,
mevcudatın güzel bir surette ve mümkün vaziyetlerin en iyisinde bulunmalarını
iktiza ederler. Ve o esmâ-i cemâliye ve kemâliye ise, melâike ve ruhanî ve
cin ve insin nazarında güzelliklerini, mevcudatın güzel vaziyetleriyle ve hüsn-ü
edepleriyle göstermek isterler. İşte, Sünnet-i Seniyyedeki âdâb, bu ulvî
âdâbın işaretidir ve düsturlarıdır ve numuneleridir.

Lem’alar, 106.

On Birinci Nükte

Birinci Mesele: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın
Sünnet-i Seniyyesinin menbaı üçtür: akvâli, ef’âli, ahvâlidir. Bu üç
kısım dahi üç kısımdır: Ferâiz, nevâfil, âdât-ı hasenesidir.

Farz ve vâcip kısmında ittibâa mecburiyet var;
terkinde azap ve ikab vardır. Herkes ona ittibâa mükelleftir.

Nevâfil kısmında, emr-i istihbâbî ile, yine ehl-i
iman mükelleftir; fakat terkinde azap ve ikab yoktur. Fiilinde ve ittibâında
azîm sevaplar var. Ve tağyir ve tebdili bid’a ve dalâlettir ve büyük
hatadır.

Âdât-ı seniyyesi ve harekât-ı müstahsenesi ise,
hikmeten, maslahaten, hayat-ı şahsiye ve neviye ve içtimaiye itibarıyla onu
taklit ve ittibâ etmek gayet müstahsendir. Çünkü herbir hareket-i âdiyesinde
çok menfaat-i hayatiye bulunduğu gibi, mütâbaat etmekle, o âdâb ve âdetler
ibadet hükmüne geçer.

Evet, madem dost ve düşmanın ittifakıyla, zât-ı
Ahmediye (a.s.m.) mehâsin-i ahlâkın en yüksek mertebelerine mazhardır. Ve
madem bil’ittifak nev-i beşer içinde en meşhur ve mümtaz bir şahsiyettir.
Ve madem, binler mu’cizâtın delâletiyle ve teşkil ettiği âlem-i İslâmiyetin
ve kemâlâtının şehadetiyle ve mübelliğ ve tercüman olduğu Kur’ân-ı
Hakîmin hakaikinin tasdikiyle, en mükemmel bir insan-ı kâmil ve bir mürşid-i
ekmeldir. Ve madem semere-i ittibâıyla milyonlar ehl-i kemal, merâtib-i kemâlâtta
terakki edip saadet-i dâreyne vâsıl olmuşlardır. Elbette o zâtın sünneti,
harekâtı, iktidâ edilecek en güzel numunelerdir ve takip edilecek en sağlam
rehberlerdir ve düstur ittihaz edilecek en muhkem kanunlardır. Bahtiyar odur
ki, bu ittibâ-ı Sünnette hissesi ziyade ola. Sünnete ittibâ etmeyen,
tembellik ederse hasâret-i azîme, ehemmiyetsiz görürse cinayet-i azîme,
tekzibini işmam eden tenkit ise dalâlet-i azîmedir.

İkinci Mesele: Cenâb-ı Hak Kur’ân-ı Hakîmde
ferman
eder. Rivâyât-ı sahiha ile Hazret-i Aişe-i Sıddıka (r.a.) gibi Sahabe-i Güzin,
Hazret-i Peygamber Aleyhissalâtü Vesselâmı tarif ettikleri zaman,
diye tarif
ediyorlardı. Yani, Kur’ân’ın beyan ettiği mehâsin-i ahlâkın misali,
Muhammed Aleyhissalâtü Vesselâmdır. Ve o mehâsini en ziyade imtisal eden ve
fıtraten o mehâsin üstünde yaratılan odur.

İşte böyle bir zâtın ef’al, ahval, akval ve harekâtının
herbirisi nev-i beşere birer model hükmüne geçmeye lâyık iken, ona iman
eden ve ümmetinden olan gafillerin (Sünnetine ehemmiyet vermeyen veyahut tağyir
etmek isteyen) ne kadar bedbaht olduğunu divaneler de anlar.

Üçüncü Mesele: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm
hilkaten en mutedil bir vaziyette ve en mükemmel bir surette halk edildiğinden,
harekât ve sekenâtı itidal ve istikamet üzerine gitmiştir. Siyer-i
Seniyyesi kat’î bir surette gösterir ki, her hareketinde istikamet ve itidal
üzere gitmiş, ifrat ve tefritten içtinap etmiştir.

Evet, Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm
emrini tamamıyla
imtisal ettiği için, bütün ef’al ve akval ve ahvâlinde istikamet, kat’î
bir surette görünüyor. Meselâ kuvve-i akliyenin fesat ve zulmeti hükmündeki
ifrat ve tefriti olan gabâvet ve cerbezeden müberrâ olarak, hadd-i vasat ve
medar-ı istikamet olan hikmet noktasında kuvve-i akliyesi daima hareket ettiği
gibi; kuvve-i gadabiyenin fesadı ve ifrat ve tefriti olan korkaklık ve tehevvürden
münezzeh olarak, kuvve-i gadabiyenin medar-ı istikameti ve hadd-i vasatı olan
şecaat-i kudsiye ile kuvve-i gadabiyesi hareket etmekle beraber; kuvve-i şeheviyenin
fesadı ve ifrat ve tefriti olan humud ve fücurdan musaffâ olarak, o kuvvenin
medar-ı istikameti olan iffette, kuvve-i şeheviyesi daima iffeti, âzamî mâsumiyet
derecesinde rehber ittihaz etmiştir. Ve hâkezâ, bütün sünen-i
seniyyesinde, ahvâl-i fıtriyesinde ve ahkâm-ı şer’iyesinde hadd-i
istikameti ihtiyar edip, zulüm ve zulümat olan ifrat ve tefritten, israf ve
tebzirden içtinap etmiştir. Hattâ tekellümünde ve ekl ve şürbünde
iktisadı rehber ve israftan kat’iyen içtinap etmiştir. Bu hakikatin tafsilâtına
dair binlerce cilt kitap telif edilmiştir.


sırrınca, bu denizden bu katre ile iktifâ edip, kıssayı
kısa keseriz.

Lem’alar, 109, 110.

Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin
kemalâtını ef’âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette
cemaatlerle İslâmiyete girecekler. Belki, küre-i arzın bazı kıt’aları
ve devletleri de İslâmiyete dehalet edecekler.

Emirdağ Lahikası, 369.

“Biz görüyoruz ki: Dinsizlerin veya sahih bir dini
olmayanların ahvalleri muaddele ve munazzemedirler.”

Elcevap: O adalet ve intizam, ehl-i dinin ikazat ve irşadatıyladır.
Ve o adalet ve faziletin esasları, enbiyanın tesisleriyledir. Demek enbiya,
esas ve maddeyi vaz etmişlerdir. Onlar da o esas ve fazileti tutup, onda işlediklerini
işlediler. Bundan başka nizam ve saadetleri, muvakkattır. Bir cihetten kaime
ve müstakime ise, çok cihattan mâile ve münhaniyedir. Yani, ne kadar sureten
ve maddeten ve lâfzan ve maâşen muntazamadır; fakat sîreten ve mâneviyaten
ve mânen faside ve muhtelledir.

Ey birader! İşte sıra üçüncü cihete geldi. İyi
tefekkür et. Şöyle:

Ahlâktaki ifrat ve tefrit ise, istidadatı ifsad ediyor.
Ve şu ifsad ise, abesiyeti intaç eder. Ve şu abesiyet ise, kâinatın en küçük
ve en ehemmiyetsiz şeylerinde mesalih ve hikemin riayetiyle âlemde hükümfermalığı
bedihî olan hikmet-i İlâhiyeye münakızdır.

Vehim ve tenbih:

“Meleke-i mârifet-i hukuk” dedikleri her fenalığın
maddeten zararını ihsas ede ede ve efkâr-ı umumiyeyi ikaz etmekle hâsıl
olan “meleke-i riayet-i hukuk” dedikleri emri, şeriat-ı İlâhiyeye bedel
olarak dinsizlerin tasavvuru ve şeriatten istiğnaları bir tevehhüm-ü bâtıldır.
Zira dünya ihtiyarlandı. Öyle birşeyin mukaddematı da zahir olmadı. Bilâkis,
mehasinin terakkisiyle beraber mesâvî dahi terakki edip daha dehşetli ve
aldatıcı bir şekle giriyor.

Evet, nasıl ki nevâmis-i hikmet, desâtir-i hükûmetten
müstağni değildir. Öyle de, vicdana hâkim olan kavanin-i şeriat ve
fazilete eşedd-i ihtiyaçla muhtaçtır. İşte, şöyle mevhume olan meleke-i
tâdil-i ahlâk, kuvâ-yı selâseyi hikmet ve iffet ve şecaatta muhafaza
etmesine kâfi değildir. Binaenaleyh insan bizzarure vicdan ve tabiatlara müessir
ve nafiz olan mizan-ı adalet-i İlahiyeyi tutacak bir Nebi’ye muhtaçtır.

Muhakemat, 125-126.

İşte, imân-ı haşrînin yüzer neticesinden birisi,
hayat-ı içtimâiye-i insaniyeye taallûk eder. Ve bu tek neticenin de yüzer
cihetinden ve faydalarından mezkûr dört delile, sâirleri kıyas edilse, anlaşılır
ki, hakikat-i haşriyenin tahakkuku ve vukuu, insaniyetin ulvî hakikati ve küllî
hâceti derecesinde katîdir. Belki, insanın midesindeki ihtiyacın vücudu,
taamların vücuduna delâlet ve şehâdetinden daha zâhirdir ve daha ziyâde
tahakkukunu bildirir. Ve eğer, bu hakikat-i haşriyenin neticeleri,
insaniyetten çıksa, o çok ehemmiyetli ve yüksek ve hayattar olan insaniyet
mahiyeti, murdar ve mikrop yuvası bir lâşe hükmüne sukut edeceğini ispat
eder. Beşerin idare ve ahlâk ve içtimâiyâtı ile çok alâkadar olan içtimâiyyun
ve siyâsiyyun ve ahlâkiyyunun kulakları çınlasın. Gelsinler; bu boşluğu
ne ile doldurabilirler? Ve bu derin yaraları ne ile tedâvi edebilirler?

Sözler, 93.

Şu cezîre-i vâsiada vahşî ve âdetlerine mutaassıb
ve inatçı muhtelif akvâmı, ne çabuk âdât ve ahlâk-ı seyyie-i vahşiyânelerini
def’aten kal’ ve ref’ ederek bütün ahlâk-ı hasene ile teçhiz edip bütün
âleme muallim ve medenî ümeme üstad eyledi. Bak, değil zâhirî bir
tasallut, belki akılları, ruhları, kalbleri, nefisleri feth ve teshîr
ediyor. Mahbub-u kulûb, muallim-i ukùl, mürebbî-i nüfûs, sultan-ı ervâh
oldu.

Sözler, 216.

İnsanlar, insana verilen cihazat-ı mâneviyeyi, eğer
nefsin ve dünyanın hesabıyla istimal etse ve dünyada ebedî kalacak gibi
gafilâne davransa, ahlâk-ı rezileye ve israfat ve abesiyete medar olur. Eğer
hafiflerini dünya umuruna ve şiddetlilerini vezâif-i uhreviyeye ve mâneviyeye
sarf etse, ahlâk-ı hamîdeye menşe, hikmet ve hakikate muvafık olarak
saadet-i dâreyne medar olur.

Mektubat, 37.

Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Kur’ân’dan
sonra en büyük mucizesi kendi zâtıdır. Yani, onda içtima etmiş ahlâk-ı
âliyedir ki, herbir haslette en yüksek tabakada olduğuna, dost ve düşman
ittifak ediyorlar. Hattâ şecaat kahramanı Hazret-i Ali, mükerreren diyordu:
“Harbin dehşetlendiği vakit, biz Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın
arkasına iltica edip tahassun ediyorduk.” Ve hâkezâ, bütün ahlâk-ı hamîdede
en yüksek ve yetişilmeyecek bir dereceye mâlikti. Şu mucize-i ekberi Allâme-i
Mağrib Kadı İyaz’ın Şifâ-i Şerif’ine havale ediyoruz. Elhak, o zat, o
mucize-i ahlâk-ı hamîdeyi pek güzel beyan edip ispat etmiştir.

Mektubat, 179.

Hem o mu’cizât-ı bâhire sahibi olan vahdâniyet dellâlı
ve saadet-i ebediye müjdecisi, kendi zât-ı mübarekinde öyle ahlâk-ı âliye
ve vazife-i risaletinde öyle secâyâ-yı sâmiye ve tebliğ ettiği şeriat ve
dininde öyle hasâil-i galiye vardır ki, en şedit düşman dahi onu tasdik
ediyor, inkâra mecal bulamıyor. Madem zâtında ve vazifesinde ve dininde en yüksek
ve güzel ahlâkları ve en ulvî ve mükemmel seciyeleri ve en kıymettar ve
makbul hasletleri bulunuyor. Elbette o zat, mevcudattaki kemâlâtın ve ahlâk-ı
âliyenin misali ve mümessili ve timsali ve üstadıdır. Öyleyse, zâtında
ve vazifesinde ve dininde şu kemâlât ise, hakkaniyetine ve sıdkına o kadar
kuvvetli bir nokta-i istinaddır ki, hiçbir cihette sarsılmaz.

Mektubat, 190.

Bütün ihtilâlât ve fesadın asıl madeni ve bütün
ahlâk-ı rezilenin muharrik ve membaı, tek iki kelimedir.

Birinci kelime: “Ben tok olsam, başkası açlıktan ölse
bana ne.”

İkinci kelime: “İstirahatim için zahmet çek; sen çalış,
ben yiyeyim.”

Birinci kelimenin ırkını kesecek tek bir devâsı var
ki, o da vücub-u zekâttır. İkinci kelimenin devâsı hurmet-i ribâdır.
Adalet-i Kur’âniye Âlem kapısında durup, ribâya “Yasaktır, girmeye
hakkın yoktur” der. Beşer bu emri dinlemedi, büyük bir sille yedi. Daha müthişini
yemeden dinlemeli.

Mektubat, 456.

Gazeteler iki kıyas-ı fâsid cihetiyle ve haysiyet kırıcı
bir neşriyat ile ahlâk-ı Islâmiyeyi sarstılar. Ve efkâr-ı umumîyeyi perişan
ettiler. Ben de gazetelerle, onları reddeden makaleler neşrettim. Dedim ki:

Ey gazeteciler! Edipler edeplí olmalı, hem de edeb-i İslâmiye
ile müteeddip olmalı. Ve onlann sözleri, kalb-i umumî-i müşterek-i
milletten bîtarafane çıkmalı. Ve matbuat nizamnamesini, vicdanınızdaki
hiss-i diyanet ve niyet-i hâlisa tanzim etmeli. Halbuki, siz iki kıyâs-ı fâsidle,
yâni taşrayı İstanbul’a ve İstanbul’u Avrup·a’ya kıyas ederek efkâr-ı
umumiyeyi bataklığa düşürdünüz. Ve şahsî garazları ve fikr-i intikamı
uyandırdınız. Zira; elif-bâ okumayan çocuğa felsefe-i tabîiye dersi
verilmez. Ve erkeğe tiyatrocu karı libâsı yakışmaz: Ve Avrupa’nın
hissiyatı, İstanbul’da tatbik olunmaz. Akvâmın ihtilâfı, mekânların ve
aktârın tehâlüfü, zamanların ve asırların ihtilâfı gibidir. Birisinin
libası, ötekinin endamına gelmez. Demek Fransız Büyük İhtilâli, bize
tamamen hareket düsturu olamaz. Yanlışlık, tatbik-i nazariyat ve muktezâ-yı
hali düşünmemekten çıkar.

Divan-ı Harb-i Örfi, 25-26.

Şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibadet, âhiret ve
fazilete aittir. Yüzde bir nispetinde siyasete mütealliktir; onu da ulü’l-emirlerimiz
düşünsünler.

Divan-ı Harb-i Örfi, 28.

Maatteessüf, güzel şeylerimiz gayr-ı müslimler eline
geçtiği gibi, güzel olan ahlâklarımızı da yine gayr-ı müslimler çalmışlar.
Güya bir kısım içtimaî ahlâk-ı âliyemiz yanımızda revaç bulmadığından,
bize darılıp onlara gitmiş. Ve onların bir kısım rezâili, kendileri içinde
çok revaç bulmadığından cehaletimizin pazarına getirilmiş.

Münazarat, 100.

Bütün zîhayatlar hayatlarının lisan-ı halleriyle Hâlıklarına
takdim ettikleri mânevî hediyelerini ve lisan-ı halle hamd ve şükürlerini,
o zât-ı Vacibü’l-Vücuda biz de takdim ediyoruz ki, demiş:

Yani, rahmet-i İlâhiyeden ümidinizi kesmeyiniz. Hem
hadsiz salât ve selâm ol Peygamberimiz Muhammed Mustafa Aleyhissalâtü Vesselâm
üzerine olsun ki, demiş:
Yani, “Benim insanlara Cenab-ı Hak tarafından
bi’setim ve gelmemim ehemmiyetli bir hikmeti, ahlâk-ı haseneyi ve güzel
hasletleri tekmil etmek ve beşeri ahlâksızlıktan kurtarmaktır.”

Hutbe-i Şamiye, 25-26.

Kur’ân, sâlihat’ı mutlak, müphem bırakıyor. Çünkü
ahlâk ve faziletler, hüsün ve hayır çoğu nisbîdirler. Neviden nev’e geçtikçe
değişir. Sınıftan sınıfa nâzil oldukça ayrılır. Mahalden mahalle
tebdil-i mekân ettikçe başkalaşır. Cihet muhtelif olsa muhtelif olur.
Fertten cemaate, şahıstan millete çıktıkça mâhiyeti değişir.

Meselâ, cesaret, sehavet, erkekte gayret, hamiyet ve
muavenete sebeptir. Kadında, nüşuza, vakahate, zevc hakkına tecavüze sebep
olabilir. Meselâ, zayıfın kavîye karşı izzet-i nefsi, kavîde tekebbür
olur. Kavînin zayıfa karşı tevazuu, zayıfta tezellül olur.

Meselâ, bir ulü’l-emir, makamındaki ciddiyeti vakar,
mahviyeti zillettir. Hânesinde ciddiyeti kibir, mahviyeti tevazudur.

Meselâ, tertib-i mukaddematta tefviz, tembelliktir.
Terettüb-ü neticede tevekküldür. Semere-i sa’yine, kısmetine rıza
kanaattir; meyl-i sa’yi kuvvetlendirir. Mevcuda iktifa, dûnhimmetliktir.

Meselâ, fert, mütekellim-i vahde olsa; müsamahası,
fedakârlığı, amel-i sâlihtir. Mütekellim-i maa’l-gayr olsa hıyanet
olur.

Meselâ, bir şahıs, kendi namına hazm-ı nefs eder,
tefahur edemez. Millet namına tefahur eder, hazm-ı nefs edemez.

Herbirinde birer misal gördün; istinbat et.

Madem ki, Kur’ân, bütün tabakata, bütün a’sârda,
kâffe-i ahvâlde şâmil bir hitab-ı ezelîdir. Hem nisbî hüsün, hayır çoktur.
Sâlihat’taki ıtlakı, beliğâne bir icâz-ı mutnebdir. Beyanda sükûtu,
geniş bir sözdür.

***


Âkıbet, ikaba delildir; hadsen onu gösteriyor. Mâsiyetin
ekseriya dünyada olan âkıbeti bir emare-i hadsiyedir ki, cezasında bir ikab
vardır. Çünkü herkes hususî bir tecrübeyle hadsen görüyor ki, hiçbir münasebet-i
tabiiye olmadığı halde, mâsiyet bir netice-i seyyieye müncer olur. Bu kadar
kesret ve vüs’atle tesadüf olamaz. Eğer şu umum muhtelif hususî tecrübeler
nazara alınırsa, görünür ki, nokta-i iştirak yalnız tabiat-ı mâsiyettir
ki, cezayı istilzam ediyor. Demek ceza, mâsiyetin lâzım-ı zâtîsidir.

Madem ki dünyada filcümle bu lâzım, sırf tabiat-ı mâsiyet
için terettüp ediyor. Elbette, bu dârda terettüp etmeyen, başka dârda
terettüp edecektir. Acaba kim vardır ki, küçücük bir tecrübe geçirmemiş
ve dememiş ki, ‘filân adam fenalık etti, belâsını buldu.’

Sünühat, 19-21.