Ve keza kelimesiyle, küfür sebebiyle kulağa ait pek büyük bir nimeti kaybettiklerine işaret edilmiştir. Hatta
kulaktaki zar, nur-u iman ile ışıklandığı zaman, kainattan gelen manevi nidaları işitir. Lisan-ı hal ile yapılan
zikirleri, tesbihatları fehmeder. Hatta o nur-u iman sayesinde rüzgarların terennümatını, bulutların naralarını,
denizlerin dalgalarının nağamatını ve hakeza yağmur, kuş ve saire gibi her neviden Rabbani kelamları ve ulvi tesbihatı
işitir. Sanki kainat, İlahi bir musiki dairesidir. Türlü türlü avazlarla, çeşit çeşit terennümatla kalblere hüzünleri
ve Rabbani aşkları intiba ettirmekle kalbleri, ruhları, nurani alemlere götürür, pek garip misali levhaları göstermekle
o ruhları ve kalbleri lezzetlere, zevklere garkeder.

Fakat o kulak, küfürle tıkandığı zaman, o leziz, manevi, yüksek savtlardan mahrum kalır. Ve o lezzetleri iras eden
avazlar, matem seslerine inkılap eder. Kalbde, o ulvi hüzünler yerine, ahbabın fıkdanıyla ebedi yetimlikler, malikin
ademiyle nihayetsiz vahşetler ve sonsuz gurbetler hasıl olur.

Bu sırra binaendir ki, şeriatça bazı savtlar helal, bazıları da haram kılınmıştır. Evet, ulvi hüzünleri, Rabbani
aşkları iras eden sesler helaldir. Yetimane hüzünleri, nefsani şehevatı tahrik eden sesler haramdır. Şeriatın tayin
etmediği kısım ise, senin ruhuna, vicdanına yaptığı tesire göre hüküm alır.

İşaratü’l-İ’caz, s. 71, 72.

Ulaşmaz dest-i edeb-i garb-ı hevesbâr-ı hevâkâr-ı dehâdâr
De’b-i edeb-i ebed-müddet-i Kur’ân-ı ziyâbâr-ı şifâkâr-ı hüdâdâr

Kâmilîn insanların zevk-i maâlîsini hoşnut eden bir hâlet, çocukça bir hevese, sefihçe bir tabiat sahibine hoş
gelmez,

Onları eğlendirmez. Bu hikmete binâen, bir zevk-i süflî, sefih, hem nefsî ve şehvânî içinde tam beslenmiş, zevk-i
ruhîyi bilmez.

Avrupa’dan tereşşuh etmiş şu hazır edebiyat, romanvâri nazarla, Kur’ân’da olan letâif-i ulviyet, mezâyâ-i haşmeti
göremez, hem tadamaz.

Kendindeki mihengi ona ayar edemez. Edebiyatta vardır üç meydan-ı cevelân; onlar içinde gezer, haricine çıkamaz.

Ya aşkla hüsündür, ya hamâset ve şehâmet, ya tasvir-i hakikat. İşte yabânî edebse, hamâset noktasında
hakperestliği etmez. Belki zâlim nev-i beşerin gaddarlıklarını alkışlamakla kuvvetperestlik hissini telkin eder. Hüsün
ve aşk noktasında aşk-ı hakiki bilmez.

Şehvetengiz bir zevki nefislere de zerk eder. Tasvir-i hakikat maddesinde, kâinata san’at-ı İlâhî sûretinde bakmaz,

Bir sıbga-i Rahmânî sûretinde göremez. Belki tabiat noktasında tutar, tasvir ediyor, hem ondan da çıkamaz.

Onun için telkini aşk-ı tabiat olur. Maddeperestlik hissi, kalbe de yerleştirir; ondan ucuzca kendini kurtaramaz.

Yine ondan gelen, dalâletten neş’et eden ruhun ıztırâbâtına, o edebsizlenmiş edeb müsekkin, hem münevvim, hakiki
fayda vermez.

Tek bir ilâcı bulmuş, o da romanlarıymış. Kitap gibi bir hayy-ı meyyit, sinema gibi bir müteharrik emvât. Meyyit
hayat veremez.

Hem tiyatro gibi tenâsuhvâri, mâzi denilen geniş kabrin hortlakları gibi şu üç nevi romanlarıyla hiç de utanmaz.

Beşerin ağzına yalancı bir dil koymuş, hem insanın yüzüne fâsık bir göz takmış, dünyaya bir âlûfte fistanını
giydirmiş, hüsn-ü mücerred tanımaz.

Güneşi gösterirse, sarı saçlı güzel bir aktristi kàrie ihtar eder. Zâhiren der: "Sefâhet fenadır, insanlara
yakışmaz."

Netice-i muzırrayı gösterir. Halbuki sefâhete öyle müşevvikàne bir tasviri yapar ki, ağız suyu akıtır, akıl hâkim
kalamaz.

İştihâyı kabartır, hevesi tehyic eder; his daha söz dinlemez. Kur’ân’daki edebse, hevâyı karıştırmaz.

Hakperestlik hissi, hüsn-ü mücerred aşkı, cemâlperestlik zevki, hakikatperestlik şevki verir. Hem de aldatmaz.

Kâinata tabiat cihetinde bakmıyor. Belki bir san’at-ı İlâhî, bir sıbga-i Rahmânî noktasında bahseder; akılları şaşırtmaz.

Mârifet-i Sâniin nurunu telkin eder, herşeyde âyetini gösterir. Her ikisi rikkatli birer hüzün de veriyor; fakat
birbirine benzemez.

Avrupazâde edebse, fakdü’l-ahbabdan, sahipsizlikten neş’et eden gamlı bir hüznü veriyor; ulvî hüznü veremez.

Zîrâ sağır tabiat, hem de bir kör kuvvetten mülhemâne aldığı bir hiss-i hüzn-ü gamdâr. Âlemi bir vahşetzâr
tanır; başka çeşit göstermez.

O sûrette gösterir, hem de mahzunu tutar, sahipsiz de olarak yabânîler içinde koyar, hiçbir ümit bırakmaz.

Kendine verdiği şu hiss-i heyecanla git gide ilhâda kadar gider, ta’tîle kadar yol verir. Dönmesi müşkül olur; belki
daha dönemez. Kur’ân’ın edebi ise, öyle bir hüznü verir ki, âşıkàne hüzündür, yetimâne değildir. Firâku’l-ahbabdan
gelir; fakdü’l-ahbabdan gelmez.

Kâinatta nazarı, kör tabiat yerine, şuurlu, hem rahmetli bir san’at-ı İlâhî onun medâr-ı bahsi. Tabiattan
bahsetmez.

Kör kuvvetin yerine, inâyetli, hikmetli bir kudret-i İlâhî ona medâr-ı beyân. Onun için, kâinat vahşetzâr sûret
giymez.

Belki muhatab-ı mahzunun nazarında oluyor bir cemiyet-i ahbab. Her tarafta tecâvüb, her cânibde tahabbüb; ona sıkıntı
vermez.

Her köşede istînâs, o cemiyet içinde mahzunu vaz’ ediyor bir hüzn-ü müştakàne; bir hiss-i ulvî verir, gamlı bir hüznü
vermez.

İkisi birer şevki de verir. O yabânî edebin verdiği bir şevk ile nefis düşer heyecana, heves olur münbasıt; ruha
ferah veremez.

Kur’ân’ın şevki ise, ruh düşer heyecana, şevk-i maâlî verir. İşte bu sırra binâen, şeriat-ı Ahmediye (a.s.m.)
lehviyâtı istemez.

Bâzı âlât-ı lehvi tahrim edip, bir kısmı helâl diye izin verip; demek hüzn-ü Kur’ânî veya şevk-i tenzilî veren
âlet zarar vermez.

Eğer hüzn-ü yetimî veya şevk-i nefsânî verse, âlet haramdır. Değişir eşhâsa göre; herkes birbirine benzemez.

Sözler (Lemeat), s. 676-678.

Hem meselâ, Hazret-i Dâvud Aleyhisselâmın mu’cizelerine dâir

âyetler delâlet ediyor ki, Cenâb-ı Hak, Hazret-i Dâvud Aleyhisselâmın tesbihâtına öyle bir kuvvet ve yüksek bir
ses ve hoş bir edâ vermiştir ki, dağları vecde getirip birer muazzam fonograf misillü ve birer insan gibi, bir
serzakirin etrafında ufkî halka tutup, bir daire olarak tesbihât ediyorlardı. Acaba bu mümkün müdür, hakikat midir?

Evet, hakikattir. Mağaralı her dağ, her insanla ve insanın diliyle, papağan gibi konuşabilir. Çünkü, aks-i sadâ vâsıtasıyla,
dağın önünde sen "Elhamdülillâh" de; dağ da aynen senin gibi "Elhamdülillâh" diyecek. Mâdem bu
kabiliyeti Cenâb-ı Hak dağlara ihsan etmiştir; elbette, o kabiliyet inkişaf ettirilebilir ve o çekirdek sünbüllenir.

İşte, Hazret-i Dâvud Aleyhisselâma, risâletiyle beraber hilâfet-i rûy-i zemini müstesnâ bir sûrette ona verdiğinden,
o geniş risâlet ve muazzam saltanata lâyık bir mu’cize olarak o kabiliyet çekirdeğini öyle inkişaf ettirmiş ki, çok
büyük dağlar birer nefer, birer şâkird, birer mürid gibi Hazret-i Dâvud’a iktidâ edip onun lisâniyle, onun emriyle,
Hàlık-ı Zülcelâle tesbihât ediyorlardı. Hazret-i Dâvud Aleyhisselâm ne söylese, onlar da tekrar ediyorlardı. Nasıl
ki, şimdi vesâit-i muhâbere ve vesâil-i irtibâtın kesret ve tekemmülü sebebiyle, haşmetli bir kumandan, dağlara dağılan
azîm ordusuna bir anda "Allahü Ekber" dedirir ve o koca dağları konuşturur, velveleye getirir; mâdem insanın
bir kumandanı, dağları sekenelerinin lisâniyle mecâzî olarak konuşturur; elbette, Cenâb-ı Hakkın haşmetli bir
kumandanı, hakiki olarak konuşturur, tesbihât yaptırır. Bununla beraber, her cebelin bir şahs-ı mânevîsi bulunduğunu
ve ona münâsip birer tesbih ve birer ibâdeti olduğunu, eski Sözler’de beyân etmişiz.

Demek, her dağ, insanların lisâniyle, aks-i sadâ sırrıyla tesbihât yaptıkları gibi, kendi elsine-i mahsusalarıyla
dahi Hàlık-ı Zülcelâle tesbihâtları vardır. cümleleriyle, Hazret-i Dâvud ve Süleyman Aleyhimesselâma kuşlar envâının
lisânlarını, hem istidadlarının dillerini, yani hangi işe yaradıklarını onlara Cenâb-ı Hakkın ihsan ettiğini şu
cümleler gösteriyorlar.

Evet, mâdem hakikattir, mâdem rûy-i zemin, bir sofra-i Rahmân’dır, insanın şerefine kurulmuştur; öyle ise, o
sofradan istifade eden sâir hayvanât ve tuyûrun çoğu insana musahhar ve hizmetkâr olabilir. Nasıl ki, en küçüklerinden
bal arısı ve ipek böceğini istihdam edip ilham-ı İlâhî ile azîm bir istifade yolunu açarak ve güvercinleri bâzı
işlerde istihdam ederek ve papağan misillü kuşları konuşturarak, medeniyet-i beşeriyenin mehâsinine güzel şeyleri
ilâve etmiştir; öyle de, başka kuş ve hayvanların istidad dili bilinirse, çok tâifeleri var ki, karındaşları
hayvanât-ı ehliye gibi, birer mühim işte istihdam edilebilirler. Meselâ, çekirge âfetinin istilâsına karşı, çekirgeyi
yemeden mahveden sığırcık kuşlarının dili bilinse ve harekâtı tanzim edilse, ne kadar faydalı bir hizmette, ücretsiz
olarak istihdam edilebilir. İşte kuşlardan şu nevi istifade ve teshîri ve telefon ve fonoğraf gibi câmidâtı konuşturmak
ve tuyûrdan istifade etmek; en müntehâ hududunu şu âyet çiziyor, en uzak hedefini tâyin ediyor, en haşmetli sûretine
parmakla işaret ediyor ve bir nevi teşvik eder.

İşte, Cenâb-ı Hak şu âyetlerin lisân-ı remziyle mânen diyor ki: "Ey insanlar! Bana tam abd olan bir
hemcinsinize, onun nübüvvetinin ismetine ve saltanatının tam adâletine medâr olmak için, mülkümdeki muazzam mahlûkatı
ona musahhar edip konuşturuyorum ve cünûdumdan ve hayvanâtımdan çoğunu ona hizmetkâr veriyorum. Öyle ise,
herbirinize de mâdem gök ve yer ve dağlar, hamlinden çekindiği bir emânet-i kübrâyı tevdî etmişim, halîfe-i zemin
olmak istidadını vermişim; şu mahlûkatın da dizginleri kimin elinde ise, ona râm olmanız lâzımdır. Tâ Onun mülkündeki
mahlûklar da size râm olabilsin; ve onların dizginleri elinde olan Zâtın nâmına elde edebilseniz ve istidadlarınıza
lâyık makama çıksanız.

"Mâdem hakikat böyledir. Mânâsız bir eğlence hükmünde olan fonoğraf işlettirmek, güvercinlerle oynamak,
mektup postacılığı yapmak, papağanları konuşturmaya bedel, en hoş, en yüksek, en ulvî bir eğlence-i mâsumâneye
çalış ki, dağlar sana Dâvudvârî birer muazzam fonoğraf olabilsin ve hava-i nesîminin dokunmasıyla eşcar ve nebâtâttan
birer tel-i mûsıkî gibi nağamât-ı zikriye kulağına gelsin ve dağ, binler dilleriyle tesbihât yapan bir acâibü’l-mahlûkat
mahiyetini göstersin ve ekser ekser kuşlar, Hüdhüd-ü Süleymânî gibi birer mûnis arkadaş veya mutî birer hizmetkâr
sûretini giysin. Hem seni eğlendirsin, hem müstaid olduğun kemâlâta da seni şevk ile sevk etsin, öteki lehviyât
gibi, insaniyetin iktizâ ettiği makamdan seni düşürtmesin.

Sözler, s. 235-237.

Hava unsurunun yüksek ve ehemmiyetli bir vazifesi âyetinin sırrıyla güzel ve mânidar ve imanî ve hakikatli kelimelerin
kalem-i kaderin istinsahıyla ve izn-i İlâhî ile intişar etmesiyle, bütün küre-i havadaki melâike ve ruhanîlere işittirmek
ve Arş-ı Âzam tarafına sevk etmek için, kudret-i İlâhî kaleminin mütebeddil bir sayfası olmaktır.

Madem havanın kudsî vazifesinin, hikmet-i hilkatinin en mühimmi budur. Ve rû-i zemini radyolar vasıtasıyla bir tek
menzil hükmüne getirip nev-i beşere pek büyük bir nimet-i İlâhiye olmaktır. Elbette ve elbette, beşer, bu pek büyük
nimete karşı bir umumî şükür olarak o radyoları herşeyden evvel kelimat-ı tayyibe olan kelâmullahın, başta Kur’ân-ı
Hakîm ve hakikatleri ve imanın ve güzel ahlâkların dersleri ve beşerin lüzumlu ve zarurî menfaatlerine dair
kelimatları olmalı ki, o nimete şükür olsun. Yoksa nimet böyle şükür görmezse, beşere zararlı düşer.

Evet beşer, hakikate muhtaç olduğu gibi, bazı keyifli hevesata da ihtiyacı var. Fakat bu keyifli hevesat, beşte birisi
olmalı. Yoksa havanın sırr-ı hikmetine münafi olur. Hem beşerin tembelliğine ve sefahetine ve lüzumlu vazifelerinin
noksan bırakılmasına sebebiyet verip beşere büyük bir nimet iken, büyük bir nikmet olur, beşere lâzım olan sa’ye
şevki kırar.

Şimdi gözümün önündeki makinecik ve radyo kabı, Kur’ân’ı dinlemek için odama getirilmişti. Baktım, on hissede bir
hisse kelimat-ı tayyibeye veriliyor. Bunu da bir hatâ-yı beşerî olarak anladım. İnşaallah, beşer bu hatâsını
tamir edecek. Ve bütün zemin yüzünü bir meclis-i münevver, bir menzil-i âli ve bir mekteb-i imanî hükmüne geçirmeye
vesile olan bu radyo nimetine bir şükür olarak, beşerin hayat-ı ebediyesine sarf edilecek kelimat-ı tayyibe, beşte dördü
olacak.

Emirdağ Lahikası, s. 307.

Altıncısı: Bana bidayette hizmet eden Ömer, namaza başladı, şarkıları bıraktı. Fakat bir akşam, kapıya yakın
bir şarkı kulağıma geldi, evrad ile meşguliyetime zarar verdi. Ben, hiddet ettim, çıktım. Gördüm ki, hilâf-ı âdet,
Ömer’dir. Ben de hilâf-ı âdet bir tokat vurdum. Birden, sabahleyin hilâf-ı âdet olarak Ömer başka hapse gönderildi.

Yedincisi: Hamza namında, on altı yaşında sesi güzel olmasından şarkı söylüyor, başkalarının da iştahlarını açıyor,
haylâzlık ediyordu. Ona dedim: "Böyle yapma, tokat yiyeceksin." Birden, ikinci gün bir eli yerinden çıktı,
iki hafta azabını çekti.

Evet, doğrudur. Hamza
Şualar, s. 295.

Hem meselâ bir mahir san’atkâr, plâksız bir fonoğraf yapsa, o fonoğraf istediği gibi konuşsa, işlese, san’atkârı
ne kadar müftehir olur, mütelezziz olur, kendi kendine der.

Madem icadsız ve sûrî bir küçük san’at, san’atkârının ruhunda bu derece bir iftihar, bir memnuniyet hissi uyandırırsa,
elbette bu mevcudatın Sâni-i Hakîmi, kâinatın mecmuunu, hadsiz nağmelerin envâıyla sadâ veren ve ses verip tesbih
eden ve zikredip konuşan bir musiki-i İlâhiye ve bir fabrika-i acibe yapmakla beraber; kâinatın herbir nevini, herbir âlemini
ayrı bir san’atla ve ayrı san’at mucizeleriyle göstererek zîhayatların kafalarında bir fonoğraf, bir fotoğraf, birer
telgraf gibi çok makineleri, hattâ en küçük bir kafada dahi, yapmakla beraber; herbir insan kafasına, değil yalnız plâksız
fonoğraf, birer aynasız fotoğraf, bir telsiz telgraf, belki bunlardan yirmi defa daha harika, her insanın kafasında öyle
bir makineyi yapmaktan ve istediği tarzda işleyip neticeleri vermekten gelen iftihar-ı kudsî ve memnuniyet-i mukaddese
gibi mânâları ve rububiyetin bu nevinden olan ulvî şuûnâtı, elbette ve herhalde bu faaliyet-i daimeyi istilzam eder.

Lemalar, s. 342.

Beşinci Fıkra:
ibaresidir.

Meâli şudur ki: Kudret-i İlâhiye, âlem-i ekberde haşmet-i rububiyetini gösteriyor. Rahmet-i Rabbâniye ise, âlem-i
asgar olan insanda nimetleri tanzim ediyor. Yani, Sâniin kudreti, kibriya ve celâl noktasında, kâinatı öyle muhteşem
bir saray şeklinde icad ediyor ki, güneşi büyük bir elektrik lâmbası, kameri kandil, ve yıldızları mumlar
meyveleriyle yaldızlar, elektrikler. Ve zemin yüzünü bir sofra, bir tarla, bir bahçe, bir hâliçe; ve dağları birer
mahzen, birer direk, birer kale, ve hâkezâ, bütün eşyayı büyük bir mikyasta o büyük sarayın levazımatı şekline
getirerek şâşaalı bir surette haşmet-i rububiyetini gösterdiği gibi; cemal noktasında, rahmeti dahi, en küçük zîhayata
kadar her zîruha envâ-ı nimetini verir, onunla tanzim eder, baştan aşağıya kadar nimetlerle süsleyip lütuf ve
keremle tezyin eder ve o haşmet-i celâliyeye karşı cemâl-i rahmetini o küçücük lisanlarla, o büyük lisana karşı
çıkarır. Yani, güneş ve Arş gibi büyük cirmler haşmet lisanıyla "Yâ Celîl, yâ Kebîr, yâ Azîm"
dedikleri vakit, sinek ve semek gibi o küçücük zîhayatlar dahi rahmet lisanıyla "Yâ Cemîl, yâ Rahîm, yâ Kerîm"
diyerek, o musika-i kübrâya lâtif nağamatlarını katıyorlar, tatlılaştırıyorlar. Hiç mümkün müdür ki, o Celîl-i
Zülcemalden ve o Cemîl-i Zülcelâlden başka birşey, kendi başıyla şu âlem-i ekber ve asgara icad cihetinde müdahâle
edebilsin? Hâşâ!

Mektubat, s. 228.

Evet, evet, neam, neam. Sivrisinek tantanasını kesse, balarısı demdemesini bozsa, sizin şevkiniz hiç bozulmasın, hiç
teessüf etmeyiniz. Zira, kâinatı nağamatıyla raksa getiren hakaikin esrarını ihtizaza veren musika-i İlâhiye hiç
durmuyor; mütemadiyen güm güm eder.

Padişahların padişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur’ân denilen musika-i İlâhiyesi ile umum âlemi doldurarak kubbe-i âsumanda
şiddetli ses getirmekle, sadef-i kefh-misâl olan ulema ve meşâyih ve hutebânın dimağ, kalb ve femlerine vurarak, aks-i
sadâsı onların lisanlarından çıkıp seyir ve seyelân ederek, çeşit çeşit sadâlarla dünyayı güm güm ile
ihtizaza getiren o sadânın tecessüm ve intibaıyla; umum kütüb-ü İslâmiyeyi bir tanbur ve kanunun bir teli ve bir şeridi
hükmüne getiren ve herbir tel, bir nev’iyle onu ilân eden o sadâ-yı semavî ve ruhanîyi kalbin kulağıyla işitmeyen
veya dinlemeyen; acaba o sadâya nispeten sivrisinek gibi bir emîrin demdemelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin
adamlarının vızvızlarını işitecek midir?

Münazarat, s. 46.

İ’lem eyyühe’l-aziz!

Cenab-ı Hakk’ın insana verdiği nimetler, ister âfâkî olsun, ister enfüsî olsun, bazı şerait altında insana gelip
vusul buluyor. Meselâ, ziya, hava, gıda, savt ve sadâ gibi nimetlerden insanın istifade edebilmesi, ancak göz, kulak, ağız,
burun gibi vesaitin açılmasıyla olur. Bu vesait, Allah’ın halk ve icadıyla olur. İnsanın eli, kesb ve ihtiyarında
yalnız o vesaiti açmaktır.

Binaenaleyh, o nimetleri yolda bulmuş gibi sahipsiz, hesapsız olduğunu zannetmesin. Ancak Mün’im-i Hakikînin kastıyla
gelir, insan da ihtiyariyle alır. Sonra ihtiyaca göre in’am edenin iradesiyle bedeninde intişar eder.

Mesnevi Nuriye, s. 81.

İşte o neyler, semavi ulvi bir musikiden geliyor gibi safi ve müessirdirler. Fikir o neyleren, başta Mevlana Celaleddin-i
Rumi olarak bütün aşıkların işittikleri elemkarane teşekkiyat-ı firakı işitmiyor. Belki Zat-ı Hayy-ı Kayyuma karşı
takdim edilen teşekkürat-ı Rahmaniyeyi ve tahmidat-ı Rabbaniyeyi işitiyor.

Sözler, s. 206.

İkinci Makale

Belağatın ruhuna taallûk eden birkaç meselenin beyanındadır.

Birinci Mesele

Tarih lisan-ı teessüfle bize ders veriyor ki: Saltanat-ı Arabın câzibesiyle A’cam, Araplara muhtelit olduklarından, kelâm-ı
Mudarî’nin melekesi denilen belâgat-ı Kur’âniyenin madenini müşevveş ettikleri gibi; öyle de, Acemlerin ve acemîlerin
belâgât-ı Arabiyenin san’atına girdiklerinden, fikrin mecrâ-yı tabiîsi olan nazm-ı maânîden, zevk-i belâğatı
nazm-ı lâfza çevirmişlerdir. Şöyle ki:

Efkâr ve hissiyatın mecrâ-yı tabiîsi nazm-ı maânîdir. Nazm-ı maânî ise mantıkla müşeyyeddir. Mantıkın üslûbu
ise, müteselsil olan hakaike müteveccihtir. Hakaike giren fikirler ise, karşısında olan dekaik-i mâhiyatta nâfizdirler.
Dekaik-i mahiyat ise, âlemin nizam-ı ekmeline mümidd ve müstemmiddirler. Nizam-ı ekmelde herbir hüsnün menbaı olan hüsn-ü
mücerred mündemiçtir. Hüsn-ü mücerred ise, mezâyâ ve letâif denilen belâgat çiçeklerinin bostanıdır. Çiçeklerin
bostanı, cinan-ı hilkatte cilveger olan, ezhara perestiş eden ve şair denilen bülbüllerin nağamâtıdır. Bülbüllerin
nağamâtına âheng-i rûhanî veren ise, nazm-ı maânîdir.

Hal böyle iken, Araptan olmayan dahil ve tufeylî ve acemîler belâgat-ı Arabiyede üdeba sırasına geçmeye çalıştıklarından,
iş çığırdan çıktı. Zira bir milletin mizacı o milletin hissiyatının menşei olduğu gibi, lisan-ı millîsi de
hissiyatının mâkesidir. Milletin emziceleri muhtelif olduğu gibi, lisanlarındaki istidad-ı belâgat dahi mütefavittir-lasiyyemâ
Arabî lisanı gibi nahvî bir lisan olsa…

Bu sırra binaen, cereyan-ı efkâra mecrâ ve belâgat çiçeklerine çimengâh olmaya çok derece nâkıs ve kısa ve kuru
ve kır’av olan nazm-ı lâfız; mecrâ-yı tabiîsi olan nazm-ı mânâya mukabele ederek belâğatı müşevveş etmiştir.

Zira acemîler su-i ihtiyar veya sevk-i ihtiyaçla lâfzın tertip ve tahsinine ve maâni-i lüğaviyenin tahsiline daha
ziyade muhtaç olduklarından ve elfaz, mecrâ olmak cihetiyle daha âsân ve daha zahir ve nazar-ı sathîye daha mûnis ve
hevam gibi avamın nazarlarını daha cazibedar ve avamperestâne nümayişlere daha müstait bir zemin olduğundan, elfaza
daha ziyade sarf-ı himmet etmişlerdir. Yani, ne kadar bir mesafe kat ederse, önlerine çok muşa’şa’ sahralar kendilerini
göstermek şanında olan tertib-i maânide olan tagalgulden zihinlerini çevirip, elfaz arkasına koşup, dolaşıyorlar. Maânînin
tasavvurlarından sonra elfazın arkasına gitmekle fikirleri çatallaşmıştır. Gide gide elfaz mânâya galebe etmekle
istihdam ederek, "lafız, mânâya hizmet etmek" olan kaziye-i tabiiye aksine çevrildiğinden, tabiat-ı belâgattan
böyle lâfızperest mutasallıfların san’atına kadar, yok, belki tasannularına, uzun bir mesafe girmiştir. Eğer
istersen, Harîrî gibi bir dahiye-i edebin Makamat’ına gir, gör. O dahiye-i edep nasıl hubb-u lâfza mağlûp olarak, lâfızperestlik
hevesi o kıymettar edebini lekedar ettiği gibi, lâfızperestlere de bast-ı özür etmiştir ve nümune-i imtisal olmuştur.
Onun için, o koca Abdülkahir bu hastalığı tedavi etmek için Delâil-i İ’câz ve Esrarü’l-Belâgat’ın bir sülüsünü
onun ilâçlarından doldurmuştur. Evet, lâfızperestlik bir hastalıktır; fakat bilinmez ki hastalıktır.

Tenbih

Lâfızperestlik nasıl bir hastalıktır; öyle de, suretperestlik, üslûpperestlik ve teşbihperestlik ve hayalperestlik
ve kafiyeperestlik, şimdi filcümle, ileride ifratla, tam bir hastalık ve mânâyı kendine feda edecek derecede bir maraz
olacaktır. Hattâ bir nükte-i zarafet için veya kafiyenin hatırı için, çok edip, edepte edepsizlik etmeye şimdiden başlamışlardır.

Evet, lâfza ziynet verilmeli, fakat tabiat-ı mânâ istemek şartıyla. Ve suret-i mânâya haşmet vermeli, fakat meâlin
iznini almak şartıyla. Ve üslûba parlaklık vermeli, fakat maksudun istidadı müsait olmak şartıyla. Ve teşbihe
revnak vermeli, fakat matlubun münasebetini göze almak ve rızasını tahsil etmek şartıyla. Ve hayale cevelân ve şâşaa
vermeli, fakat hakikati incitmemek ve ağır gelmemek ve hakikate misal olmak ve hakikatten istimdat etmek şartıyla
gerektir.

Muhakemat, s. 77-79.