Her müzik türü, onu icrâ eden kültür hakkında büyük bilgiler sunar. Aynı müzik türü değişik kültürlerde
farklılıklar gösterdiği gibi, bu farklılıkların dışında kalan noktalar bu değişik kültürlerin asgarî müştereklerini
de oluşturma açısından ehemmiyet arz ederler. Fakat ortak veya farklı noktalar ne olursa olsun -gelişmiş veya iptidâî-
her kültürün, her medeniyetin bir müziği vardır. Kimisinin ritmik özellikleri baskın iken, kimisinin makam özellikleri,
kimisinin armoni özelliği belirginlik gösterir.

En mükemmel müzik âleti olarak kabûl edilen hançereyi bir kenara ayırırsak, hemen hemen her müzik, belli âletlerle
icrâ edilir. Piyano, Klâsik Batı Müziği’nin temel sazıdır ve bu müzik sistemi için vazgeçilmez bir rolü vardır.
Bizim müziğimiz Türk mûsıkîsi de kendine has sazlarla icrâ edilir ki, bunların başında kudüm, bendir, ney, kemençe,
tanbur, ud, kânun gelir. Bizim mûsıkîmizde, ses dünyâsını ortaya koymak, sosyâl motiflerimizi müzik sistemimizle
yansıtmak bu sazlarla mümkün olur. Fakat bilimsel sistemlerin, kitâbî bilgilerin fevkinde anlatılmak, aktarılmak
istenen mefhumlar vardır ki, bunlar bizim mûsıkîmiz ve onun sazlarının bâtınî husûsiyetlerine başvurmamızı elzem
kılar.

Mûsıkîmizde usûlün ehemmiyeti açısından kudümün apayrı bir yeri, bambaşka bir işlevi ve benzersiz sembolik görevi
vardır. Kudûm "düm" ve "tek" darplarıyla kâinâtın yaradılışındaki "Kün" emrini ifâde
eder. Varlık âlemi yokken, birden bire verilen bu emir ile herşey var oldu. Bu ilk emir aynı zamanda, müziğin temelini
teşkil eden sesin ilk duyuluşuydu. Elbette her varlık bu sesi kendine verilen kabiliyet ve ruh derinliği ile duydu. Bu
duyuş, bizim beş duyumuzdan biri olan duyma kabiliyetimizden bambaşka bir boyutta idi. Ama ses idi. Fizikî olarak sesin
duyulması için havanın olması gerekir ama, burada ‘kitâbî bilgilerin fevkinde anlatılmak istenen mefhumlar’ olarak özetlemeye
çalıştığım şeyler esas olduğu için, bunun açıklamasını müsbet ilimlerde aramak abesle iştigal olur
kanaatindeyim.

Ve bu emir, ilk ses idi; ezelî sonsuzluktaki ilk anda kendine has titreşim yapısıyla yayılmaya başladı ve ebedî
sonsuzluğa dek duyulacak her çeşit müziğin ilk tınlamasıydı. Kaynağı elbette Yaratan olan bu ilk tınlama, aynı
zamanda kâinattaki ilk hareketlenme, ilk canlanma idi.

***

Müziğin ilmi tanımlarını, akademisyenlerimize ve teorisyenlerimize bırakıp müziğe farklı bir açıdan bakmayı
tercih ediyorum. Hayat ile müziğin yoldaş olduğu muhakkak. Ne şekilde, hangi boyutta ve hangi fizikî ortamda olursa
olsun hayâtın bulunduğu, hareketin olduğu her yerde müzik vardır. Belki bu yoldaşlık ilk bakışta bize "müzik"
olarak gözükmeyebilir. Ama "hareket" mefhûmunu mikro âlemde ele aldığımızda, çekirdek etrâfında dönen nötron
ve protonlar, makro âlemde alırsak bir merkezî çekim ile belli yörüngede dönen dev yıldızlar, yıldız sistemleri ve
galaksiler akla geliyor. Mikro ve makro âlemdeki tüm bu hareketler, desibel olarak bizim duyma yeteneğimiz dâhilinde
olmasa da çok düşük veya çok yüksek değerlerde titreşimler yayıyorlar.

Her ses, müzik değil ama müzik de sesten başka bir şey değildir. Müzik, sesin bir basamak üstü, belli bir yapı, hız
ve duyguya hitap eden şeklidir. Hayat ile müziğin yâni sesin yoldaş olma konusuna, mikro ve makro âlemden daha müşahhas
bir misâl verelim. İçtimâi hayatta her an karşılaşabileceğimiz, filmlerde belki de defâlarca seyrettiğimiz bir
sahne: Bir kaza olduğunda, bu kazayı geçiren kişinin yaşayıp yaşamadığını anlamak için ilk yapılan şey
kalbinden "ses" gelip gelmediğine bakmaktır. Kalp atışının da basit yapıya sâhip olan bir ses olduğunu söylenemez
hani. O, her an "Kün"ü tekrarlar ve biz yaşamaya devam ederiz. Ses, hayâtın başlangıcının en bâriz işâreti
ve âşikâr ispâtıdır. İşte bu "Hayy" isminin en derin ve mânâlı tezâhürüdür.

Bu nokta-yı nazardan bakıldığında, âlimler arasında yüzyılları aşan bir geçmişe sâhip "Din ve Mûsıkî"
tartışmasının pek de içinden çıkılmaz bir mevzu olmadığı anlaşılmaktadır. İnsanın ferdî ve içtimâî hayâtının
vazgeçilemeyecek bir parçası olan din, medeniyetin insana sunduğu imkânlara ve Allâh’ın verdiği kabiliyetlere elbette
bir disiplin getirecektir. Bu disiplin kendini, edebiyatta, mimârîde, ticârette, giyim kuşamda, eğitimde ve tabii ki güzel
sanatlarda gösterecektir. Var olan imkânlar ve kabiliyetler, bu disiplin süzgecinden geçirilecek ve çağın şartlarına
göre yorumlanarak, yine çağın ihtiyaçlarına karşılık, sorularına da cevap bulunacaktır.

***

Bu minvâl üzere, dinde mûsıkîye yer olmadığını iddia etmek, verildiği zamânı ve veren kişiyi bağlayan fetvâları
referans göstererek, mûsıkîye ‘günah’ demeye kadar ileri gitmek, İslâmî estetiğe ve İslâm’ın insana bakışına
ters düşmektedir. Çünkü bu, İslâm’ın direği olan namazın çağrısını, yâni insan sesiyle okunan ezanı bilmeden
reddetmektir. İslâm estetiğini içtimâî hayâtın vazgeçilmez bir parçası yapan medeniyetimiz, -şimdilerde örneğine
pek de rastlanmasa da- her vaktin ezanını farklı ve insan rûhunun günün o vaktine uygun makâmıyla okunmasını tesis
etmiştir. İnsana çağrı, en güzel insan sesiyle yapılır düstûrundan yolu çıkıp da bu sesin terbiye edilmemiş,
kulağı tırmalayan bir hâlde olmasını düşünmek, biraz geliştirilmeye ve derinleştirilmeye ihtiyâcı olan bir kafa
yapısının ürünü olabilir. Namaza çağrıyı böyle bir anlayışla yapmak, mûsıkî estetiğini görmezden gelerek
ezan okumak, ‘ezan okumak değil, ezanın canına okumak’tır. Ezanı vaktine göre, Sabâ, Rast, Uşşâk, Hicaz gibi
makamlarla okumak, Bayram Tekbîri’ni Segâh makâmının, insan rûhunun derinliklerindeki ulvî ve mânevî devreleri
faaliyete geçiren nezâketiyle getirip ona, -Yahyâ Kemâl’in sözüyle- "saltanat" kazandırmak, dinîmizde mûsıkînin
yerinin ne kadar ehemmiyetli olduğunu göstermeye kâfi gelecektir diye düşünüyorum.

Ezanların makamlı okunmasıyla bir anlamda sathî olarak değindiğimiz mûsıkînin insan rûhu üzerindeki etkilerini
derinlemesine anlatmaktan hicap duyarım. Ancak burada mûsıkînin insan üzerine etkilerine yaşanmış bir örnek vermekle
yetineceğim. Türk güzel sanatlarının eşşiz dallarından biri olan Ebrû ile ilgilenmeye başladığımda benim için mûsıkîmizin
üstünde sır örtülerinden biri daha kalkmaya başladı. Ebrû hocam, muhterem Hikmet Barutcugil ile derslerimiz sırasında,
her ders değişik makamlarda eserler dinlerdik. Belli bir süre sonra, acemice de olsa yaptığımız ebrûlarda, az da olsa
bilen için âşikâr bâzı farklılıklar gözlemlenebiliyordu. Dinlediğimiz mûsıkî eserlerinin makamları, ebrû
yaparken renk seçimlerimize etki yapmış ve belli makamlarda ağırlıklı olarak belli renkler kullanılmıştı.

Mûsıkînin bu nâzik ve cemâl özelliğine sâhip tesirlerinin yanında, askerî mûsıkînin dünyâdaki ilk örneği
olan Mehter’de de gördüğümüz gibi, mûsıkînin celâl özelliğine sâhip etkileri de vardır. Fâtih Sultan Mehmed, İstanbul’un
fethi sırasında, Bizans halkını moralman zayıflatmak ve şehri mümkün olduğu kadar az kan dökerek fethetmek amacıyla,
surların kara tarafına deve derisinden yapılmış yüzlerce, dev boyutlarda kös koydurmuş ve bunları gece-gündüz
vurdurmuştur. Böylece halk, Osmanlı ordusunun haşmetini, engellenmesi en zor duyu olan duyma hissi ile her an çevrelerinde
hissetmişlerdir.1

Mûsıkînin özellikle cemâl özelliğine sâhip gücü, dünyânın değişik ülkelerinde, kadınların kolay ve sağlıklı
doğum yapmasından, öğrenme zorluğu çeken zihinsel özürlü hastaların bu zorluğu aşmalarına yardımcı olmaya
kadar sayısız alanda kullanılmaktadır.2 Ancak maalesef özellikle Türk mûsıkîsinin bu özelliği yokmuş gibi davranılıp,
Osmanlı zamanında Darüşşifâ’larda mûsıkînin akıl hastalarını tedâvide kullanılması bugün ülkemizde pek
"bilimsel" kabûl edilmediği için, Türk tıbbı ile birlikte Türk mûsıkîsinin de çeşitli alanlarda gelişmesine
ket vurulmaya çalışılmaktadır.

Türk mûsıkîsi, senelerce okulsuz bırakılmasına, hor görülmesine, "yetimâne hüzünler"e ve "nefsânî
şehevât"a meze yapılmaya çalışılmasına rağmen, İslâm hoşgörüsünün vermiş olduğu birleştiricilik özelliğiyle,
müslim ve gayrimüslim bestekârların ortaya koydukları âbidevî şaheserlerle dimdik ayaktadır ve Batı müziği ile
birlikte dünyâ üzerindeki en önemli iki müzik sisteminden biridir.

Türk mûsıkîsinin Batı müziği kadar yaygın olmaması, onun iptidâî bir müzik olduğunu göstermez. Hele, mûsıkîmizi
ilkel sayıp, bunun sebebini de İslâm dinîne bağlamanın ilmî hiçbir dayanağı olamaz. Münferit hâdiseler ile, mûsıkî
hakkındaki şahsî fikir ve uygulamaları umûmî hâle getirmek, mûsıkîmizin aleyhine yapılan çalışmalara -bilmeden
de olsa- hizmet etmektir diye düşünmekteyim.

Batı müziği, başlarda Hıristiyanlığın etkisiyle, teslis inancının bir tezâhürü olarak "Çok Sesli" bir
yapıda, öncelikle kilise müziği olarak gelişme imkânı bulmuştur. Özellikle krallıklar döneminde kilisenin, yönetim
ve halk üzerindeki tartışılmaz hâkimiyeti sonucu, din-dışı müzikte de kralların himâyesinde polifonik olarak
eserler verilmiş ve bu müzik, sömürgecilik döneminde tüm dünyâya yayılmıştır. Ama hemen bir noktaya dikkat çekmek
isterim ki, çok sesli müzik günümüzde belli bir dinin müziği değildir. Dünya kültürüne Batı medeniyetinin hediye
ettiği, kendine has yapısı, icra tarzı ve estetiği olan bir değerdir.

Türk mûsıkîsi de özellikle Türklerin İslâmiyet’i kabûlleriyle ortaya çıkan kültür alışverişiyle, var olan
nazariyâtını, İslâmî coğrafyanın kültür zenginliğini de içine gelişmiştir.3 Elbette İslâm inancındaki
Tevhid, mûsıkîde de ortaya konmuş ve Türk mûsıkîsi "Tek Sesli" bir yapıda inkişaf etmiştir. Özellikle
Kur’ân okumanın başlı başına bir sanat olarak ele alınmasıyla, Allâh’ın, Kur’ân’ın nâmütenâhî mûcizelerinden
biri olarak yarattığı ‘iç mûsıkî’ ortaya çıkmış ve müzikâl ses ve sözlerle örülen Kur’ân’ın ses mîmârisinin
eşi bulunmayan mûcizesi tezâhür etmiştir.4

İslâm düşüncesinin zirve isimlerinden ve kilometre taşlarından olan Hz. Mevlânâ’nın, insanı anlatırken, mûsıkîmizin
kudümle birlikte en müstesna sazı olan "ney"i sembol olarak seçmesi, ney’in o esrarlı sesini, kâinâtın sırrını
anlatan nağmeler olarak açıklaması da, İslâmiyet ile mûsıkînin ne kadar örtüştüğünün en bâriz delilidir.

Uzmanlık alanım olmasa da, mûsıkî aleyhtarlarının Hadis-i Şeriflerden kendilerine bâzı dayanaklar bulması
konusunda da, Peygamber Efendimiz’in (s.a.v) zaman zaman Hz. Bilal (r.a.) efendimize, güzel sesli olması hasebiyle
"Erihnâ Yâ Bilâl"5 (Yâ Bilâl, bizi ferahlandır.) demesini hatırlatmak isterim. Buradan hareketle mûsıkînin,
insanın rûhuna hitap eden bir güzel sanat olmasının yanında, esas olanın mûsıkînin muhtevâsı ve icrâ tarzı olduğu
sonucu da çıkmaktadır. Müziğin red veya kabûl edilmesinde önemli olanın, bir (sözlü) mûsıkî eserlerinin, kimin
tarafından icrâ edildiği değil, bu eserin güftesinde anlatılanların ne olduğu ve insanda hangi duygulara hitap ettiğidir.
İnsanda -dinî veya din dışı- ulvî, ahlakî, mânevî, medenî duyguları muhatap alan bir mûsıkî eserinin İslâm öğretisine
ters düşen hiçbir tarafı olamaz.

Dinî ve sosyâl hayât açısından bunca nokta ile temâsı bulunan mûsıkîyle iştigal etmekte elbette belli bir hassâsiyet
gerektirmektedir. Özellikle dinî eserlerin, sâdece güfteleri dinî anlam içeriyor diye, tasavvuf mûsıkînin yapısına
ters düşen enstrümanlar kullanıp, "sentez" gibi anlaşılmaz bir mâzeret ve beyhûde bir amaçla yapılan eser
ve icrâların, değil kaş yapmak, mâzallâh göz çıkarmak gibi sonuçları olmaktadır. Hele hele bâzı renklerin isim
olarak kullanılıp, bâzı kesimlere tavır gösterip hiç de gereği yokken alternatif olma çabasına girmek, bâzı
kesimlere de "şirin" gözükmeye çalışmakla mûsıkînin hiçbir ilişiği olamaz.

Müzik, güzel sanatların en hassas, en nâzik ama bir o kadar da en güçlüsüdür. Yerinde kullanıldığında, bir
orduya topsuz, tüfeksiz zafer kazandıran gücünün yanında, insanı kendi iç dünyâsında, iç muhasebesini en sağlıklı
bir şekilde yapmasını sağlayacak ve insana güçlü bir ruh dengesi sunabilen duruluğa sâhiptir. Türk mûsıkîsi ise,
bu özelliklerin de fevkinde, dayanak ve temel noktası olan Kur’ân’ın sonsuzluk ikliminde, beşerî sınırlarla anlatılamayacak,
içine girenlere de ne kadar ilerlerse ilerlesinler, cihanşümûl lezzetleri tadarak, henüz kıyısında geziniyor hiss-i
selîmini veren bir ummandır.6

Hâsılı, güzel sanatların diğer alanları gibi müzik de, insanların zevk-i selim seviyesini yükselten, yükselttikçe
daha güzeli aramaya sevk eden ve hakkıyla yapıldığında tüm insanlığa hitap eden bir sanattır.

Dipnotlar:

1. Popescu-Judetz, Eugenia, Türk Mûsıkî Kültürünün Anlamları, çev: Bülent Aksoy, Pan Yayıncılık, İstanbul
1996.

2. Khan, Sufi İnayat, Müzik -İnsan ve Evren Arasındaki Köprü-, çev: Kaan H. Ökten, Tuğrul Ökten, Arıtan Yayınevi,
İstanbul 1994

3. Bardakçı, Murat, Maragalı Abdülkadir, Pan Yayıncılık, İstanbul 1986.

4. Uludağ, Süleyman, İslâm Açısından Mûsıkî ve Semâ, Uludağ Yayınları, Bursa 1992.

5. Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Mârifet Yayınları, İstanbul 1996.

6. Tanrıkorur, Cinuçen, Müzik Kimliğimiz Üzerine Düşünceler, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1998.