I.

Çocuklar sınıfın camını kırarlar. Bir ‘Kim kırdı?’ telaşıdır başlar. Oysa öğretmen çok rahattır, çünkü
tecrübesiyle bilir ki, camı "Örtmenim, valla-billa ben kırmadım!" diye ilk parmağını kaldıran çocuk kırmıştır.
Bizim sıkı Türk müziği düşmanı Batıcılar da aynen böyledir: "Biz alaturkayı çok severiz, evimizde yalnızken
(yani etrafta duyan-gören yokken) hep alaturka dinleriz. Eh, Mozart’la da rakı içilmez ki…" derler. Ama dışarı
çıkınca "Alaturka teksesli olduğu için geridir, Batı müziği çoksesli olduğu için ileri ve çağdaştır;
zaten Atatürk de… filan demeye mecburuz, çünkü ekmeğimiz buna bağlı.” İşte bu iki yüzlülerin Tanzimatla başlayıp
Eylul 1926’da resmileşen sahtekarlığı, Türk musikisini konservatuarda ve Bakanlığa bağlı ilk ve ortaöğretim
kurumlarında yasaklattırmış, Hasan Ali Yücel’in Bakanlığı yıllarında gelişerek tam bir kültür kanseri halini almış
ve bugünkü düzeltilmesi fevkalade güç duruma gelinmiştir. 1926 Mayısında Musa Süreyya ile Zeki Üngör (bozuk
prozodili Milli Marşın bestecisi) Milli Eğitim Bakanı’na şu raporu veriyorlardı (bugünkü dile aktarıyorum): "Dünyanın
her yerindeki bu tür kurumlara Konservatuar dendiği halde, bambaşka bir zihniyetin hakim olduğu bir dönemde adıgeçen
kuruma Darülelhan adı verilmişti (kendisi o kurumun müdürü değilmiş gibi!-C.T.). Bu kurumun bugünkü kültürümüz
için gereksiz olan Türk Musikisinden arındırılarak adının İstanbul Konservatuarına çevrilmesi, idari ve ilmi
denetiminin de Bakanlığınızca yapılması en samimi dileğimizdir" (Maarif Vekaleti Mecmuası, no. 7, s. 68). Alçakca
bir ihanet ve pis bir yağcılıktan başka şey olmayan bu rapordan dört ay sonra, 6.4.1926’da İcra Vekilleri Heyeti’nce
kabul edilen yönetmeliğin 10. maddesinde yer alan "Milli musikinin fenni esaslara göre geliştirilmesi için çare ve
tedbirler düşünmek" üzere (yine bugünkü dille verdim) Musa Süreyya, Cemal Reşit Rey ve İsmail Hakkı Baltacıoğlu
Sanayi-i Nefise Encümeni’ne seçiliyor ve milli musikiyi çağdaşlaştıracak (!) en acil tedbir olarak, Konservatuardan ve
okullardan atılmasına karar veriyorlardı!..

Topluma dayatılmak istenen uygulamalara geçebilmek ve bunları tarafsız-bilimsel (!) kurulların kararına istinad
ettirmek için hedefe uygun kurullar oluşturmak, bütün totaliter rejimlerin özelliğidir. 1926 Ekimi de, o meş’um kararı
en acı dille reddeden müzik bilgini Rauf Yekta Bey başta olmak üzere besteci Bimen Şen ve edebiyatçı-neyzen H. Süha
Gezgin’in Vakit, Akşam ve Yeni Ses gazetelerindeki yazıları ve Baltacıoğlu ile Halil B. Yönetken’in papağan cevaplarıyla
doludur. Şimdi, bir ülkenin milli müziğinin geleceği konusunda böyle hayati önemde bir kararı almakla görevlendirilen
kişilerin niteliğine kısaca bir göz atalım:

Musa Süreyya, en azından 10 Kasımlarda Atatürk’ün en çok sevdiği şarkılar adı altında yayımlanan programlarda yer
alan ‘Cana, rakibi handan edersin’ güfteli Uşşak şarkının bestekarı, Giriftzen Asım Bey’in sözümona oğlu ve o
"çağdaş kültürler için gereksiz" diye nitelediği Türk musikisinde ‘Sen sanki baharın gülüsün, şen çiçeğimsin’
gibi tanınmış besteler yapmış, ama beceremediği için Manasyan Efendiye armonize ettirdiği Tahirbuselik Peşrevini
benim aranjmanım diye takdim etmesi bir yana, Osmanlı hükumetince gönderildiği Almanya’daki müzik eğitiminden dönünce
müdürü olduğu Darülelhan’dan (Nağmeler Sarayı adlı ilk resmi konservatuarımız) kendi musikisinin atılması için
rapor vermekten utanmamış, rejim yağcısı bir iki yüzlü (tabii siz bu yüz kızartıcı raporla ilgili bilgiyi Öztuna’nın
gaflar ansiklopedisinde bulamazsınız).

II.

1926 Eylülünde, "Milli musikinin fenni esaslara göre geliştirilmesi için çare ve tedbirler düşünmek" üzere
Milli Eğitim Bakanlığı’nca Sanayi-i Nefise Encümeni’nde görevlendirilen Musa Süreyya, Cemal Reşit Rey ve İsmail Hakkı
Baltacıoğlu’nun, milli müziği çağdaşlaştıracak en acil tedbir olarak, Konservatuardan ve Bakanlığa bağlı
okullardan atılmasına karar verişlerinin hikayesini I. bölümde anlatmış, bu çok vatanseverce karara imza atan üç üyenin
kişiliklerini tanıtmaya başlamıştım.

İkinci üye Cemal Reşit Rey, ünlü Rus Beşleri’ne özenip çağdaş olabilmek için kendilerine Türk Beşleri diyen
grubun üyesi olması hasebiyle, Türk musikisine rahmet okuması zaten beklenemeyecek olan bir besteci. Aradan 47 yıl geçtikten
sonra ancak ifade edebildiği Türk musikisi hakkındaki fikirlerine bakılırsa, 1973’te söylediği gerçeklerin 1926’da
henüz farkına varmamış olduğuna veya 1926’nın merhumun Türk musikisi hakkındaki gerçek düşüncesini açıklaması
için müsait bir tarih olmadığına hükmetmek gerekir. Bakınız, Türk Edebiyatı dergisinin Ağustos 1973 tarihli 20.
sayısındaki mülakatında üstad ne diyor:

"Eski asırlardan bize intikal etmiş Türk bestekarlarının eserlerine ötedenberi hayrandım. 1939’da Ankara
Radyosunda Mes’ud Cemil’in korosu ve benim telli sazlar orkestramla birlikte konserler verdik. Dinleyenler hayranlık içinde
kaldılar, iki müzik arasında ne kadar büyük yakınlık olduğunu ve her iki müziğin yarışırcasına yükseldiğini gördüler.
Bizim üstadlarımız hakiki ilham konusunda en az Garplı üstadların ayarındadır. 14. yüzyılda yaşamış olan Abdülkadir
Meragi’nin melodileri yanında Garp müziği çok ilkel ve sönüktür. … 17. yüzyılda üstad Purcell’den sonra 300 yıl
İngiltere’de hiçbir müzik dehası çıkmamıştır." 1926 Ekimindeki gazete polemiklerine hiç karışmamış olan
merhum Rey’in bahsettiği bu Türk musikisi bestekarları, acaba diye düşünüyor insan, şutlanmış orkestra şefi
Abdurrahman Çelebinin, 28.10.1996 tarihli Cumhuriyet gazetesinde, "Cumhuriyet Konserinde bunların eserlerini icra
etmek düpedüz irtica ve skandaldır" dedikleri mi yoksa?!..

Üçüncü üye Baltacı’dan bahsetmeye, müzikle uzak yakın ilgisi olmamış uzun boylu bir kukla olduğu için, lüzum görmüyorum.

"Bir cahilin bir sanatkar olduğunu asla göremezsiniz" diyen Fransız müzik bilgini Albert Lavignac ve onun ölümünden
sonra Lionel de la Laurencie’nin yönetiminde 1902-1931 yılları arasında çıkmış olan 11 ciltlik Encyclopédie de la
Musique et Dictionnaire du Conservatoire adlı eserin V. cildine 119 sayfalık bir Türk musikisi monografisini doğrudan doğruya
Fransızca yazmış olan büyük bilginimiz Rauf Yekta Bey, 22 Ekim 1926 tarihli Vakit gazetesinde bakınız ne diyor:
"Mekteplerimizde Türk çocuklarına münhasıran Mozart, Çaykovski’nin eserlerini öğreteceğiz. Bir müddet böyle
geçecek. Kendi musiki sanatımızı, milli üslubumuzu tamamiyle unutacağız ve işte o vakit… -gülmeyiniz ey zül’-ukul
(akıl sahibi okuyucularım, C.T.), işte o vakit- bu üç milletin ruhumuza yerleşen musiki ruhlarından hasıl olmuş
melez ve mahlut bir musiki zevkıyle yeni bir musiki yaratmaya başlayacağız!.." "Çağdaş müzikte eskiye başvurmadan
ileri gitmenin imkanı yoktur" diyen Wagner hayatta olsaydı, sizin bu ultramodern fikirleriniz karşısında kendi yanlış
düşüncelerinden kimbilir ne kadar utanırdı!..

"Mozart Topkapı’da". Başlığın altını merakla okuyorum. "Cumhuriyetin 50. yıldönümü şenlikleri sırasında
Türkiye’nin Batı sanatında neler başarabildiği gösterilmeye çalışılacak. Mozart’ın ‘Seraglio’su da Topkapı Sarayının
şahane salonlarında sunulacak.." Demek ki, Cumhuriyetin 50. yılında emperyalist Batıya karşı verilen İstiklal
Savaşı’nın kutlanışında Batıya Batıyı satmaya çalışacağız! Demek ki, aptal taklitçiliğimizin ve soluk kopyacılığımızın
yine Batılı alkışlarla takdirini dileneceğiz. Ve Türklüğümüzü ve Türklüğümüzün sanat eserlerini hep Batı
perdesinin ardına, kuytulara iteceğiz. Ve böylece Batılı ukalaların aferinleriyle, müstehzi yüze gülmeleriyle ‘muasır
medeniyet seviyesi’ne vardığımızı sanacağız. Şenliklerden alaylı bakışlarını esirgememek için zahmet buyuracak
birkaç Batılının aşağılayıcı kahkahalarını şu sözlerle şimdiden duyar gibi oluyorum; "İyi, iyi… Devam
edin… 50 yıl sonra daha da başarılı olursunuz!" (Adnan Sefa, Batı Günlüğü, 14 Eylul 1972/Bath, Fikir ve
Sanatta Hareket, Ocak-Şubat 1973, sayı 85-86).

Bilmem, benim birşey eklememe siz lüzum görür müsünüz?

* 1997 yılı itibariyle.