Efendim, benim takdim edeceğim bildiri, daha ziyâde meselenin bir psikolojik yönden değerlendirilmesi ve araştırmadır.

Mûsikî, her devirde toplumda mevcut olan insânî bir hâdisedir. Nitekim, mûsikînin sâdece insanlar tarafından keşfedilmesine
değil, insanların mûsikîyle münâsebetlerini keşfetmelerine de bunun bağlı olduğu yapılan araştırmalarla gösterilmiştir.

İnsanı diğer canlılardan ayıran beyin yapısı, ona konuşma, haberleşme ve soyut düşünce imkânını verdiği gibi,
mûsikî tarzında, sözle alâkalı olmayan ifâde yolunu da açmış bulunmaktadır. Bunun bir sonucu olarak artistik,
yaratıcılık ve değerlendirme insanlar için mümkündür. Araştırmalar göstermiştir ki, gündelik hayâtın alelâde
sesleriyle "mûsikî" dediğimiz düzenli seslere insanoğlunun verdiği cevaplar çocukluktan, hayâtın ilk çağlarından
îtibâren farklılıklar göstermektedir. Bir bebeğin ritmik bir sesle ve ninniyle uyuması gibi her ne kadar müzikle kültür
birbirine çok bağlı şeylerse de, sesi ne kadar yabancı olursa olsun, bir insanın yabancı kültürlerin müziğini de
tanıyıp, beğendiğini görüyoruz. Bu da, müziğin insanî bir hâdise olduğu ve kültürleri aştığını gösteren en
büyük delillerden biridir. İnsan beyni, belli ton ve frekanstaki seslerin bir zaman bölümü içinde düzenli bir şekilde
tekrarlanması hâlinde, bunları rasgele yükselip alçalan diğer seslerden, diğer bir deyimle, gürültüden daha kolaylıkla
ayırt edebilmektedir.

Müziğin nasıl keşfedildiği, nasıl bulunduğu hakkında çeşitli teoriler var. Yazımda tek tek sıralıyorum; fakat
burada huzûrunuzu işgâl etmek istemem. Yalnız psikiyatri ve psikoloji açısından en geçerli görüşün haberleşme,
komünikasyon teorisi olduğunu belirtmek isterim.

Bu teori, insanların haberleşebilmek, birbirlerine duygu ve düşüncelerini aktarabilmek için bir takım melodik sesleri
kullanma zarûretini bulmalarına dayanır. İnsanların tabiat üstü güçlerle haberleşebilmek için mûsikîyi kullandıkları;
yâni ilk defâ dînî mûsikînin keşfedildiği de bu açıdan ileri sürülmüştür.

Uzun bir gelişme devresi içinde kültür dili, sesli ve sessiz harfleri daha spesifik ve belirli bir düzen içinde kullanılır
hâle gelir. Bu düzenin daha belirgin durum alması ve konuşmanın melodik vasıf kazanması mûsikîyi meydana getirir.
Haberleşme hâdisesindeki bu farklılaşma Nettle isimli bir araştırmacıya göre üç safhadan meydana gelmektedir. Özetle
söylüyorum: Birisi farklılaşmamış haberleşme, gürültüyle haberleşme. İkincisi, mûsikî ve konuşma arasındaki
farklılaşmanın görülmesi. Üçüncüsü, çeşitli müzik türleri arasındaki farkların keşfedilmesi hâdisesi.

Orijini ne olursa olsun mûsikî -demin de söylediğim gibi- insana has, insânî bir davranıştır ve kültürel bir
temele istinat eder. Kültürleşme, akültrasyon, çeşitli toplumlarda o toplumun devâmını sağlayan birtakım temel müesseseleri
oluşturmuştur. Müzik, bunların arasında -yine üzerinde son derece ehemmiyetle durmak lâzım- kültürleri aşabilen nâdir
örneklerden biridir. O bakımdan, ben bu arada bir cümleyle söyleyeyim.

Türk Mûsikîsi-Batı Mûsikîsi, çok sesli-tek sesli kavgasına her zaman karşı olmuşumdur. Müzik, kültürleri aşabilen
insanlığın malıdır. Bu bakımdan, bir milletin, başka bir milletin müziğini öğrenmesi, taklit etmesi, icrâ etmesi
ve ondan birtakım şeyler yaratmasına mâni hiçbir şey yoktur. Müzik türleri toplumdan topluma değiştiği hâlde,
temel olarak müzik, insanlığın ortak malı olarak varlığını koruyabilmiştir.

Şurasını da ayrıca üzerinde önemle durmaya değer bir husus olarak belirtmek isterim: Konuşma ve müzik, beyinde özel
merkezlerde temsil edilen birer biyolojik ve psikolojik melekedir. Dolayısıyla insan doğarken melekesiyle beraber gelir.
Nitekim, benim çok değerli bir arkadaşım vardı, merhum büyük bir edebiyatçıydı. Bir gün kulağıma fısıldadı:
"Ben, araba gürültüsüyle müziği birbirinden ayıramam." Bir hastalık, doğuştan beynindeki bir noksanlıktır.
Bâzı insanın daha müziğe yatkın olması, "kulağı var" dediğimiz insanlarda bu melekelerinin, beyninin o bölgesinin
daha iyi gelişmesine bağlı bir yaratılışa sahiptirler. Nitekim, klinikte gördüğümüz "Amüzi" dediğimiz
hastalıkta, beyindeki müzikle ilgili merkezin tahribi sonunda müzik melekesinin ortadan kalktığını görüyoruz. Bu sûretle
de, ritmik ve melodik sesleri ayıramaz hâle geliyor hasta; afazide sesi duyup, konuşmayı, kelimeleri tefrik edemediği;
agrafide şekilleri görüp, yazıyı okuyamaması gibi.

Türk Mûsikîsi-Batı Mûsikîsi karşılaştırması veya bir mukâyese yapmak istemiyorum, yalnız şunu söylemek
istiyorum. Mûsikî, bir haberleşme vâsıtası, bir enformasyon aracıdır. Enformasyon, onu teşkil eden cümlelerden ve o
cümlelerin tertip edildiği harflerden, işâretlerden meydana gelir. Bu harfler, işâretler daha genel bir deyimle alfabe,
yazılı, sesli, ışıklı veya başka türden olabilir. Meselâ, bir zilin düğmesine basıp, çalmamız bir mesajdır.
Kapının çalınmasını bekleyen kişi için, bu mesaj bir psikolojik enformasyon değeri kazanır. Meselâ, kapının çalınmasında,
sevgilisinin içeri girmesini bekleyen âşıkla, kendisini alıp götürecek polisi bekleyen suçlu için, aynı zil sesinin
meydana getirdiği psikolojik reaksiyon birbirinden son derece farklı durumlardır.

Mesajın alfabesi, çok değişik işâretlerden kurulabilir; Çin yazısındaki ideogramlardan, bizim kullandığımız
Latin Alfabesinin harflerine, dilsizin parmak işâretlerine veya mûsikîdeki notaya gibi. O hâlde mesaj, ölçülebilir
bir matematik büyüklüktür. Demek ki, mûsikî mesajı da, ölçülebilir bir matematik büyüklüktür. Bir alfabe içinde
meselâ, "A" kadar bir işâret bulunsa ve biz bunlardan "L" tânesini tekrarlamak sûretiyle bir mesaj
teşkil etsek, o hâlde meydana getireceğimiz, bu işâretlerle meydana getireceğimiz mesajın sayısı "A" üzeri
"EL" yâni işâret sayısının, bunların tekrarlanması kadar katı nispetinde olur. Böylece elde iki işâretli
bir alfabemiz olsa, bunlardan sâdece birisini kullansak, iki üzeri bir; yâni birbirinden iki ayrı mesaj getirebiliriz,
bir ışığın yanıp sönmesi gibi. Buna mukâbil iki işâret kullansak, iki defâ kullanabilsek dört, üç defa
kullanabilsek dokuz şeklinde geometrik dizi hâlinde artacaktır. İşâret sayısı veya işâretin mesajda kullanılması
tekrârı adetiyle.

Yukarıdaki açıklamadan anlaşılacağı gibi, bir eformasyonun mesaj sayısını informatik değerini artırabilmek için
iki yol vardır; ya işâretleri artırmak, ya da o işâretlerin tekrârını artırmaktır.

İşte Türk Mûsikîsi, birbirine eşit olmayan 24 aralık üzerine dizilmiş skalasıyla teksesli müziği bu şekilde
meydana getirmiştir; yâni bir mûsikî cümlesi içerisindeki birbirinden farklı işâretleri artırmıştır. Buna mukâbil
Batı Mûsikîsi, bir mûsikî içerindeki işâretlerin tekrârını artırmıştır; yâni o işâretleri çeşitli enstrümanlarla
tekrarlamak sûretiyle bir melodik zenginliği ve bir ifâde gücünü elde etmiştir. İkisinin arasındaki temel fark
budur. Bu temel farkı, birinin güzelliği, öbürünün kötülüğü şeklinde getirip, bir kavgaya dönüştürmenin son
derece zararlı ve kötü olduğu kanaatindeyim.

Meseleyi uzatmamak için kısaca bir misâlle hâdiseyi vermek istiyorum. Batı Mûsikîsi, Çok Sesli Batı Mûsikîsi bir
heykele benzer, dar bir taban üzerine üst üste seslerin yüklenmesiyle meydana getirilmiş üç boyutlu bir heykele
benzer. Buna karşılık Türk Mûsikîsi, tek satıh üzerine, çeşitli renkli mozaiklerle yayılmış bir mozaiğe benzer.
Mozaik de, resim de güzeldir, heykel de güzeldir. İkisi de kendi içinde güzeldir. Ama bu ikisini birbiriyle bu şekilde
bir mukâyeseye sokmanın ben, -elmayla armudu toplamaya uğraşmak gibi- bir abesle iştigâl olduğu kanaatindeyim.

Daha ayrıntılı metni Dîvâna takdim edeceğim. Okuyup, ilginize mazhar olursa çok müteşekkir olacağım.

Şimdi müsaadenizle bildirimi sunacağım;

Mûsikî, her devirde ve her toplumda mevcut olan insânî bir hâdisedir. Gaskon isimli müellif bunun, mûsikînin sâdece
insanlar tarafından keşfedilmesine bağlı değil, insanların mûsikî ile münâsebetlerini keşfetmelerinin de bir netîcesi
olduğunu ileri sürmüştür. İnsanı diğer canlılardan ayıran beyin yapısı, ona, konuşma, haberleşme ve mücerred düşünce
imkânını verdiği gibi, mûsikî tarzında, sözle alâkalı olmayan ifâde yolunu da açmış bulunmaktadır. Bunun bir
sonucu olan "artistik yaratıcılık ve değerlendirme" de ancak insanlar için mümkündür. Araştırmalar göstermiştir
ki, gündelik hayâtın alelâde sesleri ile mûsikî dediğimiz, düzenli seslere insanoğlunun verdiği cevaplar, çocukluktan,
hayâtın ilk çağlarından îtibâren farklılıklar göstermektedir. Her ne kadar, müzik ile kültür birbirine çok bağlı
şeyler ise de, sesi ne kadar yabancı olursa olsun, bir insanın yabancı kültürlerin müziğini de tanıyıp beğendiğini
görüyoruz. İnsan beyni, belli ton ve frekanstaki seslerin bir zaman bölümü içinde düzenli bir şekilde tekrarlanması
hâlinde onları rastgele yükselip alçalan diğer seslerden daha kolaylıkla ayırdedebilmektedir.

Mûsikî, bir çeşit "insan davranışı" olduğuna göre, insanın sesleri müzik şeklinde kullanmaya nasıl başladığı,
yâni mûsikîyi nasl keşfettiği suâline de cevap aramak gerekir. Darwinciler, tekâmül teorisinin metodolojisi ile
meseleyi ele alıp, mûsikîyi hayvanlardaki cinsî kaynaklı seslerle irtibatlandırmaktadırlar. Bu görüş, derhâl
reddedilmesini sağlayacak kuvvetli aleyhte delilleri de beraberinde getirmektedir. Meselâ kuşlar çiftleşme zamânı dışında
da ötmektedirler. Buna karşılık maymunlar, çiftleşme devresinde dahi mûsikî ile alâkası olmayan sesler çıkarırlar.
Bir başka görüş, dansın, ritmik hareketlerin mûsikîden daha önce mevcut olduğunu ve ritim duygusunun seslere intikâli
ile, mûsikînin meydana geldiğini ileri sürer. Bu görüşe göre, insan, zamanla hareket ve sesler arasındaki bağlantıyı
bulmuş ve mûsikîyi keşfetmiştir.

İptidâî kavimlerde çeşitli gündelik faaliyetlere mûsikînin eşlik etmesi ve bu faaliyetlerin müzikle taklidi, bâzı
araştırıcılara "çalışma teorisi" fikrini ilham etmiştir. Taklit teorisi, insanın, kuşların ötüşünü
taklit ile müziği bulduğunu kabûl eder. Bu da, iptidâî kavimlerde kuş seslerinin taklit edilmesine karşılık müziğin
bulunmaması ile reddedilmektedir. İfâde teorisi, müziğin heyecanlı bir konuşma olduğu, heyecanların ifâdesi mâhiyetini
taşıdığı noktasından hareket eder. Melodik konuşma teorisi, insanın konuşmasındaki ton farklarının, entonasyonun
mubalağa edilmesiyle mûsikînin meydana geldiğini söyler.

Psikiyatri ve psikoloji açısından en geçerli görüş, "Haberleşme komünikasyon teorisi"dir. Bu teori,
insanların haberleşebilmek, birbirlerine duygu ve düşüncelerini anlatabilmek için bir takım melodik sesleri kullanma
zarûretini bulmalarına dayanır. İnsanların tabiat üstü güçlerle haberleşebilmek için, mûsikîyi kullandıkları,
yâni ilk defâ dînî mûsikînin bulunduğu da bu teoriden kaynaklanan bir görüştür. Uzun bir gelişme devresi içinde
kültür dili, sesli ve sessiz harfleri daha spesifik ve belirli bir düzen içinde kullanır hâle gelir. Bu düzenin daha
da belirgin durum alması ve konuşmanın melodik vasıf kazanması mûsikîyi meydana getirir. Haberleşme hâdisesindeki bu
farklılaşma, Nettle isimli araştırıcıya göre, üst safhada meydana gelmektedir:

1- Farklılaşmamış haberleşme,

2- Mûsikî ve konuşma arasındaki farklılaşmanın görülmesi,

3- Çeşitli mûsikî türleri arasındaki farklılaşmanın ortaya çıkması.

Menşei ne olursa olsun mûsikî, insana has, insânî bir davranıştır ve kültürel bir temele istinâd eder. Kültürleşme,
çeşitli toplumlarda o toplumun devâmını sağlayan bir takım temel müesseseleri oluşturmuştur. Mûsikî, bunların
arasında kültürleri aşabilen nâdir örneklerden biridir. Müzik türleri toplumdan topluma değiştiği hâlde, temel
olarak mûsikî, insanlığın ortak malı olarak varlığını koruyabilmiştir. Şurası da ayrıca üzerinde önemle
durulmaya değer bir husustur; konuşma ve mûsikî, beyinde özel merkezlerde temsil edilen birer "biyolojik ve
psikolojik meleke"dir. Bu merkezlerden birinin tahribi ile konuşmanın kaybolması (afazi) ve diğerlerinin tahribi ile
de mûsikî kâbiliyetinin kaybolması, sesleri ayırdedebilme yeteneğinin ortadan kalkması, yâni "amüzi" denen
hastalık meydana gelir. Demek oluyor ki, mûsikî, konuşma gibi, yaratılıştan mevcut olan, biyolojik bir vetîredir.

Mûsikî, dil kadar, belki ondan da fazla olmak üzere millî kültürün temel müesseselerinden biridir. Nasıl muhtelif
milletlerin, muhtelif kavimlerin farklı dilleri varsa, aynı şekilde farklı mûsikî sistemleri de vardır. Bu bakımdan
san’at ve zevk "evrensel" olabilir ama bir "evrensel mûsikî"den bahsetmek mümkün değildir.

Türk Mûsikîsinin dünya müzik türleri arasında önemli bir yeri vardır. Türk’ün yazılı, mevsuk târihî 2500 yıl
öncesine kadar uzanır. Bu engin târih içinde hiçbir zaman devletsiz kalmamış olan Türk insanı bütün gündelik
faaliyetlerinde mûsikî ile berâber olmuştur. Hun Türkleri’nde askerleri teşci etmek için bir takım vuruşlu enstrümanların
mevcûdiyeti bilinmektedir. Böylece mûsikîmizin târihî Milat’tan önceki çağlara kadar uzanır. Göktürkler’de düzenli
askerî bandoya benzer Mûsikî takımları vardı. Osmanlı Devleti’nin kuruluşu, Osman Gâzi’ye Selçuklu Sultânı’nın gönderdiği
davul, tuğ ve âlem ile tebliğ edilmiştir. Fâtih Sultan Mehmed devrine kadar her gün belli saatte mehter takımı hükümdârın
huzûrunda nevbet vurur ve hükümdâr bunu ayakta dinlerdi. Dînî Mûsikîmiz Orta Asya Türkleri’nin Baksı âyinlerinin
izlerini taşır. Şaman denen hekim-râhiplerin mûsikî ile bir çeşit trans hâli temin ederek hasta tedâvi ettikleri, böylece
belki insanlık târihinde ilk defa mûsikî ile tedâvi uygulamasının gerçekleştirildiği bilinmektedir. İşte
"kopuz"un sapında perdelenerek Anadolu’ya intikâl eden ve ifâde tarzları bakımından "Klâsik Türk Mûsikîsi"
ve "Türk Halk Mûsikîsi" şeklinde iki kol hâlinde gelişen mûsikîmiz, Batı’nın, Avrupa’nın mûsikîsinden
gerek teknik ve gerekse öz bakımından önemli farklar gösterir. Mûsikî, bir haberleşme vâsıtası, bir informasyon
aracıdır. İnformasyon ise, onu teşkil eden cümlelerden ve o cümlelerin tertip edildiği harflerden, işâretlerden
meydana gelir. Bu harfler, işâretler ve daha genel bir deyimle alfabe, sesli, yazılı, ışıklı veya başka bir türden
olabilir. Meselâ, bir zilin düğmesine basıp çalmamız bir mesajdır. Kapının çalınmasını bekleyen kişi için bu
mesaj, psikolojik bir informasyon değeri taşır. Kapının çalınması hâlinde sevgilisinin içeri girmesini bekleyen âşık
ile kendisini yakalayacak polisleri bekleyen suçlu arasında, aynı mesajın psikolojik değerleri ne kadar farklıdır.

Mesajın alfabesi çok değişik işâretlerden kurulu olabilir: Çin yazısındaki şekilleri, bizim kullandığımız Latin
alfabesinin harfleri, dilsizlerin parmak işâreti veya mûsikî notaları gibi. İnformasyon ve onu meydana getiren ‘mesaj’,
‘ölçülebilir bir matematik büyüklük’tür. Meselâ, bir alfabe içinde (a) kadar işâret bulunsa ve biz bunlardan (L) tânesini
tekrarlamak sûretiyle mesaj teşkil etsek N=aL kadar birbirinden farklı mesaj teşkil edebiliriz. Elde iki işâretli bir
alfabemiz olsa ve biz bunun sâdece bir tânesini mesajımızda kullansak, N=21, yâni sâdece iki mesaj teşkil edebiliriz.
Hâlbuki mesajımızda iki işâretin ikisini de kullansak 22, yani dört, 3 işâret kullansak bu sefer de 23 yâni sekiz
mesaj vermemiz mümkün olur.

Yukarıdaki açıklamamızdan anlaşılacağı gibi, bir informasyonun mesaj sayısını, informatif değerini arttırabilmek
için iki yol, iki imkân vardır:

1- Mesajı teşkil eden alfabenin işâretlerini arttırmak.

2- Bir işâretin mesaj içindeki tekerrürünü çoğaltmak.

Şimdi bu sibernetik metodoloji ile Batı Mûsikîsi ve Türk Mûsikîsini, temel yapı bakımından karşılaştırırsak şöyle
bir sonuç elde ediyoruz: Batı Mûsikîsi veya daha doğru bir deyimle Avrupa Mûsikîsi, eşit aralıklı, tamperamanlı
denen sisteme göre kurulmuştur. Burada bir oktav, on iki eşit aralığa bölünür. Sekiz temel ses, oktavı teşkil
ederken, diyez ve bemol tarzında ifâde ettiğimiz yarım sesler de ârızları meydana getirir. Temel sesler arasında 9
komalık aralık bulunduğu için yarım sesler veya ârızalar da 4½ komalık aralıklarla yerleşir. Ancak Mi-Fa ve Si-Do
aralıklarında sâdece 4½ koma bulunduğundan burada yarım ses, yâni ârıza söz konusu değildir. Görülüyor ki, bir
oktavlık bir dizi böylece birbirinden farklı 12 ses, yâni 12 işâret ihtivâ etmektedir. İnformasyon teorisi dili ile söylemek
istersek, Batı Mûsikîsinin alfabesi 12 harflidir diyebiliriz.

Türk Mûsikîsinin işâret sistemi tamâmen farklı esaslara göre kurulmuştur. Ana oktav dizinin Batı Mûsikîsi gibi 54
koma’lık değil 53 koma’lık bir skala üzerine dağılmıştır. Bu 53 komalık mesâfe ise eşit olmayan 24 parçaya bölünmüş
olup bu küçük aralıklar birer ârıza değil, birer müstakil perde hüviyetini kazanmıştır. Kaldı ki, aslında ses
adedi 24’den çok daha da fazladır. En basit bir örnek olarak Rast makâmındaki Segâh sesi ile Uşşak makâmındaki Segâh
sesinin farkına işâret etmek isterim.

Yukarıda sözünü ettiğimiz sibernetik formül içinde meseleyi ele alırsak, bir informasyonun değerinin onu teşkil
eden işâretler bakımından geometrik dizi hâlinde arttığını görürüz. Bu sûretle, bir mûsikî cümlesi içinde ya
işâretlerin çeşidini arttırmak veya onların tekrârını çoğaltmak sûretiyle informasyon değerini de arttırılmasına
imkân bulunmaktadır.

Türk Mûsikîsinde temel işâretlerin, yâni perdelerin ve seslerin esâsen fazla olması, tek seslilik içinde "çok
renklilik" sağlanmasını mümkün kılmış ve böylece "tek sesli ama çok makamlı Türk Mûsikîsi"
(modal müzik) ortaya çıkmıştır. Batı veya Avrupa Mûsikîsinde ise mesele, az sayıdaki işâretin bir mûsikî cümlesi
içinde çeşitli enstrümanlarla tekrârı yolu ile halledilmiş bulunmaktadır. Böylece "çok seslilik" Batı Mûsikîsi
için bir zarûret, Türk Mûsikîsi için ise aralıkların eset olmaması da dikkate alınırsa bir kargaşalık ifâdesidir.

Her iki mûsikî farklı kültürlerin mahsûlüdür. Birinden zevk alan insanın diğerini de beğenmemesi, hatta öğrenip
icrâ etmemesi için sebep yoktur. Tebliğimizin başında da belirttiğimiz gibi müzik türleri toplumdan topluma değiştiği
hâlde, temel olarak mûsikî, insanlığın ortak malı olarak değer kazanmaktadır.

Aslında Türk ve Avrupa Mûsikîsini bu şekilde bir mukâyese içine sokmanın da yersiz olduğu kanaatindeyim. Bugün bütün
müzikologların ittifak ettikleri bir husus vardır ki, dünyâda günümüzde sâdece iki büyük klâsik mûsikî sistemi
mevcuttur: Klâsik Batı Mûsikîsi veya Avrupa Mûsikîsi ve Klâsik Türk Mûsikîsi. Diğer mûsikî tipleri ancak folklor
mûsikîsi olmaktan ileri gidememektedirler. Çok sesli Batı Mûsikîsini bir heykele benzetirsek, tek sesli-çok makamlı Türk
Mûsikîsini de rengârenk ve bir satıh üzerine yayılmış bir mozaiğe teşbih etmemiz mümkündür. Heykel de mozaik de
kendi estetikleri içinde "güzel"dirler ama onları bu çeşit bir karşılaştırma içine sokmak ve birinin
sistemi ile diğerini bir mukâyeseye sokmanın abesle iştigâl olduğu kanaatindeyim.

Saygılar sunarım efendim.

* Bu bildiri, merhum Prof. Dr. Ayhan Songar tarafından, 14-18 Haziran 1988’de T.C. Kültür ve Turizm Bakanlığı’nca
Ankara’da düzenlenen 1. Müzik Kongresi’nin 15 Haziran 1988 tarihli 3. Oturumunda sunulmuştur.