Acbü’z-Zeneb

Bütün meyveler ve içindeki tohumcuklar, hikmet-i Rabbâniyenin
birer mu’cizesi, san’at-ı İlâhiyenin birer hârikası, rahmet-i İlâhiyenin birer
hediyesi, vahdet-i İlâhiyenin birer bürhan-ı maddîsi, âhirette eltâf-ı
İlâhiyenin birer müjdecisi, kudretinin ihâtasına ve ilminin şümûlüne birer
şâhid-i sâdık oldukları gibi; şunlar, âlem-i kesretin aktârında ve şu ağaç gibi
tekessür etmiş bir nevi, âlemin etrafında, Vahdet aynalarıdırlar; enzârı
kesretten Vahdete çeviriyorlar. Lisân-ı hal ile herbirisi der: "Dal budak salmış
şu koca ağacın içinde dağılma, boğulma; bütün o ağaç bizdedir. Onun kesreti,
vahdetimizde dahildir." Hattâ her meyvenin kalbi hükmünde olan herbir çekirdek
dahi, Vahdetin birer maddî aynası oldukları gibi, zikr-i kalbî-i hafî ile, koca
ağacın zikr-i cehrî sûretiyle çektiği ve okuduğu bütün esmâyı zikreder, okur.

Hem o meyveler, tohumlar, Vahdetin aynaları oldukları gibi,
kaderin meşhud işârâtı ve kudretin mücessem rumuzâtıdır ki; kader onlar ile
işaret eder ve kudret o kelimeler ile remzen der:

"Nasıl ki şu ağacın kesretli dal ve budakları birtek çekirdekten
gelmiş ve şu ağacın san’atkârının icad ve tasvirde vahdetini gösteriyor. Sonra
şu ağaç, dal ve budak salıp tekessür ve intişâr ettikten sonra, bütün hakikatini
bir meyvede toplar, bütün mânâsını bir çekirdekte derc eder, onunla Hàlık-ı
Zülcelâlinin halk ve tedbîrindeki hikmetini gösterir. Öyle de, şu şecere-i
kâinat, bir menba-ı Vahdetten vücud alır, terbiye görür; ve o kâinatın meyvesi
olan insan, şu kesret-i mevcudât içinde, Vahdeti gösterdiği gibi, kalbi dahi
imân gözüyle kesret içinde sırr-ı Vahdeti görür." Hem, o meyveler ve tohumlar
hikmet-i Rabbâniyenin telvihâtıdır. Hikmet, onlarla ehl-i şuura şöyle ifade
ediyor ve diyor ki:

"Nasıl şu ağaca müteveccih küllî nazar, küllî tedbîr,
külliyetiyle ve umumiyetiyle birtek meyveye bakar; çünkü o meyve, o ağaca bir
misâl-i musağğardır. Hem o ağaçtan maksud, odur. Hem o küllî nazar ve umumi
tedbîr, bir meyvenin içinde herbir çekirdeğe dahi nazar eder. Çünkü, çekirdek
umum ağacın mânâsını, fihristesini taşıyor. Demek, ağacın tedbîrini gören Zât, o
tedbîr ile alâkadar bütün esmâsıyla, ağacın vücudundan maksud ve icadının gàyesi
olan herbir semereye müteveccihtir. Hem şu koca ağaç, o küçük meyveler için
bâzan budanır, kesilir, tecdid için bâzı cihetleri tahrip edilir; daha güzel,
bâkî meyveler vermek için, aşılanır. Öyle de, şu şecere-i kâinatın semeresi olan
beşer; kâinatın vücudundan ve icadından maksud odur ve icad-ı mevcudâtın gàyesi
de odur. Ve o meyvenin çekirdeği olan insanın kalbi dahi, Sâni-i Kâinatın en
münevver ve en câmi’ bir aynasıdır. İşte şu hikmettendir ki, şu küçücük insan,
neşir ve haşir gibi muazzam inkılâblara medâr olmuş kâinatın tahrip ve tebdiline
sebep olur. Onun muhâkemesi için dünya kapısı kapanıp, âhiret kapısı açılır."

Mâdem haşrin bahsi geldi; Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın, haşrin
ispatına dâir cezâlet-i beyânını ve kuvvet-i ifadesini gösteren bir nükte-i
hakikatini beyân etmeye münâsebet geldi. Şöyle ki:

Şu tefekkür neticesi gösteriyor ki, beşerin muhâkemesi ve
saadet-i ebediye kazanması için lüzum olsa bütün kâinat tahrip edilir ve tahrip
ve tebdil edecek bir kudret görünüyor ve vardır. Fakat, haşrin merâtibi var. Bir
kısmına imân farzdır, mârifeti lâzımdır; diğer kısmı, terakkiyât-ı ruhiye ve
fikriyenin derecâtına göre görünür ve ilim ve mârifeti lâzım olur. Kur’ân-ı
Hakîm, en basit ve kolay olan mertebeyi katî ve kuvvetli ispat için, en geniş ve
en büyük bir daire-i haşri açacak bir kudreti gösteriyor.

İşte, umuma imân lâzım olan haşrin mertebesi şudur ki: "İnsanlar
öldükten sonra, ruhları başka makamlara gider. Cesedleri çürüyor, fakat insanın
cesedinden, bir çekirdek, bir tohum hükmünde olacak acbü’z-zeneb tâbir edilen
küçük bir cüz’ü bâkî kalıp, Cenâb-ı Hak, onun üstünde cesed-i insanîyi haşirde
halk eder, onun ruhunu ona gönderir." İşte bu mertebe o kadar kolaydır ki, her
baharda milyonlarla misâli görülüyor.

İşte, bâzan şu mertebeyi ispat için âyât-ı Kur’âniye öyle bir
daireyi gösteriyor ki, bütün zerrâtı haşr ve neşredecek bir kudretin
tasarrufâtını gösterir; bâzan da bütün mahlûkatı fenâya gönderip, yeniden
getirecek bir kudret ve hikmetin âsârını gösterir. Bâzı, yıldızları dağıtıp,
semâvâtı parçalayabilir bir kudret ve hikmetin tasarrufâtını ve âsârını
gösterir; bâzı, bütün zîhayatı öldürecek, yeniden, def’aten, bir sayha ile
diriltecek bir kudret ve hikmetin tasarrufâtını ve tecelliyâtını gösterir. Bâzı,
bütün rûy-i zeminle zîhayat olanları ayrı ayrı haşir ve neşredecek bir kudret ve
hikmetin tecelliyâtını gösterir; bâzan, küre-i arzı bütün bütün dağıtacak,
dağları uçuracak, düzeltip daha güzel bir sûrete çevirecek bir kudret ve
hikmetin âsârını gösterir.

Demek, herkese imânı ve mârifeti farz olan haşirden başka, çok
mertebe-i haşirleri dahi o kudret ve hikmetle yapabilir. Hikmet-i Rabbâniye
iktizâ etmiş ise, elbette haşir ve neşr-i insanî ile beraber, umum onları dahi
yapacak; veyahut bâzı mühimlerini yapar.

Sözler, s. 561-562

Şimdi, o Rezzâk-ı Hakîmin gönderdiği o madde-i latîfenin
etvârına bak; göreceksin ki, o maddenin zerrâtı bir kafile gibi küre-i havada,
toprakta, suda dağılmış iken, birden hareket emrini almışlar gibi bir hareket-i
kasdîyi işmâm eden bir keyfiyet ile toplanıyorlar. Güyâ onlardan herbir zerre
bir vazife ile, bir muayyen mekâna gitmek için memurdur gibi gayet muntazam
toplanıyorlar. Hem, gidişâtından görünüyor ki, bir Fâil-i Muhtarın bir kanun-u
mahsusu ile sevk edilip, cemâdât âleminde mevâlide, yani zîhayat âlemine
girerler. Sonra, nizâmât-ı muayyene ve harekât-ı muttarıda ile ve desâtir-i
mahsusa ile rızık olarak bir bedene girip, o beden içinde dört matbahta
pişirildikten sonra ve dört inkılâbât-ı acîbeyi geçirdikten sonra ve dört
süzgeçten süzüldükten sonra bedenin aktârına yayılarak, bütün muhtaç olan
âzâların muhtelif ve ayrı ayrı derece-i ihtiyaçlarına göre, Rezzâk-ı Hakikikin
inâyetiyle ve muntazam kanunları ile inkısam ederler. İşte o zerrâttan hangi
zerreye bir nazar-ı hikmetle baksan, göreceksin ki, basîrâne, muntazamâne,
semîâne, alîmâne sevk olunan o zerreye, kör ittifak, kanunsuz tesadüf, sağır
tabiat, şuursuz esbâb, hiç ona karışamaz. Çünkü, herbirisi unsur-u muhîtten tut,
tâ beden hüceyresine kadar hangi tavra girmiş ise, o tavrın kavânîn-i muayyenesi
ile güyâ ihtiyâren amel ediyor, muntazaman giriyor. Hangi tabakaya sefer etmiş
ise, öyle muntazam adım atıyor ki, bilbedâhe bir Sâik-i Hakîmin emri ile gidiyor
gibi görünüyor. İşte, böyle muntazam tavırdan tavıra, tabakadan tabakaya, git
gide hedef-i maksadından ayrılmayarak, tâ makam-ı lâyıkına, meselâ Tevfik’in
gözbebeğine emr-i Rabbânî ile girer, oturur, çalışır. İşte bu halde, yani
erzaktaki tecellî-i rubûbiyet gösteriyor ki, ibtidâ o zerreler muayyen idiler,
muvazzaf idiler, o makamlar için namzed idiler. Güyâ herbirisinin alnında ve
cephesinde "Filân hüceyrenin rızkı olacak" yazılı gibi bir intizamın vücudu, her
adamın alnında kalem-i kader ile rızkı yazılı olduğuna ve rızkı üstünde isminin
yazılı olmasına işaret eder.

Acaba mümkün müdür ki, bu derece nihayetsiz bir kudret ve muhît
bir hikmet ile rubûbiyet eden ve zerrâttan tâ seyyârâta kadar bütün mevcudâtı
kabza-i tasarrufunda tutmuş ve intizam ve mîzan dairesinde döndüren Sâni-i
Zülcelâl, neş’e-i uhrâyı yapmasın veya yapamasın?

İşte, çok âyât-ı Kur’âniye, şu hikmetli neş’e-i ûlâyı nazar-ı
beşere vaz’ ediyor; haşir ve kıyâmetteki neş’e-i uhrâyı ona temsil ederek,
istib’âdı izâle eder. Der:

Yani, "Sizi hiçten bu derece hikmetli bir sûrette kim inşâ etmiş ise, odur ki,
sizi âhirette diriltecektir." Hem der ki:

Yani, "Sizin haşirde iâdeniz, dirilmeniz, dünyadaki hilkatinizden daha kolay,
daha rahattır."

Nasıl ki bir taburun askerleri, istirahat için dağılsa, sonra
bir boru ile çağrılsa, kolay bir sûrette tabur bayrağı altında toplanmaları,
yeniden bir tabur teşkil etmekten çok kolay ve çok rahattır; öyle de, bir
bedende birbiriyle imtizâc ile ünsiyet ve münâsebet peydâ eden zerrât-ı esâsiye,
Hazret-i İsrâfil Aleyhisselâmın Sûr’u ile Hàlık-ı Zülcelâlin emrine "Lebbeyk"
demeleri ve toplanmaları, aklen birinci icaddan daha kolay, daha mümkündür. Hem,
bütün zerrelerin toplanmaları, belki lâzım değil; nüveler ve tohumlar hükmünde
olan ve hadîste acbü’z-zeneb tâbir edilen eczâ-i esâsiye ve zerrât-ı asliye,
ikinci neş’e için kâfi bir esastır, temeldir. Sâni-i Hakîm, beden-i insanîyi
onların üstünde binâ eder.

Üçüncü âyet olan

gibi âyetlerin işaret ettikleri kıyas-ı adlînin hulâsası şudur ki:

Âlemde çok görüyoruz ki, zâlim, fâcir, gaddar insanlar gayet
refah ve rahatla; ve mazlum ve mütedeyyin adamlar gayet zahmet ve zillet ile
ömür geçiriyorlar. Sonra, ölüm gelir, ikisini müsâvi kılar. Eğer şu müsâvât
nihayetsiz ise, bir nihayeti yoksa, zulüm görünür. Halbuki, zulümden tenezzühü,
kâinatın şehâdetiyle sabit olan adâlet ve hikmet-i İlâhiye bu zulmü hiçbir
cihetle kabul etmediğinden, bilbedâhe bir mecmâ-ı âheri iktizâ ederler ki;
birinci, cezasını; ikinci, mükâfatını görsün. Tâ şu intizamsız, perişan beşer,
istidadına münâsip tecziye ve mükâfat görüp, adâlet-i mahzâya medâr ve hikmet-i
Rabbâniyeye mazhar ve hikmetli mevcudât-ı âlemin bir büyük kardeşi olabilsin.

Evet, şu dâr-ı dünya, beşerin ruhunda mündemiç olan hadsiz
istidadların sünbüllenmesine müsâit değildir. Demek, başka âleme
gönderilecektir. Evet, insanın cevheri büyüktür; öyle ise ebede namzeddir.
Mahiyeti âliyedir; öyle ise, cinâyeti dahi azîmdir. Sâir mevcudâta benzemez.
İntizamı da mühimdir; intizamsız olamaz, mühmel kalamaz, abes edilmez, fenâ-i
mutlak ile mahkûm olamaz, adem-i sırfa kaçamaz. Ona Cehennem ağzını açmış,
bekliyor; Cennet ise âğûş-u nazdarânesini açmış, gözlüyor. Onuncu Sözün Üçüncü
Hakikati bu ikinci misâlimizi gayet güzel gösterdiğinden, burada kısa kesiyoruz.

Sözler, s. 482-484

İktiran

Esbab-ı zâhiriye eliyle gelen nimetleri o esbab hesabına almamak
gerektir. Eğer o sebep ihtiyar sahibi değilse (meselâ hayvan ve ağaç gibi),
doğrudan doğruya o nimeti Cenâb-ı Hak hesabına verir. Madem o lisan-ı hal ile
Bismillâh der, sana verir. Sen de Allah hesabına olarak Bismillâh de, al.

Eğer o sebep ihtiyar sahibi ise, o Bismillâh demeli, sonra ondan
al. Yoksa alma. Çünkü;

âyetinin mânâ-yı sarihinden başka bir mânâ-yı işarîsi şudur ki: "Mün’im-i
Hakikîyi hatıra getirmeyen ve Onun namıyla verilmeyen nimeti yemeyiniz"
demektir.

O halde, hem veren Bismillâh demeli, hem alan Bismillâh demeli.
Eğer o Bismillâh demiyor, fakat sen de almaya muhtaçsan, sen Bismillâh de, onun
başı üstünde rahmet-i İlâhiyenin elini gör, şükürle öp, ondan al. Yani, nimetten
in’âma bak, in’amdan Mün’im-i Hakikîyi düşün. Bu düşünmek bir şükürdür. Sonra o
zâhirî vasıtaya istersen dua et; çünkü o nimet onun eliyle size gönderildi.

Esbab-ı zâhiriyeyi perestiş edenleri aldatan, iki şeyin beraber
gelmesi veya bulunmasıdır ki, iktiran tabir edilir, birbirine illet
zannetmeleridir. Hem bir şeyin ademi, bir nimetin mâdum olmasına illet
olduğundan, tevehhüm eder ki, o şeyin vücudu dahi o nimetin vücuduna illettir.
Şükrünü, minnettarlığını o şeye verir, hataya düşer. Çünkü bir nimetin vücudu, o
nimetin umum mukaddemâtına ve şerâitine terettüp eder. Halbuki o nimetin ademi,
birtek şartın ademiyle oluyor.

Meselâ, bir bahçeyi sulayan cetvelin deliğini açmayan adam, o
bahçenin kurumasına ve o nimetlerin ademine sebep ve illet oluyor. Fakat o
bahçenin nimetlerinin vücudu, o adamın hizmetinden başka, yüzer şerâitin
vücuduna tevakkufla beraber, illet-i hakikî olan kudret ve irade-i Rabbâniye ile
vücuda gelir. İşte bu mağlâtanın ne kadar hatası zâhir olduğunu anla ve
esbabperestlerin de ne kadar hata ettiklerini bil.

Evet, iktiran ayrıdır, illet ayrıdır. Bir nimet sana geliyor.
Fakat bir insanın sana karşı ihsan niyeti o nimete mukarin olmuş. Fakat illet
olmamış. İllet rahmet-i İlâhiyedir. Evet, o adam ihsan etmeyi niyet etmeseydi o
nimet sana gelmezdi, nimetin ademine illet olurdu. Fakat, mezkûr kaideye binaen,
o meyl-i ihsan, o nimete illet olamaz. Ancak yüzer şerâitin bir şartı olabilir.

Meselâ, Risale-i Nur’un şakirtleri içinde Cenâb-ı Hakkın
nimetlerine mazhar bazı zatlar (Hüsrev, Refet gibi), iktirânı illetle iltibas
etmişler, Üstadına fazla minnettarlık gösteriyorlardı. Halbuki, Cenâb-ı Hak
onlara ders-i Kur’ânîde verdiği nimet-i istifade ile, Üstadlarına ihsan ettiği
nimet-i ifadeyi beraber kılmış, mukarenet vermiş.

Onlar derler ki: "Eğer Üstadımız buraya gelmeseydi biz bu dersi
alamazdık. Öyleyse onun ifadesi, istifademize illettir."

Ben de derim: Ey kardeşlerim! Cenâb-ı Hakkın bana da, sizlere de
ettiği nimet beraber gelmiş. İki nimetin illeti de rahmet-i İlâhiyedir. Ben de
sizin gibi, iktirânı illetle iltibas ederek, bir vakit Risale-i Nur’un sizler
gibi elmas kalemli yüzer şakirtlerine çok minnettarlık hissediyordum. Ve
diyordum ki: "Bunlar olmasaydı, benim gibi yarım ümmî bir biçare nasıl hizmet
edecekti?" Sonra anladım ki, sizlere kalem vasıtasıyla olan kudsî nimetten
sonra, bana da bu hizmete muvaffakiyet ihsan etmiş. Birbirine iktiran etmiş;
birbirinin illeti olamaz. Ben size teşekkür değil, belki sizi tebrik ediyorum.
Siz de bana minnettarlığa bedel, dua ve tebrik ediniz.

Bu Dördüncü Meselede gafletin ne kadar dereceleri bulunduğu
anlaşılır.

Lem’alar, (On Yedinci Lem’a), s. 137-138

Sebepler

Amma birinci yol ki, esbab-ı âlemin içtimaıyla teşkil-i eşya ve
vücud-u mahlûkattır. Pek çok muhâlâtından yalnız üç tanesini zikrediyoruz.

Birincisi: Bir eczahanede, gayet muhtelif maddelerle
dolu, yüzer kavanoz şişeler bulunuyor. O edviyelerden, zîhayat bir macun
istenildi. Hem hayattar, harika bir tiryak, onlardan yapılmak icap etti. Geldik,
o eczahanede, o zîhayat macunun ve hayattar tiryakın çoklukla efradını gördük. O
macunlardan her birisini tetkik ettik.

Görüyoruz ki, o kavanoz şişelerden her birisinden, bir mizan-ı
mahsusla, bir iki dirhem bundan, üç dört dirhem ötekinden, altı yedi dirhem
başkasından, ve hâkezâ, muhtelif miktarlarda eczalar alınmış. Eğer birinden, bir
dirhem ya noksan veya fazla alınsa, o macun zîhayat olamaz, hâsiyetini
gösteremez. Hem o hayattar tiryakı da tetkik ettik. Her bir kavanozdan bir
mizan-ı mahsusla bir madde alınmış ki, zerre miktarı noksan veya ziyade olsa,
tiryak hassasını kaybeder. O kavanozlar elliden ziyade iken, her birisinden ayrı
bir mizanla alınmış gibi, ayrı ayrı miktarda eczaları alınmış.

Acaba hiçbir cihette imkân ve ihtimal var mı ki, o şişelerden
alınan muhtelif miktarlar, şişelerin garip bir tesadüf veya fırtınalı bir
havanın çarpmasıyla devrilmesinden, her birisinden alınan miktar kadar, yalnız o
miktar aksın, beraber gitsinler ve toplanıp o macunu teşkil etsinler? Acaba
bundan daha hurafe, muhal, bâtıl bir ¸ey var mı? Eşek muzaaf bir eşekliğe girse,
sonra insan olsa, "Bu fikri kabul etmem" diye kaçacaktır.

İşte bu misal gibi, her bir zîhayat, elbette zîhayat bir
macundur. Ve her bir nebat, hayattar bir tiryak gibidir ki, çok müteaddit
eczalardan, çok muhtelif maddelerden, gayet hassas bir ölçüyle alınan
maddelerden terkip edilmiştir. Eğer esbaba, anâsıra isnad edilse ve "Esbab icad
etti" denilse, aynen eczahanedeki macunun, şişelerin devrilmesinden vücut
bulması gibi, yüz derece akıldan uzak, muhal ve bâtıldır.

Elhasıl, şu eczahane-i kübrâ-yı âlemde, Hakîm-i Ezelînin mizan-ı
kazâ ve kaderiyle alınan mevâdd-ı hayatiye, hadsiz bir hikmet ve nihayetsiz bir
ilim ve her şeye şâmil bir irade ile vücut bulabilir. "Kör, sağır, hudutsuz, sel
gibi akan küllî anasır ve tabâyi ve esbabın işidir" diyen bedbaht, "O tiryak-ı
acip, kendi kendine, şişelerin devrilmesinden çıkıp olmuştur" diyen divane bir
hezeyancı, sarhoş bulunan bir ahmaktan daha ziyade ahmaktır. Evet, o küfür
ahmakane, sarhoşâne, divanece bir hezeyandır.

İkinci Muhal: Eğer her şey, Vâhid-i Ehad olan Kadîr-i
Zülcelâle verilmezse, belki esbaba isnad edilse, lâzım gelir ki, âlemin pek çok
anâsır ve esbabı, her bir zîhayatın vücudunda müdahalesi bulunsun. Halbuki,
sinek gibi bir küçük mahlûkun vücudunda, kemâl-i intizamla, gayet hassas bir
mizan ve tamam bir ittifakla, muhtelif ve birbirine zıt, mübâyin esbabın içtimaı
o kadar zâhir bir muhaldir ki, sinek kanadı kadar şuuru bulunan, "Bu muhaldir,
olamaz" diyecektir. Evet, bir sineğin küçücük cismi, kâinatın ekser anâsır ve
esbabıyla alâkadardır, belki bir hülâsasıdır. Eğer Kadîr-i Ezelîye verilmezse, o
esbab-ı maddiye, onun vücudu yanında bizzat hazır bulunmak lâzım; belki onun
küçücük cismine girmek gerektir. Belki, cisminin küçük bir numunesi olan
gözündeki bir hücresine girmeleri icap ediyor. Çünkü, sebep maddî ise,
müsebbebin yanında ve içinde bulunması lâzım geliyor. Şu halde, iki sineğin iğne
ucu gibi parmakları yerleşmeyen o hücrecikte, erkân-ı âlem ve anâsır ve
tabâyiin, maddeten içinde bulunup, usta gibi içinde çalıştıklarını kabul etmek
lâzım geliyor. İşte, Sofestâînin en eblehleri dahi böyle bir meslekten utanıyor.

Üçüncü Muhal:

kaide-i mukarreresiyle, "Bir mevcudun vahdeti varsa, elbette bir
vâhidden, bir elden sudur edebilir." Hususan o mevcut, gayet mükemmel bir
intizam ve hassas bir mizan içinde ve câmi bir hayata mazhar ise, bilbedâhe,
sebeb-i ihtilâf ve keşmekeş olan müteaddit ellerden çıkmadığını, belki gayet
kadîr, hakîm olan birtek elden çıktığını gösterdiği halde; hadsiz ve câmid ve
cahil, mütecaviz, şuursuz, karmakarışıklık içinde, kör, sağır esbab-ı tabiiyenin
karmakarışık ellerine-hadsiz imkânat yolları içinde ve içtima ve ihtilâtla o
esbabın körlüğü, sağırlığı ziyadeleştiği halde-o muntazam ve mevzun ve vâhid bir
mevcudu onlara isnad etmek, yüz muhali birden kabul etmek gibi akıldan uzaktır.

Haydi, bu muhalden kat-ı nazar, esbab-ı maddiyenin elbette
tesirleri, mübaşeretle ve temasla olur. Halbuki, o esbab-ı tabiiyenin temasları,
zîhayat mevcutların zâhirleriyledir. Halbuki görüyoruz ki, o esbab-ı maddiyenin
elleri yetişmediği ve temas edemedikleri o zîhayatın bâtını, on defa zâhirinden
daha muntazam, daha lâtif, san’atça daha mükemmeldir. Esbab-ı maddiyenin elleri
ve âletleriyle hiçbir cihetle yerleşemedikleri, belki tam zâhirine de temas
edemedikleri küçücük zîhayat, küçücük hayvancıklar, en büyük mahlûklardan daha
ziyade san’atça acip, hilkatçe bedî bir surette oldukları halde, o câmid, cahil,
kaba, uzak, büyük ve birbirine zıt olan sağır, kör esbaba isnad etmek, yüz
derece kör, bin derece sağır olmakla olur.

Lem’alar, (Yirmi Üçüncü Lem’a), s. 182-183

Bazı esbab, bazı cüz’iyâtın bazı ubudiyetlerine merci olsa, o
Mâbûd-u Mutlak olan Zât-ı Vâcibü’l-Vücuda müteveccih, zerrattan seyyârâta kadar
mahlûkatın ubudiyetlerinden ne noksan gelir?

Elcevap: Şu kâinatın Hâlık-ı Hakîmi, kâinatı bir ağaç hükmünde
halk edip, en mükemmel meyvesini zîşuur, ve zîşuurun içinde en câmi meyvesini
insan yapmıştır. Ve insanın en ehemmiyetli, belki insanın netice-i hilkati ve
gaye-i fıtratı ve semere-i hayatı olan şükür ve ibadeti, o Hâkim-i Mutlak ve
Âmir-i Müstakil, kendini sevdirmek ve tanıttırmak için kâinatı halk eden o
Vâhid-i Ehad, bütün kâinatın meyvesi olan insanı ve insanın en yüksek meyvesi
olan şükür ve ibadetini başka ellere verir mi? Bütün bütün hikmetine zıt olarak,
netice-i hilkati ve semere-i kâinatı abes eder mi? Hâşâ ve kellâ, hem hikmetini
ve rububiyetini inkâr ettirecek bir tarzda, mahlûkatın ibadetlerini başkalara
vermeye rıza gösterir mi? Hiç müsaade eder mi? Ve hem hadsiz bir derecede
kendini sevdirmeyi ve tanıttırmayı ef’âliyle gösterdiği halde, en mükemmel
mahlûkatının şükür ve minnettarlıklarını, tahabbüb ve ubudiyetlerini başka
esbaba vermekle kendini unutturup, kâinattaki makasıd-ı âliyesini inkâr ettirir
mi?

Lem’alar, (Yirmi Üçüncü Lem’a), s. 191

Kader

Evet, kader, cüz-i ihtiyârî, imân ve İslâmiyetin nihayet
merâtibinde; kader, nefsi gururdan; ve cüz-i ihtiyârî, adem-i mesuliyetten
kurtarmak içindir ki, mesâil-i imâniyeye girmişler. Yoksa, mütemerrid nüfûs-u
emmârenin işledikleri seyyiâtının mesuliyetinden kendilerini kurtarmak için
kadere yapışmak ve onlara in’âm olunan mehâsinle iftihar etmek, gururlanmak,
cüz-i ihtiyârîye istinat etmek, bütün bütün sırr-ı kadere ve hikmet-i cüz-i
ihtiyâriyeye zıd bir harekete sebebiyet veren ilmî meseleler değildir. Evet,
mânen terakkî etmeyen avâm içinde, kaderin cây-ı istimâli var; fakat, o da
mâziyât ve mesâibdedir ki, yeisin ve hüznün ilâcıdır. Yoksa, maâsî ve
istikbâliyâtta değildir ki, sefâhete ve atâlete sebep olsun. Demek, kader
meselesi teklif ve mesûliyetten kurtarmak için değil, belki fahr ve gururdan
kurtarmak içindir ki, imâna girmiş. Cüz-i ihtiyârî, seyyiâta mercî olmak içindir
ki akîdeye dahil olmuş; yoksa mehâsine masdar olarak tefer’un etmek için
değildir.

Evet, Kur’ân’ın dediği gibi, insan, seyyiâtından tamamen
mesûldür. Çünkü, seyyiâtı isteyen odur. Seyyiât, tahribât nevinden olduğu için,
insan bir seyyie ile çok tahribât yapabilir. Müthiş bir cezaya kesb-i istihkak
eder: bir kibrit ile bir evi yakmak gibi. Fakat, hasenâtta iftihara hakkı
yoktur; onda, onun hakkı pek azdır. Çünkü, hasenâtı isteyen, iktizâ eden
rahmet-i İlâhiye ve icad eden kudret-i Rabbâniyedir. Suâl ve cevap, dâî ve
sebep, ikisi de Hak’tandır. İnsan, yalnız duâ ile, imân ile, şuur ile, rızâ ile,
onlara sahip olur.

Fakat seyyiâtı isteyen, nefs-i insaniyedir-ya istidad ile, ya
ihtiyâr ile. Nasıl ki beyaz, güzel güneşin ziyâsından bâzı maddeler, siyahlık ve
taaffün alır; o siyahlık onun istidadına âittir. Fakat, o seyyiâtı çok mesâlihi
tazammun eden bir kanun-u İlâhî ile icad eden, yine Hak’tır. Demek, sebebiyet ve
suâl, nefistendir ki, mesuliyeti o çeker. Hakka âit olan halk ve icad ise, daha
başka güzel netice ve meyveleri olduğu için, güzeldir, hayırdır.

İşte, şu sırdandır ki, kisb-i şer, şerdir; halk-ı şer, şer
değildir. Nasıl ki pek çok mesâlihi tazammun eden bir yağmurdan zarar gören
tembel bir adam, diyemez "Yağmur rahmet değil." Evet, halk ve icad da bir şerr-i
cüzî ile beraber hayr-ı kesir vardır. Bir şerr-i cüzî için hayr-ı kesîri terk
etmek, şerr-i kesîr olur. Onun için, o şerr-i cüzî hayır hükmüne geçer. İcad-ı
İlâhîde şer ve çirkinlik yoktur; belki, abdin kisbine ve istidadına âittir.

Hem nasıl kader-i İlâhî netice ve meyveler itibâriyle şerden ve
çirkinlikten münezzehtir; öyle de, illet ve sebep itibâriyle dahi zulümden ve
kubuhtan mukaddestir. Çünkü, kader hakiki illetlere bakar, adâlet eder;
insanlar, zâhirî gördükleri illetlere hükümlerini binâ eder, kaderin aynı
adâletinde zulme düşerler. Meselâ, hâkim seni sirkatle mahkûm edip, hapsetti.
Halbuki, sen sârık değilsin; fakat, kimse bilmez gizli bir katlin var. İşte,
kader-i İlâhî dahi seni o hapisle mahkûm etmiş. Fakat, kader, o gizli katlin
için mahkûm edip adâlet etmiş; hâkim ise, sen ondan mâsum olduğun sirkate binâen
mahkûm ettiği için zulmetmiştir. İşte, şey-i vâhidde iki cihetle kader ve icad-ı
İlâhînin adâleti ve insan kisbinin zulmü göründüğü gibi; başka şeyleri buna
kıyas et. Demek, kader ve icad-ı İlâhî mebde’ ve müntehâ, asıl ve fer’, illet ve
neticeler itibâriyle şerden ve kubuhtan ve zulümden münezzehtir.

Eğer denilse: "Mâdem cüz-i ihtiyârînin icada kabiliyeti yok, bir
emr-i itibârî hükmünde olan kisbden başka insanın elinde bir şey bulunmuyor;
nasıl oluyor ki, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânda Hàlık-ı Semâvât ve Arza karşı,
insana âsi ve düşman vaziyeti verilmiş, Hàlık-ı Arz ve Semâvât ondan azîm
şikâyetler ediyor, o âsi insana karşı abd-i mümine yardım için Kendini ve bütün
melâikesini tahşid ediyor, ona azîm bir ehemmiyet veriyor?"

Sözler (Yirmi Altıncı Söz), s. 427-428

Hafiziyyet

Bâb-ı hıfz ve hafîziyet olup, ism-i Hafîz ve Rakîbin cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki, gökte, yerde, karada, denizde yaş kuru,
küçük büyük, âdi âlî Herzeyi kemâl-i intizam ve mîzan içinde muhâfaza edip, bir
türlü muhasebe içinde neticelerini eleyen bir hafîziyet, insan gibi büyük bir
fıtratta, hilâfet-i kübrâ gibi bir rütbede, emânet-i kübrâ gibi büyük vazifesi
olan beşerin Rubûbiyet-i âmmeye temas eden amelleri ve fiilleri muhâfaza
edilmesin, muhasebe eleğinden geçirilmesin, adâlet terazisinde tartılmasın,
şâyeste ceza ve mükâfat çekmesin? Hayır, aslâ!

Evet, şu kâinatı idare eden Zât, Herzeyi nizam ve mîzan içinde
muhâfaza ediyor. Nizam ve mîzan ise, ilim ile hikmet ve irâde ile kudretin
tezâhürüdür. Çünkü görüyoruz, her masnu’, vücudunda gayet muntazam ve mevzun
yaratılıyor. Hem, hayatı müddetince değiştirdiği sûretler dahi birer intizamlı
olduğu halde, heyet-i mecmûası da bir intizam tahtındadır. Zîrâ görüyoruz ki,
vazifesinin bitmesiyle ömrüne nihayet verilen ve şu âlem-i şehâdetten göçüp
giden her şeyin, Hafîz-i Zülcelâl, birçok sûretlerini elvâh-ı mahfuza hükmünde
olan hâfızalarda ve bir türlü misâlî aynalarda hıfzedip, ekser tarihçe-i
hayatını çekirdeğinde, neticesinde nakşedip yazıyor. Zâhir ve bâtın aynalarda
ibkà ediyor. Meselâ, beşerin hâfızası, ağacın meyvesi, meyvenin çekirdeği,
çiçeğin tohumu, kanun-u hafîziyetin azamet-i ihâtasını gösteriyor.

Görmüyor musun ki, koca baharın hep çiçekli, meyveli bütün
mevcudâtı ve bunların kendilerine göre bütün sahâif-i a’mâli ve teşkilâtının
kanunları ve sûretlerinin timsâlleri, mahdut bir miktar tohumcuklar içlerinde
yazarak, muhâfaza ediliyor. İkinci bir baharda, onlara göre bir muhasebe içinde
sahife-i amellerini neşredip, kemâl-i intizam ve hikmet ile koca diğer bir bahar
âlemini meydana getirmekle, hafîziyetin ne derece kuvvetli ihâta ile cereyan
ettiğini gösteriyor. Acaba geçici, âdi, bekàsız, ehemmiyetsiz şeylerde böyle
muhâfaza edilirse, âlem-i gaybda, âlem-i âhirette, âlem-i ervâhta Rubûbiyet-i
âmmede mühim semere veren beşerin amelleri hıfz içinde gözetilmek sûretiyle,
ehemmiyetle zaptedilmemesi kàbil midir? Hayır ve aslâ!

Evet, şu hafîziyetin bu sûrette tecellîsinden anlaşılıyor ki, şu
mevcudâtın Mâliki, mülkünde cereyan eden her şeyin inzibâtına büyük bir ihtimâmı
var. Hem, hâkimiyet vazifesinde nihayet derecede dikkat eder. Hem, Rubûbiyet-i
saltanatında gayet ihtimâmı gözetir. O derece ki, en küçük bir hâdiseyi, en ufak
bir hizmeti yazar, yazdırır. Mülkünde cereyan eden her şeyin sûretini müteaddit
şeylerde hıfzeder. Şu hafîziyet işaret eder ki, ehemmiyetli bir muhasebe-i a’mâl
defteri açılacak ve bilhassa mahiyetçe en büyük, en mükerrem, en müşerref bir
mahlûk olan insanın büyük olan amelleri, mühim olan fiilleri, mühim bir hesab ve
mîzana girecek. Sahife-i amelleri neşredilecek.

Acaba, hiç kàbil midir ki, insan, hilâfet ve emânetle mükerrem
olsun, Rubûbiyetin külliyât-ı şuûnuna şâhid olarak, kesret dairelerinde,
Vahdâniyet-i İlâhiyenin dellâllığını ilân etmekle, ekser mevcudâtın tesbihât ve
ibâdetlerine müdâhale edip zâbitlik ve müşâhidlik derecesine çıksın da, sonra
kabre gidip rahatla yatsın ve uyandırılmasın, küçük büyük her amellerinden suâl
edilmesin, mahşere gidip mahkeme-i kübrâyı görmesin? Hayır ve aslâ.

Hem, bütün gelecek zamanda olanHâşiye mümkinâta kàdir olduğuna,
bütün geçmiş zamandaki mu’cizât-ı kudreti olan vukuâtı şehâdet eden ve Kıyâmet
ve haşre pek benzeyen kış ile baharı her vakit bilmüşâhede icâd eden bir Kadîr-i
Zülcelâlden, insan nasıl ademe gidip kaçabilir, toprağa girip saklanabilir?
Mâdem bu dünyada ona lâyık muhasebe görülüp hüküm verilmiyor; elbette bir
mahkeme-i kübrâ, bir saadet-i uzmâya gidecektir.

Sözler, s. 75-77

Bâb-ı ihyâ ve imâtedir; ism-i Hayy-ı Kayyûmun, Muhyî ve Mümît’in
cilvesidir.

Hiç mümkün müdür ki, ölmüş, kurumuş koca arzı ihyâ eden ve o
ihyâ içinde, her biri beşer haşri gibi acîb üç yüz binden ziyâde envâ-ı
mahlûkatı haşr ve neşredip kudretini gösteren ve o haşir ve neşir içinde nihayet
derecede karışık ve ihtilât içinde, nihayet derecede imtiyaz ve tefrik ile
ihâta-i ilmiyesini gösteren ve bütün semâvî fermanlarıyla beşerin haşrini vaad
etmekle bütün ibâdının enzârını saadet-i ebediyeye çeviren ve bütün mevcudâtı
baş başa, omuz omuza, el ele verdirip, emir ve irâdesi dairesinde döndürüp,
birbirine yardımcı ve musahhar kılmakla azamet-i Rubûbiyetini gösteren ve beşeri
şecere-i kâinatın en câmi’ ve en nâzik ve en nâzenin, en nazdar, en niyazdar bir
meyvesi yaratıp, kendine muhatap ittihaz ederek, Herzeyi ona musahhar kılmakla
insana bu kadar ehemmiyet verdiğini gösteren bir Kadîr-i Rahîm, bir Alîm-i
Hakîm, Kıyâmeti getirmesin, haşri yapmasın ve yapamasın, beşeri ihyâ etmesin
veya edemesin, mahkeme-i kübrâyı açamasın, Cennet ve Cehennemi yaratamasın? Hâşâ
ve kellâ!

Evet, şu âlemin Mutasarrıf-ı Zîşânı, her asırda, her senede, her
günde bu dar, muvakkat rûy-i zeminde haşr-i ekberin ve meydan-ı Kıyâmetin pekçik
emsâlini ve numunelerini ve işârâtını icâd ediyor. Ezcümle:

Haşr-i baharîde görüyoruz ki, beş altı gün zarfında küçük ve
büyük hayvanât ve nebâtâttan üç yüz binden ziyâde envâı haşredip neşrediyor.
Bütün ağaçların, otların köklerini ve bir kısım hayvanları aynen ihyâ edip iâde
ediyor. Başkalarını ayniyet derecesinde bir misliyet sûretinde icâd ediyor.
Halbuki, maddeten farkları pek az olan tohumcuklar o kadar karışmışken, kemâl-i
imtiyaz ve teşhis ile, o kadar sürat ve vüs’at ve suhûlet içinde, kemâl-i
intizam ve mîzan ile, altı gün veya altı hafta zarfında ihyâ ediliyor. Hiç kàbil
midir ki, bu işleri yapan Zâta birşey ağır gelebilsin, semâvât ve arzı altı
günde halk edemesin, insanı bir sayha ile haşredemesin? Hâşâ!

Acaba, mu’ciznümâ bir kâtip bulunsa, hurufları, ya bozulmuş veya
mahvolmuş üç yüz bin kitâbı tek bir sayfada karıştırmaksızın, galatsız,
sehivsiz, noksansız, hepsini beraber, gayet güzel bir sûrette bir saatte
yazarsa; birisi sana dese, "Şu kâtip, kendi telif ettiği, senin suya düşmüş olan
kitâbını yeniden, bir dakika zarfında hâfızasından yazacak"; sen diyebilir misin
ki, "Yapamaz ve inanmam"?

Veyahut, bir sultan-ı mu’cizekâr, kendi iktidarını göstermek
için veya ibret ve tenezzüh için bir işaretle dağları kaldırır, memleketleri
tebdil eder, denizi karaya çevirdiğini gördüğün halde, sonra görsen ki, büyük
bir taş dereye yuvarlanmış, o zâtın kendi ziyâfetine dâvet ettiği misafirlerin
yolunu kesmiş, geçemiyorlar. Biri sana dese, "O zât, bir işaretle, o taşı, ne
kadar büyük olursa olsun, kaldıracak veya dağıtacak; misafirlerini yolda
bırakmayacak." Sen desen ki, "Kaldırmaz veya kaldıramaz."

Veyahut, bir zât, bir günde yeniden büyük bir orduyu teşkil
ettiği halde biri dese, "O zât bir boru sesiyle, efrâdı istirahat için dağılmış
olan taburları toplar; taburlar, nizâmı altına girerler." Sen desen ki,
"İnanmam"; ne kadar divânece hareket ettiğini anlarsın.

İşte şu üç temsili fehmettinse, bak: Nakkaş-ı Ezelî, gözümüzün
önünde, kışın beyaz sayfasını çevirip, bahar ve yaz yeşil yaprağını açıp, rûy-i
arzın sayfasında üç yüz binden ziyâde envâı, kudret ve kader kalemiyle ahsen-i
sûret üzere yazar; birbiri içinde birbirine karışmaz. Beraber yazar; birbirine
mâni olmaz. Teşkilce, sûretçe birbirinden ayrı, hiç şaşırtmaz; yanlış yazmaz.

Evet, en büyük bir ağacın ruh programını bir nokta gibi en küçük
bir çekirdekte derc edip muhâfaza eden Zât-ı Hakîm-i Hafîz, vefât edenlerin
ruhlarını nasıl muhâfaza eder, denilir mi? Ve küre-i arzı bir sapan taşı gibi
çeviren Zât-ı Kadîr, âhirete giden misafirlerinin yolunda, nasıl bu arzı
kaldıracak veya dağıtacak, denilir mi? Hem, hiçten, yeniden bütün zîhayatın
ordularını bütün cesedlerinin taburlarında kemâl-i intizamla zerrâtı emr-i

ile kaydedip yerleştiren ordular icâd eden Zât-ı Zülcelâl, tabur-misâl cesedin
nizâmı altına girmekle birbiriyle tanışan zerrât-ı esâsiye ve eczâ-i asliyesini
bir sayha ile nasıl toplayabilir, denilir mi?

Hem, bu bahar haşrine benzeyen, dünyanın her devrinde, her
asrında, hattâ gece gündüzün tebdilinde, hattâ cevv-i havada bulutların icâd ve
ifnâsında haşre numune ve misâl ve emâre olacak ne kadar nakışlar yaptığını
gözünle görüyorsun. Hattâ, eğer hayalen bin sene evvel kendini farz etsen, sonra
zamanın iki cenâhı olan mâzi ile müstakbeli birbirine karşılaştırsan, asırlar,
günler adedince misâl-i haşir ve Kıyâmetin numunelerini göreceksin. Sonra, bu
kadar numune ve misâlleri müşâhede ettiğin halde, haşr-i cismânîyi akıldan uzak
görüp istib’âd etmekle inkâr etsen, ne kadar divânelik olduğunu sen de anlarsın.

Sözler, s. 78-79

İsm-i Hafîzin tecellî-i etemmine işaret eden


âyetidir. Kur’ân-ı Hakîmin bu hakikatine delil istersen, Kitab-ı Mübînin mistarı
üstünde yazılan şu kâinat kitabının sayfalarına baksan, ism-i Hafîzin cilve-i
âzamını ve bu âyet-i kerimenin bir hakikat-i kübrâsının nazîresini çok
cihetlerle görebilirsin.

Ezcümle: Ağaç, çiçek ve otların muhtelif tohumlarından bir kabza
al. O muhtelif ve birbirine muhalif tohumların cinsleri birbirinden ayrı,
nevileri birbirinden başka olan çiçek ve ağaç ve otların sandukçaları hükmünde
olan o kabzayı, karanlıkta ve karanlık ve basit ve câmid bir toprak içinde
defnet, serp. Sonra, mizansız ve eşyayı fark etmeyen ve nereye yüzünü çevirsen
oraya giden basit suyla sula.

Sonra, senevî haşrin meydanı olan bahar mevsiminde gel, bak.
İsrâfilvâri melek-i ra’d, baharda, nefh-i sur nevinden yağmura bağırması,
yeraltında defnedilen çekirdeklere nefh-i ruhla müjdelemesi zamanına dikkat et
ki, o nihayet derece karışık ve karışmış ve birbirine benzeyen o tohumcuklar,
ism-i Hafîzin tecellîsi altında, kemâl-i imtisalle, hatasız olarak, Fâtır-ı
Hakîmden gelen evâmir-i tekviniyeyi imtisal ediyorlar. Ve öyle tevfik-i hareket
ediyorlar ki, onların o hareketlerinde bir şuur, bir basiret, bir kast, bir
irade, bir ilim, bir kemal, bir hikmet parladığı görünüyor. Çünkü, görüyorsun
ki, o birbirine benzeyen tohumcuklar, birbirinden temayüz ediyor, ayrılıyor.

Meselâ bu tohumcuk bir incir ağacı oldu, Fâtır-ı Hakîmin
nimetlerini başlarımız üstünde neşre başladı. Serpiyor, dallarının elleriyle
bizlere uzatıyor. İşte bu, ona sureten benzeyen bu iki tohumcuk ise, gün âşıkı
namındaki çiçekle, hercai menekşe gibi çiçekleri verdi. Bizler için süslendi.
Yüzümüze gülüyorlar, kendilerini bizlere sevdiriyorlar. Daha buradaki bir kısım
tohumcuklar, bu güzel meyveleri verdi. Ve sümbül ve ağaç oldular. Güzel tad ve
koku ve şekilleriyle iştahımızı açıp, kendi nefislerine bizim nefislerimizi
davet ediyorlar. Ve kendilerini müşterilerine feda ediyorlar. Tâ nebâtî hayat
mertebesinden, hayvânî hayat mertebesine terakki etsinler.

Ve hâkezâ, kıyas et. Öyle bir surette o tohumcuklar inkişaf
ettiler ki, o tek kabza, muhtelif ağaçlarla ve mütenevvi çiçeklerle dolu bir
bahçe hükmüne geçti. İçinde hiçbir galat, kusur yok.

sırrını gösterir. Herbir tohum, ism-i Hafîzin cilvesiyle ve ihsanıyla, ona
pederinin ve aslının malından verdiği irsiyeti, iltibassız, noksansız muhafaza
edip gösteriyor.

İşte bu hadsiz harika muhafazayı yapan Zât-ı Hafîz, kıyamet ve
haşirde, hafîziyetin tecellî-i ekberini göstereceğine katî bir işarettir.

Evet, bu ehemmiyetsiz, zâil, fâni tavırlarda bu derece kusursuz,
galatsız hafîziyet cilvesi bir hüccet-i katıadır ki, ebedî tesiri ve azîm
ehemmiyeti bulunan, emanet-i kübrâ hamelesi ve arzın halifesi olan insanların
ef’âl ve âsâr ve akvâllleri ve hasenat ve seyyiatları, kemâl-i dikkatle muhafaza
edilir ve muhasebesi görülecek.

Âyâ, bu insan zanneder mi ki başıboş kalacak? Hâşâ! Belki insan
ebede meb’ustur ve saadet-i ebediyeye ve şekavet-i daimeye namzettir. Küçük
büyük, az çok, her amelinden muhasebe görecek. Ya taltif veya tokat yiyecek.

İşte, hafîziyetin cilve-i kübrâsına ve mezkûr âyetin hakikatine
şahitler had ve hesaba gelmez. Bu meseledeki gösterdiğimiz şahit, denizden bir
katre, dağdan bir zerredir.

Lem’alar, s. 189-190

Hem madem biz gözümüzle görüyoruz, öyle ihâtalı ve azametli bir
hafîziyet hükmeder ki, zîhayat herşeyin ve her hadisenin çok sûretlerini ve
gördüğü fıtrî vazifesinin defterini ve esmâ-i İlâhiyeye karşı lisan-ı hal ile
tesbihatına dair sahife-i a’mâlini misâlî levhalarda ve çekirdeklerinde ve
tohumcuklarında ve Levh-i Mahfuzun nümunecikleri olan kuvâ-yı hâfızalarında ve
bilhassa insanın dimağındaki pek büyük ve pek küçük kütüphanesi olan kuvve-i
hafızasında ve sair maddî ve mânevî in’ikâs aynalarında kaydeder, yazdırır,
zaptederek muhafaza altına alır. Sonra, mevsimi geldikçe bütün o mânevî yazıları
maddî bir tarzda da gözümüze gösterip milyonlarla misâller ve deliller ve
nümuneler kuvvetiyle

âyetindeki en acip bir hakikat-ı haşriyeyi, kudretin bir çiçeği olan her bahar,
kendi çiçek-i ekberinde milyarlar dille kâinata ilân eder. Ve başta nev-i insan
olarak bütün zîhayatlar ve bütün eşya, fenaya düşmek ve ademe sukut etmek ve
hiçlikte mahvolmak ve başta nev-i beşer olarak zîhayatlar idam edilmek için
yaratılmamışlar. Belki bekaya terakki ile ve devama tasaffi ile ve sermedî
vazifeye istidadıyla girmek için halk olunduklarını gayet kuvvetli ispat eder.

Evet, her baharda müşahede ediyoruz ki, güz mevsimi kıyametinde
vefat eden hadsiz nebatat, bahar haşrinde herbir ağaç, herbir kök, herbir
çekirdek, herbir tohum

âyetini okuyup bir mânâsını, bir ferdini kendi diliyle, geçmiş senelerde gördüğü
vazifenin misalleriyle tefsir ederek o azametli hafîziyete şehadet eder,

âyetindeki dört muazzam hakikatleri herşeyde gösterip hafîziyeti âzami derecede
ve haşri bahar kolaylığında ve kat’iyetinde bizlere ders verir.

Evet, bu dört ismin cilveleri en cüz’îden en küllîye kadar
cereyan ederler. Meselâ, nasıl ki bu ağacın menşei olan bir çekirdek, el-Evvel
ismine mazhariyetle o ağacın gayet mükemmel programını ve icadının noksansız
cihazatını ve teşekkülünün bütün şeraitini câmi bir kutucuktur ki, hafîziyetin
azametini ispat eder.

Ve’l-âhir ismine mazhar olan meyvesi ise, çekirdekleriyle o
ağacın işlediği bütün fıtrî vazifelerinin fihristesini ve amellerinin listesini
ve hayat-ı saniyesinin düsturlarını ihtiva eden bir sandıkçadır ki, âzamî
derecede hafîziyete şehadet eder. Ve’z-zâhir ismine mazhar olan o ağacın suret-i
cismâniyesi ise, öyle tenasüplü ve san’atlı ve süslü bir hulle, bir libas ve
ayrı ayrı nakışlar ve zîynetler ve yaldızlı nişanlarla tezyin edilmiş, güya
yetmiş renkli bir hûri elbisesidir ki, hafîziyet içinde azamet-i kudret ve
kemâl-i hikmet ve cemâl-i rahmeti gözlere gösterir.

Ve’l-Bâtın ismine ayna olan o ağacın içindeki makinesi ise, öyle
muntazam ve mükemmel ve mu’cizâtlı bir fabrika, bir tezgâh, bir kimyahâne ve
hiçbir dalı ve meyveyi ve yaprağı gıdasız bırakmayan mizanlı bir kazan-ı
erzaktır ki, hafîziyet içinde kemâl-i kudret ve adalet ve cemâl-i rahmet ve
hikmeti güneş gibi ispat eder.

Aynen öyle de, küre-i arz, senevî mevsimler cihetinde bir
ağaçtır. İsm-i Evvel cilvesiyle güz mevsiminde hafîziyete emanet edilen bütün
tohumlar ve çekirdekler, bahar çarşafını giyen zemin yüzünün milyarlar dal,
budak, meyve veren ve çiçek açan ağacının teşkilatına dair İlâhî emirlerin
mecmuacıkları ve kaderden gelen düsturların listeleri ve geçen yazın işlediği
vazifelerin küçücük sahife-i amelleri ve defter-i hidematıdır ki, bilbedahe bir
Hafîz-i Zülcelâl-i ve’l-İkramın hadsiz kudret, adalet, hikmet, rahmet ile iş
gördüğünü gösteriyor.

Ve senevî zemin ağacının âhiri ise, ikinci güzde o ağacın
gördüğü bütün vazifelerini ve esmâ-i İlâhiyeye karşı ettiği bütün fıtrî
tesbihatlarını ve gelecek bahar haşrinde neşrolabilen bütün sahâif-i amallerini,
zerrecik ve küçücük kutucukların içine koyup, Hafîz-i Zülcelâlin dest-i
hikmetine teslim eder Hüve’l-âhir ismini hadsiz dillerle kâinat yüzünde okur.

Ve bu ağacın zâhiri ise, haşrin üç yüz bin misallerini ve
emarelerini gösteren üç yüz bin küllî ve çeşit çeşit çiçekler açıp hadsiz
rahmâniyet ve rezzâkıyet ve rahîmiyet ve kerîmiyet sofralarını sererek
zîhayatlara ziyafetler vermekle Hüve’z-zâhir ismini, meyveleri, çiçekleri,
taamları sayısınca lisanlarıyla zikredip medh ü senâ eder, gündüz gibi

hakikatini gösterir.

Bu haşmetli ağacın bâtını ise, hadsiz ve hesaba gelmez muntazam
makineleri ve mizanlı fabrikaları kemâl-i dikkat ve intizamla işlettiren öyle
bir kazan ve tezgâhtır ki, bir dirhemden bin batman taamları pişirir, açlara
yetiştirir. Ve öyle bir mizan ve dikkatle işler ki, zerre kadar tesadüfün
karışmasına bir yer bırakmıyor. Hüve’l-Bâtın ismini zeminin içyüzüyle, yüz bin
dille tesbih eden bazı melâike gibi, yüz bin tarzlarda ilân edip ispat eder.

Şualar, s. 196-197

Ve keza, bu âlemde tasarruf eden Sâniin öyle bir kitab-ı mübîni
vardır ki, en küçük ve en büyük, o kitapta yazılıp hıfz edilmemiş hiçbir şey
yoktur. O kitabın maddelerinden âlemde görünen yalnız nizam ve mizan maddelerine
bak:

Evet, görüyoruz ki, herhangi muvazzaf bulunan birşey,
vazifesinden terhis edilmekle daire-i vücuttan çıkarsa, Fâtır-ı Hakîm onun çok
suretlerini levh-i mahfuzlarda tesbit eder. Ve tarih-i hayatını, tohumunda ve
neticesinde nakşeder ve pek çok gaybî aynalarda ibka eder. Meselâ, bir şecere,
meyvesiyle hâmile olduğu gibi, tohumu da meyveyle hâmiledir. Demek, ağacın
bünyesinde semeresi mevcut olduğu gibi, tohumunda da semere mevcuttur. Ve keza,
vücuttan çıkmış pek çok şeyler, insanın kuvve-i hafızasında mevcut kalır.

İşte bu misallerden hıfz ve hafîziyet kanunu ne derece ihatalı
olduğu anlaşıldı. Evet, bu mevcudatın sahibi pek büyük bir ihtimamla mülkünde
cereyan eden herşeyi taht-ı hıfz ve muhafazasına almıştır. Ve hâkimiyetinin
muhafazası için sonsuz bir dikkati vardır. Ve rububiyetinde tam bir intizam ve
saltanat vardır ki, ednâ bir hadiseyi, âdi bir hizmeti yazar ve yazdırır.

İşte bu derece ihatalı, ihtimamlı bir hıfz kanunu, elbette
âlem-i âhirette yapılacak bir divan-ı muhasebata bakar. Şu muhafaza kanunu,
bütün eşyada câri olduğu gibi, mahlûkatın en eşrefi olan insana da şâmildir.
Çünkü, insan Cenab-ı Hakk’ın rububiyetine ait şuûnat ve ahvâline şahittir. Ve
mahlûkatın cemaatleri içinde, Allah’ın birliğine dellâldır. Ve mevcudatın
tesbihatına müşahit ve hilâfet-i kübrayla tekrim ve teşrif edilmiştir. İnsan bu
keramete, bu şerefe nail olduğu halde, kendisini başıboş ve gayr-ı mes’ul
zannetmesin. Onun da divan-ı muhasebatta pek karışık hesapları vardır. Ondan
kurtulduktan sonra, müstehak olduğu yere gidecektir.

Mesnevi-i Nuriye, s. 40