İletişimin en temel ve yalın materyali harflerdir. İnsanoğluna
ait kültür formlarında harfler, alfabenin yapısında şekilleniyor. Varlık
formunda ise, kendini atomlar şeklinde gösteriyor. Bu atom harflerinin en
bilinenleri karbon (C), hidrojen (H) ve oksijen (O) canlı veya cansız bütün
varlıkların yapıtaşını oluşturuyorlar. Bu harflerin kelimeleri moleküller,
cümleleri ise inorganik ve organik yapılardır.

Biyoloji, varlıkların canlılar alemindeki grubuyla ilgileniyor.
Canlılar alemindeki alfabe bize kendini, genler şeklinde gösteriyor. Yani
mikroalemde atom ve molekül olarak vücut bulan yapıtaşları (harfler) bir başka
kombinasyonla, karşımıza genleri oluşturan nükleotid harfleri şeklinde çıkıyor.
İnsanoğlunun kendi kültür formunda, farklı dillerde kullandığı 26 harfli, 29
harfli ve hatta 300 harfli alfabeleri gibi, canlı hayatının da kendine ait
harfleri ve bir alfabesi bulunuyor.

Yaratılışı takdir eden, Zât-ı Hayy-ı Kayyum, canlıya ait mikro
ve makrodüzeydeki bütün iletişimi 5 harfli; Adenin (A), Guanin (G), Sitozin (C),
Timin (T) ve Urasil (U) harflerinden oluşan özel biyokimyasal alfabe ile
yapılandırıyor. Bu beş harften A, G, S ve T’den oluşan ilk kombinasyon DNA
(Deoksiribonükleikasit) adındaki kalıtım (ırsîyet) moleküllerini; A, G, S ve
U’dan oluşan ikinci kombinasyon ise RNA (Ribonükleikasit) adındaki üretim işçisi
molekülleri oluşturuyor. Böylece, mikroalemde Hayy ve Kayyum isimlerinin
cilvelerini görmek mümkün oluyor. Yaratıcımız İlâhi kelamıyla bizimle, bizim
kültür formumuzda iletişim kurduğu gibi, vücudun bir başka boyutu olan ceset
formumuzla da bu biyolojik alfabeyle konuşuyor. Alfabenin, medeniyeti kayıt
altında tutması gibi genler de, biyolojik varlıkları kayıt altında tutuyor.
Canlıya ait hayatın ortaya çıkmasında ve devam etmesinde genler sebep tahtına
oturuyor. Genler için kısacası, her şeyi koruyan ve kayıt eden Hâfiziyet’in
tecellisi diyebiliriz.

Her bir genin yapısında, dört harfli farklı sıradaki
dizilimlerinden oluşan 1500 nükleotidlik bir zincir söz konusudur. Bu
zincirlerin yaklaşık 10.000 kadarı her bir hücredeki DNA moleküllerini
oluşturmaktadır. Hücreye ait bu kalıtım depoları ise çekirdek proteinleri ile
çevrelenerek kromozom adını verdiğimiz yapıları meydana getirmektedir. Ergin bir
insanda, yaklaşık 100 trilyon hücre ve her hücrede 46 kromozom ve her kromozomda
yüzlerce genden bahsettiğimizde karşımızda hayranlık uyandıracak bir bilgi
bankasının durduğunu görüyoruz.

Bu noktaya kadar kısaca özetlemeye çalıştığımız ve ortalama bir
genel biyoloji ders kitabından da rahatlıkla elde edilebilecek genlerin maddi
yapısına ait bu bilgilerin 1866 Mendel Kuralları ile ünlenmesinde, 1909’da
Johannsen tarafından adlandırılmasında ve DNA yapısının 1953 Watson-Crick Modeli
ile literatüre kaydolmasında, daha önceki bilgiler ve günümüze kadar uzanan
sonraki bilgiler açısından kayda değer bir problem görülmemektedir. Genler
üzerinde asıl fırtına, bu biyolojik alfabenin bize neler fısıldadığının
yorumlanması sırasında kopmaktadır. Biz makalemizi, bu fırtınanın iki ucuna
değinerek şekillendirmeyi düşünüyoruz.

İlk ve en basit problem, Materyalist (veya Darwinist)
Biyolojinin iddia ettiği gibi ilkel atmosfer şartlarında bulunduğu kabul edilen
aminoasitlerin (ki, genler tarafından sentezlenen bu öncü protein yapı taşları
ile ilgili dayanak kabul edilen Stanley Miller deneyleri, sonraki yıllarda
bizzat araştırmacı tarafından da yalanlanmıştır) ve canlı vücudunun şifrelerini
taşıyan genlerin, canlılığı tesadüfen ve evrilerek meydana getirip
getiremeyeceği meselesidir. Görmek ve bakmak arasındaki yorum farkı kadar kâmeti
olabilecek bu evrimci iddia, bugün için istatistik metodlar ve ihtimal
hesaplarıyla çürütülmüş durumdadır. Hücrede mevcut 400 civarındaki aminoasiti
kontrol eden DNA zincirinde takriben 41000 veya 10600 farklı gen dizisi
mümkündür. Bu durumda özel görevli bir DNA’nın meydana gelmesi ihtimali için,
1/10600 hesabından bahsedebiliriz. Bu sıfıra yakın ihtimal sadece DNA
molekülünün oluşması için gerekliyken, nerede kaldı ki, oluşan bu moleküllerin
anlamlı şifreleri bir arada bulundurması ve onlarca kromozomluk biyolojik yapıyı
kusursuz olarak meydana getirmesi söz konusu olsun! Yine bu sıfıra yakın
ihtimalin gerçekleşmesi sırasında, evrim mekanizması için gerekli tekrar
sayısını, yanılma katsayılarını, hata paylarını ve biyolojik süreci konu dahi
etmiyoruz. Kısacası, sıfırın ihtimal hesaplamalarında çarpım sırasında, "yutan
eleman" olma özelliğinden yola çıkarak diyebiliriz ki; genlerin, anlamlı
dizileri ve kusursuz biyolojik yapıları, "teşekkele binefsihî kabilinden kendi
kendine meydana getirmesi" ve evirmesinin imkansızlığı, modern matematik
tarafından ihmâl edilebilir prensiplere dahi dâhil edilemeyecek bir bilimsel
ispattır.

Genlerin yapısı hakkında aynı bilgilere sahip olduğumuz ve kabul
ettiğimiz halde, bunların işleyişini yorumlamada materyalist bakış ile
yollarımızı ayırarak, tevhidî bir nazarla baktığımızda; Allah’ın sonsuz bir
ilimle programlayıp kader kalemiyle yazdığı DNA çift zincirli molekülündeki
bilginin, canlının biyolojik fenotipinde yani zahirinde (dış görünüşünde)
tezahürünün tamamen Kudret elinin tecellisi olduğunu görüyoruz. Dört harfli
nükleik asit alfabesinden oluşan Genetik lisan, yeryüzünde gördüğümüz ekolojik
çeşitlilik ve tür zenginliğinin kurulmasında ve devamında Sınırsız Kudret Sahibi
tarafından hikmetli bir şekilde kullanılmaktadır.

İkinci ve aktüel problem ise; kopyalama ve İnsan Genom Projesi
etrafında şekillenmektedir. Genlerle ilgi çalışmaların kronolojik tarihine
baktığımızda, insanlığın ortak birikiminin daha ziyade bitki ıslahı, ziraat,
veterinerlik, hayvan besiciliği, ehil türlerin üretilmesi ve kültür formları
çalışmaları üzerinde yoğunlaştığını görüyoruz. O kadar ki, bu çalışmalar; insan,
hayvan ve bitki şeklinde yapılan basit üçlü biyolojik sistematiğin kullanıldığı
milat öncesi yazılı tarihlerde bile karşımıza çıkıyor. Ancak genlerin tamamen
tanımlandığı ve biyokimyasal yapılarının tümüyle açıklık kazandığı son çeyrek
asırlık zaman diliminde görülüyor ki, Genetiğin hızla ilerleyen bir bilim dalı
olmasına rağmen, bitkiler ve hayvanlar üzerinde kolaylıkla yapılan bir çok
deneyin insanlar üzerinde tekrar edilmesinin zorluğu, olayı çok daha cazip hale
getiriyor. 1970 yılında, Cambridge Üniversitesi’nde John Gurdon ve arkadaşları
tarafından ilk kopyalama (kurbağalar üzerinde) gerçekleştiği zaman esirGenen
ilgi, 1997’de Roslin Enstitüsü’nde Ian Wilmut ve arkadaşlarının insan gibi
memeli bir tür olan koyun "Dolly"yi kopyalamalarıyla aktüel bir fırtınaya
dönüşüyordu.

Genetik çalışmaları, gen teknolojisini ve biyoteknolojik
araştırmaları insan üzerine yoğunlaştırdığımız zaman cazibe şu kilit noktada
belirginleşiyor: "Gen yapısının bilinmesi ve genlerin kontrolü insanın
evrilmesinin delili olabilir mi? Genetik çalışmalar, kader mefhumunu ve kaderin
hükmünü ortadan kaldırabilir mi? İnsan kopyalamak mümkün olacaksa, ölüme çare
bulunabilir mi? Ölüm paradoksuna1 müdahale edilirse sebep-sonuç
matriksi çözülebilir mi?"

Evvela, insan maddesi itibariyle akıl, irade ve ilim
silahlarıyla donatılmıştır. Hal böyleyken, insan için hayat bir bakıma problem
çözme sürecidir. Madde adına elimizde bulunan her şeyin şifresini çözmemiz,
onların sırrındaki bilgi malumumuza tabi oldukça mümkündür. Son gelinen noktada,
teorikte bir hücreden herhangi bir canlı veya insan kopyalamanın potansiyel
bilgisi mevcuttur. Pratikte ise teknik, etik, sosyolojik, psikolojik ve ekonomik
sorunları bulunmaktadır. Burada ilk yanılgı, genleri kopyalamanın, -birazda
medya madrabazlığı ile- yaratma fiilinin insan eline geçtiği yanlış zannıdır.
Halbuki, adı üzerinde mevcut veri ve malzemeden kopyalama yapılmaktadır.
Materyalizmin baktığı ama göremediği ise hiç modelsiz ve benzersiz, yani yoktan
yaratan Fâtır-ı Hâkim’in, kullarına tanıdığı bilim adındaki irade ve tekamül
serbestisidir.

Bunu nasıl iddia edebiliyoruz? Materyalist Biyoloji, canlı
varlığı sadece ceset (madde) olarak biliyor, tanıyor ve inceliyor. Kur’ân-ı
Hâkim ise, Risale-i Nur Külliyâtı’nın muhtelif yerlerinde de açıkça tarifini
bulduğu üzere hayatı, ceset (madde) ile ruhun (mana) imtizaç etmiş bir kompleksi
olarak tanımlıyor. Ruhun varlığı bugün için bir çok fenlerle de zaten tasdik
ediliyor. Sadece ceset üzerine bina edilen tek ayaklı biyolojik bilgiler ve
inanç haline dönüşen materyalist ön kabuller, -ruhun belki de ölümü de
çağrıştırmasından- sebep ve sonucun birlikte yaratıldığına itikâd edemiyor. Ruh
ve cesedi birlikte kabul eden düalist İslâm görüşü ise, sebep ve sonucun
birlikte yaratıldığı ‘iktirân’ fikrinin Kudret ve Hikmet tecellisi olduğuna iman
ediyor.2 Ayrılma ve çatışma da burada başlıyor.

Oysa, Risale-i Nur’un bize aktardığı Kur’âni bilgiye göre;
Kadîr-i Zülcelâl’in yaratmasının iki tip olduğunu öğreniyoruz: İbdâ (ihtirâ`) ve
inşâ. İbdâ, yani hiçten, yoktan vücut veriyor ve ona lâzım herşeyi de hiçten
icad edip eline veriyor. Diğeri inşa ile, san’at iledir. Yani, kemâl-i hikmetini
ve çok esmâsının cilvelerini göstermek gibi çok dakik hikmetler için, kâinatın
anâsırından bir kısım mevcudatı inşa ediyor; her emrine tâbi olan zerratları ve
maddeleri, Rezzâkiyet kanunuyla onlara gönderir ve onlarda çalıştırır.3
Bunu Genetik biliminin canlılığın anlaşılması için bize kazandırdığı bilgilerle
ve tevhid gözlüğü ile şöyle anlamak mümkün: Ruhların yaratıldığı alem ve ahiret
alemi dârü’l-Kudret, yani sebeplerin, nedenlerin gerekli görülmediği bir boyut.
Dünya ise imtihan sırrının gerçekleştiği bir meydan olduğundan, burada sebepler
perdesi işliyor ve dârü’l-Hikmet kabul ediliyor. Canlı hayatının, ceset ve ruh
ile kâim olduğuna inanıyoruz. Cesedin maddi varlığının yaratılmasını, genlerinde
içinde bulunduğu sebep-sonuç ilişkilerini sağlayan İnşâ fiili gerçekleştiriyor
ve Hikmet tezahür ediyor. Ruh ise, Kudret’e taalluk ettiğinden onun yoktan
yaratılması İbdâ fiilinin tasarrufunda bulunuyor. Ruh için Genetik bir şifreden,
ruhun kopyalanmasından bahsetmek mümkün görünmüyor. Zaten bu yüzden de insanı
tamamen kopyalasak bile cesedini taklit etmiş oluyoruz, ruhunu değil! Bu da
zaten yeni bir şey de değil. Yine, Resûl-u Ekrem’in (asm) talimiyle biliyoruz
ki, insanoğlu, peygamber mucizelerine kadar ilmi terakki gösterecek ve Hz.
İsâ’nın (as) babasız doğması, ölüleri dirilterek muvakkat bir hayat rengi
vermesi, Efendimiz’in (asm) yaralı ve iş görmez organları yenilemesi hep kesbi
ilim ve iradenin neticesi. Sonuçta, insana verilen ilim ve cüz’î irade
serbestisi ile diyebiliriz ki, genlerle ilgili her türlü çalışmanın,
kopyalamanın vs. yapılabilmesi mümkündür ve insanın kesbidir, ama asla yaratma
değildir ve olamaz.

Netice olarak, kontrollü ve etik kurallar göz önüne alınarak
fıtrî denge bozulmadan yapılan çalışmalar çok faydalı olabilir. Genetik
çalışmalar hikmet cihetiyle yaratılış mucîzesini insan gözüne yakınlaştırır,
inkârı değil. Ancak, genlerin fısıltısını doğru duyup okumak şartıyla, bakmak ve
görmek şartıyla. Materyalist felsefenin, ahirzamanın en dehşetli fitnelerinden
biri olmasının nedeni bakıp da görememesi değil mi?

Kaynaklar

Bilim ve Teknik, Genetik (özel sayısı), Tübitak, Ankara.

Demirsoy, Ali (1998): Kalıtım ve Evrim, Meteksan, Ankara.

Elmer-Dewitt, Philip (1993): "Cloning: Where Do We Draw the
Line?", Time., Vol. 142, No. 19.

Kuru, Mustafa (2001): Genetik, Palme Yayıncılık, Ankara.

Lewis, Ricki (1994): Human Genetics, William C. Brown Pub.

Nursi, Bediüzzaman Said, Risale-i Nur Külliyatı, Yeni Asya
Neşriyat, İstanbul.

Sarsılmaz, Arif (1997): Genetik Kopyalama Nasıl Çarpıtıldı?,
Sızıntı, İzmir.

Tatlı, Âdem (2000): Merak Ettikleriniz, Cihan Yayınları,
İstanbul.

 

Dipnotlar

1. Ölümü paradoks olarak nitelememiz, materyalizm ve
ateizmin ölümü son görmesi ve hayat karşısında tezat kabul etmesidir. Bizim
tevhidi iktirân fikrimize göre ise, ölüm, hayatın neticesidir.

2. Biraz açalım. Evrime göre, ilkel atmosfer şartlarındaki
aminoasitler, gen yapılarını meydana getirmiş ve bunlarla basitten karmaşığa
organizmaları evirmiştir. Yani gen yapısı tamamıyla çözülürse, hayat matriksi de
halledilir. Yaratılış görüşü ise bize şunu öğretiyor: Hayatın varlığı için
genler halkedilmiştir. Genler sebeptir, illet değil. İllet (hayat için gerçek
sebep), Rabbimizin hayatın olmasını murad etmesidir. Genler olmasaydı da hayat
olurdu. Hikmetin tezahürü olarak hayatın, canlılığın sırrı genlerde şifrelendi.
Yoksa, hayatı genler yaratmadı. Yani, dârü’l-Hikmet’in gereği olarak hayat ve
genler beraber yaratıldı.

3. İbdâ ve İnşa için, Risale-i Nur Külliyatı’ndan Lem’alar
eserinin 23. Lem’a’sının Hatimesinin üçüncü sualine; İktirân için ise 17.
Lem’a’nın 13. Notasının 4. Meselesi’ne bakılabilir.