“Super Man” us “Excellent Man” at the Breaking Point of Civilizations

"İnsan-ı kamil olmağa lazım olan irfan imiş."
Niyazi-i Mısrî

A. Doğu ve Batı'nın Söylediği

Medeniyet demek çoğu kere insan demektir. Hem medeniyetin mayasını karmak bakımından, hem de teşekkül eden medeniyetin baş aktörü olması bakımından insanın yeri
tartışılmazdır. Kadim geleneklerin de vurguladığı gibi yaradılışının kapsamlılığı açısından bakıldığında belki her bir insan tekinin kendi başına potansiyel bir
medeniyet olduğu bile söylenebilir.

Bütün insanlık tarihinin de bize gösterdiği gibi, her medeniyetin teorik temelleri ve pratik yaşama biçimi ile inşa ettiği ve öngördüğü bir insan tipi vardır.

Ünlü tarih felsefecisi Arnold Toynbee'nin isabetle tespit ettiği üzere; yeryüzünde tarih boyunca her millet medeniyet kuramamış, kurulan medeniyetlerin pek çoğu
da 'ölü' hale gelmiştir. Kurulan bu medeniyetler arasında canlılığını, bugüne aktardığı mirası ile devam ettiren, birbirinin takipçisi olan Yunan ve Roma (elbette
Yunan ve Roma'nın bugünkü temsilcisi olan Batı) uygarlıkları ile genelde İslam ve özelde Osmanlı medeniyetlerini en başta saymak gerekir.

Söz konusu medeniyetler varlıklarını ve kollarını günümüze kadar uzatabilmelerini bir "insan modeli" inşa etmiş olmalarına borçludurlar. Bir insan modelinin
inşa edilmesinde gerekli en temel faktör ise, içinde yaşanılan medeniyet havzasının, insanların kendilerini ve içinde barındıkları kainatı anlayıp açıklamalarını
sağlayacak, hayatın temel sorularına cevap bulmalarına yardımcı olacak, kültür ve teknik üretmelerine yol açacak, kendi şahsi ve kurumsal gelişimini gerçekleştirmeye
yarayacak bir alem tasavvuru (ya da dünya görüşü) sunmasına matuftur.

Konuyu daha da somutlaştıracak olursak, yukarıda isimlerini belirttiğimiz medeniyetlerin sundukları alem tasavvuru ve insan modeline ilişkin kısa bir tasvirden
sonra sözü bugüne, özellikle Antik Yunan ve Roma kültürünün kendisinde ilginç bir terkibini bulan 20. yüzyılın dahi ve deli filozofu Nietzsche'nin 'üst/üstün insan'
(über mensch) modeliyle,1 İslam ve Osmanlı Tefekkürünün en parlak simalarından Abdülkerim el-Cili ve Azizüddin Nesefi gibi pek çok alimde karşılığını bulan "insan-ı
kamil" anlayışına ilişkin kısa bir karşılaştırma sunmak istiyorum. (Zira özellikle Antik Yunan ve Roma'dan süzülüp gelen 'üstün insan' ile örneğin bugünkü Batı
kaynaklı Kişisel Gelişim Kültürü'nün şekillendirmeye çalıştığı insan modeli arasında neredeyse birebir paralellikler olduğunu görmek mümkündür. Örnek üzerinden
yürüyecek olursak, mevcut kişisel gelişim kültürü aynı zamanda bir seküler ahlakın inşasıdır. Modern insana evde, sokakta, iş yerinde bir yaşama stili sunmaktadır.
İslam ve Osmanlı'da billurlaşan 'insan-ı kamil' idealinin ise ancak yeniden üretilmesi gereken bir ihtiyaç olduğunu bir süredir vurguladığımız 'İnsani Gelişim'
ile yakın irtibatı bulunduğunu belirtmemde yarar var. İnsani Gelişim ise, öncelikle dikey bir boyutta insanı bütün kainata, ruhuna, ahirete, nefsini ıslaha, bir
ahlak-ı a'la'ya nisbet etmeyi öngörmektedir.)

Altı çizilmesi gereken bir diğer nokta da, Antik Yunan'ın kendisinin devamı olan Roma'ya göre daha teorik, ama Roma Uygarlığının ise hem düşünme biçiminde hem
de kurumsallaşma yapısında daha pratiğe dönük olduğunu bilmemiz gerektiğidir. Bunun bir benzeri ilişki Osmanlı öncesi dönemde şekillenen genel İslam Medeniyeti'nin
daha nazari, ama Osmanlı tecrübesinin kurumsallaşma açısından daha belirginleşmiş, uygulamanın bir adım önde olduğudur. Yani M.Ö. 7. yüzyılda Batı Anadolu havzasında
mitolojik dünya görüşüne karşı başlayan soyut ve teorik felsefi çaba, Aristoteles'in ölümünden (M.Ö. 322) sonraki süreçte hızlı bir akışla değişik ahlak ve pratik
yaşam felsefelerine (Stoacıları ve Epiküristleri hatırlamak yerinde olur) dönüşmüştür. Roma ise bu felsefi birikimi hukuk, mühendislik, şehircilik, organizasyon
becerileri, politika, savaş ve silah tekniği vb. alanlarda daha sistematik hale getirmek suretiyle kendi kurumlarını daha sağlam bir yapıya kavuşturmuştur. Roma'da
özellikle Stoacıların kaderciliği andıran, Büyük İskender'in ölümüyle Doğu'dan da beslenen mistik öğeler barındıran görüşleri2 çarpıtılarak halkın aristokratik
yönetime itaatini temin, insanların Roma için daha iyi çalışıp daha çok üretmelerini sağlamak amacıyla kullanılmıştır. (Örneğin, Roma İmparatorluğu'nda 'Bonus Vir'
(iyi insan), savaşta başarılar göstererek, güçlü insan unvanını alan soylulara denilmektedir.)

Eğer buraya kadar söylediklerimizi Osmanlı'ya kadarki İslam ve Osmanlı Medeniyeti açısından ele alacak olursak, Endülüs'te İbn Rüşd'ün vefatına kadar (M. 1198)
İslam coğrafyasında görülen müthiş ilmi faaliyet, biraz hız kesmekle beraber özellikle İran merkezli olmak üzere devam etmiştir. Bununla birlikte Osmanlı'da bu
nazari yoğun çabalar sürüp gitmekteyken, özellikle tasavvuf kültürünün daha ayakları yere basar bir şekilde, siyaset, ordu ve diğer toplumsal kurumlarla da işbirliğine
girerek daha uygulamaya dönük bir boyut kazandığını kabaca söyleyebiliriz. Bu noktada Roma ve Osmanlı tecrübesi arasında birebir bağlantılar kurmanın yanlış olacağını
söylemeliyim. Çünkü Osmanlı'nın beslendiği anlam dünyası temel esasları gereği hiçbir zaman Roma'da olduğu gibi tamamen pratiğe dönük olamamıştır. Çünkü, diğer
İslam medeniyetleri gibi Osmanlı da özünde bir "temaşa ve nazar" medeniyetiydi. Yani, varlığa ve hayata şahit olmak, varlığı ve hayatı yeniden ve kökten şekillendirmeye
çalışmaktan önce geliyordu. Roma ise bir temaşa uygarlığı olmaktan öte, bir eylem ve hendese uygarlığıydı. Çünkü, bir dönem İslam alimleri arasında Geometriye bile
Mutlak varlığın karşısında zihinlerde sanal bir varlık alanı oluşturduğu için mesafeli durulduğu göz önünde bulundurulursa, Osmanlı'nın son dönemleri hariç "temaşa
ve nazar"ın hakimiyetini hep koruduğu söylenebilir.

Elbette, her medeniyetin içinde mozaiği andıran çoklu bir yapının bulunduğunu söylemek gerek. Mozaiğin unsurlarından hangisinin hakim dalga olduğu ve o medeniyetin
çehresine şekil verdiğine bakmak lazımdır. Sokrates'in 'iyi insan' olarak tanımladığı 'bilen, erdemli insan' ile Epikür'ün öğrencisi Aristippos'un 'hazcı' 'iyi
insan'ı birbirinden ayırt edilmelidir. Ama örneğin, Roma tecrübesine hakim dalga şeklinde rengini veren Aristippos'un iyi insanı idi, Sokrates'inki değil. Aradaki
fark ve ayrım bu kadar derin olmamasına rağmen, Gazali'nin 'insan-ı kamil'e yüklediği mahiyet ile Hallac-ı Mansur'un yüklediği muhteva bazı ince ve hassas çizgilerle
ayrılır.

Kuşbakışı bakıldığında en genel hatlarıyla, Antik Yunan ve onun devamı olan Roma'da dünya görüşünün omurgasını daima Mitoloji oluşturmuştur. Mitolojinin temelini
ise Tanrılar, Yarı Tanrılar ve Tanrılaşmak isteyen insanlar şeklinde kategorize edilebilecek bir katmanlı model belirlemekteydi. Yani mitolojinin şekillendirdiği
dünya görüşü içinde insan yapıp etmeleriyle bir şekilde Tanrılaşmak isteyen bir varlıktır. Buna karşın ta en başından beri İslam'ın temel doktriner yapısı gereği,
Osmanlı da dahil bütün İslam medeniyetlerinin alem tasavvurunun mayası "Esmaü'l-Hüsna'ya" (tek olan Allah'ın sonsuz güzel isimleri) dayanmaktadır. Bütün varlık
alemi sürekli yaratılış içinde (halku'n-cedid, continius re creation) Esmaü'l-Hüsna'nın bir yansımasıdır. İnsan bu İlahi isimlerin kendisinde en yoğun yansıdığı
en kapsamlı varlıktır ve insan 'Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak' (yaratık ve Yaradan arasındaki fark sonsuz olacak şekilde) suretiyle beşerilikten kurtulup kemale
doğru yürümelidir. Bu anlayış, Osmanlı'da Tanzimat'la birlikte yükselişe geçen Batı'dan ithal Hümanizm akımının etkisini hissettirmesine kadar baskın karakterini
sürdürmüştür. Roma ise Hıristiyanlık'la evliliğe razı olduktan sonra (M.S. 312) mitoloji yerini yine mitolojinin tesirinde gelişen Teslis'e bırakmıştır. Teslis
akidesi, tıpkı mitolojinin üçlü yapısında olduğu gibi (Tanrılar, Yarı Tanrılar, Tanrılaşmak isteyen insanlar) Baba, Oğul ve Ruhu'l-Kuds gibi bir vasıtalı model
sunuyordu. Hz. İsa'nın tanrılaştırılması ise diğer insanların da tanrılaşabileceği gibi bir imayı içinde barındırıyordu.

Bugünden geriye bakarak, söz konusu medeniyetlerin (çok genel bir biçimde Doğu ve Batı) alem tasavvuru-dünya görüşü ve sundukları insan modeline ilişkin temel
kırılmalar bakımından bir netleşmeye varmamız gerekirse eğer;

Mitolojinin karşısında Esmaü'l-Hüsna'nın,

Teslis'in karşısında Tevhid'in,

Tanrı'ya benzeme çabasının (Teşebbüh-ü bi'l vacip) karşısında ise Allah'ın ahlakıyla ahlaklanmak (Tahallik-i bi ahlakillah) anlayışının,

Dünya eksenli yaşayıştan çok ahiret odaklı yaşamanın,

'Yaratıcı düşünmek'ten ziyade 'keşfe dönük düşünme'nin,

Vahşi rekabet yerine hayırda yarışmanın,

Her şeyi pratiğe indirgeyip (techne) kainata egemen olma çabasının yerine, kainatın ahengine katılmaya dayalı bir temaşa (nazar, theorya) anlayışının yer aldığını
genel olarak söylememiz mümkündür.

Üstün İnsan

Şimdi, geldiğimiz noktadan 20. yüzyıla sıçrayarak, felsefesini Antik Yunan, Pagan Roma ve Doğu mistisizmi (Zerdüşt'ün şahsında sembolize edilen) üzerine kuran
Nietzsche'nin çağdaş Batı adına coşkuyla sunduğu Üstün İnsan'ıyla, İslam medeniyetinin sebebi ve sonucu olan İnsan-ı Kamil'in temel karakteristiklerini belirgin
kılmamız gerekmektedir.

Nietzsche'ye göre, "güçlü insan", güçlü iradesi olan insandır. Nietzsche'ye göre, yalnız irade gücü, güçlü olmanın göstergesidir. O, irade gücünü her şeyin üstüne
koymakla bütün geleneksel değerleri dışlayarak bireysel özgürlüğe giden yolun açılacağını savunuyordu. Sadece irade gücüne sahip olan insanı adeta yeniden oluşturmak
ister. Ona göre, iyi insan, politik anlamda güçlü olan insan değil, metafizik ve ahlak (dindışı ahlak) anlamında güçlü olan insandır. Fakat bu noktada irade gücünün
yönünün çok kolay bir şekilde politik güce çevrilebileceğini unutmuş gibidir. Üstün insan, hiç bir zaman kendini küçük ve zayıf hissetmez. (Dikkat edecek olursak,
burada, insanın en temel iki varoluşsal yarası/yasası olan acziyet ve fakrıyetin de inkarı söz konusudur. Yönünü bulamamış acz ve fakrı, reddetmekten başka çare
kalmamış gibidir.) Yani ona göre ahlakın işareti, iradenin gücüdür. Ahlaklı olmak, kendinin efendisi olmaktır. Kendinin efendisi olmaya giden yolun ilk adımı ise
Tanrı'yı öldürmekten geçmektedir. Yani insanın kendi kendisinin efendisi olması gerekmektedir; bunun için iradesini eksen alarak Tanrı'yı öldürmelidir. Bir diğer
adımda ise, sürü ahlakının temeli olarak varsaydığı geleneksel ahlak yıkılmalıdır.

Nietzsche, bu görüşünü "Böyle Buyurdu Zerdüşt"teki "Üç Dönüşüm (Metamorfoz)" başlıklı yazısında etraflıca açıklıyor.

Ona göre, hayvanla Üstün İnsan arasında gerilmiş bir ip olan insanın şu üç basamağı aşması gerekir:

1- İnsan, önce bir deve olacaktır. Deve hayvanların en fazla yük taşıyanıdır. "Sen müstahak olduğun için bu yükü taşımalısın". Başkalarının ortaya çıkarmış olduğu
geleneksel değerleri yük gibi taşır. Bu devrede, gururunu kırabilmek için aşağılanmayı arzu eder. Deve de güdülmeye isteklidir. "Evet" der. Bu "Evet"in anlamı,
düşünmeden yapılan göreve itaat etmedir. Bu insan için bir tür esaret tablosudur. Yaşamak için başkasının yardımına gereksinimi olanların görünümüdür.

2- İkinci basamakta deve, aslana dönüşür. Aslan, geleneksel değerlere karşı isyanın görünümüdür. Aslan "Hayır" der. Değerlerin değişmesini ister. Tanrıların
düşmanı olur.

3- Üçüncü basamağa geçince aslan, çocuk olur. Çocuk da "Evet" der. Fakat bu "Evet" itaat etme isteğinden gelmez. Kendinin efendisi (özgür) olma arzusunun "Evet"idir.
Çocuk oyun oynayabilme iradesinin gücüyle ve çocuk saflığıyla evet der.

Nietzsche, "üstün insan"ın, aynı zamanda üst kültüre sahip olması gerektiğini de düşünüyordu. "Böyle Buyurdu Zerdüşt"te bir ip cambazı hikayesi vardır: Cambaz
ip üzerinde yürürken, diğerleri yukarı doğru ona bakar. İp cambazı kayar ve düşer. Ölmek üzere son nefesini verirken Zerdüşt yanına gelir ve ona doğru yolda olduğunu
söyler. Çünkü ip, üstün insan olmaya doğru yürümeyi simgelemektedir. Özgürlüğe tam bir güvenlik içinde yürünemez. Güçlü insan riskleri seven, göze alan insandır.
(Bu noktada Kişisel ve Kurumsal Gelişim için risk alma vurgusunu hatırlayalım.) Zayıf insan ise güvenliği için sürekli dayanak noktaları arar. Güvenlik garantisi
arar. İp cambazı simgesi aynı zamanda kendinin efendisi olma isteğidir. Bunun için de ip üzerinde yürüme gibi deneyler gereklidir. O yürürken zayıflar sadece onu
seyredebilirler. Meleyen kuzular sürüsü gibi. Örnekte cambaz düşüyor. Sonuca ulaşamıyor. Fakat Nietzsche için bunun önemi yoktur. Ona göre cambaz doğru yoldaydı,
ilerlemek için ipte yürümesi gerekiyordu. (İlerleme için ip metaforunun seçilmesi bir tesadüf olmasa gerektir. Çünkü ip benzetmesi, Batı'nın temel ilerleme anlayışını
temsil eden çizgisel ilerleme (lineer development) anlayışının Nietzsche'de insana uyarlanmış karşılığını işaretlemektedir. Yine yukarıdaki örneğimize atıfta bulunacak
olursak, Batı kaynaklı kişisel gelişim kültürü de insan için tamamen yatay ve çizgisel bir gelişim önermektedir.) Zaten "Her zaman ölünmez" ve "Bizi öldürmeyen
bizi güçlü kılar". (Prof. Dr. Asım Akın, Nietzshe, http://historicalsense.com)

O, üstün insana giden yolda en büyük engelin sürü ahlakı olduğunu söylüyor ve ahlakı ikiye ayırıyordu: 1- Efendi Ahlakı: Aristokratik ırkların (örneğin Romalılar)
ahlakı, 2- Köle Ahlakı: Aristokratik sınıfa köle ya da boyun eğme biçiminde yaşamış sınıfların ahlakı (örneğin Yahudiler). Üstün insan; iyinin ve kötünün ötesindedir,
mevcut ahlaksal düzeni yadsıyarak kendi değerlerini sil baştan oluşturur.

İnsan-ı Kamil

Diğer tarafta kemali hedefleyen insan, Allah'ın hem yeryüzündeki halifesi (Bakara/30), hem de O'nun kuludur (Zariyat/56). Bu iki kavram arasındaki ilişki, İslâm'ın
ortaya koyduğu insan anlayışının doğru anlaşılabilmesi için vazgeçilmez bir öneme sahiptir. Bu anlayışta insan gelişimini (kemalat) ancak ve ancak tevhidin gölgesinde
bulur. Her yerde ve her şeyde Allah'ı birleyen insan, her şeyi tanrılaştırmanın yüklerinden kurtularak yükselir. ("Allah, çekişip duran birçok ortağın sahip olduğu
bir köle ile sadece bir kişiye bağlı olan bir adamı misal verir. Bu ikisi eşit midir? Hamd Allah'a mahsustur. Fakat onların çoğu bilmezler.") Risale-i Nur müellifi
müthiş bir isabetle şöyle demektedir:

"Evet, sırr-ı vahdet ile insan, bütün mahlukat içinde büyük bir kemal sahibi ve kainatın en kıymetdar meyvesi ve mahlukatın en nazenini ve mükemmeli ve zihayatın
en bahtiyarı ve en mesudu ve Halık-ı Alemin muhatabı ve dostu olabilir. Hatta bütün kemalat-ı insaniye ve beşerin ulvi maksatları tevhid ile bağlıdır. Ve sırr-ı
vahdetle vücut bulur. Yoksa eğer vahdet olmazsa, insan mahlukatın en bedbahtı ve mevcudatın en süflisi ve hayvanatın en biçaresi ve zişuurun en hüzünlüsü ve azablısı
ve gamlısı olur." (Şualar, İkinci Şua)

Hayatını tevhid ekseninde bir kul ve halife olarak algılayan insan ile, ilahî olana (Hıristiyanlığı bahane ederek) başkaldırmış insan arasındaki fark açıktır.
Birinci insan tipi, hakları itibarıyla kendini bir halife olarak görürken, sorumlulukları itibarıyla kendini bir kul olarak görür. Bütün alem ve içindekiler onun
nazarında kendisine bir emanet olarak verildiğinden ve dahası Allah'ın ayetleri olduğundan, çevresiyle, kainatla, diğer insanlarla, kendisiyle ve asıl önemlisi
Rabbi ile barış içindedir. (Bu noktada Batı kaynaklı psikoloji kişisel gelişim kültürünün kendinle barışık olma, açık iletişim, çatışmadan kaçınma vs. gibi vurgularının
anlam temeli, insani gelişim de bu tahlilde gizlidir.)

Bu bakış açısının bir neticesi olarak Müslüman mütefekkirler, modern bilim ve felsefenin tersine aleme cansız nesnelerden ibaret bir yığın olarak değil, canlı
ve anlamlı birer varlık olarak yaklaşırlar. Bu yüzden kuşlarla, ağaçlarla, rüzgarla, yağmurla konuşmayı öğrenmişlerdir. Sarı Çiçek'le söyleşen Yunus'un, Ney sembolüyle
insanının serencamını anlatan Mevlâna'nın, insanların ebedi saadeti için dünyasını da ahiretini de feda etmeye hazır Said Nursi'nin, bütün varını yoğunu İlahi irade
karşısında yağma eyleyen Niyazi-i Mısrî'nin şu şiirindeki manevi çerçeveyi bilmeden anlamak mümkün değildir;

Hak yolunun rehberi nefesidir kamilin
Dil tahtının serveri nefesidir kamilin
Nefsini mat eyleyen, ref-'i memat eyleyen
Nefh-i hayat eyleyen nefesidir kamilin
İsteyu git ademi, ademde bul ademi
Sırr-ı nefahtü demi nefesidir kamilin
Sure-yi Necm'i oku anlagıl vahyi Hakk'ı
Bilesin ol mantıkı nefesidir kamilin
Ruhül-Kudüs demini, ademde iste anı
Ölmüş gönülün canı nefesidir kamilin
Maye-yi zat denilen, feyz-i necat denilen
Ab-ı hayat denilen nefesidir kamilin
Diri kılan tenleri, zinde eden canları
Kaldıran ölenleri nefesidir kamilin
Mevtaya etse nefes, her yaneden gele ses
Haşreden ey hakşinas nefesidir kamilin
Niyazi'yi can eden zerresini kan eden
Katresin umman eden bir demidir kamilin.

Kendini dünyaya adamış insan, normal bir ruh halinden mahrumdur. Zira kendini bir taraftan sıradan bir canlı, arzu ve güdülerine esir olmuş bir varlık olarak
gören, öte yandan yeryüzünün efendisi ilan eden insan, anormal bir ruh hali içerisinde yaşıyor demektir. Buna mukabil, kendini hem kul hem de halife olarak gören
denge insanı (vasat ümmet), hayatın anlam ve hedefi konusunda tutarlı bir bakış açısına sahiptir.

Yaratılışın nihai gayesi dünyaya hükmetme değil, Yaradan'ın rızasına yükselme olduğundan, denge insanı olmanın yolu 'insan-ı kamil' olma yoludur. İlahi isim
ve sıfatların kendinde tecelli ettiği insan-ı kamil, insan oluşun standardını belirleyen örnek modeldir. Bir başka ifadeyle insan-ı kamil, yücelikle pespayeliğin,
halife ile kulun, irade ile teslimiyetin, celal ile cemalin birleştiği model insanı ifade eder. Bu yüzden Kur'an Hz. Peygamber'e atıfta bulunurken 'usve-yi hasene',
yani en güzel örnek ifadesini kullanır.

İki insan tipine ilişkin olarak genellikle modern Batılının aktif ve üretken (creatif), geleneksel Doğulunun ise pasif ve taklitçi olduğu söylenegelir. Oysa
bir düşünürün altını çizdiği gibi; Doğu, muazzam bir mirasın üzerinde uyuyarak pasif bir şekilde çökmekte, Batı ise sürekli hareket sloganıyla aktif bir şekilde
çökmektedir. Gerçekte, hareketten yoksun tefekkür ve teslimiyet ne kadar faydasız ise, sükunet ve teslimiyetten arındırılmış hareket de o kadar yıkıcıdır.

Kur'an'ın tasvir ettiği insan, kendi varlığında eşyanın zıt kutuplarını birleştirebilen, böylece onları aşarak kemâl, yani insan-ı kâmil mertebesine ulaşmaya
aday olan insandır. Bir yandan aktif, keşfe dönük ("Vazifemiz vaz'-ı cedid değil, keşf-i kadimdir" düsturunu bir daha hatırlayalım), seçici ve diğergam olan, yani
Celâl sıfatlarının tecelligâhı olan mümin, öte yandan Cemal sıfatlarının bir tecelligâhı olarak alıcı, teslimiyet sahibi ve ilahi irade karşısında pozitif bir pasivite
içindedir. Bu yüzden mümin geçici olan ile ebedi olan arasında, yer ile gök arasında, dünya ile ahiret arasında denge kurabilmiş insandır. Yani itidal üzere yaşamasını
bilen insandır. (Bkz. Halil Akgün'ün internet ortamındaki "Yükselme ve Alçalma Ekseninde İnsan" başlıklı yazısı, www.islamisite.com).

Doğrusu sözün bu noktasında, Nietzsche'nin üstün insan'a giden yolda üç dönüşüm biçimiyle sembolize ettiği deve, aslan ve çocuk insan modeliyle asla kıyas-ı
kabil olamayacak tarzda Fatır Suresi'nde Rabbimizin; Zulüm İnsanı, Şaşkın İnsan, Erdem İnsanı olarak karşılayabileceğimiz, (aynı zamanda insanın üç farklı boyutunu
ve aşamasını ifade eden) insan tasviri dikkatimizi çekmelidir: "Sonra Kitab'ı kullarımız arasından seçtiklerimize verdik. Onlardan (insanlardan) bir kısmı nefsine
zulmeder, kimisi ortada bir yerdedir, kimisi de Allah'ın izniyle hayırlarda öne geçmek için yarışır." (Fatır, 32)

İnsan-ı Kamil anlayışı, en billurlaşmış halini mescid yapımında, herkes bir kerpiç taşırken iki kerpiç taşıyan, herkes karnına bir taş bağlarken iki taş bağlayan,
karşısına gelen ve korkusundan dolayı sıtmaya tutulmuş gibi titreyen bir adama: 'Kardeşim, korkma, ben de senin gibi, anası kuru ekmek yiyen bir kadının oğluyum'
diyen Allah Rasûlü'nde bulmaktadır.

Yine Halil Akgün'ün isabetle vurguladığı gibi; maddi ve teknolojik gelişmeyi insanlığın yeryüzündeki tek gayesi olarak gören ilerleme düşüncesi, insanın İlahi
olandan kopuşunun en acı sonuçlarından biridir. İlahi dinler, tarihi, insanın yaratılış serüveninin ve imtihan sürecinin yaşandığı bir sahne olarak tanımlamışlar
ve böylece gelişme/ilerleme kavramına manevi ve fizik ötesi bir anlam yüklemişlerdir. Buna mukabil modern ilerleme düşüncesi, evrim teorisinden aldığı ilham ve
destek ile, tarihi yatay bir çizgiye indirgemiş; böylece tarih ve zaman kavramından, İlahi ve kutsal olanı kovmuştur. Bu bakış açısının bir sonucu olarak, bugün
dünyadaki maddi ilerleme mutlak bir değer olarak kabul edilmekte, insanların ruh ve kalp dünyasındaki bozulma ve çürüme ise maddi ilerlemenin bir bedeli olarak
meşrulaştırılmaktadır. Oysa belli bir mana ve hedeften yoksun gelişme, ancak bozulma ve çöküşe götürür. İnsani açıdan baktığımızda da karşımıza benzer bir tablo
çıkıyor. Manevi ve ahlaki tekamülden yoksun gelişme, ancak insanın hayvani, zevk ve fücur (Şems, 8) yönünün kutsanmasına yol açabilir. İnsanın maddi yönü, en kesif
tarafını teşkil ettiği için insanı semadan arza doğru çeker (hubut). Ruh yönü itibarıyla da kemal alemlerinde seyreder.

Eğer yerinde bir ifade olursa Nietzsche'nin insanı tanımlarken 'üstün insan ve hayvan arasında gerilmiş bir ip' olarak çerçevelediği yaklaşımı, İslam medeniyetinin
ruhuna uygun bir şekilde şöyle anlaşılabilir: İnsan, melek ve hayvan arasında gerilmiş bir iptir. Melekî yönde ilerlemek (bir melek olmayı değil) insan-ı kamil
olmayı netice verir. Risale-i Nur'da bunun ifadesini şöyle bulabiliriz: "Şu kainat sarayında bir nevi hademe olan insanlar hem melaikeye benzer, hem hayvanata benzer.
Ubudiyet-i külliyede, nezaretin şumulünde, marifetin ihatasında, rububiyetin dellallığında, meleklere benzer. Belki insan daha camidir. Fakat insanın şerire ve
iştihalı bir nefsi bulunduğundan, melaikenin hilafına olarak, pek mühim terakkiyat ve tedenniyata mahzardır. Hem insan, amelinde nefsi için bir haz ve zatı için
bir hisse aradığı için, hayvana benzer." (Sözler, Bediüz-zaman Said Nursi, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 1999, s. 321)

İnsanoğlunun gerçek manada insan olması, ancak Rabbi'ne yönelmiş bir seyr-i süluk içinde olması ile mümkündür. Bu yüzden İslam'ın anlayışına göre tarih, geride
ve arkamızda değil, önümüzdedir. Peygamberler, evliyalar, alimler, arifler, kamil insanlar bu yönüyle birer önder'dir. Hz. Peygamber'in (a.s.) 'iki günü bir olan
ziyandadır' hadisi de, hiç şüphesiz yeryüzünde yalancı bir cennetin kurulmasına değil, bu dikey, yani manevi ve ahlâki yükselişe işaret buyuruyor. Dikey ve ahlaki
yükseliş insan-ı kamile giden yolun ana caddesidir.

Söz konusu ana cadde üzerinde insan dört özelliği kuşanmak durumundadır: İyi akval ('Ya hayr söyle ya da sus' düsturundan beslenen hakikat üzere konuşmak veya
susmak), iyi ef'al (amel-i salih esasından filizlenen iyi fiiller), iyi ahlak (hilkatteki, her bir mahluktaki edep ve terbiyeye yaslanan, imanın somutlaşmış biçimi
olan güzel ahlak) ve maarif (her şeyden Allah'a giden bir yol bulma anlayışına dayanan ilahi marifet, irfan). (İnsan-ı Kamil, Azizüddin Nesefi, tercüme: A. Avni
Konuk, Gelenek Yay., 2004)

Çizilen bu küçük tablodan da anlaşılacağı gibi, Antik Yunan kaynaklı Roma'dan beslenen günümüz Batı uygarlığının bir yerde hakim insan modeli de denilebilecek
olan Üstün İnsan'dan ilhamla, bugün, modern insanın mutluluk ve başarısına ve bunun kurumsal verimliliğe yansımasına dönük bir dünya görüşü üretildiğini ifade edebiliriz.
Buna karşın İslam medeniyetinin temel öncüllerine yaslanan İnsan-ı Kamil anlayışına dayalı bir kainat algısı potansiyel halden kinetiğe dönüştürülememiş vaziyette
beklemektedir.

Öz

Bu makale, felsefesini Antik Yunan, Pagan Roma ve Doğu mistisizmi üzerine kuran Nietzsche'nin çağdaş Batı adına sunduğu "Üstün İnsan"ıyla, İslam medeniyetinin
sebebi ve sonucu olan "İnsan-ı Kamil" karakteristiğinin karşılaştırmasını yapıyor. Yaradılışın nihai gayesinin dünyaya hükmetme değil, Allah'ın rızasını kazanma
olduğunu ifade eden yazar, "insan-ı kamil"in denge insanı olduğunu ifade ediyor. İlahi isim ve sıfatların kendinde tecelli ettiği insan-ı kamil, insan oluşun standardını
belirleyen örnek model olarak öne çıkarılıyor.

Abstract

This article compares in the concept of "Super Man" of Nietzsche who based his philosophy upon the Ancient Greek, Pagan Rome and Eastern mysticism and presents
this concept for the modern Western world with the concept of "Excellent Man" which is both the cause and result of the Islamic civilization. Author claims that
the ultimate goal of the creation is not to rule over the world but to be able to get the will of God. The "Excellent Man" is a man of equilibrium and it is emphasized
as a sample model which defines the standards of the humanness because of the fact that the names and attributes of God are reflected upon the personality of "Excellent
Man".

Dipnotlar

1. Burada Batı'nın kendi tarihi süreci içinde bu modelin, adeta "evrenin evrimci kaderi" olarak zorunlu biçimde ortaya çıktığı yönündeki algılamayı da dikkate
almamız gerekmektedir.
"Hegel'in her şeyin tarihin determinist akışı içinde oluştuğu ve devletin toplumla özdeş olmadığı görüşü aslında 19. yüzyılın Darwin'le başlayan evrimci görüşlerinin
bir yansımasıydı. Koloni tarihiyle birlikte ortaya çıkan bu evrimci modele göre toplumlar bir gelişim yasası içinde oluşumlarını devam ettirir. Yani Avrupalılar
bu gelişim yasasına göre üstlerde, koloni ülkelerindeki yerliler ise altlardaydı. Bu evrenin evrimci kaderiydi. Hatta St. Simon, toplumların ilerleme yasasını feodalizm,
devrimci ve liberal çağ olmak üzere üçlü bir modele göre yorumlamıştı. St. Simon'da toplumların amacı sanayi çağına ulaşmaktı. Bu durumda bilim adamlarının görevi,
toplumları insanların ihtiyaçlarına göre yapılaştırmak ve bütün dünya için geçerli bir düzen kurulmasını sağlamaktı. Bu son aşama St. Simon'a göre Yeni Hıristiyanlıktı.
A. Comte için de pozitif çağ, evrim şemasının son basamağıdır. Felsefi alanda ise Nietzsche'nin üstün insan'ı bu düşüncenin en son aşamasıdır. 19. yüzyıl Batı bilimlerinde,
bu moda görüşün izlerine rastlamak mümkün." (Oryantalizm: Evrenin Evrimci Kaderi, Rüstem Aslan, Atlas Dergisi, sayı: 139)

2. "Büyük İskender'in Asya'yı fethinden sonra, Yunanlılar arasında hızla yayılan Doğu'nun gizem tapımları, bireysel inanç özlemi çeken Romalılar'ı da etkisi
altına almakta gecikmemiştir. Anadolu'dan gelen Phrygia kaynaklı Cybele Gizemleri, Trakya kaynaklı Orpheuscu öğretilerle örülü Bacchus Gizemleri, Yunan'ın Ceres
ve kızı Persephone'yle ilgili Eleusis Gizemleri, Mısır'dan gelen Isis ve Osiris Gizemleri ve Persler'in tanrısı Mithra ile ilgili olan Mithras Gizemleri Roma'da
yayılmaya başlamış ve daha fazla taraftar toplamıştır. Çiçero da bu yayılımdan hoşnuttur ve gizem dinlerinin çoğu Romalı'nın din yaşamına yeni bir soluk getirdiğine
inanmaktadır. (Leg. 2. 14. 36): "Atina'nın getirip insan yaşamına kattığı bir çok mükemmel ve gerçekten kutsal kurum arasında, hiçbiri şu gizem dinleri kadar iyi
olmamıştır. Bunlar sayesinde, ilkel ve yabanıl yaşam tarzımızı terk ettik… Gerçek anlamda yaşamın başlangıcını onlardan öğrendik ve sadece mutlu yaşamak için
değil, daha iyi bir umutla ölmek için de güç kazandık." demektedir." (Antik Çağ'da Yaşamın ve Ölümün Bilinmezine Yolculuk Roma'nın Gizem Dinleri, Çiğdem Dürüşken,
Arkeoloji ve Sanat Yayınları)