The Ethic Adventure of Modernity

Düşünen "ben"i hakikatin ölçüsü yapan "aydınlanmış" insan son iki yüzyılda ürettiği her şeye, her kavrama, her fikre, her müesseseye, her türlü sanata
ve her türlü bilgiye hırs, kin ve hükmetme gibi zaaflarını yükledi. Bu durumun tabii neticesi olarak, modern insan bir tarafta, belki de tarihte ilk defa, bütün
bir insanlığı yok edecek silahları geliştirerek yeryüzünü sadece kendi devrindeki insanların değil, aynı zamanda gelecek nesillerin yaşamını olumsuz etkileyecek
şekilde tahrip ederken, diğer taraftan İslam, Hıristiyanlık ve Yahudilik gibi büyük geleneklerin doğrularını anlamsızlaştırarak, inançlarını hurafe, kutsal kanunlarını
demode ve kutsal kitaplarını esatirü’l-evvelin, kadim toplumların hikayeleri haline getirdi. Peki bütün bunlar nasıl oldu?

İnsanoğlu cennetten kovulduktan sonra yeryüzündeki hayatını ilahî prensiplere uyarak devam ettiriyordu. İlahî prensiplere uymayıp Allah'a asi olan fert ve cemiyetlerin
nasıl ilahi ikaz ve cezaya maruz kaldığını Kur'an-ı Kerim'deki birçok kıssa bize anlatmaktır. Allah, kullarına merhametinin bir neticesi olarak her kavme elçileri
vasıtasıyla bilgi göndermiş, doğrunun ve yanlışın ne olduğunu insana izah etmiştir. İnsanlık semadan aldığı ışıkla, vahiyle aydınlanmış cehaletten kurtulmuş, İslam'ın
tebliğiyle birlikte ilmin, ahlâkın ve merhametin hükümferma olduğu yeni medeniyet tesis etmiştir. Artık insanlık tarihi büyük bir tahavvül geçirmiş, İslam ümmeti
ve İslam medeniyeti sadece Müslümanların değil, aynı zamanda insanlığın kaderini belirlemede merkezi bir rol üslenmiştir. Fakat ne zaman Müslümanlar Kur'an'ın diriltici
soluğunu İslam toplumunda ilim, felsefe, müessese ve sanata dönüştüremeyip, eskiyi taklitle yetinince toplumsal alanda ahlâkî bakımdan çürüme ve medeniyet bakımdan
gerileme başlamıştır. Bir taraftan büyük bir medeniyetin mümessili olduğu bilinci ve diğer taraftan hak dine inanmış olma şuuru Müslümanların medeniyet plânında
yenilgiyi kabul etmeyi zorlaştırmış, Müslümanlar muhteşem mazinin hülyalarıyla meşgulken, Batı bilim ve teknolojide büyük ilerlemeler kaydetmiştir. Bilim ve teknolojideki
büyük ilerlemeye rağmen ahlâkî ve insanî planda aynı tekamül gerçekleşmemiş ve Batının manevî ve ahlâkî donanımı bu maddî ilerlemeyi taşıyamaz hale gelmiştir.

Batı'da düşünsel plânda zihniyet devrimi Descartes'la başladı. Kendisi oldukça dindar olan Descartes, "cogito ergo sum" (düşünüyorum o halde varım) önermesiyle
ifade ettiği fikrin Batı düşüncesinde dinin kültürel alanda hakimiyetine son vereceğini elbette tahmin edemezdi. "Düşünüyorum o halde varım" tezi ferdî düşünceyi
varlıkla ilişkinin merkezine koymaktadır. Eğer bu önerme kabul edilirse, var olmak idrak edilmiş olmak anlamına gelmekte, varlıkla idrak özdeşleşmektedir. Descartes'ın
bu tezinin dinî düşünceye iki önemli etkisi oldu. Bir taraftan insanı, daha doğrusu "düşünen ben"i doğrunun ve gerçekliğin ölçüsü yaptı, diğer taraftan bütün kadim
dinî geleneklerde ortak olan, hakikatin insana bildirilmesi olarak ifade edilen "vahiy" fikrini, anlamsız hale getirdi. Bunun neticesinde, Descartes'tan sonra gelişen
Batı düşüncesinde düşünen egonun fizikî, metafizik ve ahlakî her türlü hakikati keşfedebileceği ve hatta icat edebileceğine inanıldı ve rasyonel tahkik ve eleştiri,
deney ve gözlem hakikatin en belirleyici ölçütü olarak görüldü.

Descartes'ın temelini attığı bu düşünceyi Kant daha da geliştirerek, özellikle Saf Aklın Tenkidi isimli eserinde bilgiyi sadece tecrübe alanına münhasır kılmakla
kalmayıp, aynı zamanda klasik anlamda metafiziksel bilginin doğru ve yanlışlığının kanıtlanamaz olduğunu ortaya koydu. Eğer insan gerçekten sadece tecrübe edebildiği
şeylerin bilgisine vakıf olabilirse, o zaman daha ziyade gaybın, yani tecrübe edilemeyenin bilgisine dayanan dinî bilginin imkânından bahsetmek mümkün olamazdı.
Böylelikle din bütünüyle bilgi alanının dışına itilerek, sadece özel ve ferdi inanç haline getirildi. Bu aslında dinin toplumsal, siyasî, kültürel ve sanatsal alandan
çekilmesi anlamına gelmekteydi ve böyle de oldu. Batı'da Aydınlanma ile birlikte din bütün bu alanları rasyonel düşünceye bırakarak daha çok kişisel inanç alanına
münhasır kılındı. Kant Descartes'ın "düşünen ben"ini evrenselleştirmiş ve sadece Batı insanı için değil, aynı zamanda bütün bir insanlık için neyin doğru neyin
yanlış, neyin iyi neyin kötü olduğunu tayin etmeye kalkışmıştı. Kant'tan sonra Batılı konuşurken sadece kendi adına değil, bütün bir insanlık adına konuşuyor, bütün
bir insanlık adına hüküm veriyor ve bütün bir insanlığa yol gösteriyordu.

Hegel ise Kant'ın düşüncesinde "insanlık" haline gelen Descartes'ın düşünen egosunu mutlaklaştırdı ve adeta Tanrı haline getirdi. Bu durumda düşünen ben kainatın
ruhu haline geliyor, şuur hali insana münhasır kalmayıp, bütün bir varlığın ve oluşun içine hulul etmiş oluyordu. Hıristiyanlıktaki Tanrı'nın insanlaşması kavramını
Hegel tersine çevirdi ve insanın şuur halini bütün bir var oluşa, tarihe, sanata ve dine yükleyerek insanı tanrılaştırdı. Hegel'in düşüncesine kadar hâlâ kültürün
önemli bir unsuru olmaya devam eden din artık tamamen insana ve bilgiye kılavuzluk iddiasını terk ediyor ve onun yerini dinleşen kültür alıyordu. Artık Batılı "aydınlanmış"
insan sadece insanlık adına konuşmuyor; aynı zamanda Tanrı adına konuşuyordu. Onun bulduğu gerçekler, ulaştığı fikirler, ortaya koyduğu müesseseler her zaman ve
her mekanda mutlaktı ve geçerliydi. Hegel'e göre, gerçek olanın rasyonel ve rasyonel olanın da gerçek olması bu anlama geliyordu. Bu tezden mülhem ve her biri kendince
rasyonelliğin birer ifadesi olan kapitalizm, komünizm, nasyonalizm, liberalizm, idealizm, pragmatizm, konsumerizm v.s. gibi onlarca ideoloji yeşerdi. Bu zihni transformasyonu
geçiren Batı medeniyetinin aslı Descartes'ın "egoizmi"ne dayanır. Modernite felsefesi, yetiştirdiği insan ve geliştirdiği müesseseleriyle ele alındığında, onun
aslında kendini Tanrı yerine ikame eden insanın şişirilmiş benliğinin somutlaştırılmış hali olduğu anlaşılır. Bu haliyle de modern Batı medeniyeti sanatı, ürettiği
bilgi ve kavramları ve ikame ettiği müesseselerle tasavvuf dilindeki nefs-i emmarenin hallerine tekabül eder. Bu bakımdan biz moderniteyi bir "öteki" olarak değil
de bir imtihan aracı, aşılması gereken bir safha olarak görmeliyiz; onunla mücadele mutasavvıfın nefs-i emmare ile mücadelesi gibi olmalıdır.

Kendini Tanrı yerine ikame eden, alimi ve kadiri küllü şey olduğunu vehmeden modern insanın en başat özelliği gururdur. İnanç alanında gurur Allah'tan gelen ilahî
prensiplere teslim olma yerine Allah'ı isyan ve inkara sebep olmuş, bunun neticesinde Hıristiyanlık ve İslam gibi geleneksel dinlerin sunduklarını modern insan
daima küçümsenmiştir. Modern insanın gurur ve kibri, din dışı alanda agnostisizm ve ateizm olarak somutlaşırken; dinî alanda insana Tanrı adına hareket etme yetkisi
vermiş ve bunun neticesinde modern insan bir taraftan Hıristiyanlık, Yahudilik ve İslam gibi kadim geleneklerde reform yapmaya yeltenirken, diğer taraftan Krişnacılık,
Moonculuk, Bahaizm, Satanizm v.s. gibi yüzlerce din icat etmiştir. Kainatın yegane hakimi hissiyatından neşet eden bu gurur ferdi ve psikolojik plânda dokunulamaz
ve her bakından hür bir bireyin oluşmasına sebep olmuş ve bu birey kendini dinî, felsefî, sanatsal ve hatta cinsel tercihinde hür görerek inandığı ve arzu ettiği
her şeyi yapmaya kalkışmış ve böylece kendini ve dolayısıyla toplumu tüketmiştir. Gurur, düşünsel ve felsefî planda ideolojiler olarak tezahür etmiş, toplumların
geleneksel olarak sahip olduğu değer ve din bu ideolojilerin mutlak söylemlerine kurban edilmiştir. Bu mutlak söylemin gururuyla hareket eden Batı önce fizikî olarak
yer kürenin kahır ekseriyetini sömürge haline getirmiş ve sonra da ürettiği kavram ve müesseseleri bütün dünyaya yayarak kültürel anlamda bütün dünyayı işgal etmiştir.
Kendi dışında kültür ve dinî gelenekten herhangi bir yardım almadan toplumsal alanda varlık bulan modern müesseseler gururun cemiyetteki somut tezahürleridir.

Modern insanın bir başka hasleti ve modernitenin de en önemli varoluş ve gelişme dinamiklerinden biri de hırstır. Modern Batı medeniyetinin en önemli dinamiklerinden
birinin hırs olduğu Avrupa ve Amerika'daki müzeleri gezerken daha iyi anlaşılıyor. Her iyi ve değerlinin sadece kendisinde bulunmasını isteyen Batılının birçok
kadim medeniyet değerlerini dünyanın farklı coğrafyalarından toplayarak kendi müzelerinde teşhir etmesi onun bencilliği ve hırsının neticesidir. Bugün Batı'da toplumsal
yapılanmanın dinamiğini oluşturan kapitalizm hırsın müesseseleşmiş halidir. Hırsla hareket eden Batı medeniyeti bir taraftan, yeryüzündeki doğal kaynakları tüketerek
çevre problemine sebep olurken, diğer taraftan küresel dev şirketler yoluyla siyasî iradeyi de etkileyerek hakim gayr-i adil kapitalist düzenin devamını sağlamakta,
zenginin daha zengin ve fakirin de daha fakir hale gelmesine kaynaklık etmektedir. Hırs modern insanın kişisel ve gündelik hayatını yönlendirmede en önemli saiktir.
Daha lüks araba, daha geniş ev ve daha çok maddi kazanç peşinde koşan modern insan kendini ve insanlığını unutmakta, türlü psikolojik buhranlara maruz kalır hale
gelmektedir. Herkesi tek tip vatandaş olarak yetiştirmek isteyen modern eğitim, türlü yollarla herkesi takip ve kontrol ederek gücü kimseyle paylaşmak istemeyen
modern devlet yapılanması, hırs ve kıskançlığın kurumsal tezahürleridir. Diğer tarafta Batılı devletlerin, uluslararası ilişkiler ve siyasette, hakim siyasi ve
ekonomik düzenin devamı için insanlığa neye mal olacağını düşünmeden savaşları dahi göze alabilmesi ve bunun için savaşması hırsın bir başka tezahürüdür.

Moderniteyi ve modern insanı sevk ve idare eden önemli hasletlerden biri de şehvettir. İnsanı ve özellikle kadını daha mutlu edeceği düşünülen cinsel serbestlik,
aksine insanların ve özellikle de kadınların daha mutsuz olmasını sağlamıştır. Şehvet ve cinselliğin başta sinema olmak üzere, resim, müzik ve bütün görsel sanatta
hakim unsur olması özellikle gençlerin sanatsal enerjilerini bu alanlara teksif etmelerine ve boş yere kullanmalarına sebep olmuştur. Bütün geleneksel din ve medeniyetlerde
kontrol edilmesi gereken bir güç olarak algılanan şehvet, modern Batı medeniyetinde üretkenliğin kaynağı olarak görülmekte ve ahlakla cinsel davranışların hiçbir
ilgisi olmadığı iddia edilmektedir. Özellikle modern sanatsal üretimin mihverini oluşturan cinsellik ve şehvet modern insanın sanatta daha ulvî boyutları yakalamasına
engel olmaktadır.

Nefs-i emmarenin sıfatlarından olan gurur, hırs ve şehvetin modern Batı medeniyetinde nasıl insani hal ve durum, ideal kavram ve müessese haline geldiğini kısaca
ifade ettik. Aslında nefs-i emmarenin müesseseleşmiş hali olan modernitenin insanlığa kurtuluş getiremeyeceği son zamanlarda vukuu bulan hadiselerle iyice belirgin
hale gelmiştir. Fakat bu modern ve post-modern durum, Müslümanların medeniyet plânında kendi iyilik ve güzelliklerini sınayarak ortaya koyduğu bir araç olabilir.
Bundan sonraki safha İslam medeniyetinin yeniden inşası safhasıdır. Mazide olduğu gibi, şimdi ve istikbalde de bizim medeniyetimizi var kılan dinamikler, gurur
ve kibir yerine tevazu ve mahviyet, hırs yerine kanaat ve tevekkül, şehvet ve cinselliğin yerine iffet olmuştur ve olacaktır. Bu toplumsal şartlarda varlık kazanacak
bir İslam medeniyeti sadece Müslümanların değil, belki de bütün bir insanlığın huzur ve sükununa, saadet ve huzuruna hizmet edecektir.

Öz

Bu makale, Descartes'tan bu yana ahlaki gelişme ve modernitenin macerasını ortaya koymaktadır. Batı düşüncesinde, vahyi esaslar yerine, insanın düşünen benliğinin
gerçeğin ve doğruluğun kaynağı olduğu öne sürülmektedir. Bu önermeye bağlı olarak, modern zihniyet, modern insan egoizminin tecessümü olan müesseseleri olduğu kadar
müteaddit kavramları ve ideolojileri doğurmuştur. Enaniyet, hırs, şehevi arzuların tatmini sadece modern insanın değil, modern kurumların da temel özelliğindir.
Bu yüzden insanı, egoizminin ötesine taşıyacak ancak İslami esasların olduğu öne sürülmektedir.İslam'ın kültürel tarihinde bu imkanın güzel bir örneğini Sufilik
oluşturmaktadır.

Abstract

This article describes an "ethical" development and egoistic adventure of modernity since Descartes. It argues that in Western thought, instead of revealed principles,
thinking human ego became a source for reality and truth. According to this thought, it is human who can not only know but also create truth. Depending upon this
proposition, modern mind has brought out several concepts and ideologies as well as institutions, which were concretion of modern man egoism. Arrogance, ambition,
satisfactions of sexual desires are some of the main characteristics of not only modern man but also modern institutions. Therefore it is argued that only Islamic
revealed principles are able to take human being beyond this egoism. In Islamic cultural history, Sufism has shown a good example of such possibility.