“If we were to display through our actions the perfections of the moral qualities of Islam and the truths of belief, without doubt, the followers of other religions would enter Islam in whole communities.”

Asr-ı Saadetten şimdiye kadar hiçbir tarih bize göstermiyor ki, bir Müslümanın
muhakeme-i akliye ile ve delil-i yakinî ile ve İslâmiyete tercih etmekle, eski ve
yeni ayrı bir dine girdiğini tarih göstermiyor. Avâmın delilsiz, taklidî bir surette
başka dine girmesinin bu meselede ehemmiyeti yok. Dinsiz olmak da başka meseledir.
Halbuki, bütün dinlerin etbâları ise -hatta en ziyade dinine taassup gösteren İngilizlerin
ve eski Rusların-muhakeme-i akliye ile İslâmiyete dahil olduklarını ve günden güne,
bazı zaman takım takım, kat'î bürhan ile İslâmiyete girdiklerini tarihler bize bildiriyorlar.HAŞİYE

Eğer biz ahlâk-ı İslâmiyenin ve hakaik-i imaniyenin kemâlâtını ef'âlimizle izhar
etsek, sair dinlerin tâbileri, elbette cemaatlerle İslâmiyete girecekler; belki
küre-i arzın bazı kıt'aları ve devletleri de İslâmiyete dehâlet edecekler.

Hem nev-i beşer, hususan medeniyet fenlerinin ikazatıyla uyanmış, intibaha gelmiş,
insaniyetin mahiyetini anlamış. Elbette ve elbette dinsiz, başıboş yaşamazlar. Ve
olamazlar. En dinsizi de dine iltica etmeye mecburdur. Çünkü, acz-i beşerî ile beraber
hadsiz musibetler ve onu inciten hâricî ve dahilî düşmanlara karşı istinat noktası;
ve fakrıyla beraber hadsiz ihtiyâcâta müptelâ ve ebede kadar uzanmış arzularına
medet ve yardım edecek istimdad noktası, yalnız ve yalnız Sâni-i Âlemi tanımak ve
iman etmek ve âhirete inanmak ve tasdik etmekten başka, uyanmış beşerin çaresi yok…

Kalbin sadefinde din-i hakkın cevheri bulunmazsa, beşerin başında maddî, mânevî
kıymetler kopacak ve hayvanatın en bedbahtı, en perişanı olacak.

Hâsıl-ı kelâm: Beşer bu asırda harplerin ve fenlerin ve dehşetli hadiselerin
ikazatıyla uyanmış ve insaniyetin cevherini ve câmi istidadını hissetmiş. Ve insan,
acip cemiyetli istidadıyla yalnız bu kısacık, dağdağalı dünya hayatı için yaratılmamış.
Belki ebede meb'ustur ki, ebede uzanan arzular mahiyetinde var. Ve bu dar, fâni
dünya, insanın nihayetsiz emel ve arzularına kâfi gelmediğini herkes bir derece
hissetmeye başlamış.

Hattâ insaniyetin bir kuvâsı ve hâdimi olan kuvve-i hayaliyeye denilse, "Sana
dünya saltanatı ile beraber bir milyon sene ömür olacak; fakat sonunda hiç dirilmeyecek
bir surette bir idam senin başına gelecek." Elbette hakikî insaniyetini kaybetmeyen
ve intibaha gelmiş o insanın hayali, sevinç ve beşarete bedel, derinden derine teessüf
ve eyvahlarla saadet-i ebediyenin bulunmamasına ağlayacak.

İşte bu nükte içindir ki, herkesin kalbinde derinden derine bir din-i hakkı aramak
meyli çıkmış. Her şeyden evvel, ölüm idamına karşı din-i haktaki bir hakikati arıyor
ki kendini kurtarsın. Şimdiki hal-i âlem bu hakikate şehadet eder.

Kırk beş sene sonra, tamamıyla beşerin bu ihtiyac-ı şedîdini, dinsizliğin zuhuruyla
küre-i arzın kıt'aları ve devletleri birer insan gibi hissetmeye başlamışlar. Hem
âyat-ı Kur'âniye başlarında ve âhirlerinde beşeri aklına havale eder, "Aklına bak"
der. "Fikrine, kalbine müracaat et, meşveret et, onunla görüş ki bu hakikati bilesin"
diyor.

Meselâ, bakınız, o âyetlerin başında ve âhirlerinde diyor ki: "Neden bakmıyorsunuz?
İbret almıyorsunuz? Bakınız ki, hakikati bilesiniz." "Biliniz" ve "Bil" hakikatine
dikkat et. "Acaba neden beşer bilemiyorlar, cehl-i mürekkebe düşüyorlar? Neden taakkul
etmiyorlar, divaneliğe düşerler? Neden bakmıyorlar, hakkı görmeye kör olmuşlar?
Neden insan sergüzeşt-i hayatında, hâdisat-ı âlemden tahattur ve tefekkür etmiyor
ki, istikamet yolunu bulsun? Neden tefekkür ve tedebbür ve aklen muhakeme etmiyorlar,
dalâlete düşüyorlar? Ey insanlar, ibret alınız! Geçmiş kurunlardan ibret alıp gelecek
mânevî belâlardan kurtulmaya çalışınız" mânâsında gelen âyetlerin bu cümlelerine
kıyasen, çok âyetlerde, beşeri, aklına, fikriyle meşverete havale ediyor.

Hutbe-i Şamiye, 28-33.

Haşiye: İşte, bu mezkûr dâvâya bir delil şudur ki: İki dehşetli harb-i umumînin
ve şiddetli bir istibdad-ı mutlakın zuhuruyla beraber, bu dâvâya kırk beş sene sonra
şimalin İsveç, Norveç, Finlandiya gibi küçük devletleri Kur'ân'ı mekteplerinde ders
vermek ve kabul etmek ve komünistliğe, dinsizliğe karşı set olmak için kabul etmeleri;
ve İngilizin mühim hatiplerinin bir kısmı Kur'ân'ı İngilize kabul ettirmeye taraftar
çıkmaları; ve küre-i arzın şimdiki en büyük devleti Amerika'nın bütün kuvvetiyle
din hakikatlerine taraftar çıkması ve İslâmiyetle Asya ve Afrika'nın saadet ve sükûnet
ve musalâha bulacağına karar vermesi ve yeni doğan İslâm devletlerini okşaması ve
teşvik etmesi ve onlarla ittifaka çalışması, kırk beş sene evvel olan bu müddeayı
ispat ediyor, kuvvetli bir şahit olur.

Yirmi Üçüncü Söz

Birinci Mebhas

İmânın binler mehâsininden yalnız beşini Beş Nokta içinde beyân ederiz.

Birinci Nokta

İnsan, nur-u imân ile âlâ-yı illiyyîne çıkar; Cennete lâyık bir kıymet alır.
Ve zulmet-i küfür ile esfel-i sâfilîne düşer; Cehenneme ehil olacak bir vaziyete
girer. Çünkü, imân insanı Sâni-i Zülcelâline nispet ediyor. İmân bir intisabdır.
Öyle ise, insan, imân ile insanda tezâhür eden san'at-ı İlâhiye ve nukuş-u esmâ-i
Rabbâniye itibâriyle bir kıymet alır. Küfür, o nisbeti kat' eder. O kat'dan san'at-ı
Rabbâniye gizlenir, kıymeti dahi yalnız madde itibâriyle olur. Madde ise, hem fâniye,
hem zâile, hem muvakkat bir hayat-ı hayvanî olduğundan, kıymeti hiç hükmündedir.

Bu sırrı bir temsil ile beyân edeceğiz. Meselâ, insanların sanatları içinde,
nasıl ki maddenin kıymeti ile sanatın kıymeti ayrı ayrıdır; bâzan müsâvi, bâzan
madde daha kıymettar, bâzan oluyor ki, beş kuruşluk demir gibi bir maddede beş liralık
bir sanat bulunuyor. Belki bâzan, antika olan bir sanat, bir milyon kıymeti aldığı
halde, maddesi beş kuruşa da değmiyor. İşte öyle antika bir sanat, antikacıların
çarşısına gidilse, hârikapîşe ve pek eski hünerver san'atkârına nisbet ederek, o
sanatkârı yâd etmekle ve o sanatla teşhir edilse, bir milyon fiyatla satılır. Eğer
kaba demirciler çarşısına gidilse, beş kuruşluk bir demir pahasına alınabilir.

İşte insan, Cenâb-ı Hakkın böyle antika bir sanatıdır ve en nâzik ve nâzenin
bir mucize-i kudretidir ki, insanı bütün esmâsının cilvesine mazhar ve nakışlarına
medâr ve kâinata bir misâl-i musağğar sûretinde yaratmıştır.

Eğer, nur-u imân, içine girse, üstündeki bütün mânidar nakışlar o ışıkla okunur.
O mümin, şuur ile okur ve o intisabla okutur. Yani, "Sâni-i Zülcelâlin masnuuyum,
mahlûkuyum, rahmet ve keremine mazharım" gibi mânâlarla, insandaki sanat-ı Rabbâniye
tezâhür eder. Demek, Sâniine intisabdan ibâret olan imân, insandaki bütün âsâr-ı
sanatı izhâr eder. İnsanın kıymeti, o sanat-ı Rabbâniyeye göre olur ve âyine-i Samedâniye
itibâriyledir. O halde, şu ehemmiyetsiz olan insan, şu itibarla bütün mahlûkat üstünde
bir muhatab-ı İlâhî ve Cennete lâyık bir misafir-i Rabbânî olur.

Eğer kat-ı intisabdan ibâret olan küfür insanın içine girse, o vakit bütün o
mânidar nukuş-u esmâ-i İlâhiye karanlığa düşer; okunmaz. Zîrâ, Sâni unutulsa, Sânia
müteveccih mânevî cihetler de anlaşılmaz; âdetâ baş aşağı düşer. O mânidar âlî sanatların
ve mânevî âlî nakışların çoğu gizlenir; bakî kalan ve göz ile görülen bir kısmı
ise, süflî esbâba ve tabiata ve tesadüfe verilip, nihayet sukut eder. Her biri birer
parlak elmas iken, birer sönük şişe olurlar. Ehemmiyeti yalnız madde-i hayvaniyeye
bakar. Maddenin gàyesi ve meyvesi ise, dediğimiz gibi, kısacık bir ömürde, hayvanâtın
en âcizi ve en muhtacı ve en kederlisi olduğu bir halde, yalnız cüz'î bir hayat
geçirmektir. Sonra tefessüh eder, gider. İşte küfür, böyle, mahiyet-i insaniyeyi
yıkar; elmastan kömüre kalbeder.

İkinci Nokta

İmân, nasıl ki bir nurdur, insanı ışıklandırıyor, üstünde yazılan bütün mektubât-ı
Samedâniyeyi okutturuyor; öyle de kâinatı dahi ışıklandırıyor, zaman-ı mâzi ve müstakbeli
zulümâttan kurtarıyor. Şu sırrı, bir vâkıada
âyet-i kerîmesinin bir sırrına dâir
gördüğüm bir temsil ile beyân ederiz. Şöyle ki:

Bir vâkıa-i hayaliyede gördüm ki, iki yüksek dağ var, birbirine mukabil. Üstünde
dehşetli bir köprü kurulmuş. Köprünün altında pek derin bir dere; ben o köprünün
üstünde bulunuyorum. Dünyayı da her tarafı karanlık, kesif bir zulümât istilâ etmişti.
Ben sağ tarafıma baktım; nihayetsiz bir zulümât içinde, bir mezar-ı ekber gördüm,
yani tahayyül ettim. Sol tarafıma baktım; müthiş zulümât dalgaları içinde azîm fırtınalar,
dağdağalar, dâhiyeler hazırlandığını görüyor gibi oldum. Köprünün altına baktım;
gayet derin bir uçurum görüyorum zannettim. Bu müthiş zulümâta karşı, sönük bir
cep fenerim vardı. Onu istimâl ettim, yarım yamalak ışığıyla baktım; pek müthiş
bir vaziyet bana göründü. Hattâ önümdeki köprünün başında ve etrafında öyle müthiş
ejderhalar, arslanlar, canavarlar göründü ki, "Keşke bu cep fenerim olmasa idi,
bu dehşetleri görmese idim" dedim. O feneri hangi tarafa çevirdim ise, öyle dehşetler
aldım. "Eyvah! Şu fener, başıma belâdır" dedim.

Ondan kızdım; o cep fenerini yere çarptım, kırdım. Güyâ onun kırılması, dünyayı
ışıklandıran büyük bir elektrik lâmbasının düğmesine dokundum gibi, birden o zulümât
boşandı. Her taraf o lâmbanın nuru ile doldu; her şeyin hakikatini gösterdi. Baktım
ki, o gördüğüm köprü gayet muntazam yerde, ova içinde bir caddedir. Ve sağ tarafımda
gördüğüm mezar-ı ekber, baştan başa güzel, yeşil bahçelerle, nurânî insanların taht-ı
riyâsetinde, ibâdet ve hizmet ve sohbet ve zikir meclisleri olduğunu fark ettim.
Ve sol tarafımda fırtınalı, dağdağalı zannettiğim uçurumlar, şâhikalar ise süslü,
sevimli, câzibedar olan dağların arkalarında azîm bir ziyâfetgâh, güzel bir seyrangâh,
yüksek bir nüzhetgâh bulunduğunu hayal meyal gördüm. Ve o müthiş canavarlar, ejderhalar
zannettiğim mahlûklar ise, mûnis deve, öküz, koyun, keçi gibi hayvanât-ı ehliye
olduğunu gördüm.
diyerek
âyet-i kerîmesini okudum, o vâkıadan ayıldım.

İşte, o iki dağ mebde-i hayat, âhir-i hayat, yani âlem-i arz ve âlem-i berzahtır.
O köprü ise hayat yoludur. O sağ taraf ise geçmiş zamandır. Sol taraf ise istikbâldir.
O cep feneri ise, hodbîn ve bildiğine itimad eden ve vahy-i semâvîyi dinlemeyen
enâniyet-i insaniyedir. O canavarlar zannolunan şeyler ise, âlemin hâdisâtı ve acîb
mahlûkatıdır. İşte enâniyetine itimad eden, zulümât-ı gaflete düşen, dalâlet karanlığına
mübtelâ olan adam, o vâkıada evvelki halime benzer ki, o cep feneri hükmünde nâkıs
ve dalâletâlûd mâlûmât ile, zaman-ı mâziyi bir mezar-ı ekber sûretinde ve ademâlûd
bir zulümât içinde görüyor. İstikbâli gayet fırtınalı ve tesadüfe bağlı bir vahşetgâh
gösterir; hem, her birisi bir Hakîm-i Rahîmin birer memur-u musahharı olan hâdisât
ve mevcudâtı muzır birer canavar hükmünde bildirir,
hükmüne mazhar eder.

Eğer hidâyet-i İlâhiye yetişse, imân kalbine girse, nefsin firavuniyeti kırılsa,
kitâbullahı dinlese, o vâkıada ikinci halime benzeyecek. O vakit, birden, kâinat
bir gündüz rengini alır, nur-u İlâhî ile dolar; âlem,
âyetini okur. O vakit, zaman-ı
mâzi bir mezar-ı ekber değil, belki her bir asrı bir nebînin veya evliyânın taht-ı
riyâsetinde, vazife-i ubûdiyeti ifâ eden ervâh-ı sâfiye cemaatlerinin vazife-i hayatlarını
bitirmekle, Allâhü ekber diyerek makamât-ı âliyeye uçmalarını ve müstakbel tarafına
geçmelerini kalb gözü ile görür. Sol tarafına bakar ki, dağlar-misâl bâzı inkılâbât-ı
berzahiye ve uhreviye arkalarında, Cennetin bağlarındaki saadet saraylarında kurulmuş
bir ziyâfet-i Rahmâniyeyi o nur-u imân ile uzaktan uzağa fark eder. Ve fırtına ve
zelzele, tâun gibi hâdiseleri birer musahhar memur bilir. Bahar fırtınası ve yağmur
gibi hâdisâtı, sûreten haşin, mânen çok latîf hikmetlere medâr görüyor. Hattâ mevti
hayat-ı ebediyenin mukaddimesi; ve kabri saadet-i ebediyenin kapısı görüyor. Daha
sâir cihetleri sen kıyas eyle; hakikati temsile tatbik et.

Üçüncü Nokta

İmân hem nurdur, hem kuvvettir. Evet, hakiki imânı elde eden adam, kâinata meydan
okuyabilir ve imânın kuvvetine göre, hâdisâtın tazyikàtından kurtulabilir.
der,
sefine-i hayatta kemâl-i emniyetle hâdisâtın dağlarvâri dalgaları içinde seyrân
eder. Bütün ağırlıklarını Kadîr-i Mutlakın yed-i kudretine emânet eder, rahatla
dünyadan geçer, berzahta istirahat eder, sonra saadet-i ebediyeye girmek için Cennete
uçabilir. Yoksa, tevekkül etmezse, dünyanın ağırlıkları uçmasına değil, belki esfel-i
sâfilîne çeker.

Demek, imân tevhidi, tevhid teslimi, teslim tevekkülü, tevekkül saadet-i dâreyni
iktizâ eder. Fakat, yanlış anlama! Tevekkül, esbâbı bütün bütün reddetmek değildir.
Belki, esbâbı dest-i kudretin perdesi bilip riâyet ederek; esbâba teşebbüs ise,
bir nevi duâ-i fiilî telâkkî ederek; müsebbebâtı yalnız Cenâb-ı Haktan istemek ve
neticeleri Ondan bilmek ve Ona minnettar olmaktan ibârettir.

Tevekkül eden ve etmeyenin misâlleri, şu hikâyeye benzer:

Vaktiyle iki adam, hem bellerine, hem başlarına ağır yükler yüklenip, büyük bir
sefineye bir bilet alıp girdiler. Birisi, girer girmez yükünü gemiye bırakıp, üstünde
oturup, nezâret eder; diğeri hem ahmak, hem mağrur olduğundan, yükünü yere bırakmıyor.
Ona denildi: "Ağır yükünü gemiye bırakıp rahat et."

O dedi: "Yok, ben bırakmayacağım. Belki zâyi olur. Ben kuvvetliyim. Malımı, belimde
ve başımda muhâfaza edeceğim."

Yine ona denildi: "Bizi ve sizi kaldıran şu emniyetli sefine-i sultaniye daha
kuvvetlidir, daha ziyâde iyi muhâfaza eder. Belki başın döner, yükün ile beraber
denize düşersin. Hem, gittikçe kuvvetten düşersin. Şu bükülmüş belin, şu akılsız
başın, gittikçe ağırlaşan şu yüklere tâkat getiremeyecek. Kaptan dahi, eğer seni
bu halde görse, ya divânedir diye seni tard edecek, ya 'Hâindir, gemimizi ittiham
ediyor, bizimle istihzâ ediyor, hapis edilsin' diye emredecektir. Hem, herkese maskara
olursun. Çünkü, ehl-i dikkat nazarında, zaafı gösteren tekebbürün ile, aczi gösteren
gururun ile, riyâyı ve zilleti gösteren tasannuun ile, kendini halka mudhike yaptın;
herkes sana gülüyor" denildikten sonra, o bîçarenin aklı başına geldi, yükünü yere
koydu, üstünde oturdu. "Oh! Allah senden râzı olsun. Zahmetten, hapisten, maskaralıktan
kurtuldum" dedi.

İşte ey tevekkülsüz insan! Sen de bu adam gibi aklını başına al, tevekkül et.
Tâ bütün kâinatın dilenciliğinden ve her hâdisenin karşısında titremekten ve hodfüruşluktan
ve maskaralıktan ve şekàvet-i uhreviyeden ve tazyikàt-ı dünyeviye hapsinden kurtulasın.

Dördüncü Nokta

İmân, insanı insan eder; belki, insanı sultan eder. Öyle ise, insanın vazife-i
asliyesi imân ve duâdır. Küfür, insanı gayet âciz bir canavar hayvan eder.

Şu meselenin binler delillerinden yalnız hayvan ve insanın dünyaya gelmelerindeki
farkları, o meseleye vâzıh bir delildir ve bir bürhan-ı kâtidir.

Evet, insaniyet imân ile insaniyet olduğunu, insan ile hayvanın dünyaya gelişindeki
farkları gösterir. Çünkü hayvan, dünyaya geldiği vakit, âdetâ başka bir âlemde tekemmül
etmiş gibi, istidadına göre mükemmel olarak gelir; yani gönderilir. Ya iki saatte,
ya iki günde veya iki ayda bütün şerâit-i hayatiyesini ve kâinatla olan münâsebetini
ve kavânîn-i hayatını öğrenir, meleke sahibi olur. İnsanın yirmi senede kazandığı
iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi, yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan
tahsil eder; yani ona ilham olunur. Demek, hayvanın vazife-i asliyesi taallümle
tekemmül etmek değildir; ve mârifet kesb etmekle terakkî etmek değildir; ve aczini
göstermekle meded istemek, duâ etmek değildir. Belki vazifesi, istidadına göre taammüldür,
amel etmektir, ubûdiyet-i fiiliyedir.

İnsan ise, dünyaya gelişinde, her şeyi öğrenmeye muhtaç ve hayat kanunlarına
câhil. Hattâ yirmi senede tamamen şerâit-i hayatı öğrenemiyor. Belki, âhir-i ömrüne
kadar öğrenmeye muhtaç. Hem gayet âciz ve zayıf bir sûrette dünyaya gönderilip,
bir iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. On beş senede ancak zarar ve menfaati fark
eder; hayat-ı beşeriyenin muâvenetiyle ancak menfaatlerini celb ve zararlardan sakınabilir.
Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi taallümle tekemmüldür, duâ ile ubûdiyettir.
Yani, "Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare olunuyorum? Kimin keremiyle böyle
müşfikàne terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin lûtuflarıyla böyle nâzeninâne besleniyorum
ve idare ediliyorum?" bilmektir. Ve binden ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına
dâir, Kàdiü'l-Hâcâta lisân-ı acz ve fakr ile yalvarmaktır; ve istemek ve duâ etmektir.
Yani, aczin ve fakrın cenahlarıyla makam-ı âlâ-i ubûdiyete uçmaktır.

Demek, insan bu âleme ilim ve duâ vâsıtasıyla tekemmül etmek için gelmiştir.
Mahiyet ve istidad itibâriyle her şey ilme bağlıdır. Ve bütün ulûm-u hakikiyenin
esâsı ve mâdeni ve nuru ve ruhu, mârifetullahtır. Ve onun üssü'l-esâsı da imân-ı
billâhtır.

Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz beliyyâta mâruz ve hadsiz a'dânın hücumuna
mübtelâ ve nihayetsiz fakrıyla beraber nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz
metâlibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i fıtriyesi, imândan sonra duâdır. Duâ
ise, esâs-ı ubûdiyettir. Nasıl, bir çocuk, eli yetişmediği bir merâmını, bir arzusunu
elde etmek için ya ağlar, ya ister; yani, ya fiilî, ya kavlî lisân-ı acziyle, bir
duâ eder, maksuduna muvaffak olur. Öyle de, insan, bütün zîhayat âlemi içinde nâzik,
nâzenin, nazdar bir çocuk hükmündedir. Rahmânirrahîmin dergâhında, ya zaaf ve acziyle
ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla duâ etmek gerektir; tâ ki, makàsıdı ona musahhar
olsun veya teshîrin şükrünü edâ etsin. Yoksa, bir sinekten vâveylâ eden ahmak ve
haylaz bir çocuk gibi, "Ben kuvvetimle bu kàbil-i teshîr olmayan ve bin derece ondan
kuvvetli olan acîb şeyleri teshîr ediyorum. Ve fikir ve tedbîrimle kendime itaat
ettiriyorum" deyip küfrân-ı ni'mete sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine zıd
olduğu gibi, şiddetli bir azaba kendini müstehak eder.

Beşinci Nokta

İmân, duâyı bir vesîle-i katiye olarak iktizâ ettiği; ve fıtrat-ı insaniye onu
şiddetle istediği gibi, Cenâb-ı Hak dahi "Duânız olmazsa ne ehemmiyetiniz var?"
meâlinde, ferman ediyor. Hem,
emrediyor.

Eğer desen: "Birçok defa duâ ediyoruz, kabul olmuyor. Halbuki, âyet umumidir;
her duâya cevap var," ifade ediyor.

Elcevap: Cevap vermek ayrıdır, kabul etmek ayrıdır. Her duâ için cevap vermek
var; fakat kabul etmek, hem ayn-ı matlûbu vermek Cenâb-ı Hakkın hikmetine tâbidir.
Meselâ, hasta bir çocuk çağırır: "Yâ hekim, bana bak."

Hekim "Lebbeyk," der. "Ne istersin?" Cevap verir.

Çocuk "Şu ilâcı ver bana" der.

Hekim ise, ya aynen istediğini verir, yahut onun maslahatına binâen ondan daha
iyisini verir, yahut hastalığına zarar olduğunu bilir, hiç vermez.

İşte, Cenâb-ı Hak Hakîm-i Mutlak, hâzır, nâzır olduğu için, abdin duâsına cevap
verir. Vahşet ve kimsesizlik dehşetini, huzûruyla ve cevabıyla ünsiyete çevirir.
Fakat, insanın hevâperestâne ve heveskârâne tahakkümüyle değil, belki hikmet-i Rabbâniyenin
iktizâsıyla, ya matlûbunu veya daha evlâsını verir veya hiç vermez.

Hem, duâ bir ubûdiyettir; ubûdiyet ise, semerâtı uhreviyedir. Dünyevî maksadlar
ise, o nevi duâ ve ibâdetin vakitleridir; o maksadlar, gàyeleri değil. Meselâ, yağmur
namazı ve duâsı bir ibâdettir. Yağmursuzluk, o ibâdetin vaktidir; yoksa, o ibâdet
ve o duâ, yağmuru getirmek için değildir. Eğer sırf o niyet ile olsa, o duâ, o ibâdet
hâlis olmadığından, kabule lâyık olmaz.

Nasıl ki, güneşin gurûbu, akşam namazının vaktidir; hem güneşin ve ayın tutulmaları,
küsûf ve husûf namazları denilen iki ibâdet-i mahsusanın vakitleridir. Yani, gece
ve gündüzün nurânî âyetlerinin nikaplanmasıyla bir azamet-i İlâhiyeyi ilâna medâr
olduğundan, Cenâb-ı Hak, ibâdını, o vakitte bir nevi ibâdete dâvet eder. Yoksa,
o namaz, açılması ve ne kadar devam etmesi, müneccim hesâbiyle muayyen olan ay ve
güneşin husûf ve küsûflarının inkişafları için değildir. Aynı onun gibi, yağmursuzluk
dahi, yağmur namazının vaktidir. Ve beliyyelerin istilâsı ve muzır şeylerin tasallutu,
bâzı duâların evkàt-ı mahsusalarıdır ki, insan o vakitlerde aczini anlar; duâ ile,
niyaz ile Kadîr-i Mutlakın dergâhına ilticâ eder. Eğer duâ çok edildiği halde, beliyyeler
def' olunmazsa, denilmeyecek ki, "Duâ kabul olmadı." Belki denilecek ki, "Duânın
vakti, kazâ olmadı." Eğer Cenâb-ı Hak, fazl ve keremiyle, belâyı ref' etse, nurun
alâ nur, o vakit duâ vakti biter, kazâ olur.

Demek duâ, bir sırr-ı ubûdiyettir. Ubûdiyet ise, hâlisen livechillâh olmalı.
Yalnız aczini izhâr edip, duâ ile Ona ilticâ etmeli; Rubûbiyetine karışmamalı. Tedbîri
Ona bırakmalı, hikmetine itimad etmeli, rahmetini ittiham etmemeli.

Evet, hakikat-i halde, âyât-ı beyyinâtın beyânıyla sabit olan budur ki: Bütün
mevcudât, herbirisi birer mahsus tesbih ve birer hususi ibâdet, birer has secde
ettikleri gibi; bütün kâinattan dergâh-ı İlâhiyeye giden, bir duâdır.

Ya istidad lisâniyledır-bütün nebâtât ve hayvanâtın duâları gibi ki, herbiri
lisân-ı istidadıyla Feyyâz-ı Mutlaktan bir sûret talep ediyorlar ve esmâsına bir
mazhariyet-i münkeşife istiyorlar. Veya ihtiyac-ı fıtrî lisânıyladır-bütün zîhayatın,
iktidarları dahilinde olmayan hâcât-ı zarûriyeleri için duâlarıdır ki, herbirisi
o ihtiyac-ı fıtrî lisâniyle Cevâd-ı Mutlaktan idâme-i hayatları için bir nevi rızık
hükmünde bâzı metâlibi istiyorlar. Veya lisân-ı ıztırârıyla bir duâdır ki, muztar
kalan herbir zîruh, katî bir ilticâ ile duâ eder, bir hâmî-i meçhûlüne ilticâ eder,
belki Rabb-i Rahîmine teveccüh eder.

Bu üç nevi duâ bir mâni olmazsa dâimâ makbuldür.

Dördüncü nevi ki, en meşhurudur, bizim duâmızdır. Bu da iki kısımdır: Biri fiilî
ve hâlî, diğeri kalbî ve kàlîdir. Meselâ, esbâba teşebbüs, bir duâ-i fiilîdir. Esbâbın
içtimâı, müsebbebi icad etmek için değil, belki lisân-ı hal ile müsebbebi Cenâb-ı
Haktan istemek için, bir vaziyet-i marziye almaktır. Hattâ çift sürmek, hazîne-i
rahmet kapısını çalmaktır. Bu nevi duâ-i fiilî, Cevâd-ı Mutlakın isim ve ünvânına
müteveccih olduğundan, kabule mazhariyeti ekseriyet-i mutlakadır.

İkinci kısım, lisân ile, kalb ile duâ etmektir; eli yetişmediği bir kısım metâlibi
istemektir. Bunun en mühim ciheti, en güzel gàyesi, en tatlı meyvesi şudur ki: Duâ
eden adam anlar ki, birisi var; onun hâtırât-ı kalbini işitir, her şeye eli yetişir,
herbir arzusunu yerine getirebilir, aczine merhamet eder, fakrına meded eder.

İşte ey âciz insan ve ey fakir beşer! Duâ gibi hazîne-i rahmetin anahtarı ve
tükenmez bir kuvvetin medârı olan bir vesîleyi elden bırakma. Ona yapış; âlâ-yı
illiyyîn-i insaniyete çık. Bir sultan gibi, bütün kâinatın duâlarını kendi duân
içine al, bir abd-i küllî ve bir vekil-i umumi gibi
de, kâinatın güzel bir takvîmi
ol.

Sözler, 281-289.

Ben büyük bir şehre giriyorum. Baktım ki, o şehirde büyük saraylar var. Bâzı
sarayların kapısına bakıyorum; gayet şenlik, parlak bir tiyatro gibi, nazar-ı dikkati
celb eder, herkesi eğlendirir bir câzibedarlık vardı. Dikkat ettim ki, o sarayın
efendisi kapıya gelmiş, it ile oynuyor ve oynamasına yardım ediyor. Hanımlar, yabânî
gençlerle tatlı sohbetler ediyorlar. Yetişmiş kızlar dahi, çocukların oynamasını
tanzim ediyorlar. Kapıcı da, onlara kumandanlık eder gibi bir aktör tavrını almış.
O vakit anladım ki, o koca sarayın içerisi bomboş; hep nâzik vazifeler muattal kalmış.
Ahlâkları sukut etmiş ki, kapıda bu sûreti almışlardır.

Sonra geçtim, bir büyük saraya daha rast geldim. Gördüm ki, kapıda uzanmış vefâdar
bir it ve kaba, sert, sâkin bir kapıcı ve sönük bir vaziyet vardı. Merak ettim:
Ne için o öyle, bu böyle? İçeriye girdim; baktım ki, içerisi çok şenlik. Daire daire
üstünde, ayrı ayrı nâzik vazifelerle, saray ehli meşguldürler. Birinci dairedeki
adamlar sarayın idaresini, tedbîrini görüyorlar. Üstündeki dairede kızlar, çocuklar
ders okuyorlar. Daha üstünde, hanımlar, gayet latîf sanatlar, güzel nakışlarla iştigal
ediyorlar. En yukarıda, efendi, padişahla muhâbere edip halkın istirahatini temin
için ve kendi kemâlâtı ve terakkiyâtı için kendine has ve ulvî vazifeler ile iştigal
ediyor gördüm. Ben onlara görünmediğim için, "Yasak!" demediler; gezebildim.

Sonra çıktım, baktım. O şehrin her tarafında bu iki kısım saraylar var; sordum.

Dediler: "O kapısı şenlik ve içi boş saraylar, kâfirlerin ileri gelenlerinindir
ve ehl-i dalâletindir. Diğerleri, nâmuslu Müslüman büyüklerinindir."

Sonra bir köşede bir saraya rast geldim. Üstünde "Said" ismini gördüm. Merak
ettim. Daha dikkat ettim, sûretimi üstünde gördüm gibi bana geldi. Kemâl-i taaccübümden
bağırarak, aklım başıma geldi, ayıldım.

İşte, o vâkıa-i hayaliyeyi sana tâbir edeceğim. Allah hayır etsin.

İşte, o şehir ise, hayat-ı içtimâiye-i beşeriye ve medîne-i medeniyet-i insaniyedir.
O sarayların her birisi, birer insandır. O saray ehli ise, insandaki göz, kulak,
kalb, sır, ruh, akıl gibi letâif ve nefis ve hevâ ve kuvve-i şeheviye ve kuvve-i
gadabiye gibi şeylerdir. Her bir insanda herbir latîfenin ayrı ayrı vazife-i ubûdiyetleri
var; ayrı ayrı lezzetleri, elemleri var. Nefis ve hevâ, kuvve-i şeheviye ve gadabiye,
bir kapıcı ve it hükmündedirler.

İşte o yüksek letâifi, nefis ve hevâya musahhar etmek ve vazife-i asliyelerini
unutturmak, elbette sukuttur, terakkî değildir. Sâir cihetleri sen tâbir edebilirsin.

Sözler, 292.

Hayat ise, eğer imân olmazsa veyahut isyan ile o imân tesir etmezse, hayat zâhirî
ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve lezzetten ziyâde
elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü insanda akıl ve fikir olduğu için, hayvanın
aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek zamanlarla da fıtraten alâkadardır.
O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için,
hazır lezzetini, geçmişten gelen hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler
bozmuyor. İnsan ise, eğer dalâlet ve gaflete düşmüş ise, hazır lezzetine geçmişten
gelen hüzünler ve gelecekten gelen endişeler o cüz'î lezzeti cidden acılaştırıyor,
bozuyor; hususan gayr-i meşrû ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir.

Demek hayvandan yüz derece, lezzet-i hayat noktasında, aşağı düşer. Belki ehl-i
dalâletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı, bulunduğu gündür. Bütün
geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalâleti noktasında mâdumdur, ölmüştür; akıl, alâkadarlığı
ile ona zulmetler, karanlıklar veriyor. Gelecek zamanlar ise, itikadsızlığı cihetiyle
yine mâdumdur. Ve ademle hâsıl olan ebedî firâklar, mütemâdiyen onun fikir yoluyla
hayatına zulmetler veriyorlar. Eğer imân hayata hayat olsa, o vakit hem geçmiş,
hem gelecek zamanlar, imânın nuruyla ışıklanır ve vücud bulur.

Sözler, 133.

Çok azîz ve sıddîk kardeşlerim,

Kardeşlerim,
ve
'daki
lâfzında, yalnız maddî cihette bir seyahat-i hayaliye-i
fikriyede hava sayfasının mütâlâasıyla âni bir sûrette görünen bir zarif nükte-i
tevhidde, meslek-i imâniyenin hadsiz derece kolay ve vücûb derecesinde suhûletli
bulunmasını; ve şirk ve dalâletin mesleğinde hadsiz derecede müşkülâtlı, mümtenî
binler muhâl bulunduğunu müşâhede ettim.

Sözler, 148.

Altıncı Suâlin Tetimmesi ve Hâşiyesi: Ehl-i dalâlet ve ilhad, mesleklerini muhâfaza
ve ehl-i imânın intibahlarına mukabele ve mümânaat etmek için, o derece garip bir
temerrüd ve acîb bir hamakat gösteriyorlar ki, insanı insaniyetten pişman eder.
Meselâ, bu âhirde, beşerin bir derece umumiyet şeklini alan zulümlü, zulümâtlı isyanından,
kâinat ve anâsır-ı külliye kızdıklarından ve Hàlık-ı Arz ve Semâvât dahi, değil
hususi bir Rubûbiyet, belki bütün kâinatın, bütün âlemlerin Rabbi ve Hâkimi haysiyetiyle,
küllî ve geniş bir tecellî ile kâinatın heyet-i mecmûasında ve Rubûbiyetin daire-i
külliyesinde nev-i insanı uyandırmak ve dehşetli tuğyânından vazgeçirmek ve tanımak
istemedikleri Kâinat Sultanını tanıttırmak için emsâlsiz, kesilmeyen bir su, hava
ve elektrikten; zelzeleyi, fırtınayı ve Harb-i Umumi gibi umumi ve dehşetli âfâtı,
nev-i insanın yüzüne çarparak onunla Hikmetini, Kudretini, Adâletini, Kayyûmiyetini,
İrâdesini ve Hâkimiyetini pek zâhir bir sûrette gösterdiği halde; insan sûretinde
bir kısım ahmak şeytanlar ise, o küllî işârât-ı Rabbâniyeye ve terbiye-i İlâhiyeye
karşı eblehâne bir temerrüd ile mukabele edip diyorlar ki, "Tabiattır, bir mâdenin
patlamasıdır, tesadüfîdir. Güneşin harareti elektrikle çarpmasıdır ki, Amerika'da
beş saat bütün makineleri durdurmuş ve Kastamonu vilâyeti cevvinde ve havasında
semâyı kızartmış, yangın sûretini vermiş" diye mânâsız hezeyanlar ediyorlar. Dalâletten
gelen hadsiz bir cehâlet ve zındıkadan neş'et eden çirkin bir temerrüd sebebiyle
bilmiyorlar ki, esbâb yalnız birer bahanedirler, birer perdedirler. Dağ gibi bir
çam ağacının cihazâtını dokumak ve yetiştirmek için, bir köy kadar yüz fabrika ve
tezgâh yerine, küçücük çekirdeği gösterir, "İşte bu ağaç bundan çıkmış" diye, Sâniinin
o çamdaki gösterdiği bin mu'cizâtı inkâr eder misillü, bâzı zâhirî sebepleri irâe
eder. Hàlık'ın ihtiyâr ve hikmet ile işlenen pek büyük bir fiil-i Rubûbiyetini hiçe
indirir. Bâzan gayet derin ve bilinmez ve çok ehemmiyetli, bin cihette de hikmeti
olan bir hakikate fennî bir nâm takar. Güyâ o nâm ile mahiyeti anlaşıldı; âdileşti,
hikmetsiz, mânâsız kaldı.

İşte gel, belâhet ve hamakàtın nihayetsiz derecelerine bak ki, yüz sayfa ile
tarif edilse ve hikmetleri beyân edilse ancak tamamıyla bilinecek derin ve geniş
bir hakikat-i meçhûleye, bir nâm takar, mâlûm birşey gibi, "Bu, budur" der. Meselâ,
güneşin bir maddesi, elektrikle çarpmasıdır. Hem birer irâde-i külliye ile birer
ihtiyâr-ı âmm ve birer hâkimiyet-i neviyenin ünvanları bulunan ve "Âdetullah" nâmiyle
yâd edilen fıtrî kanunların birisine, hususi ve kasdî bir hâdise-i Rubûbiyeti ircâ
eder. O ircâ ile, onun nisbetini irâde-i ihtiyâriyeden keser; sonra, tutar tesadüfe,
tabiata havale eder. Ebû Cehil'den ziyâde muzaaf bir echeliyet gösterir. Bir neferin
veya bir taburun zaferli harbini, bir nizam ve kanun-u askeriyeye isnad edip, kumandadından,
padişahından, hükümetinden ve kasdî harekâttan alâkasını keser misillü, âsi bir
divâne olur. Hem, meyvedar bir ağacın bir çekirdekten icadı gibi, bir tırnak kadar
bir odun parçasından çok mu'cizâtlı bir usta, yüz okka muhtelif taamları, yüz arşın
muhtelif kumaşları yapsa; bir adam o odun parçasını gösterip dese, "Bu işler, tabii
ve tesadüfî olarak bundan olmuş." O ustanın hârika san'atlarını, hünerlerini hiçe
indirse, ne derece bir hamakattir.

Sözler, 160-161.

Beşinci Vecih

Mesâil-i imâniyede şüphe sûretinde gelen vesvesedir. Bîçare vesveseli adam, bâzan
tahayyülü, taakkul ile iltibas eder. Yani, hayale gelen bir şüpheyi, akla girmiş
bir şüphe tevehhüm edip, itikadına halel gelmiş zanneder. Hem, bâzan tevehhüm ettiği
bir şüpheyi, imâna zarar veren bir şek zanneder. Hem, bâzan tasavvur ettiği bir
şüpheyi, tasdik-i aklîye girmiş bir şüphe zanneder. Hem, bâzan bir emr-i küfrîde
tefekkürü, küfür zanneder; yani dalâletin esbâbını anlamak sûretinde kuvve-i müfekkirenin
cevelânını ve tetkikatını ve bîtarafâne muhâkemesini, hilâf-ı imân zanneder. İşte
telkinât-ı şeytâniyenin eseri olan şu zanlardan ürkerek, "Eyvah, kalbim bozulmuş,
itikadıma halel gelmiş" der. O haller, gàliben ihtiyârsız olduğundan, cüz-i ihtiyârîsiyle
ıslah edemediğinden yeise düşer. Bu yaranın merhemi şudur ki:

Tahayyül-ü küfür, küfür olmadığı gibi, tevehhüm-ü küfür dahi, küfür değildir.
Tasavvur-u dalâlet, dalâlet olmadığı gibi, tefekkür-ü dalâlet dahi, dalâlet değildir.
Çünkü, hem tahayyül, hem tevehhüm, hem tasavvur, hem tefekkür, tasdik-i aklîden
ve iz'ân-ı kalbîden ayrıdırlar, başkadırlar. Onlar bir derece serbesttirler, cüz-i
ihtiyâriyeyi pek dinlemiyorlar, teklif-i dinî altına çok giremiyorlar. Tasdik ve
iz'an, öyle değiller; bir mîzana tâbidirler.

Hem, tahayyül, tevehhüm, tasavvur, tefekkür, nasıl ki tasdik ve iz'an değiller;
öyle de, şüphe ve tereddüt sayılmazlar. Fakat, eğer lüzumsuz tekrar ede ede müstekar
bir hale gelse, o vakit, hakiki bir nevi şüphe ondan tevellüd edebilir.

Hem, bîtarafâne muhâkeme nâmiyle veya insaf nâmına deyip, şıkk-ı muhâlifi iltizam
ede ede tâ öyle bir hale gelir ki, ihtiyârsız, taraf-ı muhâlifi iltizam eder; ona
vâcib olan hakkın iltizâmı kırılır. O da tehlikeye düşer; hasmın veya şeytanın bir
vekil-i fuzûlîsi olacak bir hâlet, zihninde takarrür eder.

Şu nevi vesvesenin en mühimi budur ki: Vesveseli adam, imkân-ı zâtî ile imkân-ı
zihnîyi birbirine iltibas eder. Yani, birşeyi zâtında mümkün görse, o şeyi zihnen
dahi mümkün ve aklen meşkuk tevehhüm eder. Halbuki, ilm-i kelâmın kaidelerindendir
ki; imkân-ı zâtî ise, yakîn-i ilmîye münâfi değil ve zarûret-i zihniyeye zıddiyeti
yoktur. Meselâ, şu dakikada Karadeniz'in yere batması, zâtında mümkündür ve o imkân-ı
zâtî ile muhtemeldir. Halbuki, yakînen o denizin yerinde olduğunu hükmediyoruz,
şüphesiz biliyoruz; ve o ihtimâl-i imkânî ve imkân-ı zâtî, bize şek vermez, bir
şüphe getirmez, yakînimizi bozmaz. Meselâ, şu güneş, zâtında mümkündür ki, bugün
gurûb etmesin veya yarın tulû etmesin. Halbuki, bu imkân, yakînimize zarar vermez,
şüphe getirmez.

İşte bunun gibi, meselâ, hakàik-ı imâniyeden olan hayat-ı dünyeviyenin gurûbuna
ve hayat-ı uhreviyenin tulûuna imkân-ı zâtî cihetinde gelen vehimler, yakîn-i imânîye
zarar vermez. Hem,
yani, "Bir delilden neş'et etmeyen bir ihtimâlin hiç ehemmiyeti
yoktur" olan kaide-i meşhure, hem usûlü'd-din, hem usûlü'l-fıkhın kaide-i mukarreresindendir.

Eğer desen: "Bu derece mü'minlere muzır ve müz'ic olan vesvese, ne hikmete binâen
bize belâ olmuş?"

Elcevap: İfrata varmamak, hem galebe çalmamak şartıyla, asl-ı vesvese teyakkuza
sebeptir, taharrîye dâîdir, ciddiyete vesîledir; lâkaydlığı atar, tehâvünü def'
eder. Onun için, Hakîm-i Mutlak, şu dâr-ı imtihanda, şu meydan-ı müsâbakada, bize
kamçı-yı teşvik olarak, vesveseyi şeytanın eline vermiş, beşerin başına vuruyor.
Şâyet ziyâde incitse, Hakîm-i Rahîme şekvâ etmeli,
demeli.

Sözler, 251-252.

İkinci Noktanın İkinci Mebhası

Ehl-i dalâletin vekili, tutunacak ve dalâletini ona binâ edecek hiçbir şey bulamadığı
ve mülzem kaldığı zaman şöyle diyor ki: "Ben, saadet-i dünyayı ve lezzet-i hayatı
ve terakkiyât-ı medeniyeti ve kemâl-i san'atı, kendimce, âhireti düşünmemekte ve
Allah'ı tanımamakta ve hubb-u dünyada ve hürriyette ve kendine güvenmekte gördüğüm
için, insanın ekserîsini bu yola şeytanın himmetiyle sevk ettim ve ediyorum."

Elcevap: Biz dahi Kur'ân nâmına diyoruz ki:

Ey bîçare insan! Aklını başına al, ehl-i dalâletin vekilini dinleme. Eğer onu
dinlersen, hasâretin o kadar büyük olur ki, tasavvurundan ruh, akıl ve kalb ürperir.

Senin önünde iki yol var: Birisi, ehl-i dalâletin vekilinin gösterdiği şekàvetli
yoldur; diğeri, Kur'ân-ı Hakîmin tarif ettiği saadetli yoldur. İşte o iki yolun
pekçok muvâzenelerini, çok Sözlerde, hususan Küçük Sözlerde gördün ve anladın. Şimdi,
makam münâsebetiyle, binde bir muvâzenelerini yine gör, anla. Şöyle ki:

Şirk ve dalâletin ve fısk ve sefâhetin yolu, insanı nihayet derecede sukut ettiriyor.
Hadsiz elemler içinde nihayetsiz ağır bir yükü zayıf ve âciz beline yükletir. Çünkü
insan, Cenâb-ı Hakkı tanımazsa ve Ona tevekkül etmezse, o vakit insan, gayet derecede
âciz ve zayıf, nihayet derecede muhtaç, fakir, hadsiz musîbetlere mâruz, elemli,
kederli bir fânî hayvan hükmünde olup, bütün sevdiği ve alâka peydâ ettiği bütün
eşyadan mütemâdiyen firâk elemini çeke çeke, nihayette bakî kalan bütün ahbabını
bir firâk-ı elîm içinde bırakıp, kabrin zulümâtına yalnız olarak gider. Hem, müddet-i
hayatında gayet cüz'î bir ihtiyar ve küçük bir iktidar ve kısacık bir hayat ve az
bir ömür ve sönük bir fikir ile nihayetsiz elemler ile ve emeller ile faydasız çarpışır.
Ve hadsiz arzuların ve makàsıdın tahsiline semeresiz boşu boşuna çalışır. Hem, kendi
vücudunu yükleyemediği halde, koca dünya yükünü bîçare beline ve kafasına yüklenir.
Daha Cehenneme gitmeden Cehennem azabını çeker.

Evet, şu elîm elemi ve dehşetli mânevî azabı hissetmemek için, ehl-i dalâlet,
iptal-i his nevinden, gaflet sarhoşluğuyla muvakkaten hissetmez. Fakat, hissedeceği
zaman, yani kabre yakın olduğu vakit birden hisseder. Çünkü, Cenâb-ı Hakka hakiki
abd olmazsa, kendi kendine mâlik zannedecek. Halbuki, o cüz'î ihtiyar, o küçük iktidarı
ile şu fırtınalı dünyada vücudunu idare edemiyor. Hayatına muzır mikroptan tut,
tâ zelzeleye kadar binler tâife düşmanları, hayatına karşı tehâcüm vaziyetinde görür.
Elîm bir korku dehşeti içinde, her vakit kendine müthiş görünen kabir kapısına bakıyor.

Hem, bu vaziyette iken, insaniyet itibâriyle, nev-i insanî ile ve dünya ile alâkadar
olduğu halde, dünyayı ve insanı bir Hakîm, Alîm, Kadîr, Rahîm, Kerîm bir Zâtın tasarrufunda
tasavvur etmediği ve onları tesadüf ve tabiata havale ettiği için, dünyanın ehvâli
ve insanın ahvâli onu dâimâ iz'âc eder. Kendi elemiyle beraber insanların elemini
de çeker. Dünyanın zelzelesi, tâunu, tûfanı, kaht ü galâsı, fenâ ve zevâli, ona
gayet müz'ic ve karanlıklı birer musîbet sûretinde, onu tâzib eder.

Hem, şu haldeki insan merhamet ve şefkate lâyık değildir. Çünkü, kendi kendine
bu dehşetli vaziyeti veriyor. Sekizinci Sözde, kuyuya girmiş iki kardeşin muvâzene-i
halinde denildiği gibi, nasıl bir adam güzel bir bahçede, güzel bir ziyâfette, güzel
ahbablar içinde nezâhetli, tatlı, nâmuslu, hoş, meşrû bir lezzet ve eğlenceye kanaat
etmeyip, gayr-i meşrû ve mülevves bir lezzet için çirkin ve necis bir şarabı içse,
sarhoş olup kendini kış ortasında, pis bir yerde ve hattâ canavarlar içinde tahayyül
etse, titreyip bağırıp çağırsa, nasıl merhamete lâyık değil. Çünkü, ehl-i nâmus
ve mübârek arkadaşlarını canavar tasavvur eder, onlara karşı hakàret eder; hem,
ziyâfetteki leziz taamları ve temiz kapları, mülevves, pis taşlar tasavvur eder,
kırmaya başlar; hem, mecliste muhterem kitapları ve mânidar mektupları mânâsız ve
âdi nakışlar tasavvur eder, yırtarak ayak altına atar, ve hâkezâ. Böyle bir şahıs,
nasıl merhamete müstehak değildir, belki tokata müstehaktır; öyle de, sû-i ihtiyârından
neş'et eden küfür sarhoşluğu ile ve dalâlet divâneliğiyle Sâni-i Hakîmin şu misafirhâne-i
dünyasını tesadüf ve tabiat oyuncağı olduğunu tevehhüm edip ve cilve-i esmâ-i İlâhiyeyi
tazelendiren masnuâtın, zamanın geçmesiyle vazifelerinin bittiğinden âlem-i gayba
geçmelerini adem ile idâm tasavvur ederek ve tesbihât sadâlarını zevâl ve firâk-ı
ebedî vâveylâsı olduklarını tahayyül ettiğinden ve mektubât-ı Samedâniye olan şu
mevcudât sayfalarını mânâsız, karma karışık tasavvur ettiğinden ve âlem-i rahmete
yol açan kabir kapısını zulümât-ı adem ağzı tasavvur ettiğinden ve eceli ise hakiki
ahbablara visâl dâveti olduğu halde, bütün ahbablardan firâk nöbeti tasavvur ettiğinden,
hem kendini dehşetli bir azab-ı elîmde bırakıyor, hem mevcudâtı, hem Cenâb-ı Hakkın
esmâsını, hem mektubâtını inkâr ve tezyif ve tahkir ettiğinden merhamete ve şefkate
lâyık olmadığı gibi, şiddetli bir azaba da müstehaktır; hiçbir cihette merhamete
lâyık değildir.

İşte, ey bedbaht ehl-i dalâlet ve sefâhet! Şu dehşetli sukùta karşı ve ezici
me'yusiyete mukabil, hangi tekemmülünüz, hangi fünûnunuz, hangi kemâliniz, hangi
medeniyetiniz, hangi terakkiyâtınız karşı gelebilir? ruh-u beşerin eşedd-i ihtiyaç
ile muhtaç olduğu hakiki teselliyi nerede bulabilirsiniz? Hem, güvendiğiniz ve bel
bağladığınız ve âsâr-ı İlâhiyeyi ve ihsanât-ı Rabbâniyeyi onlara isnad ettiğiniz
hangi tabiatınız, hangi esbâbınız, hangi şerikiniz, hangi keşfiyâtınız, hangi milletiniz,
hangi bâtıl ma'budunuz sizi, sizce idâm-ı ebedî olan mevtin zulümâtından kurtarıp
kabir hududundan, berzah hududundan, mahşer hududundan, Sırat Köprüsünden hâkimâne
geçirebilir, saadet-i ebediyeye mazhar edebilir? Halbuki, kabir kapısını kapamadığınız
için, siz katî olarak bu yolun yolcususunuz. Böyle bir yolcu, öyle birisine dayanır
ki, bütün bu daire-i azîme ve bu geniş hududlar onun taht-ı emrinde ve tasarrufundadır.

Hem dahi, ey bedbaht ehl-i dalâlet ve gaflet! "Gayr-i meşrû bir muhabbetin neticesi,
merhametsiz azab çekmektir" kaidesi sırrınca, siz, fıtratınızdaki Cenâb-ı Hakkın
zât ve sıfat ve esmâsına sarf edilecek muhabbet ve mârifet istidadını ve şükür ve
ibâdât cihazâtını nefsinize ve dünyaya gayr-i meşrû bir sûrette sarf ettiğinizden,
bilistihkak cezasını çekiyorsunuz. Çünkü, Cenâb-ı Hakka âit muhabbeti nefsinize
verdiniz; mahbubunuz olan nefsinizin hadsiz belâsını çekiyorsunuz. Çünkü, hakiki
bir rahatı, o mahbubunuza vermiyorsunuz. Hem onu, hakiki mahbub olan Kadîr-i Mutlaka
tevekkül ile teslim etmiyorsunuz, dâimâ elem çekiyorsunuz. Hem, Cenâb-ı Hakkın esmâ
ve sıfatına âit muhabbeti dünyaya verdiniz ve âsâr-ı san'atını âlemin esbâbına taksim
ettiniz; belâsını çekiyorsunuz. Çünkü, o hadsiz mahbublarınızın bir kısmı size Allahaısmarladık
demeyip, size arkasını çevirip, bırakıp gidiyor. Bir kısmı sizi hiç tanımıyor, tanısa
da sizi sevmiyor, sevse de size bir fayda vermiyor; dâimâ hadsiz firâklardan ve
ümitsiz dönmemek üzere zevâllerden azab çekiyorsunuz.

İşte, ehl-i dalâletin saadet-i hayatiye ve tekemmülât-ı insaniye ve mehâsin-i
medeniyet ve lezzet-i hürriyet dedikleri şeylerin içyüzleri ve mahiyetleri budur.
Sefâhet ve sarhoşluk bir perdedir, muvakkaten hissettirmez. "Tuh onların aklına!"
de.

Ammâ, Kur'ân'ın cadde-i nurâniyesi ise, bütün ehl-i dalâletin çektiği yaraları
hakàik-ı imâniye ile tedâvi eder, bütün evvelki yoldaki zulümâtı dağıtır, bütün
dalâlet ve helâket kapılarını kapatır. Şöyle ki:

İnsanın zaaf ve aczini ve fakr ve ihtiyacını, bir Kadîr-i Rahîme tevekkül ile
tedâvi eder. Hayat ve vücudun yükünü, Onun kudretine, rahmetine teslim edip, kendine
yüklemeyip, belki kendisi o hayatına ve nefsine biner hükmünde bir rahat makam bulur.
Kendisinin nâtık bir hayvan değil, belki hakiki bir insan ve makbul bir misafir-i
Rahmân olduğunu bildirir. Dünyayı bir misafirhâne-i Rahmân olduğunu göstermekle
ve dünyadaki mevcudât ise, esmâ-i İlâhiyenin aynaları olduklarını ve masnuâtı ise,
her vakit tazelenen mektubât-ı Samedâniye olduklarını bildirmekle, insanın fenâ-i
dünyadan ve zevâl-i eşyadan ve hubb-u fâniyâttan gelen yaralarını güzelce tedâvi
eder ve evhâmın zulümâtından kurtarır.

Hem, mevt ve eceli âlem-i berzaha giden ve âlem-i bekàda olan ahbablara visâl
ve mülâkàt mukaddimesi olarak gösterir. Ehl-i dalâletin nazarında bütün ahbabından
bir firâk-ı ebedî telâkkî ettiği ölüm yaralarını böylece tedâvi eder. Ve o firâk,
ayn-ı likà olduğunu ispat eder.

Hem, kabrin âlem-i rahmete ve dâr-ı saadete ve bâğistân-ı Cinâna ve nuristân-ı
Rahmâna açılan bir kapı olduğunu ispat etmekle, beşerin en müthiş korkusunu izâle
edip, en elîm ve kasâvetli ve sıkıntılı olan berzah seyahatini, en leziz ve ünsiyetli
ve ferahlı bir seyahat olduğunu gösterir. Kabir ile ejderha ağzını kapatır, güzel
bir bahçeye kapı açar. Yani, kabir ejderha ağzı olmadığını, belki bâğistân-ı rahmete
açılan bir kapı olduğunu gösterir.

Hem, mü'mine der: İhtiyârın cüz'î ise, kendi Mâlikinin irâde-i külliyesine işini
bırak. İktidarın küçük ise, Kadîr-i Mutlakın kudretine itimad et. Hayatın az ise,
hayat-ı bâkiyeyi düşün. Ömrün kısa ise, ebedî bir ömrün var; merak etme. Fikrin
sönük ise, Kur'ân'ın güneşi altına gir. İmânın nuruyla bak ki, yıldız böceği olan
fikrin yerine herbir âyet-i Kur'ân, birer yıldız misillü sana ışık verir. Hem hadsiz
emellerin, elemlerin varsa, nihayetsiz bir sevap ve hadsiz bir rahmet seni bekliyor.
Hem hadsiz arzuların, makàsıdın varsa, onları düşünüp muztarip olma; onlar bu dünyaya
sığışmaz, onların yerleri başka diyardır ve onları veren de başkadır.

Hem der: Ey insan! Sen kendine mâlik değilsin. Sen, kudreti nihayetsiz bir Kadîr,
rahmeti hadsiz bir Rahîm-i Zât-ı Zülcelâlin memlûküsün. Öyle ise sen, kendi hayatını
kendine yükleyip zahmet çekme; çünkü, hayatı veren Odur, idare eden de Odur. Hem,
dünya sahipsiz değil ki, sen kendi kafana dünya yükünü yüklettirerek ehvâlini düşünüp
merak etme. Çünkü, onun sahibi Hakîm'dir, Alîm'dir; sen de misafirsin, fuzûlî olarak
karışma, karıştırma.

Hem insanlar, hayvanlar gibi mevcudât başıboş değiller; belki vazifedar memurdurlar,
bir Hakîm-i Rahîmin nazarındadırlar. Onların âlâm ve meşakkatlerini düşünüp, ruhuna
elem çektirme. Ve onların Hàlık-ı Rahîminin rahmetinden daha ileri şefkatini sürme.
Hem, sana düşmanlık vaziyetini alan mikroptan tâ tâun ve tûfan ve kaht ve zelzeleye
kadar bütün eşyanın dizginleri o Rahîm-i Hakîmin elindedirler. O Hakîm'dir, abes
iş yapmaz; Rahîm'dir, rahîmiyeti çoktur. Yaptığı her işinde bir nevi lütuf var.

Hem der: Şu âlem, çendan, fânîdir; fakat ebedî bir âlemin levâzımâtını yetiştiriyor.
Çendan, zâildir, geçicidir; fakat bâkî meyveler veriyor, bâkî bir Zâtın bâkî esmâsının
cilvelerini gösteriyor. Ve çendan, lezzetleri az, elemleri çoktur; fakat Rahmân-ı
Rahîmin iltifatâtı, zevâlsiz, hakiki lezzetlerdir. Elemler ise, sevap cihetiyle
mânevî lezzet yetiştiriyor. Mâdem meşrû daire, ruh ve kalb ve nefsin bütün lezzetlerine,
safâlarına, keyiflerine kâfidir; gayr-i meşrû daireye girme. Çünkü, o dairedeki
bir lezzetin bâzan bin elemi var. Hem hakiki ve dâimî lezzet olan iltifatât-ı Rahmâniyeyi
kaybetmeye sebeptir.

Hem, dalâletin yolunda sâbıkan beyân edildiği gibi, esfel-i sâfilîne insanı öyle
bir sukut ettiriyor ki, hiçbir medeniyet, hiçbir felsefe ona çare bulamadıkları
ve o derin zulümât kuyusundan hiçbir terakkiyât-ı beşeriye, hiçbir kemâlât-ı fenniye
insanı çıkaramadığı halde, Kur'ân-ı Hakîm, imân ve amel-i sâlih ile o esfel-i sâfilîne
sukuttan insanı âlâ-yı illiyyîne çıkarır. Ve delâil-i katiye ile çıkarmasını ispat
ediyor. Ve o derin kuyuyu terakkiyât-ı mâneviyenin basamaklarıyla ve tekemmülât-ı
ruhiyenin cihazâtıyla dolduruyor.

Hem, beşerin uzun ve fırtınalı ve dağdağalı olan ebed tarafındaki yolculuğunu
gayet derecede teshîl eder ve kolaylaştırır; bin, belki elli bin senelik mesafeyi
bir günde kestirecek vesâiti gösterir.

Hem, Sultan-ı Ezel ve Ebed olan Zât-ı Zülcelâli tanıttırmakla, insana, Ona bir
memur abd ve bir vazifedar misafir vaziyetini verir. Hem dünya misafirhânesinde,
hem berzahî ve uhrevî menzillerde kemâl-i rahatla seyahatini temin eder. Nasıl ki,
bir padişahın müstakîm bir memuru, onun daire-i memleketinde, hem her vilâyetin
hududlarından suhûletle ve tayyâre, gemi, şimendifer gibi süratli vâsıta-i seyahatle
gezer, geçer; öyle de, Sultan-ı Ezelîye imân ile intisab eden ve amel-i sâlih ile
itaat eden bir insan, şu misafirhâne-i dünya menzillerinden ve âlem-i berzah ve
âlem-i mahşer dairelerinden ve hâkezâ, kabirden sonraki bütün âlemlerin geniş hududlarından
berk ve burak süratinde geçer; tâ saadet-i ebediyeyi bulur ve şu hakikati katî ispat
eder ve asfiyâ ve evliyâya gösterir.

Hem de, Kur'ân'ın hakikati der ki: Ey mü'min! Sendeki nihayetsiz muhabbet kabiliyetini
çirkin ve noksan ve şerûr ve sana muzır olan nefs-i emmârene verme. Onu mahbub ve
onun hevâsını kendine ma'bud ittihaz etme. Belki, sendeki o nihayetsiz muhabbet
kabiliyetini, nihayetsiz bir muhabbete lâyık, hem nihayetsiz sana ihsan edebilen,
hem istikbâlde seni nihayetsiz mes'ud eden, hem bütün alâkadar olduğun ve onların
saadetleriyle mes'ud olduğun bütün zâtları ihsanâtıyla mes'ud eden, hem nihayetsiz
kemâlâtı bulunan ve nihayetsiz derecede kudsî, ulvî, münezzeh, kusursuz, noksansız,
zevâlsiz cemâl sahibi olan ve bütün esmâsı nihayet derecede güzel olan ve her isminde
pekçok envar-ı hüsün ve cemâl bulunan ve Cennet, bütün güzellikleriyle ve ni'metleriyle
Onun cemâl-i rahmetini ve rahmet-i cemâlini gösteren ve sevimli ve sevilen bütün
kâinattaki bütün hüsün ve cemâl ve mehâsin ve kemâlât, Onun cemâline ve kemâline
işaret eden ve delâlet eden ve emâre olan bir Zâtı mahbub ve ma'bud ittihaz et.

Hem der: Ey insan! Onun esmâ ve sıfatına âit istidad-ı muhabbetini sâir bekàsız
mevcudâta verme, faydasız mahlûkata dağıtma. Çünkü, âsâr ve mahlûkat fânîdirler.
Fakat, o âsârda ve o masnuâtta nakışları, cilveleri görünen Esmâ-i Hüsnâ, bâkîdirler,
dâimîdirler. Ve esmâ ve sıfatın herbirisinde binler merâtib-i ihsan ve cemâl ve
binler tabakàt-ı kemâl ve muhabbet var. Sen yalnız Rahmân ismine bak ki, Cennet
bir cilvesi ve saadet-i ebediye bir lem'ası ve dünyadaki bütün rızk ve ni'met, bir
katresidir.

İşte, şu muvâzene, ehl-i dalâletle ehl-i imânın hayat ve vazife cihetindeki mahiyetlerine
işaret eden

;

 hem netice ve âkıbetlerine işaret eden,
olan âyete dikkat et; ne kadar ulvî,
mu'cizâne, beyân ettiğimiz muvâzeneyi ifade ederler.

Birinci âyet, On Birinci Sözde tafsîlen o âyetin i'câzkârâne ve îcâzkârâne ifade
ettiği hakikati, o sözde beyân edildiğinden, onu oraya havale ederiz.

İkinci âyet ise, yalnız bir küçük işaretle göstereceğiz ki, ne kadar ulvî bir
hakikati ifade ediyor. Şöyle ki:

Şu âyet, mefhum-u muvâfık ile şöyle ferman ediyor: "Ehl-i dalâletin ölmesiyle,
semâvât ve zemin, onların üstünde ağlamıyorlar." Ve mefhum-u muhâlif ile delâlet
ediyor ki, "Ehl-i imânın dünyadan gitmesiyle, semâvât ve zemin onların üstünde ağlıyor."
Yani, ehl-i dalâlet, mâdem semâvât ve arzın vazifelerini inkâr ediyor, mânâlarını
bilmiyor, onların kıymetlerini ıskat ediyor, Sâni'lerini tanımıyor. Onlara karşı
bir hakàret, bir adâvet ettiğinden, elbette semâvât ve zemin, onlara ağlamak değil,
belki onlara nefrîn eder. Onların gebermesiyle memnun olurlar. Ve mefhum-u muhâlif
ile der: "Semâvât ve arz ehl-i imânın ölmesiyle ağlarlar." Zîrâ ehl-i imân ise-çünkü-semâvât
ve arzın vazifelerini bilir. Hakiki hakikatlerini tasdik ediyor. Ve onların ifade
ettikleri mânâları imân ile anlıyor. "Ne kadar güzel yapılmışlar, ne kadar güzel
hizmet ediyorlar" diyor ve onlara lâyık kıymeti veriyor ve ihtiram ediyor. Cenâb-ı
Hak hesâbına onlara ve onlar ayna oldukları esmâya muhabbet ediyor. İşte bu sır
içindir ki, semâvât ve zemin, ağlar gibi, ehl-i imânın zevâline mahzun oluyorlar.

Sözler, 577-582.

Beşinci İşaret

Cenâb-ı Hak, kütüb-ü semâviyede beşere karşı Cennet gibi azîm mükâfat ve Cehennem
gibi dehşetli mücâzâtı göstermekle beraber, çok irşad, ikaz, ihtar, tehdit ve teşvik
ettiği halde; ehl-i iman, bu kadar esbab-ı hidayet ve istikamet varken, hizbüşşeytanın
mükâfatsız, çirkin, zayıf desiselerine karşı mağlûp olmaları, bir zaman beni çok
düşündürüyordu. Acaba, iman varken, Cenâb-ı Hakkın o kadar şiddetli tehdidâtına
ehemmiyet vermemek nasıl oluyor? Nasıl iman gitmiyor?
sırrıyla şeytanın gayet zayıf
desiselerine kapılıp Allah'a isyan ediyor. Hattâ benim arkadaşlarımdan bazıları,
yüz hakikat dersini kalben tasdik ile beraber, benden işittiği ve bana karşı da
fazla hüsn-ü zannı ve irtibatı varken, kalbsiz ve bozuk bir adamın ehemmiyetsiz
ve riyâkârâne iltifatına kapıldı; onun lehinde, benim aleyhimde bir vaziyete geldi.
"Fesübhânallah," dedim. "İnsanda bu derece sukut olabilir mi? Ne kadar hakikatsiz
bir insandı!" diye o biçareyi gıybet ettim, günaha girdim.

Sonra, sabık işaretlerdeki hakikat inkişaf etti, karanlıklı çok noktaları aydınlattı.
O nur ile, lillâhilhamd, hem Kur'ân-ı Hakîmin azîm tergibat ve teşvikatı tam yerinde
olduğunu; hem ehl-i imanın desâis-i şeytaniyeye kapılmaları imansızlıktan ve imanın
zayıflığından olmadığını; hem günah-ı kebâiri işleyen küfre girmediğini; hem Mutezile
mezhebi ve bir kısım Hariciye mezhebi "Günah-ı kebâiri irtikâp eden kâfir olur veya
iman ve küfür ortasında kalır" diye hükümlerinde hata ettiklerini; hem benim o biçare
arkadaşım da yüz ders-i hakikati bir herifin iltifatına feda etmesi, düşündüğüm
gibi çok sukut ve dehşetli alçaklık olmadığını anladım, Cenâb-ı Hakka şükrettim,
o vartadan kurtuldum. Çünkü, sabıkan dediğimiz gibi, şeytan, cüz'î bir emr-i ademî
ile insanı mühim tehlikelere atar. Hem insandaki nefis ise, şeytanı her vakit dinler.
Kuvve-i şeheviye ve gadabiye ise, şeytanın desiselerine hem kabile, hem nâkile iki
cihaz hükmündedir.

İşte, bunun içindir ki, Cenâb-ı Hakkın Gafûr, Rahîm gibi iki ismi, tecellî-i
âzamla ehl-i imana teveccüh ediyor. Ve Kur'ân-ı Hakîmde peygamberlere en mühim ihsanı
mağfiret olduğunu gösteriyor ve onları istiğfar etmeye davet ediyor. Bismillâhirrahmânirrahîm
kelime-i kudsiyesini her sûre başında tekrar ile ve her mübarek işlerde zikrine
emretmesiyle, kâinatı ihata eden rahmet-i vâsiasını melce ve tahassungâh gösteriyor
ve emriyle,
kelimesini siper yapıyor.

Lem'alar, 77-78.

İşte, ey ehl-i hak ve ehl-i hidayet! Şeytan-ı ins ve cinnînin mezkûr desiselerinden
kurtulmak çaresi: Ehl-i Sünnet ve Cemaat olan ehl-i hak mezhebini karargâh yap ve
Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın muhkemat kalesine gir ve Sünnet-i Seniyyeyi rehber yap,
selâmeti bul.

Lem'alar, 81.

Sekizinci İşaret

Sual: Sabık işaretlerde ispat ettiniz ki, dalâlet yolu kolay ve tahrip ve tecavüz
olduğu için, çoklar o yola sülûk ediyorlar. Halbuki sair risalelerde kat'î delillerle
ispat etmişsiniz ki, küfür ve dalâlet yolu o kadar müşkilâtlı ve suubetlidir ki,
hiç kimse ona girmemek gerekti ve kabil-i sülûk değil. Ve iman ve hidayet yolu o
kadar kolay ve zâhirdir ki, herkes ona girmeliydi.

Elcevap: Küfür ve dalâlet iki kısımdır. Bir kısmı, amelî ve fer'î olmakla beraber,
iman hükümlerini nefyetmek ve inkâr etmektir ki, bu tarz dalâlet kolaydır. Hakkı
kabul etmemektir; bir terktir, bir ademdir, bir adem-i kabuldür. İşte bu kısımdır
ki, risalelerde kolay gösterilmiş.

İkinci kısım ise, amelî ve fer'î olmayıp, belki itikadî ve fikrî bir hükümdür.
Yalnız imanın nefyini değil, belki imanın zıddına gidip bir yol açmaktır. Bu ise
bâtılı kabuldür, hakkın aksini ispattır. Bu kısım, imanın yalnız nefyi ve nakîzi
değil, imanın zıddıdır. Adem-i kabul değil ki kolay olsun. Belki kabul-ü ademdir.
Ve o ademi ispat etmekle kabul edilebilir.
kaidesiyle, ademin ispatı elbette kolay
değildir.

İşte, sair risalelerde imtinâ derecesinde suubetli ve müşkilâtlı gösterilen küfür
ve dalâlet bu kısımdır ki, zerre miktar şuuru bulunan, bu yola sâlik olmamak lâzımdır.
Hem bu yol, risalelerde kat'î ispat edildiği gibi, o kadar dehşetli elemleri var
ve boğucu karanlıkları var ki, zerre miktar aklı bulunan, o yola talip olmaz.

Eğer denilse: Bu kadar elîm ve karanlıklı, müşkilâtlı yola nasıl ekser insanlar
gidiyorlar?

Elcevap: İçine düşmüş bulunuyorlar, çıkamıyorlar. Hem insandaki nebâtî ve hayvânî
kuvveleri, âkıbeti görmedikleri, düşünemedikleri ve o insandaki letâif-i insaniyeye
galebe ettikleri için, çıkmak istemiyorlar ve hazır ve muvakkat bir lezzetle mütesellî
oluyorlar.

Sual: Eğer denilse: Dalâlette öyle dehşetli bir elem ve bir korku var ki, kâfir,
değil hayattan lezzet alması, hiç yaşamaması lâzım geliyor. Belki o elemden ezilmeli
ve o korkudan ödü patlamalıydı. Çünkü insaniyet itibarıyla hadsiz eşyaya müştak
ve hayata âşık olduğu halde, küfür vasıtasıyla, mevtini bir idam-ı ebedî ve bir
firâk-ı lâyezâlî ve zevâl-i mevcudatı ve ahbabının vefatlarını ve bütün sevdiklerini
idam ve mufarakat-i ebediye suretinde, gözü önünde, daima küfür vasıtasıyla gören
insan nasıl yaşayabilir? Nasıl hayattan lezzet alabilir?

Elcevap: Acip bir mağlâta-i şeytaniye ile kendini aldatır, yaşar. Sûrî bir lezzet
alır zanneder. Meşhur bir temsille onun mahiyetine işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Deniliyor: Devekuşuna demişler, "Kanatların var, uç." O da kanatlarını kısıp
"Ben deveyim" demiş, uçmamış. Fakat avcının tuzağına düşmüş. Avcı beni görmesin
diye başını kuma sokmuş. Halbuki koca gövdesini dışarıda bırakmış, avcıya hedef
etmiş. Sonra ona demişler, "Madem deveyim diyorsun, yük götür." O zaman kanatlarını
açıvermiş, "Ben kuşum" demiş, yükün zahmetinden kurtulmuş. Fakat hâmisiz ve yemsiz
olarak avcıların hücumuna hedef olmuş.

Aynen onun gibi, kâfir, Kur'ân'ın semâvî ilânâtına karşı küfr-ü mutlakı bırakıp
meşkûk bir küfre inmiş. Ona denilse: "Madem mevt ve zevâli bir idam-ı ebedî biliyorsun.
Kendini asacak olan darağacı göz önünde. Ona her vakit bakan nasıl yaşar, nasıl
lezzet alır?" O adam, Kur'ân'ın umumî vech-i rahmet ve şümullü nurundan aldığı bir
hisse ile der: "Mevt idam değil; ihtimal-i beka var." Veyahut, devekuşu gibi başını
gaflet kumuna sokar-tâ ki ecel onu görmesin ve kabir ona bakmasın ve zevâl-i eşya
ona ok atmasın!

Elhasıl, o meşkûk küfür vasıtasıyla, devekuşu gibi mevt ve zevâli idam mânâsında
gördüğü vakit, Kur'ân ve semâvî kitapların îmânün bi'l-âhiret'e dair kat'î ihbârâtı
ona bir ihtimal verir; o kâfir o ihtimale yapışır, o dehşetli elemi üzerine almaz.
O vakit ona denilse, "Madem bâki bir âleme gidilecek; o âlemde güzel yaşamak için
tekâlif-i diniye meşakkatini çekmek gerektir." O adam şekk-i küfrî cihetiyle der:
"Belki yoktur. Yok için neden çalışayım?" Yani, vaktâ ki o hükm-ü Kur'ân'ın verdiği
ihtimal-i beka cihetiyle idam-ı ebedî âlâmından kurtulur ve meşkûk küfrün verdiği
ihtimal-i adem cihetiyle tekâlif-i diniye meşakkati ona müteveccih olur; ona karşı
küfür ihtimaline yapışır, o zahmetten kurtulur. Demek, bu nokta-i nazarda, mü'minden
ziyade bu hayatta lezzet alır zannediyor. Çünkü tekâlif-i diniyenin zahmetinden
ihtimal-i küfrî ile kurtuluyor ve âlâm-ı ebediyeden, ihtimal-i imanî cihetiyle kendi
üzerine almaz. Halbuki bu mağlâta-i şeytaniyenin hükmü gayet sathî ve faydasız ve
muvakkattir.

İşte, Kur'ân-ı Hakîmin küffarlar hakkında da bir nevi cihet-i rahmeti vardır
ki, hayat-ı dünyeviyeyi onlara cehennem olmaktan bir derece kurtarıp bir nevi şek
vererek, şek ile yaşıyorlar. Yoksa, âhiret cehennemini andıracak, bu dünyada dahi
mânevî bir cehennem azâbı çekeceklerdi ve intihara mecbur olacaklardı.

İşte, ey ehl-i iman! Sizi idam-ı ebedîden ve dünyevî ve uhrevî cehennemlerden
kurtaran Kur'ân'ın himayeti altına mü'minâne ve mutemidâne giriniz ve Sünnet-i Seniyyesinin
dairesine teslimkârâne ve müstahsinâne dahil olunuz, dünya şekavetinden ve âhirette
azaptan kurtulunuz.

Dokuzuncu İşaret

Sual: Hizbullah olan ehl-i hidayet, başta enbiya ve onların başında Fahr-i Âlem
Aleyhissalâtü Vesselâm, o kadar inâyet ve rahmet-i İlâhiye ve imdad-ı Sübhâniyeye
mazhar oldukları halde, neden çok defa, hizbüşşeytan olan ehl-i dalâlete mağlûp
olmuşlar? Hem, Hâtemü'l-Enbiyânın güneş gibi parlak nübüvvet ve risaleti ve iksir-i
âzam gibi tesirli i'câz-ı Kur'ânî vasıtasıyla irşadı ve cazibe-i umumiye-i kâinattan
daha cazibedar hakaik-i Kur'âniyenin komşuluğunda ve yakınında olan Medine münafıklarının
dalâlette ısrarları ve hidayete girmemeleri niçindir ve hikmeti nedir?

Elcevap: Bu iki şık müthiş sualin halli için, derince bir esas beyan etmek lâzım
gelir. Şöyle ki:

Şu kâinat Hâlık-ı Zülcelâlinin hem cemâlî, hem celâlî iki kısım esmâsı bulunduğundan
ve o cemâlî ve celâlî isimler, hükümlerini ayrı ayrı cilvelerle göstermek iktiza
ettiklerinden, Hâlık-ı Zülcelâl, kâinatta ezdâdı birbirine mezc edip, birbirine
mukabil getirip ve birbirine mütecaviz ve müdafi bir vaziyet verip, hikmetli ve
menfaattar bir nevi mübareze suretine getirip, ondan, zıtları birbirinin hududuna
geçirip ihtilâfat ve tagayyürat meydana getirmekle, kâinatı kanun-u tagayyür ve
tahavvül ve düstur-u terakki ve tekâmüle tâbi kıldığı için; o şecere-i hilkatin
câmi bir semeresi olan insan nevinde o kanun-u mübarezeyi daha acip bir şekle getirip,
bütün terakkiyât-ı insaniyeye medar bir mücahede kapısını açıp, hizbullaha karşı
meydana çıkabilmek için hizbüşşeytana bazı cihazat vermiş.

İşte bu sırr-ı dakik içindir ki, enbiyalar çok defa ehl-i dalâlete karşı mağlûp
oluyor. Ve gayet zaaf ve aczde olan dalâlet ehli, mânen gayet kuvvetli olan ehl-i
hakka muvakkaten galip oluyorlar ve mukavemet ediyorlar. Bu acip mukavemetin sırr-ı
hikmeti şudur ki:

Dalâlette ve küfürde hem adem ve terk var ki, pek kolaydır, hareket istemez.
Hem tahrip var ki, çok sehîldir ve âsândır, az bir hareket yeter. Hem tecavüz var
ki, az bir amel ile çoklarına zarar verip, ihâfe noktasında ve firavuniyet cihetinden
onlara bir makam kazandırır. Hem âkıbeti görmeyen ve hazır zevke müptelâ olan insandaki
nebâtî ve hayvânî kuvvelerin tatmini, telezzüzü için hürriyeti vardır ki, akıl ve
kalb gibi letâif-i insaniyeyi insaniyetkârâne ve âkıbet-endişâne olan vazifelerinden
vazgeçiriyorlar.

Ehl-i hidayet ve başta ehl-i nübüvvet ve başta Habib-i Rabbü'l-Âlemîn olan Resul-i
Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın meslek-i kudsîsi, hem vücudî, hem sübutî, hem tamir,
hem hareket, hem hududda istikamet, hem âkıbeti düşünmek, hem ubudiyet, hem nefs-i
emmârenin firavuniyetini, serbestliğini kırmak gibi esasat-ı mühimme bulunduğundandır
ki, Medine-i Münevverede bulunan o zamanın münafıkları, o parlak güneşe karşı yarasa
kuşu gibi gözlerini yumup, o cazibe-i azîmeye karşı şeytanî bir kuvve-i dâfiaya
kapılıp dalâlette kalmışlar.

Eğer denilirse: Resul-i Ekrem Aleyhissalatü Vesselâm madem Habib-i Rabbü'l-Âlemîndir.
Hem elindeki hak ve lisanındaki hakikattir. Ve ordusundaki askerlerin bir kısmı
melâikedir. Ve bir avuç su ile bir orduyu sular. Ve dört avuç buğday ve bir oğlağın
etiyle bin adamı doyuracak bir ziyafet verir. Ve küffar ordusunun gözlerine bir
avuç toprak atmakla, o bir avuç topraktan her küffârın gözüne bir avuç toprak girmesiyle
onları kaçırır. Ve daha bunun gibi bin mu'cizât sahibi olan bir kumandan-ı Rabbânî,
nasıl oluyor da Uhud'un nihayetinde ve Huneyn'in bidâyetinde mağlûp oluyor?

Elcevap: Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm, nev-i beşere muktedâ ve imam ve
rehber olarak gönderilmiştir. Tâ ki, o nev-i insanî, hayat-ı içtimaiye ve şahsiyedeki
düsturları ondan öğrensin ve Hakîm-i Zülkemâlin kavânin-i meşietine itaate alışsınlar
ve desâtir-i hikmetine tevfik-i hareket etsinler. Eğer Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü
Vesselâm hayat-ı içtimaiye ve şahsiyesinde daima harikulâdelere ve mucizelere istinad
etseydi, o vakit imam-ı mutlak ve rehber-i ekber olamazdı.

İşte bu sır içindir ki, yalnız dâvâsını tasdik ettirmek için, ara sıra, indelhâce,
münkirlerin inkârını kırmak için mucizeler gösterirdi. Sair vakitlerde nasıl ki
herkesten ziyade evâmir-i İlâhiyeye itaat etmiştir; öyle de, hikmet-i Rabbâniye
ile ve meşiet-i Sübhâniye ile tesis edilen âdetullah kavâninine herkesten ziyade
mürâat ve itaat ederdi. Düşmana karşı zırh giyerdi, "Sipere giriniz" emrederdi.
Yara alırdı, zahmet çekerdi. Tâ, tamamıyla hikmet-i İlâhiye kanununa ve kâinattaki
şeriat-ı fıtriye-i kübrâya mürâat ve itaati göstersin.

Lem'alar, 82-85.

On Birinci İşaret

Ehl-i dalâletin şerrinden kâinatın kızdıklarını ve anâsır-ı külliyenin hiddet
ettiklerini ve umum mevcudatın galeyana geldiklerini, Kur'ân-ı Hakîm, mucizâne ifade
ediyor. Yani, kavm-i Nuh'un başına gelen tufan ile semâvat ve arzın hücumunu ve
kavm-i Semud ve Âd'ın inkârından hava unsurunun hiddetini ve kavm-i Firavuna karşı
su unsurunun ve denizin galeyanını ve Karun'a karşı toprak unsurunun gayzını ve
ehl-i küfre karşı âhirette
sırrıyla Cehennemin gayzını ve öfkesini ve sair mevcudatın
ehl-i küfür ve dalâlete karşı hiddetini gösterip ilân ederek gayet müthiş bir tarzda
ve i'câzkârâne ehl-i dalâlet ve isyanı zecrediyor. Sual: Niçin böyle ehemmiyetsiz
insanların ehemmiyetsiz amelleri ve şahsî günahları kâinatın hiddetini celb ediyor?

Elcevap: Bazı risalelerde ve sabık işaretlerde ispat edildiği gibi, küfür ve
dalâlet, müthiş bir tecavüzdür ve umum mevcudatı alâkadar edecek bir cinayettir.
Çünkü hilkat-i kâinatın bir netice-i âzamı, ubudiyet-i insaniyedir ve rububiyet-i
İlâhiyeye karşı iman ve itaatle mukabeledir. Halbuki ehl-i küfür ve dalâlet ise,
küfürdeki inkârıyla, mevcudatın ille-i gayeleri ve sebeb-i bekaları olan o netice-i
âzamı reddettikleri için, umum mahlûkatın hukukuna bir nevi tecavüz olduğu gibi,
umum masnuatın aynalarında cilveleri tezahür eden ve masnuatın kıymetlerini aynadarlık
cihetinde âli eden esmâ-i İlâhiyenin cilvelerini inkâr ettikleri için, o esmâ-i
kudsiyeye karşı bir tezyif olduğu gibi, umum masnuatın kıymetini tenzil ile, o masnuata
karşı bir tahkir-i azîmdir. Hem umum mevcudatın herbiri birer vazife-i âliye ile
muvazzaf birer memur-u Rabbânî derecesinde iken, küfür vasıtasıyla sukut ettirip,
câmid, fâni, mânâsız bir mahlûk menzilesinde gösterdiğinden, umum mahlûkatın hukukuna
karşı bir nevi tahkirdir.

İşte, envâ-ı dalâlet, derecâtına göre az çok kâinatın yaratılmasındaki hikmet-i
Rabbâniyeye ve dünyanın bekasındaki makasıd-ı Sübhâniyeye zarar verdiği için, ehl-i
isyana ve ehl-i dalâlete karşı kâinat hiddete geliyor, mevcudat kızıyor, mahlûkat
öfkeleniyor.

Ey cirmi ve cismi küçük ve cürmü ve zulmü büyük ve ayıp ve zenbi azîm biçare
insan! Kâinatın hiddetinden, mahlûkatın nefretinden, mevcudatın öfkesinden kurtulmak
istersen, işte kurtulmanın çaresi: Kur'ân-ı Hakîmin daire-i kudsiyesine girmektir
ve Kur'ân'ın mübelliği olan Resul-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın sünnet-i seniyyesine
ittibâdır. Gir ve tâbi ol.

Lem'alar, 86-87.

Dördüncü Sual: Ehl-i dalâletin kazandıkları muvaffakiyet ve gösterdikleri kuvvet
ve ehl-i hidayete galebeleri gösteriyor ki, onlar bir kuvvete ve bir hakikate istinad
ediyorlar. Demek ya ehl-i hidayette zaaf var, ya onlarda bir hakikat var.

Elcevap: Hâşâ! Ne onlarda hakikat var, ne ehl-i hakta zaaf vardır. Fakat, maatteessüf,
kàsırü'n-nazar, muhakemesiz bir kısım avam tereddüde düşüp vesvese ediyorlar, akidelerine
halel geliyor. Çünkü diyorlar: "Eğer ehl-i hakta tam hak ve hakikat olsaydı, bu
derece mağlûbiyet ve zillet olmamak gerekti. Çünkü hakikat kuvvetlidir.
olan kaide-i
esasiye ile, kuvvet haktadır. Eğer o ehl-i hakka mukabil galibâne gelen ehl-i dalâletin
hakikî bir kuvveti ve bir nokta-i istinadı olmasaydı, bu derece galibiyet ve muvaffakiyet
olmamak lâzım gelecekti."

Elcevap: Ehl-i hakkın mağlûbiyeti kuvvetsizlikten, hakikatsizlikten gelmediği,
sabık işaretlerle kat'î ispat edildiği gibi, ehl-i dalâletin galebesi kuvvetlerinden
ve iktidarlarından ve nokta-i istinad bulmalarından gelmediği, yine o işaretlerle
kat'î ispat edildiğinden, bu sualin cevabı, sabık işaretlerin heyet-i mecmuasıdır.
Yalnız burada desiselerinden, istimal ettikleri bir kısım silâhlarına işaret edeceğiz.
Şöyle ki:

Ben kendim mükerreren müşahede etmişim ki, yüzde on ehl-i fesat, yüzde doksan
ehl-i salâhı mağlûp ediyordu. Hayretle merak ettim. Tetkik ederek kat'iyen anladım
ki, o galebe kuvvetten, kudretten gelmiyor, belki fesattan ve alçaklıktan ve tahripten
ve ehl-i hakkın ihtilâfından istifade etmesinden ve içlerine ihtilâf atmaktan ve
zayıf damarları tutmaktan ve aşılamaktan ve hissiyat-ı nefsaniyeyi ve ağrâz-ı şahsiyeyi
tahrik etmekten ve insanın mahiyetinde muzır madenler hükmünde bulunan fena istidatları
işlettirmekten ve şan ve şeref namıyla, riyâkârâne nefsin firavuniyetini okşamaktan
ve vicdansızca tahribatlarından herkes korkmasından geliyor. Ve o misilli şeytanî
desiseler vasıtasıyla muvakkaten ehl-i hakka galebe ederler. Fakat
sırrıyla,
düsturuyla,
onların o muvakkat galebeleri, menfaat cihetinden onlar için ehemmiyetsiz olmakla
beraber, Cehennemi kendilerine ve Cenneti ehl-i hakka kazandırmalarına sebeptir.

İşte, dalâlette, iktidarsızlar muktedir görünmeleri ve ehemmiyetsizler şöhret
kazanmaları içindir ki, hodfüruş, şöhretperest, riyâkâr insanlar ve az birşeyle
iktidarlarını göstermek ve ihâfe ve ızrar cihetinden bir mevki kazanmak için ehl-i
hakka muhalefet vaziyetine girerler. Tâ görünsün ve nazar-ı dikkat ona celb olunsun.
Ve iktidar ve kudretle değil, belki terk ve atâletle sebebiyet verdiği tahribat
ona isnad edilip ondan bahsedilsin. Nasıl ki böyle şöhret divanelerinden birisi
namazgâhı telvis etmiş, tâ herkes ondan bahsetsin. Hattâ ondan lânetle de bahsedilmiş
de, şöhretperestlik damarı kendisine bu lânetli şöhreti hoş göstermiş diye darbımesel
olmuş.

Ey âlem-i beka için yaratılan ve fâni âleme müptelâ olan biçare insan!
âyetinin
sırrına dikkat et, kulak ver. Bak, ne diyor:

Mefhum-u sarihiyle ferman ediyor ki, ehl-i dalâletin ölmesiyle, insanla alâkadar
olan semâvat ve arz, onların cenazeleri üstünde ağlamıyorlar, yani, onların ölmesiyle
memnun oluyorlar.

Ve mefhum-u işarîsiyle ifade ediyor ki, ehl-i hidayetin ölmesiyle semâvat ve
arz, onların cenazeleri üstünde ağlıyorlar, firaklarını istemiyorlar. Çünkü ehl-i
iman ile bütün kâinat alâkadardır, ondan memnundur. Zira iman ile Hâlık-ı Kâinatı
bildikleri için, kâinatın kıymetini takdir edip hürmet ve muhabbet ederler. Ehl-i
dalâlet gibi tahkir ve zımnî adâvet etmezler.

Ey insan, düşün! Sen alâküllihal öleceksin. Eğer nefis ve şeytana tâbi isen,
senin komşuların, belki akrabaların, senin şerrinden kurtulmak için mesrur olacaklar.
Eğer deyip Kur'ân'a ve Habib-i Rahmân'a tâbi isen, o vakit semavat ve arz ve mevcudat,
herkesin derecesine nisbeten, senin derecene göre senin firâkından müteessir olup
mânen ağlarlar. Ulvî bir matemle ve haşmetli bir teşyî ile, kabir kapısıyla girdiğin
beka âleminde senin derecene nisbeten senin için bir hüsn-ü istikbal var olduğuna
işaret ederler.

Lem'alar, 88-90.

Beşinci Nota

Şu notada, Avrupa fünunu ve medeniyeti, Eski Said'in fikrinde bir derece yerleştiği
için, Yeni Said harekât-ı fikriyede seyrettiği zaman, Avrupa'nın fünun ve medeniyeti
o seyahat-i kalbiyede emrâz-ı kalbiyeye inkılâp ederek ziyade müşkilâta medar olduğundan,
bilmecburiye, Yeni Said zihnini silkeleyip, muzahraf felsefeyi ve sefih medeniyeti
atmak isterken, kendi ruhunda Avrupa'nın lehinde şehadet eden hissiyât-ı nefsaniyeyi
susturmak için, Avrupa'nın şahs-ı mânevîsi ile bir cihette gayet kısa, bir cihette
uzun, gelecek muhavereye mecbur olmuştur.

Yanlış anlaşılmasın, Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı
feyizle hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san'atları ve adalet ve hakkaniyete
hizmet eden fünunları takip eden bu birinci Avrupa'ya hitap etmiyorum. Belki, felsefe-i
tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin seyyiâtını mehâsin zannederek beşeri sefâhete
ve dalâlete sevk eden bozulmuş ikinci Avrupa'ya hitap ediyorum. Şöyle ki:

O zaman, o seyahat-i ruhiyede, mehâsin-i medeniyet ve fünun-u nâfiadan başka
olan mâlâyâni ve muzır felsefeyi ve muzır ve sefih medeniyeti elinde tutan Avrupa'nın
şahs-ı mânevîsine karşı demiştim:

Bil, ey ikinci Avrupa! Sen sağ elinle sakîm ve dalâletli bir felsefeyi ve sol
elinle sefih ve muzır bir medeniyeti tutup dâvâ edersin ki, "Beşerin saadeti bu
ikisiyledir." Senin bu iki elin kırılsın ve şu iki pis hediyen senin başını yesin
ve yiyecek!

Ey küfür ve küfrânı dağıtıp neşreden bedbaht ruh! Acaba, hem ruhunda, hem vicdanında,
hem aklında, hem kalbinde dehşetli musibetlerle musibetzede olmuş ve azâba düşmüş
bir adamın, cismiyle zâhirî bir surette, aldatıcı bir ziynet ve servet içinde bulunmasıyla
saadeti mümkün olabilir mi? Ona mesut denilebilir mi?

Âyâ, görmüyor musun ki, bir adamın cüz'î bir emirden meyus olması ve vehmî bir
emelden ümidi kesilmesi ve ehemmiyetsiz bir işten inkisar-ı hayale uğraması sebebiyle,
tatlı hayaller ona acılaşıyor, şirin vaziyetler onu tazip ediyor, dünya ona dar
geliyor, zindan oluyor. Halbuki, senin şeâmetinle kalbinin en derin köşelerinde
ve ruhunun tâ esasında dalâlet darbesini yiyen ve o dalâlet cihetiyle bütün emelleri
inkıtaa uğrayan ve bütün elemleri ondan neş'et eden bir biçare insana hangi saadeti
temin ediyorsun? Acaba, zâil, yalancı bir cennette cismi bulunan ve kalbi, ruhu
cehennemde azap çeken bir insana mesut denilebilir mi? İşte, sen biçare beşeri böyle
baştan çıkardın; yalancı bir cennet içinde cehennemî bir azap çektiriyorsun.

Ey beşerin nefs-i emmâresi! Bu temsile bak, beşeri nereye sevk ettiğini bil.
Meselâ bizim önümüzde iki yol var. Birisinden gidiyoruz. Görüyoruz ki, her adım
başında biçare, âciz bir adam bulunur. Zalimler hücum edip malını, eşyasını gasp
ederek kulübeciğini harap ediyorlar. Bazen da yaralıyorlar. Öyle bir tarzda ki,
acınacak haline semâ ağlıyor. Nereye bakılsa, hal bu minval üzere gidiyor. O yolda
işitilen sesler zalimlerin gürültüleri, mazlumların ağlayışları olduğundan, umumî
bir matem o yolu kaplıyor. İnsan, insaniyet cihetiyle gayrın elemiyle müteellim
olduğundan, hadsiz bir eleme giriftar oluyor. Halbuki vicdan bu derece teellüme
tahammül edemediğinden, o yolda giden iki şeyden birisine mecbur olur: Ya insaniyetten
tecerrüt edip ve nihayetsiz vahşeti iltizam ederek öyle bir kalbi taşıyacak ki,
kendi selâmetiyle beraber umumun helâketi onu müteessir etmesin; veyahut kalb ve
aklın muktezasını iptal etsin.

Ey sefahet ve dalâletle bozulmuş ve İsevî dininden uzaklaşmış Avrupa! Deccal
gibi birtek gözü taşıyan kör dehân ile ruh-u beşere bu cehennemî hâleti hediye ettin.
Sonra anladın ki, bu öyle ilâçsız bir illettir ki, insanı âlâ-yı illiyyînden esfel-i
sâfilîne atar, hayvânâtın en bedbaht derecesine indirir. Bu illete karşı bulduğun
ilâç, muvakkaten iptal-i his hizmeti gören cazibedar oyuncakların ve uyutucu hevesat
ve fantaziyelerindir. Senin bu ilâcın, senin başını yesin ve yiyecek! İşte, beşere
açtığın yol ve verdiğin saadet bu misale benzer.

İkinci yol ki, Kur'ân-ı Hakîm hidayetiyle beşere hediye etmiştir, şöyledir:

Görüyoruz ki, o yolun her menzilinde, her mekânında, her şehrinde bir sultan-ı
âdilin müstakim askerleri her tarafta bulunuyorlar, geziyorlar. Ara sıra o sultanın
emriyle o askerlerin bir kısmını terhis ediyorlar. Silâhlarını, atlarını ve mîrî
levazımatlarını alıyorlar, onlara izin tezkeresini veriyorlar. O terhis olunan neferler,
çendan ünsiyet ettikleri at ve silâhların teslim alınmasından zâhiren mahzun oluyorlar;
fakat hakikat noktasında, terhisle müferrah olup, sultanın ziyaretine ve padişahın
pâyitahtına dönmesi ve padişahı ziyaret etmesi cihetinde gayet memnun oluyorlar.

Bazen terhis memurları acemî bir nefere rast geliyorlar. Nefer onları tanımıyor.
"Silâhını teslim et" diyorlar. Nefer diyor: "Ben padişahın askeriyim, onun hizmetindeyim.
Sonra onun yanına gideceğim. Siz neci oluyorsunuz? Eğer onun izin ve rızasıyla gelmişseniz,
göz ve baş üstüne geldiniz. Emrinizi gösteriniz. Yoksa çekiliniz, benden uzak olunuz.
Ben tek başımla kalsam, sizler binler dahi olsanız, yine sizinle dövüşeceğim. Kendi
nefsim için değil, çünkü nefsim benim değil, benim sultanımındır. Belki bendeki
nefsim ve silâhım, mâlikimin emanetidir. Emaneti muhafaza ve sultanımın haysiyetini
himaye ve izzetini vikaye için size baş eğmeyeceğim!"

İşte, o ikinci yoldaki medar-ı sürur ve saadet olan binler ahvalden bu hal bir
numunedir. Sair ahvâli sen kıyas et. Bütün o ikinci yolun seferinde, tevellüdat
namında, sevinç ve şenlikle bir tahşidat ve sevkiyat-ı askeriye vardır ve vefiyat
namında sürur ve mızıka ile terhisat-ı askeriye görünüyorlar. İşte, Kur'ân-ı Hakîm
beşere bu yolu hediye etmiştir. Bu hediyeyi kim tam kabul etse, böyle iki cihanın
saadetine giden bu ikinci yoldan gider. Ne geçmiş şeyden mahzun ve ne de gelecek
şeyden havf eder.

Ey ikinci, bozuk Avrupa! Senin çürük ve esassız esaslarının bir kısmı şunlardır
ki: "En büyük melekten en küçük semeğe kadar herbir zîhayat kendi nefsine mâliktir
ve kendi zâtı için çalışır ve kendi lezzeti için çabalar. Onun bir hakk-ı hayatı
var. Gaye-i himmeti ve hedef-i maksadı yaşamak ve bekasını temin etmektir" diyorsun.
Ve Hâlık-ı Kerîmin kerem düsturlarından ve erkân-ı kâinatta kemâl-i itaatle imtisal
edilen düstur-u teavünle, nebâtat hayvânâtın imdadına ve hayvânat insanların yardımına
koşmasından tezahür eden o umumî kanunun rahîmâne, kerîmâne cilvelerini cidal zannedip,
"Hayat bir cidaldir" diye, ahmakane hükmetmişsin.

Acaba, o düstur-u teavünün cilvesinden olan, zerrât-ı taâmiyenin kemâl-i şevkle
beden hücrelerinin gıdalandırılması için koşmaları nasıl cidaldir? Nasıl bir çarpışmaktır?
Belki o imdat ve o koşmak, Kerîm bir Rabbin emriyle bir teavündür.

Hem çürük bir esasın, "Herşey kendi nefsine mâliktir" diyorsun. Hiçbir şey kendi
nefsine mâlik olmadığına katî bir delil şudur ki:

Esbabın içinde en eşrefi ve ihtiyar noktasında en geniş iradelisi, insandır.
Halbuki bu insanın düşünmek, söylemek ve yemek gibi en zâhir ef'âl-i ihtiyariyesinden
yüz cüz'ünden onun dest-i ihtiyarına verilen ve daire-i iktidarına giren, yalnız
meşkûk tek bir cüzdür. Böyle en zâhir fiilin yüz cüz'ünden bir cüz'üne mâlik olmayan,
nasıl kendine mâliktir denilir?

Böyle en eşref ve ihtiyarı en geniş, bu derece hakikî tasarruftan ve temellükten
eli bağlanmış bulunsa, "Sair hayvânat ve cemâdat kendi kendine mâliktir" diyen,
hayvandan daha ziyade hayvan ve cemâdattan daha ziyade câmid ve şuursuz olduğunu
ispat eder.

Seni bu hataya atıp bu vartaya düşüren, bir gözlü dehândır. Yani, harika, menhus
zekândır. O kör dehân ile, herşeyin hâlıkı olan Rabbini unuttun, mevhum bir tabiata
isnad ettin, âsârını esbaba verdin, o Hâlıkın malını bâtıl mâbud olan tâğutlara
taksim ettin. Şu noktada ve o dehân nazarında, her zîhayat, herbir insan, tek başıyla
hadsiz a'dâya karşı mukavemet etmek ve nihayetsiz hâcâtın tahsiline çabalamak lâzım
geliyor. Ve zerre gibi bir iktidar, ince tel gibi bir ihtiyar, zâil lem'a gibi bir
şuur, çabuk söner şule gibi bir hayat, çabuk geçer dakika gibi bir ömürle, o hadsiz
a'dâya ve hâcâta karşı dayanmaya mecbur oluyor. Halbuki, o biçare zîhayatın sermayesi,
binler matluplarından birisine kâfi gelmiyor. Musibete giriftar olduğu zaman, sağır,
kör esbabdan başka derdine derman beklemiyor.
sırrına mazhar oluyor.

Senin karanlıklı dehân, nev-i beşerin gündüzünü geceye kalb etmiş. Yalnız o sıkıntılı,
zulümlü ve zulmetli geceye ısındırmak için, yalancı, muvakkat lâmbalarla tenvir
ettin. O lâmbalar sürurla beşerin yüzüne tebessüm etmiyorlar. Belki beşerin ağlanacak
acı hallerindeki eblehâne gülmesine, o ışıklar müstehziyâne gülüp eğleniyor.

Herbir zîhayat, senin şakirtlerin nazarında, zalimlerin hücumuna mâruz, miskin
birer musibetzededirler. Dünya bir matemhane-i umumiyedir. Dünyadaki sadâlar ölümlerden,
elemlerden gelen vâveylâlardır. Senden tam ders alan şakirdin, bir firavun olur.
Fakat en hasis şeye ibadet eden ve menfaat gördüğü herşeyi kendine rab telâkki eden
bir firavun-u zelildir.

Hem senin şakirdin mütemerriddir. Fakat bir lezzeti için nihayet zilleti kabul
eden miskin bir mütemerriddir. Hasis bir menfaat için şeytanın ayağını öper derecede
alçaklık gösterir.

Hem cebbardır. Fakat kalbinde bir nokta-i istinad bulamadığı için, zâtında gayet
âciz bir cebbâr-ı hodfuruştur.

O şakirdin gaye-i himmeti hevesât-ı nefsâniyeyi tatmin ve hamiyet ve fedakârlık
perdesi altında kendi menfaat-i nefsini arayan ve hırs ve gururunu teskin etmeye
çalışan bir dessastır. Nefsinden başka ciddî olarak hiçbir şeyi sevmiyor, herşeyi
nefsine feda ediyor.

Amma Kur'ân'ın hâlis ve tam şakirdi ise, bir abddir. Fakat âzam-ı mahlûkata karşı
da ubudiyete tenezzül etmez ve Cennet gibi en büyük ve âzam bir menfaati gaye-i
ubudiyet yapmaz bir abd-i azizdir.

Hem halim selimdir. Fakat Fâtır-ı Zülcelâlinden başkasına, izni ve emri olmadan
tezellüle tenezzül etmez bir halîm-i âlihimmettir.

Hem fakirdir. Fakat onun Mâlik-i Kerîmi ona ileride iddihar ettiği mükâfatla
bir fakir-i müstağnîdir.

Hem zayıftır. Fakat kudreti nihayetsiz olan Seyyidinin kuvvetine istinad eden
bir zaif-i kavîdir ki, Kur'ân hakikî bir şakirdine Cennet-i ebediyeyi dahi gaye-i
maksat yaptırmadığı halde, bu zâil, fâni dünyayı ona gaye-i maksat hiç yapar mı?

İşte iki şakirdin himmetlerinin ne derece birbirinden farklı olduğunu anla.

Hem felsefe-i sakîmenin şakirtleriyle Kur'ân-ı Hakîmin tilmizlerinin hamiyetkârlık
ve fedakârlıklarını bununla muvazene edebilirsiniz. Şöyle ki:

Felsefenin şakirdi, kendi nefsi için kardeşinden kaçar, onun aleyhinde dâvâ açar.
Kur'ân'ın şakirdi ise, semâvat ve arzdaki umum salih ibâdı kendine kardeş telâkki
ederek, gayet samimî bir surette onlara dua eder. Ve saadetleriyle mesut oluyor.
Ve ruhunda şedit bir alâkayı onlara karşı hisseder ki, duasında
der. Hem en büyük
şey olan Arş ve şemsi musahhar birer memur ve kendi gibi bir abd, bir mahlûk telâkki
eder.

Hem iki şakirdin ulviyet ve inbisat-ı ruhlarını bundan kıyas et ki: Kur'ân, kendi
şakirtlerinin ruhuna öyle bir inbisat ve ulviyet verir ki, doksan dokuz taneli tesbihe
bedel, doksan dokuz esmâ-i İlâhiyenin cilvelerini gösteren doksan dokuz âlemlerin
zerrâtını, birer tesbih taneleri olarak şakirtlerinin ellerine verir, "Evradlarınızı
bununla okuyunuz" der. İşte, Kur'ân'ın tilmizlerinden Şah-ı Geylânî, Rufâî, Şâzelî
(r.a.) gibi şakirtleri, virdlerini okudukları vakit dinle, bak! Ellerinde silsile-i
zerrâtı, katarat adetlerini, mahlûkatın aded-i enfâsını tutmuşlar, onunla evradlarını
okuyorlar, Cenâb-ı Hakkı zikir ve tesbih ediyorlar.

İşte, Kur'ân-ı Mu'cizü'l-Beyânın mucizâne terbiyesine bak ki, nasıl ednâ bir
kederle ve küçük bir gamla başı dönüp sersemleşen ve küçük bir mikroba mağlûp olan
bu küçük insan, terbiye-i Kur'ân ile ne kadar teâli ediyor. Ve ne derece letâifi
inbisat eder ki, koca dünya mevcudatını, virdine tesbih olmakta kısa görüyor. Ve
Cenneti zikir ve virdine gaye olmakta az gördüğü halde, kendi nefsini Cenâb-ı Hakkın
ednâ bir mahlûkunun üstünde büyük tutmuyor. Nihayet izzet içinde nihayet tevazuu
cem ediyor. Felsefe şakirtlerinin buna nispeten ne derece pest ve aşağı olduğunu
kıyas edebilirsin.

İşte, felsefe-i sakîme-i Avrupaiyeden yek-çeşm olan dehâsının yanlış gördüğü
hakikatleri, iki cihana bakan, gayb-âşinâ parlak iki gözüyle iki âleme nazar eden,
beşer için iki saadete iki eliyle işaret eden hüdâ-yı Kur'ânî der ki:

Ey insan! Senin elinde bulunan nefis ve malın senin mülkün değil, belki sana
emanettir. O emanetin mâliki herşeye kadîr, herşeyi bilir bir Rahîm-i Kerîmdir.
O senin yanındaki mülkünü senden satın almak istiyor-tâ senin için muhafaza etsin,
zayi olmasın. İleride mühim bir fiyat sana verecek. Sen muvazzaf ve memur bir askersin.
Onun namıyla çalış ve hesabıyla amel et. Odur ki, muhtaç olduğun şeyleri sana rızık
olarak gönderiyor ve senin takatin yetmediği şeylerden seni muhafaza eder. Senin
şu hayatının gayesi, neticesi, o Mâlikin esmâsına ve şuûnâtına bir mazhariyettir.
Sana bir musibet geldiği vakit, de:

Yani,
"Ben Mâlikimin hizmetindeyim. Ey musibet! Eğer Onun izin ve rızasıyla geldinse,
merhaba, safâ geldin. Çünkü, elbette bir vakit Ona döneceğiz ve Onun huzuruna gideceğiz
ve Ona müştâkız. Madem herhalde bir zaman bizi hayatın tekâlifinden âzâd edecektir.
Haydi, ey musibet, o terhis ve o âzâd etmek senin elinle olsun, razıyım. Eğer benim
emanet muhafazasında ve vazifeperverliğimi tecrübe suretinde sana emir ve irade
etmiş, fakat sana teslim olmaklığıma izin ve rızası olmazsa, benim takatim yettikçe,
emin olmayana, Mâlikimin emanetini teslim etmem" der.

İşte, binden bir numune olarak, dehâ-yı felsefînin ve hüdâ-yı Kur'ânînin verdikleri
derslerin derecelerine bak. Evet, iki tarafın hakikat-i hali, sabıkan beyan edilen
tarzla gidiyor. Fakat hidayet ve dalâlette insanların dereceleri mütefavittir, gafletin
mertebeleri de muhteliftir. Herkes her mertebede bu hakikati tamamıyla hissedemez.
Çünkü gaflet, hissi iptal ediyor. Ve bu zamanda öyle bir derecede iptal-i his etmiş
ki, bu elîm elemin acısını ehl-i medeniyet hissetmiyorlar. Fakat hassasiyet-i ilmiyenin
tezayüdüyle ve her günde otuz bin cenazeyi gösteren mevtin ikazatıyla o gaflet perdesi
parçalanıyor. Ecnebîlerin tâğutlarıyla ve fünun-u tabiiyeleriyle dalâlete gidenlere
ve onları körü körüne taklit edip ittibâ edenlere binler nefrin ve teessüfler!

Ey bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri
hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına
ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil,
belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi
idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında
yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır
ve millete bir istihzâdır.

Lem'alar, 119-124.

Hem meselâ, dalâletin gayet müthiş mânevî elemini hisseden bir adama iman ile
hidayet ihsan etmek, eğer tevhid nazarıyla bakılsa, birden, o cüzî ve fâni ve âciz
adam, bütün kâinatın Hâlıkı ve Sultanı olan Mâbudunun muhatap bir abdi olmak ve
o iman vasıtasıyla bir saadet-i ebediyeyi ve şahane ve çok geniş ve şâşaalı bir
mülk-ü bâki ve bâki bir dünyayı ihsan etmek; ve onun gibi bütün müminleri dahi derecelerine
göre o lûtfa mazhar etmek olan bu ihsan-ı ekber yüzünde ve simasında bir Zât-ı Kerîm
ve Muhsinin öyle bir hüsn-ü ezelîsi ve öyle bir cemâl-i lâyezâlîsi görünür ki, bir
lem'asıyla bütün ehl-i imanı kendine dost ve has kısmını da âşık yapıyor. Eğer tevhid
nazarıyla bakılmazsa, o cüzî imanı, ya mütehakkim ve hodbin Mutezileler gibi kendi
nefsine veya bazı esbaba havale eder ki, hakiki fiyatı ve pahası Cennet olan o Rahmânî
pırlanta, bir cam parçasına inip, aynadarlık ettiği kudsî cemâlin lem'asını kaybeder.

Şualar, 14.

Elhasıl, itikad-ı küfriye, iki kısımdır:

Birisi: Hakaik-i Islâmiyeye bakmıyor. Kendine mahsus yanlış bir tasdik ve bâtıl
bir itikat ve hatâ bir kabuldür ve zâlim bir hükümdür. Bu kısım bahsimizden hariçtir.
O bize karışmaz, biz de ona karışmayız.

İkincisi: Hakaik-i imaniyeye karşı çıkar, muaraza eder. Bu dahi iki kısımdır:

Birisi: Adem-i kabuldür. Yalnız, ispatı tasdik etmemektir. Bu ise bir cehildir;
bir hükümsüzlüktür ve kolaydır. Bu da bahsimizden hariçtir.

İkincisi: Kabul-ü ademdir. Kalben, ademini tasdik etmektir. Bu kısım ise bir
hükümdür, bir itikaddır, bir iltizamdır. Hem iltizamı için nefyini ispat etmeğe
mecburdur.

Nefiy dahi iki kısımdır:

Birisi: "Has bir mevkide ve hususî bir cihette yoktur" der. Bu kısım ise ispat
edilebilir. Bu kısım da bahsimizden hariçtir.

Ikinci kısım ise: Dünyaya ve kâinata ve âhirete ve asırlara bakan imanî ve kudsî
ve âmm ve muhît olan meseleleri nefiy ve inkâr etmektir. Bu nefiy ise, Birinci Meselede
beyan ettiğimiz gibi, hiçbir cihetle ispat edilmez. Belki kâinatı ihâta edecek ve
âhireti görecek ve hadsiz zamanın her tarafını temaşâ edecek bir nazar lâzımdır,
tâ o gibi nefiyler ispat edilebilsin.

(…) Azamet ve kibriya ve nihayetsizlik noktasında, ya gaflete veya mâsiyete
veya maddiyata dalmak sebebiyle darlaşan akıllar, azametli meseleleri ihata edemediklerinden,
bir gurur-u ilmî ile inkâra saparlar ve nefyederler. Evet, o mânen sıkışmış ve kurumuş
akıllarına ve bozulmuş ve mâneviyatta ölmüş olan kalblerine, çok geniş ve derin
ve ihatalı olan imanî mes'eleleri sığıştıramadıklarından, kendilerini küfre ve dalâlete
atarlar, boğulurlar.

Eğer dikkatle kendi küfürlerinin iç yüzüne ve dalâletlerinin mâhiyetine bakabilseler,
görecekler ki, imanda bulunan mâkul ve lâyık ve lâzım olan azamete karşı, yüz derece
muhâl ve imkânsızlık ve imtinâ o küfrün altında ve içindedir. Risale-i Nur yüzer
mizan ve muvazenelerle bu hakikatı iki kere iki dört eder derecesinde kat'î ispat
etmiş.

Meselâ, Cenâb-ı Hakkın vücub-u vücûdunu ve ezeliyetini ve ihatalı sıfatlarını
azametleri için kabul edemeyen adam, ya hadsiz mevcudata, belki nihayetsiz zerrelere,
o vücub-u vücudu ve ezeliyetini ve ulûhiyet sıfatlarını vermekle küfrünü itikad
edebilir. Veyahut ahmak sofestâîler gibi, hem kendini, hem kâinatın vücudunu inkâr
ve nefyetmekle akıldan istifa etmelidir. Işte, bunun gibi bütün hakaik-ı imaniye
ve Islâmiye, kendilerinin şe'nlerini, muktezaları olan azamete istinad ederek, karşılarındaki
küfrün dehşetli muhâlâtından ve vahşetli hurâfâtından ve zulmetli cehâlâtından kurtarıp
kemâl-i iz'an ve teslimiyetle selîm kalblerde ve müstakim akıllarda yerleştirirler.

Şualar, 95-96.

Ben o Eskişehir Hapishanesindeki müşahede ile meşgul iken, sefahet ve dalâleti
terviç eden bir şahs-ı mânevî, insî bir şeytan gibi karşıma dikildi ve dedi:

"Biz hayatın herbir çeşit lezzetini ve keyiflerini tatmak ve tattırmak istiyoruz;
bize karışma."

Ben de cevaben dedim:

Madem lezzet ve zevk için ölümü hatıra getirmeyip dalâlet ve sefahete atılıyorsun.
Kat'iyen bil ki, senin dalâletin hükmüyle bütün geçmiş zaman-ı mazi ölmüş ve mâdumdur.
Ve içinde cenazeleri çürümüş bir vahşetli mezaristandır. Insaniyet alâkadarlığıyla
ve dalâlet yoluyla, senin başına ve varsa ve ölmemişse kalbine, o hadsiz firaklardan
ve o nihayetsiz dostlarının ebedî ölümlerinden gelen elemler, senin şimdiki sarhoşça,
pek kısa bir zamandaki cüz'î lezzetini imha ettiği gibi, gelecek istikbal zamanı
dahi, itikatsızlığın cihetiyle yine mâdum ve karanlıklı ve ölü ve dehşetli bir vahşetgâhtır.
Ve oradan gelen ve başını vücuda çıkaran ve zaman-ı hazıra uğrayan biçarelerin başları
ecel cellâdının satırıyla kesilip hiçliğe atıldığından, mütemadiyen akıl alâkadarlığıyla
senin imansız başına hadsiz elîm endişeler yağdırıyor. Senin sefihâne cüz'î lezzetini
zîr ü zeber eder.

Eğer dalâleti ve sefaheti bırakıp iman-ı tahkiki ve istikamet dairesine girsen,
iman nuruyla göreceksin ki, o geçmiş zaman-ı mazi mâdum ve herşeyi çürüten bir mezaristan
değil, belki mevcut ve istikbale inkılâp eden nuranî bir âlem ve bâki ruhların istikbaldeki
saadet saraylarına girmelerine bir intizar salonu görünmesi haysiyetiyle, değil
elem, belki imanın kuvvetine göre Cennetin bir nevi mânevî lezzetini dünyada dahi
tattırdığı gibi gelecek istikbal zamanı, değil vahşetgâh ve karanlık, belki iman
gözüyle görünür ki, saadet-i ebediye saraylarında hadsiz rahmeti ve keremi bulunan
ve her bahar ve yazı birer sofra yapan ve nimetlerle dolduran bir Rahmân-ı Rahîm-i
Zülcelâli ve'l-Ikramın ziyafetleri kurulmuş ve ihsanlarının sergileri açılmış, oraya
sevkiyat var diye iman sinemasıyla müşahede ettiğinden, derecesine göre bâki âlemin
bir nevi lezzetini hissedebilir. Demek hakikî ve elemsiz lezzet yalnız imanda ve
iman ile olabilir.

Imanın bu dünyada dahi verdiği binler fayda ve neticelerinden yalnız birtek fayda
ve lezzetini, bu mezkûr bahsimiz münasebetiyle Gençlik Rehberinde bir hâşiye olarak
yazılan bir temsil ile beyan edeceğiz. Şöyle ki:

Meselâ, senin gayet sevdiğin birtek evlâdın sekeratta ölmek üzere iken ve meyusâne
elîm ebedî firakını düşünürken, birden Hazret-i Hızır ve Hakîm-i Lokman gibi bir
doktor geldi, tiryak gibi bir macun içirdi. O sevimli ve güzel evlâdın gözünü açtı,
ölümden kurtuldu. Ne kadar sevinç ve ferah veriyor, anlarsın.

İşte, o çocuk gibi sevdiğin ve ciddi alâkadar olduğun milyonlar sence mahbup
insanlar, o mazi mezaristanında, senin nazarında çürüyüp mahvolmak üzere iken, birden
hakikat-i iman, Hakîm-i Lokman gibi, o büyük idamhâne tevehhüm edilen mezaristana
kalp penceresinden bir ışık verdi. Onunla baştan başa bütün ölüler dirildiler. Ve
"Biz ölmemişiz ve ölmeyeceğiz, yine sizinle görüşeceğiz" lisan-ı hal ile dediklerinden
aldığın hadsiz sevinçler ve ferahları iman bu dünyada dahi vermesiyle ispat eder
ki, iman hakikatı öyle bir çekirdektir ki, eğer tecessüm etse, bir cennet-i hususiye
ondan çıkar, o çekirdeğin şecere-i tûbâsı olur dedim.

O muannid döndü, dedi:

"Hiç olmazsa hayvan gibi hayatımızı keyif ve lezzetle geçirmek için sefahet ve
eğlencelerle bu ince şeyleri düşünmeyerek yaşayacağız."

Cevaben dedim:

Hayvan gibi olamazsın. Çünkü, hayvanın mazi ve müstakbeli yok. Ne geçmişten elemler
ve teessüfler alır ve ne de gelecekten endişeler ve korkular gelir. Lezzetini tam
alır. Rahatla yaşar, yatar, Hâlıkına şükreder. Hattâ kesilmek için yatırılan bir
hayvan, birşey hissetmez. Yalnız bıçak kestiği vakit hissetmek ister; fakat, o his
dahi gider, o elemden de kurtulur. Demek en büyük bir rahmet, bir şefkat-i İlâhiye,
gaybı bildirmemektedir ve başa gelen şeyleri setretmektedir. Hususan mâsum hayvanlar
hakkında daha mükemmeldir.

Fakat, ey insan, senin mazi ve müstakbelin akıl cihetiyle bir derece gaybîlikten
çıkmasıyla, setr-i gaybdan hayvana gelen istirahatten tamamen mahrumsun. Geçmişten
çıkan teessüfler, elîm firaklar ve gelecekten gelen korkular ve endişeler, senin
cüz'î lezzetini hiçe indirir. Lezzet cihetinde yüz derece hayvandan aşağı düşürür.

Madem hakikat budur. Ya aklını çıkar at, hayvan ol, kurtul. Veya aklını imanla
başına al, Kur'ân'ı dinle, yüz derece hayvandan ziyade ve fâni dünyada dahi sâfi
lezzetleri kazan, diyerek onu ilzam ettim.

Yine o mütemerrid şahıs döndü, dedi:

"Hiç olmazsa ecnebî dinsizleri gibi yaşarız."

Cevaben dedim:

Ecnebi dinsizleri gibi de olamazsın. Çünkü onlar bir peygamberi inkâr etse, diğerlerine
inanabilirler. Peygamberleri bilmese de, Allah'a inanabilir. Bunu da bilmezse, kemâlâta
medar bazı seciyeleri bulunabilir. Fakat bir Müslüman, en âhir ve en büyük ve dini
ve dâveti umumî olan âhirzaman Peygamberi Aleyhissalâtü Vesselâmı inkâr etse ve
zincirinden çıksa, daha hiçbir peygamberi, hattâ Allah'ı kabul etmez. Çünkü bütün
peygamberleri ve Allah'ı ve kemâlâtı onunla bilmiş. Onlar onsuz kalbinde kalmaz.
Bunun içindir ki, eskiden beri her dinden İslâmiyete giriyorlar; ve hiçbir Müslüman,
hakiki Yahudi veya Mecusi veya Nasranî olmaz. Belki dinsiz olur; seciyeleri bozulur,
vatana, millete muzır bir hâlete girer. İspat ettim. O muannid ve mütemerrid şahsın
daha tutunacak bir yeri kalmadı. Kayboldu, Cehenneme gitti.

Şualar, 181-183.

Sekizinci Kelime:
'dir. Bundaki hüccete kısa bir işarettir:

Evet, tarih-i beşer ve kütüb-ü mukaddese, tevatürlere ve külli ve kati hadisat
ve malumat ve müşahedat-ı beşeriyeye istinaden bilittifak, sarih ve kati bir surette
haber veriyorlar ki, sırat-ı müstakim ehli olan peygamberlere (aleyhimüsselam) binler
vakıatta istimdatlarına harika bir tarzda gaybi imdat gelmesi ve onların istedikleri
aynen verilmesi ve düşmanları olan münkirlere yüzer hadisatta aynı zamanda gazap
gelmesi ve semavi musibet başlarına inmesi, kati, şeksiz gösterir ki, bu kâinatın
ve içindeki nev-i beşerin Hakim ve Adil ve Muhsin ve Kerim ve Aziz ve Sahhar bir
Mutasarıfı, bir Rabbi var ki, Nuh ve İbrahim, Musa ve Hud ve Salih gibi (aleyhimüsselam)
çok nebilere pek harika bir surette tarihi ve geniş hadiselerle muzafferiyet ve
necatları vermiş ve Semud ve Ad ve Firavun kavimleri gibi çok zalimlere ve münkirlere
dahi, peygamberlere isyanlanna mukabil, dünyada dahi bir ceza olarak başlarına dehşetli
semavi musibetler indirmiş.

Evet, Adem (a.s.) zamanından beri, beşeriyette, iki cereyan-ı azim birbiriyle
çarpışarak gelmiş. Biri, istikamet yolunu takip ile nimet ve saadet-i dareyne mazhar
olan ehl-i nübüvvet ve salahat ve iman; kâinatın hakiki güzelliğine ve intizam ve
kemaline mutabık olarak istikamette hareket ettiklerinden, hem kâinat sahibinin
lütuflarına, hem iki cihanın saadetine mazhar olup, beşeri melekler derecelerine,
belki fevkıne terakki ettirmeye vesile olarak dünyada iman hakikatleriyle manevi
bir cennet, ahirette bir saadet kazanıp ve kazandırmışlar.

İkinci cereyan, istikameti bırakıp, ifrat ve tefritle aklı bir vesile-i azap
ve elemler toplayıcı bir alete çevirmesinden, insaniyeti en bedbaht bir hayvaniyetten
aşağı düşürüp, dünyada zulümlerine mukabil gazab-ı İlahi ve musibet tokatlarını
yemekle beraber, dalaleti cihetinden, akıl alakadarlığıyla kâinatı bir hüzüngah
ve matemhane-i umumiye ve. zevalde yuvarlanan zihayatlar için bir mezbaha, selhhane
ve gayet çirkin ve karışık görüp ruhu, vicdanı dünyada bir manevi cehennemde olup,
ahirette daimi bir azap çekmeye kendini müstehak eder.

İşte Fatiha-i Şerifenin ahirinde
ayeti, bu iki cereyan-ı azimi ders veriyor. Ve Risale-i Nurdaki bütün muvazenelerin
menbaı ve esası ve üstadı bu ayettir. Madem yüzer muvazenelerle Nurlar, bu ayeti
tefsir etmişler; biz dahi izahını ona havale ederek, bu kısa işaretle iktifa ederiz.

Şualar, 534.

Kur'an-ı Hakimin sırr-ı icazıyla, hakiki bir tefsiri olan Risale-i Nur, bu dünyada
bir manevi Cehennemi dalalette gösterdiği gibi, imanda dahi bu dünyada manevi bir
Cennet bulunduğunu ispat ediyor. Ve günahların ve fenalıkların ve haram lezzetlerin
içinde, manevi elim elemleri gösterip hasenat ve güzel hasletlerde ve hakaik-ı şeriatın
amelinde Cennet lezaizi gibi manevi lezzetler bulunduğunu ispat ediyor. Sefahet
ehlini ve dalalete düşenleri o cihetle, aklı başında olanlarını kurtarıyor. Çünkü,
bu zamanda iki dehşetli hal var.

Birincisi: Akıbeti görmeyen, bir dirhem hazır lezzeti, ileride bir batman lezzetlere
tercih eden hissiyat-ı insaniye, akıl ve fikre galebe ettiğinden ehl-i sefaheti
sefahetten kurtarmanın çare-i yeganesi, aynı lezzetinde elemi gösterip hissini mağlup
etmektir. Ve ayetinin işaretiyle, bu zamanda ahiretin elmas gibi nimetlerini, lezzetlerini
bildiği halde, dünyevi kırılacak şişe parçalarını onlara tercih etmek, ehl-i iman
iken ehl-i dalalete o hubb-u dünya ve o sır için tabi olmak tehlikesinden kurtarmanın
çare-i yeganesi, dünyada dahi Cehennem azabı gibi elemleri göstermekle olur ki,
Risale-i Nur o meslekten gidiyor. Yoksa, bu zamandaki küfr-ü mutlakın ve fenden
gelèn dalaletin ve sefahetteki tiryakiliğin inadı karşısında Cenab-ı Hakkı tanıttırdıktan
sonra ve Cehennemin vücuduna ispat ile ve onun azabı ile insanları fenalıktan, seyyiattan
vazgeçirmek yolu ile ondan, belki de yirmiden birisi ders alabilir. Ders aldıktan
sonra da, "Cenab-ı Hak Gafurü'r-Rahimdir, hem Cehennem pek uzaktır" der, yine sefahetine
devam edebilir. Kalbi, ruhu hissiyatına mağlup olur. İşte, Risale-i Nur ekser muvazeneleriyle
küfür ve dalaletin dünyadaki elim ve ürkütücü neticelerini göstermekle, en muannid
ve nefisperest insanları dahi o menhus, gayr-i meşru lezzetlerden ve sefahetlerden
bir nefret verip aklı başında olanları tevbeye sevk eder. O muvazenelerden, Altıncı,
Yedinci, Sekizinci, Sözlerdeki kısa muvazeneler ve Otuz İkinci Sözün Üçüncü Mevkıfındaki
uzun muvazene, en sefih ve dalalette giden adamı da ürkütüyor, dersini kabul ettiriyor.
Mesela, ayet-i Nurda, seyahat-i hayaliye ile hakikat olarak gördüğüm vaziyetleri
gayet kısaca işaret edeceğiz. Tafsilini isteyen, Sikke-i Gaybiyenin ahirine baksın.

Ezcümle, o seyahat-i hayaliyede, rızka muhtaç hayvanat alemini gördüğüm vakit,
maddi felsefe ile baktım, hadsiz ihtiyacat ve şiddetli açlıklarıyla beraber zaaf
ve aczleri, o zihayat alemini bana çok acıklı ve elim gösterdi. Ehl-i dalalet ve
gafletin gözüyle baktığımdan feryad eyledim. Birden hikmet-i Kur'aniye ve imanın
dürbünü ile gördüm ki, Rahman ismi rezzak burcunda, parlak bir güneş gibi tulu etti.
O aç, biçare zihayat alemini rahmet ışığıyla yaldızladı.

Sonra hayvanat alemi içinde yavruların zaaf ve acz ve ihtiyaç içinde çırpındıkları
hazin, elim ve herkesi rikkat ve acımaya getirecek bir karanlık içinde diğer bir
alemi gördüm. Ehl-i dalaletin nazarıyla baktığıma eyvah dedim. Birden iman bana
bir gözlük verdi; gördüm ki, Rahim ismi şefkat burcunda tulu etti. O kadar güzel
ve şirin bir surette o acı alemi sevinçli aleme çevirip ışıklandırdı ki, şekva ve
acımak ve hüzünden gelen göz yaşlarımı, sevinç ve şükrün lezzetlerinden gelen damlalara
çevirdi.

Sonra sinema perdesi gibi insan alemi bana göründü. Ehl-i dalaletin dürbünü ile
baktım. O alemi o kadar karanlıklı, dehşetli gördüm ki, kalbimin en derinliklerinden
feryad ettim, eyvah dedim. Çünkü, insanlarda ebede uzanıp giden arzuları, emelleri
ve kainatı ihata eden tasavvurat ve efkarlan ve ebedi beka ve saadet-i ebediyeyi
ve Cenneti gayet ciddi isteyen himmetleri ve fıtri istidatları ve had konulmayan
ve serbest bırakılan fıtri kuvveleri ve hadsiz maksadlara müteveccih ihtiyaçları
ve zaaf ve aczleriyle beraber hücumlarına maruz kaldıkları hadsiz musibet ve adaları
ile beraber gayet kısa bir ömür, hergün ve her saat ölüm endişesi altında, gayet
dağdağalı bir hayat, yaşamak için gayet perişan bir maişet içinde kalbe, vicdana
en elim ve en müthiş halet olan mütemadi zeval ve fırak belasını çekmek içinde ehl-i
gaflet için zulümat-ı ebediye kapısı suretinde görülen kabre ve mezaristana bakıyorlar.
Birer birer ve taife taife o zulümat kuyusuna atılıyorlar gördüm. İşte, bu insan
alemini bu zulümat içinde gördüğüm anda, kalb ve ruh ve aklımla beraber bütün letaif
i insaniyem, belki bütün zerrat-ı vücudum feryad ile ağlamaya hazır iken, birden
Kur'andan gelen Nur ve kuvvet-i iman o dalalet gözlüğünü kırdı, kafama bir göz verdi.
Gördüm ki, Cenab-ı Hakkın Adil ismi Hakim burcunda, Rahman ismi Kerim burcunda,
Rahim ismi Gafur burcunda, yani manasında, Bais ismi Varis burcunda, Muhyi ismi
Muhsin burcunda, Rab ismi Malik burcunda birer güneş gibi tulu ettiler. O karanlıklı
ve içinde çok alemler bulunan insan aleminin umumunu birden ışıklandırdılar, şenlendirdiler.
Cehennemi haletleri dağıtıp, nurani ahiret aleminden pencereler açıp o perişan insan
dünyasına nurlar serptiler. Zerrat-ı kainat adedince, "Elhamdülillah, Eşşükrülillah"
dedim. Ve aynelyakin gördüm ki, imanda manevi bir Cennet ve dalalette manevi bir
Cehennem bu dünyada da vardır, yakinen bildim.

Sonra küre-i arzın alemi göründü. O seyahat-i hayaliyemde dine itaat etmeyen
felsefenin, karanlıklı kavanin-i ilmiyeleri, hayalime dehşetli bir alem gösterdi.
Yetmiş defa top güllesinden daha süratli hareketiyle, yirmi beş bin sene mesafeyi
bir senede gezip devreden ve her vakit dağılmaya ve parçalanmaya müstaid (kabil)
ve içi zelzeleli, çok ihtiyar ve çok yaşlı küre-i arz içinde ve o dehşetli gemi
üstünde kainatın hadsiz boşluğunda seyahat eden biçare nev-i insan (vaziyeti) bana
pek vahşetli bir karanlık içinde göründü, başım döndü, gözüm karardı. Felsefenin
gözlüğünü yere vurdum, kırdım. Birden hikmet-i Kur'aniye ve imaniye ile ışıklanmış
bir göz ile baktım, gördüm ki: Halık-ı Arz ve Semavatın Kadir, Alim, Rab, Allah
ve Rabbü's-Semavati vel-Ard ve Musahhirü'ş-Şemsi vel-Kamer isimleri, rahmet azamet,
rububiyet burçlarında güneş gibi tulu ettiler. O karanlıklı, vahşetli, dehşetli
alemi öyle ışıklandırdılar ki, o halette, benim imanlı gözüme küre-i arz gayet muntazam,
musahhar, mükemmel, hoş, emniyetli, herkesin erzakı içinde bir seyahat gemisi ve
tenezzüh ve keyif ve ticaret için müheyya edilmiş ve ziruhları güneşin etrafında,
memleket-i Rabbaniyede gezdirmek ve yaz ve bahar ve güzün mahsülatını rızık isteyenlere
getirmek için bir gemi, bir tayyare, bir şimendifer hükmünde gördüm. Küre-i Arzın
zerratı adedince
dedim.

İşte, buna kıyasen Risale-i Nurda pekçok muvazenelerle ispat edilmiştir ki, ehl-i
sefahet ve dalalet, dünyada dahi bir manevi Cehennem içinde azap çekerler ve ehl-i
iman ve salahat, dünyada dahi bir manevi Cennet içinde, İslamiyet ve insaniyet midesiyle
ve imanın tecelliyat ve cilveleriyle, manevi bir Cennet lezzetleri tadabilir, belki
derece-i imanlarına göre istifade edebilirler. Fakat, bu fırtınalı zamanın hissi
iptal eden ve beşerin nazarını afaka dağıtan ve boğan cereyanlar, iptal-i his nevinden
bir sersemlik vermiş ki, ehl-i dalalet manevi azabını muvakkaten tam hissedemiyor.
Ehl-i hidayete dahi gaflet basıyor, hakiki lezzetini tam takdir edemiyor.

Bu asırda ikinci dehşetli hal: Eski zamanda küfr-ü mutlak ve fenden gelen dalaletler
ve küfr-ü inadiden gelen temerrüd, bu zamana nisbeten pek az idi. Onun için, eski
İslam muhakkiklerinin dersleri, hüccetleri o zamanlarda tam kafı olurdu. Küfr-ü
meşkuku çabuk izale ederlerdi. Allah'a iman umumi olduğundan, Allah'ı tanıttırmakla
ve Cehennem azabını ihtar etmekle çokları sefahetlerden, dalaletlerden vazgeçebilirlerdi.
Şimdi ise, eski zamanda bir memlekette bir kafır-i mutlak yerine, şimdi bir kasabada
yüz tane bulunabilir. Eskide, fen ve ilimle dalalete girip inat ve temerrüdle hakaik-i
imana karşı çıkana nisbeten şimdi yüz derece ziyade olmuş. Bu mütemerrid inatçılar,
firavunluk derecesinde bir gururla ve dehşetli dalaletleriyle hakaik-ı imaniyeye
karşı muaraza ettiklerinden, elbette bunlara karşı atom bombası gibi bu dünyada
onların temellerini parça parça edecek bir hakikat-i kudsiye lazımdır ki, onların
tecavüzatını durdursun ve bir kısmını imana getirsin.

İşte, Cenab-ı Hakka hadsiz şükürler olsun ki, bu zamanın tam yarasına bir tiryak
olarak Kur'an-ı Mucizü'1-Beyanın bir mu'cize-i maneviyesi ve lemeatı bulunan Risale-i
Nur, pekçok muvazenelerle, en dehşetli muannid, mütemerridleri, Kur'anın elmas kılıncı
ile kırıyor. Ve kainat zerreleri adedince vahdaniyet-i İlahiyeye ve imanın hakikatlerine
hüccetleri, delilleri gösteriyor ki; yirmi beş seneden beri en şiddetli hücumlara
karşı mağlup olmayıp galebe etmiş ve ediyor. Evet, Risale-i Nur iman ve küfür muvazeneleri
ve hidayet ve dalalet mukayeseleri, bu mezkur hakikatleri bilmüşahede ispat ediyor.
Mesela, Yirmi İkinci Sözün iki makamının bürhanlarına ve lem'alarına ve Otuz İkinci
Sözün Birinci Mevkıfına ve Otuz Üçüncü Mektubun pencerelerine ve Asa-yı Musanın
on bir hüccetine, sair muvazeneler kıyas edilse ve dikkat edilse, anlaşılır ki,
bu zamanda küfr-ü mutlakı ve mütemerrid dalaletin inadını kıracak, parçalayacak,
Risale-i Nurda tecelli eden hakikat-i Kur'aniyedir.

İnşaallah, nasıl Tılsımlar Mecmuasında, dinin mühim tılsımlarını ve hilkat-i
alemin muammalarını keşf eden parçalar, o mecmuada toplanmış; aynen öyle de, ehl-i
dalaletin dünyada dahi cehennemlerini ve ehl-i hidayetin dünyada lezaiz-i cennetlerini
gösteren ve iman Cennetin bir manevi çekirdeği ve küfür ise Cehennem zakkumunun
bir tohumu olduğunu gösteren Nur'un o gibi parçaları, kısacık bir tarzda, bir mecmuacık
olarak yazılacak, inşaallah neşredilecek.

Şualar, 582-585.

İ'lem eyyühe'l-aziz! İnsan ne kadar cahil ve gafildir! Ne kadar yolunu şaşırmış,
nefsine zarar veriyor! Dokuz vecihle menfaati muhakkak, yalnız bir vecihle zararı
mevhum olan büyük bir hayr-ı azîmi terk, dalâleti irtikâp eder. Evet, Sofestaînin
bir şüphesi için, binlerce menfaat delilleri olan hidayeti terk ediyor.

Halbuki insan çok vehham, ihtiyatlı olduğuna nazaran, dünyevî bir işte onda bir
zarar ihtimali varsa içtinap eder. Âhiret işi olursa, onda dokuz zarar ihtimali
olduğu halde, içtinap etmez. İşte cehalet bu kadar olur!

Mesnevi-i Nuriye, 124.

İhtar: En büyük hidayet, hicabın kaldırılmasıyla hakkı hak, batılı batıl göstermektir.

İşaratü'l-İcaz, 28.

Üçüncüsü: "Hidayetin neticesi, semeresi ve hidayetteki lezzet ve nimet nedir?"
diye sual eden saile cevaptır. Yani, hidayette saadet-i dareyn vardır. Hidayetin
neticesi, nefs-i hidayettir. Hidayetin semeresi, ayn-ı hidayettir. Zira, hidayet
haddizatında büyük bir nimettir ve vicdani bir lezzettir ve ruhun cennetidir. Nasıl
ki dalalet ruhun cehennemidir; öyle de,
ahiretin felah ve saadetini intaç eder.

İşaratü'l-İcaz, 62.

Sanki hidayet-i İlahi, bir burak olup mü'minlere gönderilmiştir. Mü'minler tarik-i
müstakimde ona binerek arş-ı kemalata yürürler.

İşaratü'l-İcaz, 63.

Madem hakikat budur. Esrar-ı Kur'âniyeye ait yazılan Sözler, şu zamanın yaralarına
en münasip bir ilâç, bir merhem ve zulümatın tehacümatına maruz heyet-i İslâmiyeye
en nâfi bir nur ve dalâlet vâdilerinde hayrete düşenler için en doğru bir rehber
olduğu itikadındayım.

Bilirsiniz ki, eğer dalâlet cehaletten gelse, izalesi kolaydır. Fakat dalâlet
fenden ve ilimden gelse, izalesi müşküldür. Eski zamanda ikinci kısım binde bir
bulunuyordu. Bulunanlardan ancak binden biri irşadla yola gelebilirdi. Çünkü, öyleler
kendilerini beğeniyorlar. Hem bilmiyorlar, hem kendilerini bilir zannediyorlar.
Cenâb-ı Hak şu zamanda, i'câz-ı Kur'ân'ın mânevî lemeâtından olan malûm Sözleri,
şu dalâlet zındıkasına bir tiryak hâsiyetini vermiş tasavvurundayım.

Mektubat, 27.

Madem ilm-i İlâhîye ve irade-i Rabbâniyeye mevcudat adedince, belki mevcudatın
şuûnâtı adedince delâlet ve şehadet vardır. Elbette, bir kısım filozofların irade-i
İlâhiyeyi nefiy ve bir kısım ehl-i bid'atın kaderi inkâr ve bir kısım ehl-i dalâletin,
cüz'iyâta adem-i ıttılaını iddia etmeleri ve tabiiyyunun bir kısım mevcudatı tabiat
ve esbaba isnad etmeleri, mevcudat adedince muzaaf bir yalancılıktır ve mevcudatın
şuûnâtı adedince muzaaf bir dalâlet divaneliğidir. Çünkü hadsiz şehadet-i sadıkayı
tekzip eden, hadsiz bir yalancılık işlemiş olur.

İşte, meşiet-i İlâhiye ile vücuda gelen işlerde, "inşaallah, inşaallah" yerinde,
bilerek "tabiî, tabiî" demek ne kadar hata ve muhâlif-i hakikat olduğunu kıyas et.

Mektubat, 237.

(…) ehl-i felsefenin en ziyade ileri gidenleri olan sofestâîler, tarik-i haktan
yüzlerini çevirdiklerinden, küfür ve dalâlet tarikine bakmışlar; görmüşler ki, şirk
yolu, tarik-i haktan ve tevhid yolundan yüz bin defa daha müşkülâtlıdır, nihayet
derecede gayr-ı makuldür. Onun için, bilmecburiye, herşeyin vücudunu inkâr ederek
akıldan istifa etmişler.

Mektubat, 240.

Ehl-i dalâlet için dünya firaklar ve zevallerle dolu ve ademlerle mâlâmâldir.
Kâinat, onun için mânevî bir cehennem hükmüne geçer. Herşey onun için âni bir vücut
ile hadsiz bir adem ihata ediyor. Bütün mazi ve müstakbel zulümat-ı ademle memlûdür;
yalnız kısacık bir zaman-ı halde bir hazin nur-u vücut bulabilir. Fakat sırr-ı Kur'ân
ve nur-u iman ile, ezelden ebede kadar bir nur-u vücut görünür, ona alâkadar olur
ve onunla saadet-i ebediyesini temin eder.

Mektubat, 286.

Bir zaman, ben bir kısım ehl-i dalâlete mühim bir vakitte kahr ile dua ettim.
Bedduama karşı, müthiş bir kuvvet-i mâneviye çıktı. Hem duamı geri çeviriyordu,
hem beni men etti.

Sonra gördüm ki, o kısım ehl-i dalâlet, hilâf-ı hak icraatında bir kuvve-i mâneviyenin
teshilâtıyla arkasına aldığı halkı sürükleyip gidiyor, muvaffak oluyor. Yalnız cebirle
değil, belki velâyet kuvvetinden gelen bir arzuyla imtizaç ettiği için, ehl-i imanın
bir kısmı o arzuya kapılıp hoş görüyorlar, çok fena telâkki etmiyorlar.

İşte bu iki sırrı hissettiğim vakit dehşet aldım. "Fesübhânallah," dedim. "Tarik-i
haktan başka velâyet bulunabilir mi? Hususan müthiş bir cereyan-ı dalâlete ehl-i
hakikat taraftar çıkar mı?" dedim. Sonra, bir mübarek Arefe gününde, müstahsen bir
âdet-i İslâmiyeye binaen Sûre-i İhlâsı yüzer defa tekrar ederek okuyup, onun bereketiyle,
"Mühim bir suale cevap" namında yazılan mesele ile beraber şöyle bir hakikat dahi
rahmet-i İlâhiye ile kalb-i âcizâneme gelmiş. Hakikat şudur ki:

Sultan Mehmed Fatih'in zamanında hikâye edilen meşhur ve mânidar Cibali Baba
kıssası nevinden olarak, bir kısım ehl-i velâyet, zâhiren muhakemeli ve âkıl görünürken,
meczupturlar. Ve bir kısmı dahi, Bazen sahvede ve daire-i akılda görünür, Bazen
aklın ve muhakemenin haricinde bir hale girer. Şu kısımdan bir sınıfı, ehl-i iltibastır,
tefrik etmiyor. Sekir halinde gördüğü bir meseleyi hâlet-i sahvede tatbik eder,
hata eder ve hata ettiğini bilmez. Meczupların bir kısmı ise, indallah mahfuzdur,
dalâlete sülûk etmez. Diğer bir kısmı ise mahfuz değiller; bid'at ve dalâlet fırkalarında
bulunabilirler. Hattâ kâfirler içinde bulunabileceği ihtimal verilmiş.

İşte, muvakkat veya daimî meczup olduklarından, mânen "mübarek mecnun" hükmünde
oluyorlar. Ve mübarek ve serbest mecnun hükmünde oldukları için, mükellef değiller.
Ve mükellef olmadıkları için muahaze olunmuyorlar. Kendi velâyet-i meczubâneleri
bâki kalmakla beraber, ehl-i dalâlete ve ehl-i bid'aya taraftar çıkarlar, mesleklerine
bir derece revaç verip, bir kısım ehl-i imanı ve ehl-i hakkı, o mesleğe girmeye
meş'ûmâne bir sebebiyet verirler.

Mektubat, 328.

Eski zamanda, esâsât-ı imaniye mahfuzdu, teslim kavî idi. Teferruatta, âriflerin
marifetleri delilsiz de olsa, beyanatları makbul idi, kâfi idi. Fakat şu zamanda,
dalâlet-i fenniye elini esâsâta ve erkâna uzatmış olduğundan, her derde lâyık devâyı
ihsan eden Hakîm-i Rahîm olan Zât-ı Zülcelâl, Kur'ân-ı Kerîmin en parlak mazhar-ı
i'câzından olan temsilâtından bir şulesini, acz ve zaafıma, fakr ve ihtiyacıma merhameten,
hizmet-i Kur'ân'a ait yazılarıma ihsan etti.

Felillâhilhamd, sırr-ı temsil dürbünüyle, en uzak hakikatler gayet yakın gösterildi.
Hem sırr-ı temsil cihetü'l-vahdetiyle, en dağınık meseleler toplattırıldı. Hem sırr-ı
temsil merdiveniyle, en yüksek hakaike kolaylıkla yetiştirildi. Hem sırr-ı temsil
penceresiyle, hakaik-i gaybiyeye, esâsât-ı İslâmiyeye, şuhuda yakın bir yakîn-i
imaniye hâsıl oldu. Akıl ile beraber vehim ve hayal, hattâ nefis ve hevâ teslime
mecbur olduğu gibi, şeytan dahi teslim-i silâha mecbur oldu.

Mektubat, 365.

Evet, ehl-i dünya, hususan ehl-i dalâlet, parasını ucuz vermez, pek pahâlı satar.
Bir senelik hayat-ı dünyeviyeye bir derece yardım edecek bir mala mukabil, hadsiz
bir hayat-ı ebediyeyi tahrip etmeye bazen vesile olur. O pis hırsla, gazab-ı İlâhîyi
kendine celb eder ve ehl-i dalÂletin rızasını celbe çalışır.

Mektubat, 407.

İnsan fıtraten mükerrem olduğundan, hakkı arıyor. bazen bâtıl eline gelir; hak
zannederek koynunda saklar. Hakikati kazarken, ihtiyarsız, dalâlet başına düşer;
hakikat zannederek kafasına giydiriyor.

Mektubat, 455.

Sıkıntı sefahatin muallimidir. Yeis dalâlet-i fikrin, zulmet-i kalp ruh sıkıntısının
menbaıdır.

Mektubat, 462.

Remiz

İnsanı dalâletlere sürükleyen cihetlerden biri de şudur ki: İsm-i Zahir ile ism-i
Bâtın'ın hükümleri ayrı ayrı oluyor; bunları birbirine karıştırıp mercilerini kaybetmek
mahzurludur.

Kezâlik, kudretin levazımıyla hikmetin levâzımı bir değildir. Birisine ait levazımatı
ötekisinden talep etmek hatadır.

Ve keza daire-i esbabın iktizasıyla daire-i itikad ve tevhidin iktizası bir değildir.
Onu bundan istememeli.

Ve keza, kudretin taallûkatı ayrı, vücudun cilveleri veya sair sıfatın tecelliyâtı
ayrıdır; birbirine iltibas edilmemeli. Meselâ, dünyada vücudun tedricîdir; berzahî
aynalarda âni ve def'îdir. Çünkü, icadla tecellî arasında fark vardır.

Mesnevi-i Nuriye, 69.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Hanzalenin çekirdeğinde hanzale ağacı mündemiç ve dahil
olduğu gibi, Cehennemin de küfür ve dalâlet tohumunda müstetir bulunduğunu, şuhudî
bir yakînle müşahede ettim. Ve keza, nasıl ki hurmanın çekirdeği hurma ağacına hamiledir;
aynen öyle de, iman habbesinde de Cennetin mevcut olduğunu hads-i kat'î ile gördüm.
Çünkü, o çekirdeklerin ağaçlara tahavvül ve inkılâpları garip olmadığı gibi, küfür
ve dalâlet mânâsı da tâzip edici bir Cehennemi, imân ve hidâyet de bir Cenneti intaç
edeceğinde istib'ad yoktur.

Mesnevi-i Nuriye, 88.

İ'lem eyyühe'l-aziz! Herbir insan için hayat seferinde iki yol vardır. Bu iki
yolun uzunluğu, kısalığı birdir. Amma birisinde ehl-i şuhud ve ehl-i vukufun şehadet
ve tasdikleriyle, onda dokuz menfaat ihtimali var. İkinci yolda mesele maküsedir,
onda dokuz zarar ihtimali vardır. İkinci yolla gidenin ne silahı var, ne zahiresi.
Tabii, yolda pek çok korkulara maruz kalacağı gibi, ihtiyaçlarını def için çoklara
minnet altında kalır. Fakat birinci yola sülük edenin hem silahı, hem erzakı beraberdir.
Pek serbestane gider. Birinci yol Kur'an yoludur, ikinci yol ise dalalet yoludur.

Evet, ehl-i şuhudun, ehl-i vukufun tasdik ve şehadetleriyle sabittir ki, iman
yümnüyle yürüyen emn ü eman içindedir. Ve bilahare merkez-i hükümete ulaştığında,
onda dokuzu büyük mükafatlara mazhar olacaklardır. Fakat, dalalet zulümatı içinde
yürüyenler esna-yı seferde korkudan, açlıktan herşeye ve herkese tezellül ettikten
sonra, mahall-i hükümete vasıl olduğunda, onda dokuzu ya idam veya ebedi hapse mahküm
olacaklardır. Binaenaleyh aklı olan, zararlı birşeyi, dünyevi, edna bir hiffet için
tercih etmez.

Ehl-i şuhud dediğimizden maksat, evliyaullahtır. Zira velayet sahibi, avamın
itikad ettiği şeyleri gözle müşahede ediyor. Kur'an yoluyla gidenlerin silah ve
zahireleri ise, Kadir-i Mutlaka, Ganiyy-i Kerime olan tevekkül onları temin eder.

Zira, tevekkül, istinad ve istimdad noktalarını tazammun ediyor. Bu noktalar
da kelime-i tevhidi istilzam ediyor. Kelime-i tevhid de namazı iktiza ediyor. Namaz
dahi ubudiyetin esas bir rüknüdür. Ubudiyeti emreden tekliftir. Mükellefiyetini
ifa edenin, mükellefiyet müddetince, mükellefiyet-i askeriye gibi yemekleri, libasları
ve sair hayat lazimeleri hazine-i Rahman'dan verilir. Mükellefiyet-i askeriye iki
buçuk senedir. Amma mükellefiyet-i ubudiyet, müddet-i ömürdür.

Mesnevi-i Nuriye, 188-189.

Sual: Cenab-ı Hak Ganiyy-i Mutlaktır. alemde bu kadar dalaletleri ve pek çirkin
fena şeylerin yaratılışında ne hikmet vardır?

Cevap: Kainatta maksud-u bizzat ve külli ve şümullü olarak yaratılan, ancak kemaller,
hayırlar, hüsünlerdir. Şerler, kubuhlar, noksanlar ise hüsünlerin, hayırların, kemallerin
arasında görülmeyecek kadar dağınık ve cüz'iyet kabilinden tebei olarak yaratılmışlardır
ki, hayırların, hüsünlerin, kemallerin mertebelerini, nevilerini, kısımlarını göstermeye
vesile olsunlar ve hakaik-i nisbiyenin vücuduna veya zuhuruna bir mukaddeme ve bir
vahid-i kıyasi olsunlar.

İşaratü'l-İcaz, 32.

Aziz kardeşlerim,

Temadî eden tahribat-ı maneviye karşısında, lillâhilhamd, gittikçe Risale-i Nur'un
mucizâne mukavemeti ve satveti ve kıymeti tezayüt ediyor. Dalâletin temel taşı ve
nokta-i istinadı olan tabiat tağutunu dağıtıp, Kur'an elinde bir elmas kılıç olarak
her tarafta nurları saçar, zulümatı dağıtır. Fakat dalâletlerin envâı çoktur. O
nispette risalelerin dahi ayrı ayrı meziyetleri, ehemmiyetleri var.

Kastamonu Lahikası, 34.

Birden ihtar edilen bir mesele:

Âhirzamanda bir şahsın hatiât ve günahlarının gayet dehşetli bir yekûn teşkil
ettiğine dair rivayetler vardır. Eskide, "Acaba âdi bir adam, binler adam kadar
günah işleyebilir mi? Ve o ahirzamanda bildiğimiz günahlardan başka hangi günahlardır
ki, kâinatın heyet-i mecmuasına dokunur, kıyametin kopmasına ve dünyaları başlarına
harap olmasına sebebiyet verir?" diye düşünürdüm. Şimdi bu zamanda müteaddit esbabını
gördük.

Ezcümle: Müteaddit o vücuhundan radyomla anlaşıldı ki, o birtek adam, birtek
kelimeyle bir milyon kebairi birden işler. Ve milyonlarla insanı dinlettirmekle
günahlara sokar.

Evet, küre-i havanın yüz binler kelimeleri birden söyleyen ve bir dili olan radyo
unsuru, nev-i beşere öyle bir nimet-i İlahiyyedir ki, küre-i havayı bütün zerratıyla
şükür ve hamd ü senayla doldurmak lazım gelirken, dalâletten tevellüd eden sefahet-i
beşeriye o azim nimeti şükrün aksine istimal ettiğinden, elbette tokat yiyecek.

Nasıl ki havârık-ı medeniyet namı altındaki ihsanat-ı İlahiyyeyi bu mimsiz, gaddar
medeniyet hüsn-ü istimal ile şükrünü eda edemeyerek tahribata sarf edip küfran-ı
nimet ettiği için öyle bir tokat yedi ki, bütün bütün saadet-i hayatiyeyi kaybettirdi.
Ve en medenî tasavvur ettiği insanları, en bedevî ve vahşî derekesinden daha aşağıya
indirdi. Cehenneme gitmeden evvel, Cehennem azabını tattırıyor.

Evet, radyonun küllî nimetiyet ciheti küllî bir şükür iktiza eder ve o küllî
şükür de, Hâlık-ı Arz ve Semâvâtın kelâm-ı ezelîsinin şimdiki bütün muhataplarına
birden yetiştirmek için, küllî yüz bin dilli semavi bir hâfız hükmünde, her vakit
kâinatta Kur'an'ı okumalıdır, ta o nimetin küllî şükrünü edâ ve o nimeti idame etsin.

Kastamonu Lahikası, 46.

[Şefkat yüzünden, esasat-ı İslamiyenin haricindeki bid'at ve dalâlet yollarına
sapanları çeviren bir hakikattır.]

Şefkat-i insaniye, merhamet-i Rabbaniyenin bir cilvesi olduğundan, elbette rahmetin
derecesinden aşmamak ve Rahmetenli'l-Âlemîn zâtın (a.s.m.) mertebe-i şefkatinden
taşmamak gerektir. Eğer aşsa ve taşsa, o şefkat, elbette merhamet ve şefkat değildir;
belki dalâlete ve ilhada sirayet eden bir maraz-ı ruhî ve bir sakam-ı kalbîdir.

Meselâ, kâfir ve münafıkların Cehennemde yanmalarını ve azap ve cihad gibi hadiseleri
kendi şefkatine sığıştırmamak ve tevile sapmak, Kur'an'ın ve edyân-ı semâviyenin
bir kısm-ı azimini inkâr ve tekzip olduğu gibi, bir zulm-ü azim ve gayet derecede
bir merhametsizliktir.

Çünkü masum hayvanları parçalayan canavarlara himayetkârâne şefkat etmek, o biçare
hayvanlara şedit bir gadr ve vahşi bir vicdansızlıktır. ve binler Müslümanların
hayat-ı ebediyelerini mahveden ve yüzer ehl-i imanın su-i âkıbetine ve müthiş günahlara
sevk eden adamlara şefkatkârâne taraftar olmak ve merhametkârâne cezadan kurtulmalarına
dua etmek, elbette o mazlum ehl-i imana dehşetli bir merhametsizlik ve şenî bir
gadirdir.

Risale-i Nur'da kat'iyetle ispat edilmiş ki, küfür ve dalâlet, kâinata büyük
bir tahkir ve mevcudata bir zulm-ü azimdir ve rahmetin ref'ine ve âfâtın nüzulüne
vesiledir. Hatta, deniz dibinde balıklar, cânilerden şekva ederler ki, "İstirahatimizin
selbine sebep oldular" diye rivayet-i sahiha vardır.

O halde kâfirin azap çekmesine acıyıp şefkat eden adam, şefkata lâyık hadsiz
masumlara acımıyor ve şefkat etmeyip ve hadsiz merhametsizlik ediyor demektir. Yalnız
bu var ki, müstehaklara âfât geldiği zaman masumlar da yanarlar; onlara acımak olmuyor.
Fakat, cânilerin cezalarından zarar gören mazlumların hakkında gizli bir merhamet
var.

Bir zaman, eski Harb-i Umumîde, düşmanların ehl-i İslama ve bilhassa çoluk ve
çocuklara ettikleri katl ve zulümlerinden pek çok müteellim oluyordum. Fıtratımda
şefkat ve rikkat ziyade olduğundan, tahammülüm haricinde azap çekerdim.

Birden kalbime geldi ki, o maktul masumlar şehîd olup veli olurlar; fâni hayatları,
bâki bir hayata tebdil ediliyor. Ve zâyi olan malları sadaka hükmünde olup bâki
bir malla mübadele olur. Hatta o mazlumlar kâfir de olsa, ahirette kendilerine göre
o dünyevî âfâttan çektikleri belalara mukabil rahmet-i İlahiyenin hazinesinden öyle
mükâfâtları var ki, eğer perde-i gayb açılsa, o mazlumlar haklarında büyük bir tezahür-ü
rahmet görüp, "Ya Rabbi, şükür elhamdü lillâh" diyeceklerini bildim ve kat'î bir
surette kanaat getirdim. Ve ifrat-ı şefkatten gelen şiddetli teessür ve elemden
kurtuldum.

Kastamonu Lahikası, 48-49.

İkinci mesele: Otuz birinci ayetin işaretinin beyanında,
bahsinde denilmiş ki:
Bu asrın bir hassası şudur ki, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı bakiyeye bilerek tercih
ettiriyor. Yani, kırılacak bir cam parçasını baki elmaslara bildiği halde tercih
etmek bir düstur hükmüne geçmiş.

Ben bundan çok hayret ediyordum. Bugünlerde ihtar edildi ki, nasıl bir uzv-u
insanî hastalansa, yaralansa, sair âzâ vazifelerini kısmen bırakıp onun imdadına
koşar. Öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı ve zevk-i hayat ve aşkı taşıyan ve fıtrat-ı
insaniyede derc edilen bir cihaz-ı insaniye, çok esbapla yaralanmış, sair letaifi
kendiyle meşgul edip sukut ettirmeye başlamış; vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmaya
çalışıyor.

Hem nasıl ki bir cazibedar sefihane ve sarhoşane şâşaalı bir eğlence bulunsa,
çocuklar ve serseriler gibi, büyük makamlarda bulunan insanlar ve mesture hanımlar
dahi o cazibeye kapılıp hakikî vazifelerini tatil ederek iştirak ediyorlar. Öyle
de, bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı içtimaiyesi öyle dehşetli, fakat
cazibeli ve elîm, fakat meraklı bir vaziyet almış ki, insanın ulvî latifelerini
ve kalb ve aklını nefs-i emmaresinin arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine
düşürttürüyor.

Evet, hayat-ı dünyeviyenin muhafazası için, zaruret derecesinde olmak şartıyla,
bazı umur-u uhreviyeye muvakkaten tercih edilmesine ruhsat-ı şer'iye var. Fakat,
yalnız bir ihtiyaca binaen helâkete sebebiyet vermeyen bir zarara göre tercih edilmez,
ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o derece şırınga etmiş ki, küçük
bir ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı dünyevî yüzünden elmas gibi umur-u diniyeyi terk
eder.

Evet, insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu asırda israfatla
ve iktisatsızlık ve kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereketin kalkmasıyla ve fakr
u zaruret, maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar yaralanmış ve şerait-i hayatın
ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş ve mütemadiyen ehl-i dalâlet nazar-ı dikkati
şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati kendine celb etmiş ki, ednâ bir
hâcât-ı hayatiyeyi büyük bir mesele-i diniyeye tercih ettiriyor.

Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli marazına karşı Kur'an-ı Mucizü'l-Beyânın
tiryak misâl ilaçlarının naşiri olan Risale-i Nur dayanabilir ve onun metin, sarsılmaz,
sebatkar, halis, sadık, fedakar şakirtleri mukavemet edebilir. Öyleyse, herşeyden
evvel onun dairesine girmeli, sadakatle, tam metanet ve ciddi ihlas ve tam itimadla
ona yapışmak lazım ki, o acip hastalığın tesirinden kurtulsun.

Kastamonu Lahikası, 73-74.

Efendiler! Dalalet ve fenalıklar cehaletten gelse, def etmesi kolaydır. Fakat
fenden, ilimden gelen dalaletin izalesi çok müşküldür. Bu zamanda dalalet fenden,
ilimden geldiği için, ancak onları izale etmeye ve nesl-i atiden o belaya düşen
kısmını kurtarmaya, karşılarında dayanmaya Risale-i Nur gibi her cihetle mükemmel
bir eser lazımdır. Risale-i Nur'un bu kıymette olduğuna delil şudur ki:

Yirmi seneden beri, benim şiddetli ve kesretli bulunan muarızlarım ve şiddetli
tokatlarını yiyen filozofların hiçbirisi, Risale-i Nur a karşı çıkmamış ve cerh
edememiş ve çıkamaz. Ve dokuz ay, üç adliye ve merkez-i hükumet ehl-i vukufu, yüz
kitaptan ibaret eczalarında, bizi mes ul edecek bir tek madde bulamamalarıdır.

Emirdağ Lahikası, 21.

Teşbihte hata olmasın, nasıl ki Kur'ân ın gayet kuvvetli ve mantıki hakikati,
sair dinleri, felsefe-i tabiiyenin savletinden ve galebesinden kurtarıp onlara bir
nokta-i istinad oldu, taklidi ve aklın haricindeki usullerini de bir derece muhafaza
etti. Aynen öyle de, bu zamanda onun bir mucizesi ve nuru olan Risale-i Nur dahi,
felsefe-i maddiyeden gelen dehşetli dalalet-i ilmiyeye karşı, avam-ı ehl-i imanın,
taklidi olan imanlarını, o dalalet-i ilmiyenin savletinden kurtarıp, umum ehl-i
imana bir nokta-i istinad ve yakın ve uzaklarda olanlara dahi, zaptedilmez bir kale
hükmüne geçmiştir ki, bu emsalsiz dehşetli dalaletler içinde, yine avam-ı mü minin
imanını, şüphelerden ve İslamiyetini, hakikatsizlik vesveselerinden muhafaza ediyor.
Evet, her tarafta, hatta Hint ve Çin de ehl-i iman, bu zamanın çok dehşetli dalaletinin
galebesinden, "Acaba İslamiyette bir hakikatsizlik mi var ki, sarsılmış?" diye şüpheye
ve vesveseye düştüğü vakit birden işitir ki, bir risale çıkmış, imanın bütün hakikatlerini
kat i ispat eder, felsefeyi mağlup edip zındıkayı susturuyor, diye anlar. Birden
o şüphe ve vesvese zail olup imanı kurtulur ve kuvvet bulur.

Emirdağ Lahikası, 80-81.

(…) Mehdi-i Al-i Resulün temsil ettiği kudsi cemaatinin şahs-ı manevisinin üç
vazifesi var. Eğer çabuk kıyamet kopmazsa ve beşer bütün bütün yoldan çıkmazsa,
o vazifeleri onun cemiyeti ve seyyidler cemaati yapacağını rahmet-i İlahiyeden bekliyoruz.
Ve onun üç büyük vazifesi olacak:

Birincisi: Fen ve felsefenin tasallutuyla ve maddiyun ve tabiiyyun taunu, beşer
içine intişar etmesiyle, herşeyden evvel felsefeyi ve maddiyun fikrini tam susturacak
bir tarzda imanı kurtarmaktır.

Ehl-i imanı dalaletten muhafaza etmek ve bu vazife hem dünya, hem herşeyi bırakmakla,
çok zaman tedkikat ile meşguliyeti iktiza ettiğinden, Hazret-i Mehdinin, o vazifesini
bizzat kendisi görmeye vakit ve hal müsaade edemez. Çünkü hilafet-i Muhammediye
(a.s.m.) cihetindeki saltanatı, onunla iştigale vakit bırakmıyor. Herhalde o vazifeyi
ondan evvel bir taife bir cihette görecek. O zat, o taifenin uzun tetkikatıyla yazdıkları
eseri kendine hazır bir program yapacak, onunla o birinci vazifeyi tam yapmış olacak.

Bu vazifenin istinad ettiği kuvvet ve manevi ordusu, yalnız ihlas ve sadakat
ve tesanüd sıfatlarına tam sahip olan bir kısım şakirtlerdir. Ne kadar da az da
olsalar, manen bir ordu kadar kuvvetli ve kıymetli sayılırlar.

İkinci vazifesi: Hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) unvanıyla şeair-i İslamiyeyi
ihya etmektir. Alem-i İslamın vahdetini nokta-i istinad edip beşeriyeti maddi ve
manevi tehlikelerden ve gazab-ı İlahiden kurtarmaktır. Bu vazifenin, nokta-i istinadı
ve hadimleri, milyonlarla efradı bulunan ordular lazımdır.

Üçüncü vazifesi: İnkılabat-ı zamaniye ile çok ahkam-ı Kur'âniyenin zedelenmesiyle
ve şeriat-ı Muhammediyenin (a.s.m.) kanunları bir derece tatile uğramasıyla, o zat,
bütün ehl-i imanın manevi yardımlarıyla ve ittihad-ı İslamın muavenetiyle ve bütün
ulema ve evliyanın ve bilhassa Al-i Beytin neslinden her asırda kuvvetli ve kesretli
bulunan milyonlar fedakar seyyidlerin iltihaklarıyla o vazife-i uzmayı yapmaya çalışır.

Şimdi hakikat-i hal böyle olduğu halde, en birinci vazifesi ve en yüksek mesleği
olan imanı kurtarmak ve imanı, tahkiki bir surette umuma ders vermek, hatta avamın
da imanını tahkiki yapmak vazifesi ise, manen ve hakikaten hidayet edici, irşad
edici manasının tam sarahatini ifade ettiği için, Nur şakirtleri bu vazifeyi tamamıyla
Risale-i Nur da gördüklerinden, ikinci ve üçüncü vazifeler buna nisbeten ikinci
ve üçüncü derecedir diye, Risale-i Nur'un şahs-ı manevisini haklı olarak bir nevi
Mehdi telakki ediyorlar. O şahs-ı manevinin de bir mümessili, Nur şakirtlerinin
tesanüdünden gelen bir şahs-ı manevisi ve o şahs-ı manevide bir nevi mümessili olan
biçare tercümanını zannettiklerinden, bazan o ismi ona da veriyorlar. Gerçi bu,
bir iltibas ve bir sehivdir, fakat onlar onda mes ul değiller. Çünkü ziyade hüsn-ü
zan, eskiden beri cereyan ediyor ve itiraz edilmez. Ben de o kardeşlerimin pek ziyade
hüsn-ü zanlarını bir nevi dua ve bir temenni ve Nur talebelerinin kemal-i itikatlarının
bir tereşşuhu gördüğümden, onlara çok ilişmezdim. Hatta eski evliyanın bir kısmı,
keramet-i gaybiyelerinde Risale-i Nur u aynı o ahir zamanın hidayet edicisi olduğu
diye keşifleri, bu tahkikat ile tevili anlaşılır. Demek iki noktada bir iltibas
var; tevil lazımdır.

Birincisi: Ahirdeki iki vazife, gerçi hakikat noktasında birinci vazife derecesinde
değiller; fakat hilafet-i Muhammediye (a.s.m.) ve ittihad-ı İslam ordularıyla zemin
yüzünde saltanat-ı İslamiyeyi sürmek cihetinde herkeste, hususan avamda, hususan
ehl-i siyasette, hususan bu asrın efkarında, o birinci vazifeden bin derece geniş
görünüyor. Ve bu isim bir adama verildiği vakit, bu iki vazife hatıra geliyor; siyaset
manasını ihsas eder, belki de bir hodfuruşluk manasını hatıra getirir; belki bir
şan, şeref ve makamperestlik ve şöhretperestlik arzularını gösterir. Ve eskiden
beri ve şimdi de çok safdil ve makamperest zatlar, Mehdi olacağım diye dava ederler.
Gerçi her asırda hidayet edici, bir nevi Mehdi ve müceddid geliyor ve gelmiş. Fakat
herbiri, üç vazifelerden birisini bir cihette yapması itibarıyla, ahir zamanın Büyük
Mehdi unvanını almamışlar.

Emirdağ Lahikası, 231-232.

(…) Sefâlet derelerinin esfel-i sâfilînine insanı tekerlendiren ve âlem-i İslâmiyeti
zillet ve sefâlete düşürttüren ve ağrâz ve husûmeti uyandıran ve İslâmiyeti zehirlendiren,
hattâ herşeye sirâyet ile zehrini atan, o derece ihtilâfâtı beyne'l-İslâm îkâ edip,
Mûtezile, Cebriye, Mürcie gibi dalâlet fırkalarını tevlid eden, istibdattır.

Evet, taklidin pederi ve istibdâd-ı siyâsînin veledi olan istibdâd-ı ilmîdir
ki, Cebriye, Râfıziye, Mûtezile gibi İslâmiyeti müşevveş eden fırkaları tevlid etmiştir.

Münazarat, 22.

Saniyen: İstanbul da, Refet Beyin ve Mustafa Oruç un yazdıklarına göre, çok zaman
İslam ordusunu idare eden ve sonra darülfünuna inkılap eden Harbiye Nezareti ve
Bab-ı Seraskeri, o muazzam binanın alnında
hatt-ı Kur'ân ile o manidar Kur'ân ayeti
yazılmışken, sonra da mermer taşlarla üzeri kapatılıp o nurları gizlemişlerdi. Şimdi
yeniden hatt-ı Kur'âniyeye bir nümune-i müsaade ve Risale-i Nur'un takip ettiği
maksadına bir vesile ve üniversite ileride bir Nur medresesi olmasına bir işaret
olduğu gibi, Denizli Nurcularından Ahmed lerin meşhur alim ve akılca on dokuzuncu
asrın en büyüğü ve içtimai filozofların en ilerisi Bismarck ın eserinden aldıkları
bir fıkrada, o yüksek Bismarck, eserinde diyor ki:

"Kur'ân ı her cihetle tetkik ettim, her kelimesinde büyük bir hikmet gördüm.
Bunun misli ve beşeriyeti idare edecek hiçbir eser yoktur ve gelemez."

Ve Peygambere hitaben der:

"Ya Muhammed! Sana muasır olamadığımdan çok müteessirim. Beşeriyet senin gibi
mümtaz bir kudreti bir defa görmüş, badema göremeyecektir. Binaenaleyh, senin huzurunda
kemal-i hürmetle eğilirim." (Bismarck) diye imzasını atmış. Ve o fıkrasında tahrif
ve nesh olunan kütüb-ü münzeleyi ziyade tenkis ettiği için, o cümleler yazılmamalı;
ben de işaret ettim.

O zat on dokuzuncu asrın en akıllı ve en büyük bir filozofu ve siyasetin ve içtimaiyat-ı
beşeriyenin en mühim bir şahsiyeti olması; hem alem-i İslam, istiklaliyetini bir
derece elde etmesi; ve ecnebi hükumetlerin hakaik-i Kur'âniyeyi araması; ve garp
ve şimal-i garbide Kur'ân lehinde büyük bir cereyan bulunması; hem Amerika nın en
yüksek ve meşhur filozofu olan Mister Carlyle dahi aynen Bismarck gibi demiş: "Başka
kitaplar, hiçbir cihette Kur'ân a yetişemez. Hakiki söz odur, onu dinlemeliyiz"
diye kat i karar vermesi; ve Nurların da her tarafta fütuhatı ve ileri gitmesi,
büyük bir fa l-i hayırdır ki, ecnebide çok Bismark lar ve Mister Carlyle lar çıkacaklar
ve emareleri de var diye Nurculara bir bayram hediyesi olarak takdim ediyoruz ve
Bismarck'ın fıkrasını leffen gönderiyoruz.

Emirdağ Lahikası, 234-235.