The Reasons Behind Man’s Perversity

Allah İradesinin Mutlakiyeti ve İnsan İradesinin Serbestiyeti

Kur'an'ı inceleyerek okuyabilen herkes, Kur'an'ın, insanın düşünce kaynaklarına
hitap eden "ilahi irade" ile insanın seçme yeteneğinden (cüz'i irade-ihtiyar) ve
geniş olan fikir özgürlüğünden ve buna bağlı olarak insanın sorumluluğundan söz
eden bir kitap olduğunu görecektir. Yani Kur'an'ı okuyabilen her insan, ihtiyar
ve irade sahibi olan insanın, aynı zamanda ilahi iradenin tesiri altında olduğunu
kabul edecektir. Gerçekten insana verilen "tercih etme" yeteneği insanı mutlak bir
özgürlüğe sahipmiş gibi göstermektedir. O kadar ki, insan, kendi yaratıcısını bile
kabul edip etmemekte kendisini serbest hissediyor. Kuşkusuz insana verilen bu tercih
ayrıcalığı, onun aynı zamanda başıboş bir varlık olmadığını, yaptığı her tercihten
mutlaka sorumlu olduğunu açıkça gösteriyor.

Hür yaratılan ve hür olan insanın yaptıklarından sorumlu olması dini ahlakın
temelini oluşturur. İlk bakışta bu hayret verici durum bir çelişki gibi görünebilir.
Yani insan hem özgür, hem tesir altında gibi bir durumla karşı karşıyadır. Başka
bir deyimle, amellerini egemen bir iradenin hükmü altında gören insanın kendi yaptıklarından
sorumlu olması bir kafa karışıklığına yol açmakta ve bir çelişki oluşturmaktadır.
Kur'an'ın da ifade ettiği gibi, tarih boyunca insanların ekserisi Allah'a karşı
sorumlu olmaktan kaçınmışlardır. İnsan hep kendisini "la yüs'el"(sorumsuz) görmek
istediğinden, bazı hareketlerinin günah hanesine yazılmasını anlamak istememiştir.
Allah iradesinin mutlak ve beşerin de buna karşı iradesinde serbest olduğunu ifade
eden bazı ayetler1 birçok fikir hareketinin ve mezheplerin ortaya çıkmasına sebep
olmuştur.

Ancak Kur'an'a göre insanın cüz'i (sınırlı) bir iradesi vardır. Bu sınırlı irade
çerçevesinde kendi hareketlerinin hâkimidir. Bu yüzden insan, hareketlerinden ve
sahip olduğu yeteneklerin iyi veya kötü yönde kullanılmasından sorumludur. İnsan
kendi arzu ve isteklerine göre hayat yolculuğunda ya yücelir ya da sukut eder, alçalır.
Allah'a inanan ve Allah'tan yardım isteyen herkes mutlaka yardım görür. Ruh, tazarru
ve niyazda bulunmak suretiyle Allah'ın vadettiği zafer ve yardımı hak eder. Âlemlerin
Rabbi olan Allah'tan yardım dileyen zayıflar ve teselli isteyen felaketzadeler bu
dünyada istediklerine kavuşmasalar da ahirette mutlaka kavuşurlar. İnsanın hiçbir
hareketi cebir (zorunluluk) altında değildir. Hiçbir insan Cennetlik veya Cehennemlik
olmak üzere yaratılmamıştır. Bilakis her insanın amelleri, akıbeti hakkında etkileyicidir.
İşte İslam'ın, Allah'ın mutlak hâkimiyeti ve insan iradesinin özgürlüğü hakkındaki
temel öğretileri bu merkezdedir.

İslam inançlarının temel kavramlarından olan kaza ve kader yahut cebir ve ihtiyar,
tarihte olduğu gibi İslam dünyasında oluşan mezhepler arasında da büyük münakaşalara
yol açmıştır. Kur'an ayetleri ve Resulullah'ın sahih hadisleri, külli iradenin egemenliğini
öngördüğü kadar beşer iradesinin serbestisini de dile getirmektedir. Cebre inanan
bazı mezhepler tarafından ırsi bir şekilde meydana geldiği iddia edilen ahlaksızlık
ve tabiî günahkârlık İslamiyetçe reddedilmiştir. Her insan temiz ve doğru olarak
doğar. İnsanın doğru yoldan sapması ve güzelliklerden uzaklaşması, nefsini terbiye
edip etmemesine bağlıdır. Hz. Peygamber (s.a.v.) "Her doğan çocuk fıtrat üzere (İslam
üzere) doğar."2 buyurmuştur. Dolayısıyla doğan çocukların tümü müspet ve yüksek
bir ahlaki karaktere sahiptir. Ancak hangi çocuğun toplum için faydalı ve Allah'a
yakın olacağı bilinemez.

Bütün bu temel öğretilere rağmen insan öncelikle kendi nefsini düşündüğü için
doğru yol olan hidayet yoluna bir türlü gelmek istemez. Bu konuda bir takım bahaneler
bulup isyan ve itaatsizliğini haklı göstermeye çalışır. Zaten Kur'an-ı Kerim'de
en sık geçen insan tiplemelerinden birisi de insanın iman ve inkâr, itaat ve isyan
çerçevesinde oluşturduğu kişiliktir. Özellikle Kur'an'ın Allah kelamı (vahiy) olduğu
hususunda insanın gösterdiği tereddüt ve dini emirlere karşı gösterdiği direnme
ve kendini savunma konusunda ilginç tiplemeler yer almaktadır.

Bu çerçevede, kâinatta, insanı hidayete teşvik edip adeta doğru yola sevk eden
ilahi, doğal, psikolojik ve sosyal unsurlar olduğu gibi, insanı dalalete ve sapıklığa
sevkeden bir takım sebepler de vardır.

İnsanın Hidayette Kalmasına Engel Olan Sebepler

İnsan "daima itaat etme" karakterinde olan meleklerden farklı yaratılmıştır.
Melekler gereği kadar Allah'ı tesbih ve takdis ettikleri halde Allah, inkâra da
kabiliyetli olan, ancak kavşak noktasına geldiğinde iman ve itaatı tercih edecek
bir varlık (insan) yaratmayı uygun görmüştür. Bunun bir diğer anlamı, kavşak noktasında
dalalet ve inkâr yolunu gösteren işaretler tam anlamıyla insanın karşısına çıktığında
bazı kuvvetler bu yolu da tercih etmesini akla telkin edecekler, demektir. İşte
bu iç kuvvetler ya da telkin odakları insanın hidayetine engel olan sebeplerdir.3

İnsanın cüzi iradeye sahip olması bir bakıma bağımsız olması anlamına da gelir.
Denebilir ki bağımsızlık, özel bir donanıma (enaniyete) sahip olan insana verilen
ve onu motive eden önemli bir karakterdir. Bu karakterin kontrol altına alınıp insanın
yaratılış gayesine uygun olarak yönlendirilmesi, Kur'an'ın tasvip, hatta teşvik
ettiği başlıca gayesidir. Ama insan nefis ve şeytanın etkisinde kalarak kendini
hiçbir güce karşı sorumlu hissetmezse, Allah'ın çok şiddetli kınama ve azarlarına
muhatap olur. Fakat her halukarda insan kendisini haklı görmek ister. İşte özgürlüğünün
ve bağımsızlığının değerini idrak edemeyen insan, doğru yolu arayıp bulmasına engel
olan birçok psikolojik davranış sergilemektedir.

1- Şeytan:

Şeytan, insanın dünya hayatında dengelenmesi için Allah tarafından yaratılan
manevi bir varlıktır. Fakat insanı azdıran, doğru yoldan saptıran ve insanı kandırabilen
ölçüt bir varlıktır. Tarih boyunca insan aklına hep şu soru gelmiştir: Allah adil,
hakim, güzel ve rahim ise, neden şeytanla birlikte birçok çirkinlik, adaletsizlik
ve hastalık yaratılmıştır? Bu soru insan zihnini çok meşgul etmiştir. Özellikle
çirkinliklere sebep olan ve insana çirkin fiiller yaptıran şeytanın yaratılması
birçok insanın aklını karıştırmıştır. Oysa şunu iyi bilmek gerekir: Birçok güzelliğin
ortaya çıkmasına sebep olan bir çirkinlik de güzel sayılır. Sözgelimi, eğer şer
ve çirkinlik yaratılmamış olsaydı, hayrın ve güzelliğin dereceleri bilinmezdi, hatta
güzelliğin bir tek derecesi olurdu ve güzel şeylerin mahiyeti tam olarak anlaşılmazdı.
Bu yüzden İslam inancına göre çirkinin icadı çirkin değildir. Kuşkusuz, yaratıklar
için azim faydalar ihtiva eden yağmurun yağmasından zarar gören tenbel bir insanın
durumu yağmurun yağmasını hayırsız hale getirmez. Bu itibarla beşerin yükseliş veya
alçalışının temeli olan manevi yarışta önemli bir görev üstlenmiş olan şeytanın
yaratılması da hayırdır, şer değildir.4

Başka bir ifadeyle beşerin manen tarakki etmesi için şeytan bir kamçı görevini
üstlenmiştir. Eğer şeytan yaratılmamış olsaydı insanların makamları sabit olurdu.
Oysa Allah, meleklerin dışında, makamları değişebilen bir varlık tasarladığı zaman
Hz. Âdem'i yaratmıştı. Böylece insanoğluna kuyunun dibi ile minarenin ucu arasında
veya alay-ı illiyinden esfel-i safiline kadar değişebilen manevi makamlar ve fırsatlar
verilmiştir. Dolayısıyla şeytanın insan türüne düşman oluşu bir kanundan kaynaklanmaktadır.
Hadislerde yer alan ifadesiyle insan, "meleklerden gelen iyi düşünceler ile şeytandan
gelen vesveseler"5 gibi iki ciddi etken arasındadır. Ama ne yazık ki, insanlar şeytana
uyarak dalalete düşerler. Şeytan, gözle görülen birçok hakikatı bile insana inkâr
ettirir.

2- Heva:

"Heva" insan nefsinin önerdiği sınırsız ve sorumsuz arzu ve isteklerdir. İnsan
bu arzu ve isteklere uyarak doğru yoldan ayrılır, sapıklığa düşer. Heva kavramının
geçtiği pek çok ayete baktığımızda hevanın ne olduğunu anlamamız mümkündür. Denebilir
ki heva, vahyin zıttı ve sapıklığın ilk sebeplerindendir. Her insandaki heva farklı
olduğu için belirli bir ölçüsü yoktur. Bu açıdan kendi hevasına uymak dalalet olduğu
gibi, başkalarının hevasına uymak da dalalettir. Başta Hz. Peygamber (s.a.v.) olmak
üzere insanların hevalarına uymamaları istenmiştir. Özellikle Hz. Peygamber gibi
sorumlu mevkilerde olanların, vahiy çizgisinde kalmaları ve başkalarının hevasına
uymamaları emrolunmuştur.

Maide Suresi'nde geçen bir ayette, Hz. Peygamber'e, Allah'ın indirdiği ile hükmetmesi
ve kendine indirilen gerçeği bırakıp onların (ehl-i kitabın) arzularına uymaması
istenmektedir.6 Necm Suresi'nde geçen bir ayette ise "O kendi hevasına göre konuşmaz,
söyledikleri, vahyedilenden başka bir şey değildir."7 buyrulmaktadır. Başka bir
ayette ise Hz. Peygamber'in davet prensipleri açıklanırken uyacağı esaslar da beyan
edilmiştir. Buna göre Hz. Peygamber davete devam edecek, inanmayanların heva ve
heveslerinin eseri olan teklif ve ısrarlarını asla dinlemeyecektir. Ayet şöyle:
"Sen tevhide davet et ve emrolunduğun gibi dosdoğru ol. Onların heveslerine uyma
ve de ki: Ben Allah'ın indirdiği kitaba inandım ve aranızda adaleti gerçekleştirmekle
emrolundum. Allah bizim de rabbimiz, sizin de rabbinizdir."8

Vahiy çizgisinden çıkanların nefsin dizginlenemeyen arzu ve isteklerine uyacağı
ve böylece kendini ateşe atıp yardımsız kalacağı belirtilmiştir. Bakara Suresi'ndeki
bir ayette özellikle Yahudi ve Hıristiyanların arzu ve isteklerine uymama konusunda
sebat göstermesi için Hz. Peygamber ve dolayısıyla müminler uyarılmıştır. Çünkü
değiştirilmiş bir dinin mensupları olanlar, Allah'ın peygamberlere indirmediği indî
görüşleri din diye takdim etmeye çalışırlar. Dolayısıyla heva ve heves mahsulü olan
bir takım kurallara Hz. Peygamber'in ve müminlerin uymamalarını isterler. Allah
ise uyarıyor. Ayet şöyle: "Dinlerine uymadıkça Yahudiler de Hiristiyanlar da asla
senden razı olmazlar. De ki: Doğru yol, ancak Allah'ın yoludur. Sana gelen ilimden
(vahiyden) sonra onların arzularına uyacak olursan and olsun ki, Allah'tan sana
ne bir dost ne de bir yardımcı vardır."9

Allah'ın heva ve hevese uymama yönündeki ısrarlı emirleri sadece Hz. Peygamber'e
ve müminlere mahsus bir durum değildir. Daha önce gelmiş peygamberler için de aynı
ısrarlı talep söz konusu olmuştur. Nitekim İsrailoğulları'nın peygamberlerinden
olan Hz. Davut için de aynı uyarıları görüyoruz. "Ey Davut! Biz seni yeryüzünde
halife yaptık. O halde insanlar arasında adaletle hükmet. Heva ve hevese uyma, sonra
bu seni Allah'ın yolundan saptırır. Doğrusu Allah'ın yolundan sapanlara, hesap gününü
unutmalarına karşılık çetin bir azap verdır."10 Anlaşılıyor ki, Allah'ın emrettiği
yoldan sapmanın en önemli göstergesi ahiret gününe inanmamaktır. Kıyamet gününde
takdir edilen çetin azap da bu inançsızlığa karşılıktır.

Kur'an'a göre nefse (hevaya) uymanın en çirkin ve en affedilmez şekli insanın
kendi hevasını (nefsini) tanrı edinmesidir. Bu şu şekilde olabilir: İnsan yaratılış
itibariyle nefsini çok sever. Hatta denebilir ki, insan kendi nefsi kadar hiçbir
şeyi sevmez. Tanrıya layık övgülerle övülmekten hoşlanan insan nefsini bütün ayıp
ve kusurlardan uzak tutmak ister. Haklı olsun veya olması insan daima kendisini
müdafaa eder. Öyle ki, yaratıcıya hamd ve şükür etmek için kendisinde yaratılan
azaları kendi nefsini övmek için kullanır. İşte insanın bu tutumu, onu "Heva ve
hevesini tanrı edinen ve Allah'ın (kendi katındaki) bir bilgiye göre saptırdığı,
kulağını ve kalbini mühürlediği, gözünün üstüne de perde çektiği kimseyi gördün
mü? Şimdi onu Allah'tan başka kim doğru yola eriştirebilir?"11 ayetinin hükmüne
mazhar ediyor.

Kur'an özellikle ehl-i kitabın vahiy yerine kendi hevalarına uydukları için sapıklığa
düştüklerini açık bir dille ifade eder. "De ki: eğer doğru sözlü iseniz, Allah katından
bu ikisinden (Kur'an ve Tevrat'tan) daha doğru bir bir kitap getirin de ben ona
uyayım. Eğer sana cevap vermezlerse, bil ki, onlar, sırf heveslerine uymaktadırlar.
Allah'tan bir yol gösterici olmaksızın kendi hevesine uyandan daha sapık kim olabilir?"12
Bütün bu ayetler, insanın kendi arzu ve hevesine uyarak Allah'ın yolundan ayrıldığını
ve dalalete düştüğünü açıkça ifade eder.

3- İstiğna:

İnsanın kendisini yeterli görmesi, kendi ayakları üzerinde durabileceğini sanması
anlamına gelen istiğna, insanın doğru yola gelmesinin en büyük engellerinden biridir.
"Gerçek şu ki, insan kendini kendine yeterli görerek azar. Kuşkusuz dönüş Rabb'inedir"13
ayeti insanın her zaman müstağni davrandığını ve kendi kendine yeterli olduğunu
sandığını ifade eder.

Kur'an-ı Kerim eski kavimlerin helak oluşlarını anlatırken güçlerine ve eserlerine
güvenerek Allah'a ve peygamberlere meydan okuyanların hazin sonlarını anlatır ve
insanların bu tablolardan ibret almaları gerektiğini vurgular: "Onlar yeryüzünde
gezip dolaşmadılar mı ki, kendilerinden öncekilerin sonu nasıl olmuştur? Öncekiler
bunlardan daha çoktu, kuvvetçe ve yeryüzündeki eserleri bakımından daha da sağlamdılar.
Fakat kazandıkları şeyler onlara asla fayda vermemiştir. Peygamberleri onlara apaçık
bilgiler getirince, onlar kendilerinde bulunan (beşeri) bilgiye güvendiler (onu
alaya aldılar). Alaya aldıkları şey kendilerini boğuverdi."14 Bu manada birçok ayet
vardır. Kur'an'da, kendi gücünü yeterli görüp babasına inanmayı reddeden Nuh'un
(a.s.) asi oğlundan15 tutunuz da, peygamberlerine "Ey Salih, sen kim oluyorsun ki,
babalarımızın taptıklarına tapmamıza engel oluyorsun"16 diyen Semud kavmine kadar,
elçilerin doğru yola davetleri karşısında istiğna gösteren kavimlerin acı akibetlerini
anlatan sahneler pek çoktur.

Kuşkusuz istiğnadan vazgeçmeyen bu karakterdeki kimselerin hidayete ermesine
karşı Allah da müstağni davranır. Nitekim bazı peygamberlerin inkârcı toplumlarına
gelen azapların asıl sebebinin o kavimlerin "Bir beşer mi bizi doğru yola götürecekmiş"
diyerek istiğna gösterip yüz çevirmeleridir. Hatta Hz. Peygamber (s.a.v.) âma olan
Abdullah b. Ümmi Mektum'u dinlemekten vazgeçip Velid, Utbe b. Rabia ve Ümeyye b.
Halef gibi Kureyş'in ileri gelenlerini dinlediği için Allah tarafından uyarılmıştır.
"Kendini sana muhtaç görmeyene (müstağni davranana) gelince, sen ona yöneliyorsun.
Oysaki onun temizlenip arınmasından sen sorumlu değilsin. Fakat koşarak ve Allah'tan
korkarak sana gelenle de ilgilenmiyorsun."17 ayetleri, haşyet ve gayret içinde hidayete
koşana aldırmadan, doğruya karşı burun kıvırıp isteksiz davranan müşrik reislerine
nasihat eden Hz. Peygamber'in açıkça kınandığını ifade etmektedir.18

4- Ümitsizlik:

İnsanın ümidini kaybetmesi hayatla ilgili bütün girişimlerini akim bıraktığı
gibi doğru yola ulaşmasını ve eğer ulaşmış ise onu devam ettirmesini güçleştirir.
Özellikle hayatında refah içinde yaşamış bulunan insanlar bu refahtan kısa bir süre
bile ayrılacak olsalar her şeylerini yitirdiklerini hissederek büyük bir umutsuzluğa
kapılırlar. Kur'an-ı Kerim temelde Allah'ın rahmetinden ümit kesmenin müminlere
yakışmadığını ancak inkârcıların Allah'tan ümit kestiklerini vurgular.19 Bu da gösteriyor
ki, ümidini kaybetmiş insanların düşecekleri yer dalalet çukurudur.

Allah, insanın mal, sağlık ve refah gibi dünyevi mutlukların kaynağı olan ve
kendisine faydalı şeyleri istemekten usanmadığını, fakat kendisine fakirlik, mihnet,
sıkıntı gibi üzüntü verici şeyler dokunduğunda ümitsizliğe kapıldığını ifade eder.20
İnsan ruhsal yapısı bakımından, kendisine iyilik, bolluk ve bereket verildiği zaman
doğru yoldan yüz çevirir. Fakat kendisine bir şer, bir darlık geldiği zaman bağırıp
çağırır ve ümitsizliğe kapılır.

Bir de salih amellerde muvaffak olamayan bazı insanlar Allah'ın azabından korkmaya
başlar. Bu korku onları ümitsizliğe götürür. Dini inançlarına aykırı gördükleri
en ufak bir mesele gözlerinde büyümeye başlar ve dinin aleyhine kullanılmak üzere
büyük bir bürhana dönüşür. Sonuçta şeytanın da desteğiyle dinden çıkar ve dalalet
bataklığına düşerler. Böyle durumlara düşen insanların müracaat edecekleri kaynak
yine dinin temeli olan Kur'an-ı Kerim'dir.21 Allah şöyle buyruyor: "Ey nefisleri
aleyhinde aşırı giden kullarım! Allah'ın rahmetinden ümit kesmeyiniz. Şüphesiz Allah
tüm günahları affeder. Çünkü O bağışlayandır, esirgeyendir."22

Kuşkusuz ayette yer alan "tüm günahlar" deyiminden maksat şirkin dışında kalan
günahlardır. Çünkü başka ayetlerde şirkin dışındaki tüm günahların affedileceğinden
söz ediliyor.

5- Kibir ve Gurur:

Kibir, insanın kendisinde bir büyüklük, bir yeterlilik ve bir üstünlük hissetmesidir.
Oysa insanın yaptığı iyilik ve güzelliklerle bile övünmeye hakkı yoktur. Çünkü iyi
ve güzel şeyleri yapmak zaten insanın görevidir. Dikkat çekicidir ki, insanın vücudu
bile ona ait değildir. Çünkü Allah insan vücudunu bir sanat eseri olarak yaratmış,
insan ruhunu bir misafir olarak o vücutta emaneten durdurmaktadır. Dolayısıyla insan
vücudunda yapılan binlerce tasarruftan ancak bir tanesi insana ait olabilir. Hatta
yemek ve içmek gibi, insanoğlunun kendisini yüzde yüz tercih edici ve belirleyici
olarak kabul ettiği konularda bile insanın tasarrufu yüzde bir bile değildir.23
Şu halde insanın gurur ve kibre kapılarak kendisini kendine malik zannetmesi ve
kendisini iyiliklerin ve güzelliklerin kaynağı kabul etmesi doğru değildir.

İnsan kibir ve gururla, maddi ve manevi bütün güzelliklerden mahrum kalır. Bir
insan gurur saikasıyla başkalarını dinlemeye tenezzül etmeyip kendini yeterli görüyorsa
eksiktir. Kuşkusuz, nefsinin arzularına tapan ve bu sebeple Allah ve Peygamber sözü
dinlemeyen insanlar için yapılacak bir tek şey kalıyor; o da kendi nefislerine itaat
etmektir. Bu tip insanlardaki kibir ve gurur onları alabildiğine kötülüklere ve
dalaletlere sürüklemektedir. Gurur ve kibirlerinin esiri olan bu insanları esaretten
kurtarmak da kolay değildir. Her şeyin en iyisini ve her yolun en doğrusunu kendileri
biliyor sandıkları, düşünme ve anlama kapılarını kapattıkları ve son derece inatçı
ve katı bir tutum içinde oldukları için dalalet batağına battıkça batıyorlar.

Tıpkı avcıya görünmemek için başını kuma sokan bir deve kuşu gibi, kibirli insanlar
da hakkın sesine karşı parmaklarını kulaklarına sokuyorlar. Kavminin inatçı, söz
dinlemez ve ısrarcı tutumlarını Allah'a arzeden Hz. Nuh'un Allah'a yakarışı; kibir
ve inatlarının kurbanı olanlara güzel bir örnek oluşturur: "(Sonra Nuh) Rabb'im!
dedi, doğrusu ben gece gündüz (kavmimi) imana davet ettim. Fakat benim davetim ancak
kaçmalarını arttırdı. Gerçekten de, (imana gelmeleri ve böylece) günahlarının bağışlanması
için onları ne zaman davet ettiysem, parmaklarını kulaklarına tıkadılar. (Beni görmemek
için) elbiselerine büründüler, ayak dirediler ve kibirlendikçe kibirlendiler."24
Kibir ve gururlarının kurbanı olan Mekke müşriklerinin reisleri hakkında nazil olan
bir diğer ayette Allah kibir ve gururlu insanları ağır bir ifade ile tehdit etmektedir:
"Vay haline, her yalancı ve günahkâr kişinin! O ki, Allah'ın kendisine okunan ayetlerini
işitir de sonra büyüklük taslayarak sanki onları hiç duymamış gibi (küfründe) direnir.
İşte onu acı bir azap ile müjdele!"25

Sonuç

Özgür bir iradeye sahip olma, aklını kullanarak iyiyi ve doğruyu seçebilme ve
özgürce karar verme özelliklerine sahip olan insanın aldığı kararlar ve yaptığı
tercihler ile sahip olduğu temel haklar arasında önemli bir ilgi sözkonusu. Kur'an
açık bir şekilde "dinde zorlama yoktur"26 der. O halde insan din seçiminde özgür
demektir. Yani insan özgür yaratıldığı için dinini seçerken özgürlüğünü kullanmış
olur. Eğer fiillerinden sorumlu olacak, hesaba çekilecek ve sonuçta bir cezaya müstahak
olacak veya bir mükâfatı hak edecekse özgürlüklerini kullanması gerekir. Fakat insan,
özgürlüğünü ancak doğru istikamette kullandığı zaman mükâfatı hak etmektedir. Unutmamak
gerekir ki, ceza ve mükâfat özgürce davranmanın ve tercihte bulunmanın bedelidir.
Eğer insanın seçimi nefis ve şeytan tarafından kontrol ediliyor ve sonuçta denetimsiz
bir yaşama biçimine sürükleniyorsa seçimini iyi yapmamış demektir.

Allah insanın sahteci ve geçici olan güzelliklere ve menfaatlere talip olmasını
istemiyor. Sahteci ve geçici iyilik ve güzellikler insana sadece bu dünyada fayda
temin edebilir. Ahirette ise sonu hüsrandır. Kur'an şöyle der: "Yüzlerinizi doğuya
ve batıya çevirmeniz (aklınıza gelen ve nefsinizin hoşunuza giden işleri yapmanız)
gerçek iyilik ve güzellik değildir. Ancak gerçek iyilik, Allah'a, ahiret gününe,
meleklere, kitaba ve peygamberlere iman eden, mala olan sevgisine rağmen yakınlara,
yetimlere, yoksullara, yolda kalmış kimselere, isteyip dilenene ve özgür kalmaları
için kölelere veren; namazı dosdoğru kılan, zekatı veren ve ahitleştiklerinde ahitlerine
vefa gösteren ile zorda, hastalıkta ve savaşın kızıştığı zamanlarda sabredenlerin
tutumudur. İşte bunlar doğru olanlardır ve takva sahibi olanlar da bunlardır."27
Bu ayette yer alan on beş maddeye riayet eden insan gerçek mümindir ve gerçek iyiliği
yakalamıştır. Bu maddelerin ilk beşine inandığı halde sonrakilerden bir kısmını
yerine getirmeyen kimse ise kısmen doğru yoldan ayrılmıştır.

Öz

Kur'an'ı inceleyerek okuyabilen herkes, Kur'an'ın, insanın düşünce kaynaklarına
hitap eden "ilahi irade" ile insanın seçme yeteneğinden (cüzi irade- ihtiyar) ve
geniş olan fikir özgürlüğünden ve buna bağlı olarak insanın sorumluluğundan söz
eden bir kitap olduğunu görecektir. Yani Kur'an'ı okuyabilen her insan, ihtiyar
ve irade sahibi olan insanın, aynı zamanda ilahi iradenin tesiri altında olduğunu
kabul edecektir.

Kur'an'a göre insanın cüz'i (sınırlı) bir iradesi vardır. Bu sınırlı irade çerçevesinde
kendi hareketlerinin hâkimidir. Bu yüzden insan, hareketlerinden ve sahip olduğu
yeteneklerin iyi veya kötü yönde kullanılmasından sorumludur. İnsan kendi arzu ve
isteklerine göre hayat yolculuğunda ya yücelir ya da sukut eder, alçalır. Allah'a
inanan ve Allah'tan yardım isteyen herkes mutlaka yardım görür.

İnsanın hiçbir hareketi cebir (zorunluluk) altında değildir. Hiçbir insan cennetlik
veya cehennemlik olmak üzere yaratılmamıştır. Bilakis her insanın amelleri, akıbeti
hakkında etkileyicidir. İşte İslam'ın, Allah'ın mutlak hâkimiyeti ve insan iradesinin
özgürlüğü hakkındaki temel öğretileri bu merkezdedir.

Bu makalede; kâinatta, insanı hidayete teşvik eden ilahi, doğal, psikolojik ve
sosyal unsurlar ile insanı dalalete ve sapıklığa sevkeden sebepler anlatılmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Hidayet, dalalet, irade, şeytan, heva, istiğna, ümitsizlik,
kibir.

Abstract

Anyone who can read Koran by examining will realise that it is a book which mentions
about Divine Will addressing man's thinking resources, about man's free will, the
wide freedom of thought, and in relation to this, about man's responsibility. That
is to say, everyone who can read Koran will accept that the man who has free choice
and mind is also affected by Divine Will.

According to Koran, the man has a limited will. He is the ruler of his deeds
within the borders of this limited will. Therefore, the man is responsible of his
deeds and abilities which are used in a good or a bad way. The man ascends or descends
in rank according to his desires and wishes in the journey of life. Everyone who
believes in God and demands help is assisted.

Not a single action of man is being forced. No one is predestined by birth to
be a member of Heaven or Hell. On the contrary, everyman's deeds determine his end.
Teachings of Islam about the absolute domination of God and the freedom of man's
will are centred in this way.

This article explains the divine, natural, psychological and social elements
in the universe which encourage the man for Guidance (Hidayath), and the reasons
which lead the man towards perversity.

Key Words: Guidance (Hidayath), Heresy, Will, Satan, Desire, Self-sufficiency
(Istighna), Hopelessness, Arrogance.

Dipnotlar

1. Bkz.Yasin, 38; Ahkaf, 33; Nahl, 77; Hicr, 21; Nur, 45; Bakara, 6; Bakara,
213. Rad, 27; Nisa, 111; Araf, 28; Araf, Yunus, 108; Tevbe, 70.

2. İbnu Hanbel, Müsned, IV, 24.

3. Bilal Temiz, Kur'an-ı Kerim'de Hidayet Kavramı, (basılmamış doktora tezi),
s. 190, İzmir, 1996.

4. Said Nursi, Şualar, s. 33; Zehra Yayıncılık, İst., 2001.

5. Tirmizi, Sünen, Tefsir, 2. sure.

6. Maide, 5/48 vd.

7. Necm, 53/3-4.

8. Şura, 42/15.

9. Bakara, 2/ 120.

10. Sad, 38/26.

11. Casiye, 45/23.

12. Kasas, 28/50.

13. Alak, 96/6-8.

14. Hud, 11/42-44.

15. Mümin, 40/82-83.

16. Hud, 11/ 62, 68.

17. Abese, 80/5-10

18. Bu konuda geniş bilgi için bkz. Bilal Temiz, Kur'an-ı Kerim'de Hidayet Kavramı,
s.191.

19. Yusuf, 12/87; Hicr, 15/ 56; Ankebut, 29/23.

20. Fussilet, 41/49.

21. Said Nursi, a.g.e., s. 68.

22. Zümer, 39/53.

23. Said Nursi, a.g.e., s. 69.

24. Nuh, 71/ 5-7.

25. Casiye, 45/7-8.

26. Bakara, 256.

27. Bakara, 177.