“We ought to be Muslims worthy of Islam”

Son yıllarda, birçok sosyologun ve araştırmacının da ifade ettiği şekilde, başta
Batı'da ve Amerika'da olmak üzere, tüm dünyada dine yöneliş dikkat çekmektedir?
Bu yönelişin nedenleri sizce nelerdir? Bu nedenle inanç kavramı üzerinde de durabilir
miyiz? İnsanda inanma ihtiyacını doğuran psikolojik ve sosyolojik amiller nelerdir?

Evvela, "hidayet" başlıklı özel bir sayı yapmanızı çok güncel buluyorum. Çünkü
hemen dünyanın bütün âkil eşhasının da tespit ettiği gibi gerçekten de bugün dünyada
bir sorgulama, bir mevcut düzenle doyamama, doyduğu zaman ise daha çok arama ihtiyacının
zuhur etmesi olayıyla fiilen baş başayız. İnsanlar doydukları zaman bütün problemleri
halledilecek zannediliyordu. 19. yüzyıldan itibaren karnımızın doyması, sırtımızın
pek olması bütün Batılı sistemlerin -kapitalizmin de sosyalizmin de- vaadi idi.
Bu, dünyanın bazı yerlerinde bir ölçüde gerçekleşti, fakat sonuç umulduğu gibi olmadı,
bu sorunların çözümü beklenen mutluluğu getirmedi. İnsanlar bedenen obezleştiler,
ruhense zafiyete düştüler. Demek ki, mesele sadece maddenin doyması değilmiş, asıl
önemli olan mananın doyurulmasıymış. Maddesi doyan insanlar karşılarında akıllarını
ve gönüllerini tatmin eden bir teklif bulamayınca gönüllerinden gelen arayışı susturmak
ihtiyacını hissettiler. Sigaranın yaygınlaşması, alkolün yaygınlaşması, arkasından
uyuşturucuların yaygınlaşması bunun eseridir. Bütün bu sorulara cevap bulamadıkları
için, gönüllerinin arzularını uyuşturarak bastırma yoluna gittiler. Bu çağdaş sosyolojinin
de en önemli sorunlarından birisidir: "Uyuşturucu kullanımının Batı toplumlarında
bu kadar yaygın hale gelmesinin sosyal sebepleri nelerdir?" Sosyolojinin böyle bir
dalı var. Sosyoloji, aslında Avrupa'daki sınıflar arası uçurumdan doğdu. Sınıflar
arasındaki uçurumu kapatmak için doğdu. Ve Batı, en azından kendi insanı için bir
ölçüde bu uçurumu kapattı. Göçmenler ayrı bir problem olarak Batı'nın karşısına
çıktı; ama Batı kendi insanı açısından bu uçurumu kapattı. Fakat bu sefer karnını
doyurduğu insanın ruhunu kilise ile doyuramaz hale geldi. En azından kilise ile
doyuramadıklarının sayısında bir artış başladı. Yani 18. yüzyıldan itibaren, rasyonalizmin
güneşi doğduktan sonra, Batı'da insanlar kiliseyi de akıllarıyla sorgulamaya başladılar.
Muharref Hıristiyanlık, teslis üzere kurulu olan Hıristiyanlık onların akıllarını
tatmin etmediği için aklın bombardımanı karşısında kilisenin bütün duvarları çöktü.
Bu özellikle Katoliklik için yapılmış olan bir tespittir. Papaların şahsına bağlı
olarak zaman zaman Katolisizme olan itibar yükseldi, zaman zaman geri kaydı. Ama
herhalde hepsini yakinen tanımamakla birlikte, 18. yüzyıl sonrasından bugüne gelene
kadar kilisenin tanıdığı en sevilen papalardan birisi, kısa süre önce vefat etmiş
olan II. Jean Paul idi. Ben kendisine, bir başka röportajımda da söylediğim gibi,
Hıristiyanlara Hıristiyanlığı sevdirdiği için ayrıca bir Müslüman olarak saygı duyuyorum.
Batılı insanın alkol kuyusunda ya da uyuşturucu iğnesinin ucunda ölmesini istemiyorum.
Ve papanın onlara Hıristiyanlığı sevdirmiş olmasını bir mümine olarak, bir insan
olarak hayırlı buluyorum.

O halde, Batı aydınının kiliseye karşı tutumunun bir benzerini bizim aydınımızın
Tanzimat'tan itibaren İslam'a karşı sergilemesini nasıl değerlendirmek gerekir?
O dönemdeki "Avrupa, dini bir tarafa bırakarak ilerledi, o halde biz de İslamiyet'i
bir kenara bırakmalıyız" şeklindeki fikirleri bizim aydınımız da bir dönem seslendiriyor.

Bu bir silojizmdir, yanlış bir paralelizmdir. Orda söz konusu olan teslistir.
Dinin kendisi değildir. Yani Batılı aydın aklın dini diye bir kavram üretti. Sosyolojinin
isim babası olan Auguste Comte, toplumların gelişmesini üç safhaya ayırarak değerlendirir;
teolojik safha, metafizik safha ve pozitif safha. Aynı şekilde, Levy Bruhl adlı
sosyolog da bu sınıflamayı yapar ve hayatının sonunda der ki, "Bu üç safha, insan
zihninde birbirini takip ediyor diye öne sürdüm. Fakat bugün geldiğim kanaat şudur
ki, bu üç safha, insanın da toplumun da zihninde aynı anda birlikte mevcuttur."
Yani insan, aynı zamanda hem iman sahibidir, hem felsefi düşünceleri vardır, hem
de ilimle meşgul olabilir. Zaten bunların hepsi teori. Tarih bir teoriler çöplüğünden
ibarettir. Bizim aydınımızın hatası, bütün bu teorileri -o sırada Avrupa'nın projektörü
kimin üzerindeyse sadece onunkini- hakikat zannederek bunu kendi ülkesinde gelip
tekrarlamak gibi bir hataya düşmüş olmasıdır. Dediğim gibi, Batı'da teoriler bataklığı
söz konusu. Özellikle sosyal bilimler konusunda. Fen bilimlerinde de öyledir. Bir
teori geliyor, öbürünü külliyen ortadan kaldırıyor. Dolayısıyla teorileri hakikatin
ta kendisi zannetmek hatasına düştü aydınımız. Ben konuyu tekrar Avrupa'ya getirmek
istiyorum. Katolikliğe karşı yöneltilmiş olan bu silah elbette ki Katolik Avrupa'da
belli bir ölçüde insanları kiliseden uzaklaştırdı. Ve sonuç olarak insanlar Yaratanın
varlığına ya müphem olarak inandılar ya da her şeyin ölçüsü olarak insanı almış
olan dünya görüşüne uygun olarak dünyayı kendileriyle başlatıp bitirdiler ve büyük
soruları cevaplandıramaz hale geldiler. Protestan ülkelerde durum biraz daha farklıdır.
Protestanlıkta, Katoliklikten farklı olarak, kilisenin rolü çok küçültülmüştür.
Weber'in de öne sürmüş olduğu üzere, Protestan ülkeler aslında kapitalizmin de daha
çok geliştiği ülkeler olmuştur. Protestanlıkta Tanrı ile kul arasına kilise girmediği
için, ya da minimum boyutlarda girdiği için Batılı insan, Hıristiyanlık kiliseleri
arasında Katoliklikten çok Protestanlığa itibar etmiştir. Katolikliğin düştüğü zaafa
Protestanlık düşmediği için bugün Protestan ülkelerde inanan insanlar, Katolik ülkelerde
inanan insanlardan Hıristiyan olarak daha yoğun. Nitekim bugün Amerika'da Katolik
az var; Amerika daha çok Protestan bir ülkedir. Özellikle son dönemlerde, mesela
Güney Kore'de hatta Çin'de Protestanlığa yoğun geçiş hareketleri var. Yani Katolikliğe
bu kadar yoğun geçiş yok, ama Protestanlığa geçiş var. Bu hem kapitalizmin daha
çok Protestan ülkelerde gelişmiş olmasından, hem de Protestanlığın Katolikliğin
malul bulunduğu teslis akidesine uzak olmasından kaynaklanıyor. Ben, 15 gün kadar
önce Norveç'teydim. Orada şunu öğrendim. İnsanların büyük bir kısmı inanmıyorlar.
Ve birçok Avrupa ülkesinde olduğu gibi Hollanda'da Almanya'da, Fransa'da, Belçika'da
insanlar ölünce yakılıyorlar. Hitlerin fırınları gibi krematoryum adı verilen fırınlar
var. Şahıs yakılma arzusunu vasiyet ediyor, aile de cenazeyi fırına veriyor. Bir
taraftan sokuyorlar, 10 dakika sonra diğer taraftan onun küllerini ılık ılık bir
kutunun içinde iade ediyorlar. Bu kutu bazen toprağa gömülüyor. Minicik bir kutu…
Bazen ailenin şöminesinin üzerine konuluyor. Korku filmi sahnesi gibi… Bazen de
müteveffadan geriye kalan bir avuç külünü jeeplerle deniz kenarına götürüyorlar,
jeepten iniyorlar. Ellerinde küçücük kutu, sahilde kendilerini bekleyen deniz botuna
biniyorlar. Denize açılıyorlar ve açıktayken kutunun içindeki külü denize döküp
tekrar geri dönüyorlar. Evet, Hayy'dan geldik Hû'ya gidiyoruz, ama Allah bizden
kendisine böyle geri dönmemizi talep etmiyor herhalde.

Bu insanları böyle davranmaya iten nedenler nelerdir acaba?

Bir inançsızlığın tezahürü… Yani onlara göre; her şey bedenden ibaret olduğu
için… Bedenini o kadar sevmiş, okşamış, onu havyarlarla, şampanyalarla beslemiş
ki toprağın altına girip bedenini kurtlar yiyecek düşüncesine dayanamıyor. Hiç değilse
kül olurum, yok olurum daha iyi diyor. Böyle bir tercihe yol açıyor. Bu vakalar
da çoktur.

Tekrar Norveç'ten bahsedeyim. Norveç'te vaftiz kilisede yapılıyor. Düğün kilisede
yapılıyor. Ve cenaze de yine kiliseye geliyor. Bazı yönlerini bırakmışlar itikatlarının,
bazı yönlerini uyguluyorlar. Böyle bir parçalı bulutlu inanç, ibadet ve akaid üzere
gidiyorlar. Bu arada ateist olan bir insan, kendi hayat süreci içinde Hıristiyan
olmayı tercih edebiliyor. Necip Fazıl'ın meşhur şiirinde olduğu gibi: "Üç katlı
ahşap evin her katı ayrı âlem! / Üst kat: Elinde tespih, ağlıyor babaannem / Orta
kat: Vals oynayan annem ve aşıkları / Alt kat: Kızkardeşimin (tamtam) da çığlıkları
/ Bir kurtlu peynir gibi, ortasından kestiğim / Buyrun ve maktaından seyredin, işte
evim!" imajının tam tersi bir durum ortaya çıkıyor. Bizde de benzer bir durum hâsıl
olmaya başladı. Torun tespih çekiyor, büyükanne tamtam dinliyor. Aradan bir yüzyıl
geçmeden beşeriyet çapında da, Türkiye çapında da bu manzaraya zaman zaman rastlıyoruz.
Mesela, başı açık boyalı saçlı bir büyükannenin yanında tesettür içindeki torununu
görüyorum. Az olmakla beraber bu vakalar da var. Azların ne zaman çok olacağını
bilemeyiz. Bu hem Cenab-ı Hakk'ın külli iradesine bağlıdır, hem de toplumun manevi
mayasının ne zaman tutacağına. Bu konuda eldeki veriler, her zaman yeterince aydınlatıcı
olamaz. Yani sakin akan bir derenin birdenbire bir şelaleye rastlaması gibi bazen
toplumsal olaylar da çok sakin akıyor gibi gözükürken, birdenbire çok yüksek bir
debiye ulaşabilirler. Şelaleler toplum hayatında da var. Önceden ne getireceği bilinemeyen
sürprizdir. Bu söylediğim gayr-i ilmi gibi gözükebilir fakat ilmin kendisi de bunu
tespit ediyor. Yani ilmin aczini ifade ettiği yerler vardır ki benim de ilmi en
sevdiğim zamanı o zamanlardır. Acziyetini ifade etmek cesaretini gösterdiği zaman,
ilmi gerçekten hürmete şayan buluyorum. Cevaplarımda da zaten dikkat ederseniz kulluk
vasfımla sosyologluk vasfım iç içe girecektir. Hatta genelde sosyologluk vasfım
geride kalacak, kulluk atım daha önde koşacaktır. Böyle olması ilme olan sevgimin
azalmasından değil, ilmin benim beynimi ve ruhumu doyurmakta gösterdiği acizlikten
kaynaklanmaktadır. Ben bu tercihi yaptım. Ben tercihimi dinden yana koydum. Çünkü
sosyolojide aradığım soruların cevaplarını bulamadım. Külli izahlara gitmekte zorlandım.
Sosyoloji beni yeterince tatmin etmedi. En azından başkalarının vermiş olduğu cevaplar
beni tatmin etmedi. Sosyoloji bir teoriler çöplüğüdür derken bunu ifade etmek istiyorum.
Şimdi dine yöneliş hareketleri var, olacak, daha da artacak. Şahsi kanaatim budur.
Yine Auguste Comte'un dediği gibi ilim eğer önceden görüyü sağlarsa, ben de otuz
sene Sosyoloji hocalığı yaptımsa, belli bir ölçüde önceden görme kapasitem geliştiyse,
hidayet olaylarının çok daha artacağı kanaatindeyim. Allah izin verirse pek tabii
ki… Şimdi mühtediler artıyor. Daha da artacak. Çünkü beşeriyet varoluşunun esbab-ı
mucibesini aramaya her zaman devam edecek. Yani niçin doğduk, niçin yaşıyoruz, yaşarken
neler yapmamız lazım ve yakılsak da, toprağın altına konsak da bizi muhakkak bekleyecek
olan ölümden sonraki yol nedir? Ölümden öteye yol var mı? Bu soruların cevabını
beşeriyet hep aradı, hep arıyor, hep arayacak. Din bu soruya verilen tek cevaptır.
Dine yönelişin nedenlerini bu sorularda aramak lazım.

Mühtedilerin gelecekte Batı'da artacağını söylediniz. Araştırmalar da bunu doğrulamaktadır.
Örneğin Amerika'da her yıl otuz bin ihtidadan, İngiltere'de yüz bin mühtediden söz
ediliyor. İslam'ın çeşitli nedenlerle Batılıların gözünde menfi bir imaja sahip
olmasına, Batı'nın kendi dinsel doktrinlerinden gelen totaliter ve tekçi yaklaşımla,
İslâm hakkında sürekli yanlış bilgilendirmelerine rağmen, Batılıların İslam'a yönelişlerini
neye bağlayabiliriz?

Ben şu anda Müslümanlar olarak İslamiyet'i temsil etmek liyakatında pek azımızın
bulunduğu kanaatindeyim. İslamiyet'e layık Müslümanlar olmamız lazım. Halbuki, biz
İslamiyet'e layık Müslümanlar mıyız acaba? Bu çok kocaman bir soru işareti benim
için. Nitekim Norveç'teki tespitlerim şunlar: Norveçlilerin büyük çoğunluğu, kiliseye
düğün ya da cenaze dolayısıyla gitseler de ateist insanlar. Fakat gördüğüm kadarıyla
İslamiyet'in emirlerinin yerine getirilmesi halinde ortaya çıkması matlub olan insan
karakterinin özelliklerini büyük ölçüde taşıyorlar. Ben hayatımda Norveç kadar temiz
bir ülke asla görmedim. Oslo'ya, arkasından da Norveç'in üçüncü büyük şehri olan
Trondheim'e gittik. Buraların bende bıraktığı izlenim şu: Abdest almış, namaz kılmayı
bekleyen bir şehir. Bir şehir abdest almış olabilir mi? Evet. Abdestli bir şehir…
İnsanlar da böyle. Tertemizler. Giysileri, bakışları, ruhları her şeyleriyle tertemizler.
Hayatımda bu kadar saf, pür, gerçek manasıyla insan olmuş bir millet ilk defa görüyorum.

Bediüzzaman "gayr-i müslim mümin" tabirini kullanıyor.

Aynen, aynen gayr-i müslim mümin. O kadar ahlak sahibiler. Bakın Norveç'in GSMH'sı
bir rivayete göre 44 bin dolar, bir rivayete göre 55 bin dolar. İki rakam var. Son
derece de zenginler. Hiçbir problemleri yok. Fakat Allah öyle bir vicdan vermiş
ki o dört milyon dört yüz bin insana, dünyanın bütün problemleri onların problemi.
Bu kadar beşeriyet adına düşünen, araştıran, ciddiyetle soruşturan ve ızdırap çeken
bir millet görmedim hayatımda. Brezilya büyükelçileri olan bir hanım geldi ve bizim
katıldığımız toplantıdan sonra bir konuşma yaptı. Konuşması Brezilya'daki çocuk
fuhşu üzerineydi. Bakın! Bir sandviç parası mukabilinde fuhuş yapan 11 yaşındaki
kız çocuklarını anlattı. Dinlerken gözleri doluyor Norveçlilerin. Sadece gözleri
dolmuyor, müdahale de ediyorlar. Kendi aralarında sivil toplum örgütleri kuruyorlar.
Oralara para yardımı yapıyorlar. Oralara hoca yardımı yapıyorlar. Afrika'da "Right
to Play" diye bir sivil toplum örgütü kurmuşlar. Bir doktor bunu kuran, aynı zamanda
dünya olimpiyatlarında paten şampiyonu sportmen bir adam. Right to Play, "oynama
hakkı" demek. Afrika'daki ülkelere gidiyorlar. Çocuklara belli bir gıda yardımı
yapıyorlar. Kendi olimpiyat şampiyonlarına, kendi ülke şampiyonlarına orada beden
eğitimi hocalığı yaptırarak zenci çocuklara belli bir spor zihniyeti kazandırıyorlar.
O zenci çocuklar süklüm püklümlükten uzaklaşıyor, ellerinde top, ip her neyse hep
birlikte oyunlar oynamaya başlıyorlar. Bunları ciddiyetle yapıyorlar. Yani ceplerindeki
parayı gidip yat ya da kat almaya harcamıyorlar. Ceplerindeki paraları birleştirip
bunun için Afrika'ya adam gönderiyorlar. Karınca kararınca herkes bir şey yapıyor.
Yine bir hanımı dinledim. Hanımın babası İranlı, annesi Alman, kendisi Heilderberg
Üniversitesi'nin ekonomi ve hukuk bölümlerinden mezun olmuş bir hanım. Taliban Afganistanı'nda
yıllarca dağlarda yaşayan bir kadınla röportaj yapmış. Onunla ilgili olarak kaleme
aldığı kitap Norveççe'ye tercüme edilmiş. Bütün hanımlar o kitabı okumuşlar ve o
hanımı Trondheim'e davet etmişler. Orada ona kitabıyla ilgili sorular soruyorlar.
Yani "Ben problemimi hallettim, dünyadan bana ne!" demiyorlar. "Ben problemimi hallettim,
ya şimdi başkaları için ne yapabilirim" diyorlar. Lisan-ı hal ile bunu diyorlar.
Paralarını kendilerini geliştirmek ve başka insanların problemlerine yardımcı olmak
için harcıyorlar. Sivil toplum örgütleri kurup ellerinden geldiği kadar onlara da
çözüm üretmeye çalışıyorlar. Mümin budur kardeşim.

Gayr-ı müslim mümin. İnsan olmuşlar, İslam olmayı bekliyorlar. Eğer İslam olmadılarsa
da kabahat katiyen onlara ait değil, kabahat biz Müslümanlara ait.

İslam ülkelerindeki bunca menfi görüntüye rağmen Batı'daki yönelişin sosyolojik
nedenleri nelerdir?

Şimdi o kadar zor bir soruya cevap veremem. Sosyolog olarak cevap veremem. Cenab-ı
Hakk'ın lütfudur derim. Kim layıksa o olur. Şimdi bakın, tertemiz bir ülke, dedim.
Fiziki olarak tertemiz insanlar. Evlerine giriyorsunuz, ayakkabı çıkartıyorsunuz.
Çocuk terbiyeleri bir zirve. Ağlayan çocuk görmedim ben Norveç'te. Aynı şeyi Hollanda
için de söylüyorlar. "Hollanda'da bebekler ağlamaz" diyorlar. Bebekleri kiliseye
getirmişler. Ben bir düğüne gittim orada iken. Ufacık bebek, gıkı çıkmıyor çocukların.
45 dakika, 1 saat ağlamıyorlar. Çocuklarını ağlatmıyorlar. "Eşinizin cariyesi olun
ki, o da sizin köleniz olsun" hadis-i şerifine uygun olarak hayatımda bir erkeğin
evinde misafirlere bu kadar fiilen, bedenen hizmet ettiğini ilk defa görüyorum.
Hanım oturdu, beyefendi de hizmet etti bize. Sekiz kişiyiz. Çayımızı, kahvemizi,
tabaklarımızı getirip götürüp bize hizmet etti. Ben utandım. Ki, ben erkeklerin
evde eşlerine yardımcı olmaları konusunda hadis-i Peygamber örneğinden hareket ederek,
erkeklerimizin son derecede hareketli olması gerektiğini düşünüyorum. Öyle olduğu
halde, bir Norveçli erkeğin evinde hanımını oturtup, misafirlerine bu kadar derin
bir saygı ve ilgiyle hizmette bulunmasından ben utandım.

"Kıyamete bir saat kaldığını bilseniz dahi elinizdeki fidanı dikiniz" buyrulmuş.
Zaten Norveç'in her tarafı orman. Oslo'da, mesela, apartmanların balkonlarının önüne,
sekizinci kata topraklı beton bölmeler yapmışlar, bodur çamlar dikmişler. Apartmanın
cephesine bakıyorsunuz, dizi dizi küçük çamlarla yemyeşil duruyor. Tebessümü sanat
bellemişler. Bir Müslüman'ın sahip olması gereken ne kadar haslet varsa hepsine
ben Müslümanlığı henüz bilmeyen Norveç insanında rastladım.

İletişimin ve teknolojinin üst düzeyde olduğu günümüzde, insanı ve insanlığı
hidayete ulaştıracak metod ve özendirici modeller de önem kazanmıştır. Bir model
oluşturabilecek İslam toplumlarının genel görüntüsü ise iç açıcı değil. İslam âleminde
yoksulluk, geri kalmışlık, cehalet var. Norveç gibi Batı'da şekil olarak İslam'ı
yaşayan gayr-i müslim toplumlara, İslam'ı kabul etmeleri için nasıl bir model sunmalıyız?
Metod ne olmalıdır?

Temsil, temsil edeceksiniz. Müslümanlığı şahsınızda en güzel şekilde temsil edeceksiniz.
Ben 1999'da örtündüm. Ondan sonra makyaj yapmadım. Ondan önce çok makyaj yapan bir
hanımdım. Fakat Norveç'te hanımların hepsi yaşlı ve makyajlı oldukları için benimle
kendilerini özdeşleştirmeleri için hafif bir makyaj yaparak onlarla kendi aramdaki
ortak özellikleri artırmak için gayret harcadım. Bir anlamda makyaj cihadı yaptım.
Öyle diyeyim. Çünkü kendilerine beni daha yakın hissettiler. Başörtüm olması dolayısıyla
farklı idim onlardan. 700 kişilik salonda 700 hanım. "Dünyada Kadın" diye bir toplantıydı,
Trondheim şehrindeki toplantı. Veliaht Prens de geldi. 700 kişilik salonda başı
örtülü tek kadın bendim. İslamiyet'i bir tek ben temsil ediyordum. Dolayısıyla aramızdaki
diyalogun kuvvetli olması için onların bende kendilerini bulmaları lazım geliyordu.
İslam'ı orada tek başıma temsil ediyordum. Müslüman kadını temsil ediyordum. Gerçekten
aramızda muhteşem bir diyalog oluştu. İnşallah hepimizin temsil kabiliyeti olsun.
Daha da geliştirelim bu kabiliyetlerimizi. Aralardaki boşlukları ancak bu tür köprüler
kurarak, bu tür diyaloglar geliştirerek kurabiliriz. Nitekim bana başörtümün neden
mesleki hayatımdan daha önemli olduğunu sordular. Ben de bunu kendilerine anlattım.
Hem ilmi anlamda, hem akidevi anlamda anlattım. Bana, oradaki 1715 tarihli tahta
kilisenin pastörü, yani rahibesi, tek yetkilisi olan Berit adlı hanım dedi ki: "Biz,
eğer bir insan Müslüman'sa entelektüel olmaz, entelektüel ise Müslüman olmaz zannediyorduk.
Sizi gördükten sonra bunun bir peşin hüküm olduğunu anladık. Sizden ve Müslümanlardan
özür dileriz." Dikkat buyuruyor musunuz! Demek ki, köprüleri kurmamız lazım. Temsil
kabiliyetimizin olması lazım. Allah günahlarımı affetsin, hatalarımı, aczimi affetsin.
Ben her Müslüman'ın en mükemmel şekilde Allah'ın kulu olma sıfatını ve Müslüman
olma sıfatını taşıyarak diyalog yoluyla nerede gücü yetiyorsa orada insanlara anlatarak
değil, kendisini göstererek İslam'ı sevdirmesi gerektiği kanaatindeyim.

Bu noktada, Bediüzzaman'ın da "Eğer biz ahlâk-ı İslâmiye'nin ve hakaik-ı imaniyenin
kemâlâtını ef'âlimizle izhar etsek, sair dinlerin tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyet'e
girecekler…" ve "Doğru İslamiyet'i ve İslamiyet'e layık doğruluğu göstermek" şeklindeki
cümlelerini İslam'ı anlama ve anlatma açısından nasıl değerlendirebiliriz?

Allah rahmet eylesin Hazret'e. Keramet buyurmuş gerçekten. Şunu da söyleyeyim
bakın. Norveç'te gözlerim dolarak, bu kavmin İslam'la müşerref olması için özel
teheccüd namazı kıldım. Söylenmez ama söylüyorum. Niye söylemeyeyim. Herkes duysun.
Evet, Norveç'in İslam'la müşerref olması için gece kalktım Trondheim'de ve secde-i
Rahman'a varıp gözyaşları içinde dua ettim. Niye etmeyeyim. O kadar sevdim onları.
O kadar İslamiyet'e layık gördüm. Döndüm geldim. Havaalanındayız. Polis pasaport
kontrolünden çıktık. Bakınız şimdi. Gerçekten de ibret nazarıyla bakarsanız, size
her şeyden ve her halden bir konferans veriliyor. Daha freeshop'un oraya gelmeden,
daha Türkiye'nin havaalanının merdivenlerini inmeden duvarın dibine İranlı mı, Iraklı
mı, Suriyeli mi, nereli olduğunu bilmediğim bir Müslüman aile. Hanımlar çarşaflı,
yanlarında da çocukları var. Nereden geliyorum, Allah bana ne gösteriyor. Hepsi
yere, duvarın dibine oturmuş bir kere. Yere oturulur mu? Evinizde oturursunuz. Ama
herkesin yürüdüğü bir yerde yere oturmak, pisliğin üstünde oturmak demektir; yani
sokakta oturulmaz yere. Hanımlar çarşaflarıyla yere oturmuşlar. İlkellik manzarasını
anlatıyorum. Bir oğlan çocuğu ayakkabılarını çıkarmış, oraya koymuş, çıplak ayaklarla
yere basıyor. Yanında bir kız çocuğu var. Oğlan kalkmak istiyor. Ayaktaki çarşaflı
kadınlardan birisi ona vuruyor. Vurunca çocuk ağlamaya başlıyor. Ya Rabbi dedim:
Bu bıraktığım Norveçliler Müslüman değil, şu karşıma çıkarttığın sahnedeki insanlar
Müslüman. Takdirinize arz ediyorum manzarayı. Bir yerde onlar Müslüman olmadığı
için ızdırabımdan ağlayasım geldi. Öbür yanda da bunlar Müslüman diye ızdırabımdan
ağlayasım geldi. Müslümanların gerçekten de İslamiyet'e layık olmak mecburiyetleri
var. Lütfen, dünya bizim kusurlarımızı İslamiyet'e atfetmesin. Buna hakkımız yok.
İkinci bir kere mükellef hale geliyoruz. İslamiyet'i temsil etmediğimiz zaman hem
kendimize karşı Allah'ın indinde kusurlu oluyoruz, hem de böyle kusurlu bir Müslüman
portresiyle dünyanın İslamiyet'ten uzaklaşması gibi bir günaha da yol açıyoruz.
Bu bir günahtır.

İnsanlığın başına gelen felaketlerin inançtaki rolü nedir? Bugün de yaşadığımız
deprem, tsunami, kasırga vb. felaketlerin inanç ile ilgisini kurabilir miyiz?

Ben bir idrak açılımı olması bakımından önemli görüyorum. Bir vesiledir; ancak
doğrudan böyle bir bağlantı olacağını zannetmiyorum. Mesela, benim başımı örtmemin
depremdeki korkudan ileri geldiğini zannettiler. Hiç alakası yok hâlbuki. Zerre
kadar korkmadım. Şu anda da deprem diye bir korkum asla yok. Zaten Allah hariç,
hiçbir şeyden korkmam. Allah'tan korkan başka bir şeyden korkmaz. Ne yangından korkarım,
ne ölümden, ne de depremden. Hiç böyle bir korkum yok benim. Çünkü Allah'tan utanırım.
Allah'ın yap dediklerini yapmaya, yapma dediklerini yapmamaya gayret eden bir kuluyum.
Allah'tan utandığım için geri kalan her şey, Cenab-ı Hakk'ın emriyle olmuştur. Öpüp
başıma koyarım, yapılabilecek hiçbir şey yoktur. Benim başımı örtmemin de korkuyla
hiçbir bağlantısı yoktur. O gece orada Allah'a ettiğim dualar var. O duaların kabulünü
hissedişim var. O zaman Allah'a karşı duyduğum bir hicap var. Ve Allah'a dedim ki:
"Sen Allah'sın benim dualarımı kabul ediyorsun. Ben kulum senin emirlerini yerine
getirmiyorum." Ve en bariz yerine getirmediğim emir de başımın açıklığıydı. O anda
çok büyük bir hicap duydum Allah'a karşı. Bir emrini yerine getirememiş olmamdan
dolayı hicap duydum. Dedim ki: "Ben senin baş örtmek emrini yerine getirmediğim
için bu andan itibaren bu günahımı ortadan kaldırmaya gayret ediyorum. Tövbe istiğfar
ediyorum ve sırf senin emrin olduğu için başımı örtmeye karar veriyorum, niyet ediyorum,
beni bana mahçup etme." Beni bana mahcup etme. Toplum umurumda değildi. Nitekim
bin bir türlü rivayet olmuştur muhtemelen, bununla ilgili kulağıma gelenler yeter.
Bunlar beni zerre kadar ilgilendirmedi, çünkü burada benim Allah'a karşı tavrım
söz konusudur. Kullar beni hiç ilgilendirmez. Herkes istediği şekilde düşünmek hakkına
sahiptir. Onlara da saygı duyarım. Herkes kendi idrakine göre yorum yapıyor, hangi
idrakteyse onu ifşa etmiş oluyor. Allah hepimize hidayet versin.

İmanlı bir kimsenin eğitim, kültür, aile ve benzeri açılardan yaşadığı topluma
katkıları neler olabilir?

Her şey. Yani mükemmel bir kul, her konuda mükemmeldir. Mükemmel bir eştir, mükemmel
bir evlattır, mükemmel bir babadır, mükemmel bir memurdur, mükemmel bir esnaftır.
Yani mükemmeliyetin sınırı yok.

İmanlı toplum mükemmel toplumdur. Ama bunun için evvela fertlerin mükemmel olması
lazım. Gandhi'nin çok sevdiğim bir cümlesi var. Şöyle diyor Mahatma Gandhi: "Bizler
dünyada görmek istediğimiz değişimin kendisi olmadıkça hiçbir değişim gerçekleştirilemez."
Siz önce kendiniz değişeceksiniz ki, sonra dünyayı değiştirebilesiniz. Siz kendinizi
değiştirmedikten sonra sözünüzün ne hükmü olabilir. Siz önce olunmasını istediğiniz
şeyi olacaksınız.

Bediüzzaman'ın "Kendini ıslah etmeyen başkasını ıslah edemez" sözüyle örtüşüyor.

Aynen. Marx'ın sözüdür zannediyorum. "Zirvelerde söylenen şarkı aynı." Bütün
büyük beyinler aynı ışınları saçacaklar.

"Ey iman sahipleri yeniden iman ediniz." Mutlak hakikatla aramızda mevcut olduğu
rivayet edilen yetmiş bin perdeyi yırtmak için dünyaya geldik. İbadet ve tefekkür
de bunun vesilesidir. Bu perdeler yırtılır. Peygamberler için yırtılmıştır. Veliyullah
için de yırtılmıştır. Mü'minlerin de görevi hakikatla aramızda bulunan bu yetmiş
bin gaflet perdesini Allah'ın yap dediklerini yaparak, yapma dediklerinden de azami
derecede içtinab ederek yırtmaktır. Bunun için varız. O zaman, "Ey iman sahipleri
yeniden tecdid-i iman ediniz ya da ey iman sahipleri yeniden iman ediniz," demek
bu gaflet perdelerini yırtınız demektir. Cenab-ı Hakk bizim kendisinden gafil olmamızı
istemiyor. Cenab-ı Hakk bizim kendisine yakın olmamızı istiyor. Dolayısıyla Allah'ın
bu arzusunu yerine getirerek Allah'a yakın olmamız, yani ibadetleri bihakkın yerine
getirmemiz lazımdır. Ben bu arada farz ibadetlerin, Allah lütfederse olur, fakat
yeterli olmadığı nafilelere mutlaka niyet edilmesi kanaatindeyim. Şu anda İslam
dünyasının sıradan mü'mine ihtiyacı yok. Şu anda her mü'min bir evliya olmak mecburiyetindedir.
Sıradan, esneyerek namaz kılan mümine ne İslamiyet'in ihtiyacı var ne beşeriyetin
ihtiyacı var. Müslümanların o kadar İslamiyet'e layık olmaları lazım ki, her biri
bir evliya olması lazım. Bu yetmiş bin perdeyi yırtıp aşması lazım. O da nafilelerle
mümkün olacaktır büyük bir ihtimalle. Dolayısıyla farzları mutlaka aşmak, nafilelere
niyet etmek gerekiyor. Onun için bizim yeniden iman etmemiz lazım. Ey iman sahipleri!
Hiçbirimiz imanımızın derecesini beğenmememiz gerekiyor. Hep onu aşmamız lazım.
Hep bir üst basamağa çıkma gayreti içinde olmamız lazım. Bunun için de Allah'ın
bütün emirlerine mümkün olduğu kadar riayet etmek, yasaklarından da mümkün olduğu
kadar kaçmak lazım. İslamiyet adına o kadar cinayet işlendi ki, bu kanı üstümüzden
temizlememiz için, bize ait olmayan bu cinayetlerin faturasını bihakkın sıfırlayabilmemiz
için, bizim olmayan bu günahları üç talakla boşamamız için evliya seviyesinde Müslüman
olmamız lazım geliyor. Sıradan Müslümanlık yetmez bu kiri temizlemeye. Biz öyle
bir iftiraya uğradık ki… Ve o kadar da az temsil edebildik İslamiyet'i. Hem de çok
büyük bir iftiraya uğradık. Bu günahı biz işlemedik. Ama o kadar işlemeye müstahak
bir halimiz vardı ki, bu cinayet üstümüzde kaldı. Bu günah bizim değildir. Ama bu
günahı da temizlemek mecburiyetindeyiz. Dua da edeceğiz, gayret de edeceğiz. Mükemmel
dünya vatandaşları olacağız. Mükemmel, kusursuz, alim, akıllı, dürüst… Bütün güzel
vasıflar, üstümüzde muhteşem bir kaftan gibi dünyanın her köşesinde dosta düşmana
teşhir edilmeli.

Her mü'minin evliya olması, sözünü biraz açar mısınız? Zira kavramlar o kadar
birbirine karıştı ki… Şimdi genel anlamda evliya deyince, inzivaya çekilmiş, dünyadan
elini çekmiş bir kişi manası anlaşılabiliyor. Özellikle asrımızda küfrün bir anlamda
ilimden kaynaklandığını düşünürsek nasıl bir tanımlama yapmamız gerekir?

O kişi Allah'ın duasını kırmadığı insandır. Bakın ben ilmi başından çöplüğe attım,
bir tür ilmi çöplüğe attım. "İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir, sen kendini
bilmezsin, ya nice okumaktır." İlim bu işte. Kendini bilen Rabbini bilir. İnsanın
kendini bilmesi… Kendimizi bilmemiz için fizyoloji bileceğiz. Anatomi bileceğiz.
Psikoloji bileceğiz. Sosyoloji bileceğiz. Tabii ki ilimsiz olmaz. İlmin cehilden
kurtulması için bütün ilimlerin el ele vermesi lazım. Şu anda kopuk kopuk çalışıyorlar.
Bağlantılar ortaya çıktığı anda sistemdeki tamamiyeti, tevhidi idrak edeceğiz. Hücredeki
atomların yapısıyla kâinattaki galaksilerin dönüş fiziği aynı. Bir farklılık yok.
Gerçekten ilim bir noktaydı, onu cahiller çoğalttı. O çoğalan cehalet de birbirine
bağlandığı zaman gerçek ilim olarak tekrar tek noktaya dönecek zaten. Şu anda fazla
dallanıp budaklandığı için herkes miyop, sadece kendi önündeki ilmi görüyor. Onların
hepsi teoriler çöplüğü olmaktan çıkıp tevhide geldikleri anda zaten bağlantıları
ortaya çıkacak. Kopuk bir kâinat olabilir mi? Orda bir kanun hâkim, burada başka
kanun hâkim. Böyle bir şey olabilir mi bu kadar mükemmel bir sistemde? Deniyor ki,
mesela, oksijenle hidrojeni bir araya getirmeniz için Amerika Birleşik Devletleri'nin
bütçesini harcamanız lazım. Yani 1 kilo su yapmanız için. Onları bir araya getiren
birbirlerine duydukları sevgi. Biz de bir o sevgiyi yakalasak. Ben bazen Ay'a aşk
ilan ediyorum. "Yüzyıllardan beri benim soyumu aydınlatıyorsun. Ne kadar güzelsin.
Bir büyüyorsun, bir orta oluyorsun, bir küçülüyorsun. Öbür türlü ne kadar monoton
olacaktın" diyorum. Yani Ay'ı seviyorum, hizmeti var bize. Her şeyi seviyorum. Böcek
öldüremiyorum katiyen. O ne canlı, o ne şaheser. Mutfakta kuru üzüm kavanozda bazen
çok uzun süre kalıyor, kurt yapıyor. "Allah'ım, bu kurdu bu üzümün içine ne zaman
attın da bu böyle oldu, çıktı dışarıya." diyorum. Üzüm kendisinden kurt çıkartıyor.
O kurt ne şaheser bir şey. O kurt küçük tırnağımın üçte biri kalınlığında ve küçük
tırnağım boyunda. Onun onda birini ben yapabilir miyim? Sen Allah'ın şaheserisin
diyorum. Ben seni nasıl iptal etmek hakkına sahip olabilirim. Ona aşık oluyorum
yani. Her şeyde Yaratan'ın eserini görmek lazım. Adam Smith'in de tabiri var ya.
"Invisible Hand" diyor. Allah'ın "Görünmeyen Eli". Her şeyde var. İşte varoluşumuz
da bunun için, bu görünmeyen eli idrak etmemiz için. O el var, biz görmüyoruz. Aslında
görüyoruz da görmediğimizi zannediyoruz. Allah göstermediği için görmediğimizi zannediyoruz.
Yoksa var.

İdrakimizin hayran bile kalmaya gücünün yetmediği bir ihtişamın ortasında yaşıyoruz.
Allah idrakimizin önündeki perdeleri kaldırsın. Bizi kendine en yakın kullarından
eylesin. Bu konuşmamızı da hayırlara vesile eylesin.