Risale-i Nur and the School of Hz. Hassan

Giriş

İslam tarihine baktığımızda kuvvet ve şiddeti yöntem olarak seçmiş hiçbir hareketin
başarılı olamadığını görüyoruz. İslam'ı temsil ve dine hizmet iddiasıyla ortaya
çıkan, maddi iktidarı ele geçirmeyi ana hedef olarak seçen bu akımların, dine fayda
yerine zarar verdiği; gerek dünya ve gerekse Türkiye pratiğine, gerekse bizzat bu
tarz hareketlere öncülük etmiş olanların itiraf ve tanıklığı ile sabittir.

Bu çalışmamızda, dine hizmet ve irşadı kendisine misyon olarak seçen, gerek fert
ve gerekse fertlerden oluşmuş çeşitli yapılardaki toplulukların bütün mesailerini
ferdi esas alan "iman hizmeti" üzerine yoğunlaştırmaları gerektiği hususunda, Hz.
Hasan'ın, halifelikten feragat etme tavrı örnek olarak gösterilmektedir. Bu tavrın
mirasına sahip çıkan ve günümüzde bu misyonun yaşayan pratiği olarak ifade edebileceğimiz
Risale-i Nur hizmet metodu ile uyumluluğu, Risale-i Nur metinlerine baş vurularak
delillendirilmeye çalışılmaktadır.

***

Osmanlının meşhur tarihçi ve şairlerinden İbn Kemal, Yavuz Sultan Selim'in vefatı
vesilesiyle yazmış olduğu mersiyenin bir yerinde saltanat döneminin kısa sürmesine
rağmen az zamanda çok işler başardığına telmihen şu beyti kaleme almış:

Az müddetde çoğ iş itmişdi / Sâyesi olmuşdı âlem-gîr

Şems-i asrdı, asırda şemsin / Zıllî memdud olur zamanı kasîr1

Bu sözler, Yavuz Sultan Selim'in nispeten kısa süren saltanat döneminin fütuhat
ve maddi etkilerini çok güzel ifade eden sanat harikası sözlerdir. Şayet Hz. Hasan'ın,
Yavuz'un saltanatının onda birinden bile kısa süren kısacık hilafetinin ve bu hilafetten
feragatinin ümmet içerisinde vesile olduğu manevi fütuhat anlaşılabilse, yukarıya
aldığımız beytin aynısının, hatta daha mükemmelinin Hz. Hasan için söylenmesi gerektiği
kanaatindeyiz. Zira Yavuz'un maddi ve coğrafi sahada sağladığı ümmet birliğini,
Hz. Hasan kalbi ve manevi sahada sağlamıştır.

Hatırlatma kabilinden Hz. Hasan hakkında kısaca bir malumat verdikten sonra asıl
mevzumuza devam edeceğiz.

Hz. Peygamber'in torunu, Hz. Ali ve Hz. Fatıma'nın büyük oğlu (H.3-49/M.625-669)
olan Hz. Hasan, Cemel Vak'ası ve Sıffin Savaşı'nda babasının yanında bulundu. Babasının
661 yılında şehit edilmesinden sonra Kufeliler ona biat ederek halife olarak tanıdılar.
Bunu haber alan Hz. Muaviye kendisine karşı bir ordu hazırlattı. Hz. Hasan, Müslüman
kanının akmaması ve kendi safında yer alanların savaşa karşı isteksizliğinin de
etkisiyle bazı şartlar mukabilinde hilafeti Hz. Muaviye'ye teslim etti.2

İslam tarihine H. 41/661 yılına bu antlaşmadan dolayı birlik yılı anlamına gelen
"amü'l Cemaa" denilmiştir.3 Böylece kendi taraftarları içinde yer alan Haricilerin
görüşlerini benimseyen bir grup ile kardeşi Hz. Hüseyin'in muhalefetine rağmen,
Hz. Muaviye ile anlaşarak, Hz. Peygamberin işaret ettiği gibi4 Müslümanlar arasında
kan dökülmesini önlemiş ve insanların kısa bir süre için de olsa barış ve huzur
içinde yaşamalarına vesile olmuştur. Hz. Hasan daha sonra ailesiyle birlikte Medine'ye
gitti. Hayatının geri kalan kısmını orada siyasetten uzak bir şekilde geçirdi. H.
49/M.669 tarihinde vefat etti.5

Hz. Hasan'ın halim, selim, cömert, sakin, vakarlı, barış yanlısı, siyasi beklenti
ve menfaatlerden uzak kalabilmiş farklı bir kişilik sergilediği kaynaklarda yer
almaktadır.6 Hz. Hüseyin ile birlikte Hz. Peygamberin neslini günümüze kadar devam
ettiren iki şahsiyetten biridir.

Risale-i Nur'da, Peygamber Efendimiz'in, (s.a.v.) küçüklüklerinde Hz. Hasan ve
Hüseyin'e gösterdikleri olağanüstü şefkat ve büyük ilgi, dedenin torununa olan zaafı
türünden sıradan, beşeri bir sevgi olmadığı belirtilir. Bu sevginin Peygamberlik
vazifesinin nurani çizgisinin bir ucunun bunlara dayanması, aynı zamanda, adı geçenlerin
peygamberlik vazifesinin manevi mirasına sahip çıkacak olan gayet ehemmiyetli bir
cemaatin menşei, mümessili ve çekirdeği olmaları yönüyle olduğu, değerlendirmesi
yapılır.7

Bu hususla ilgili olarak Bediüzzaman, son derece dikkat çekici şu yorumu yapar:
"Evet, Resul-i Ekrem Aleyhissalatu Vessalam, Hz. Hasan'ı (r.a.) kemâl-i şefkatinden
kucağına alarak başını öpmesiyle, Hz. Hasan'dan (r.a.) teselsül eden nurani nesl-i
mübârekinden , Gavs-ı Âzam olan Şâh-ı Geylani gibi, çok mehdî-misal verese-i Nübüvvet
ve hamele-i şeriat-i Ahmediye (a.s.m.) olan zatların hesabına Hz. Hasan'ın (r.a.)
başını öpmüş. Ve o zatların istikbalde edecekleri hizmet-i kudsiyelerini nazar-ı
Nübüvvetle görüp takdir ve istihsan etmiş. Ve takdir ve teşvike alamet olarak Hz.
Hasan'ın (r.a.) başını öpmüş… Evet Hz. Hasan'ın (r.a.) başını öpmesinden Şâh-ı
Geylani'nin hisse-i azimesi var."8

Bediüzzaman, "Al-i Aba" ile ilgili bir bahiste, Hz. Peygamberin abasını, içlerinde
Hz. Hasan'ın da bulunduğu beş kişi üzerine örtmesi hadisesinin hikmetini izah sadedinde,
Hz. Peygamber'in bu hareketiyle; Hz. Hasan'ı tebrik ettiğini ve barış ile çok mühim
bir fitneyi kaldırmakla, şerefini ve ümmete olan büyük faydasını ilan ettiğini Peygamberlik
vazifesi noktasında tebrik ettiğini kaydetmektedir.9

Bediüzzaman, Hz. Peygamber'in "Benden sonra hilafet 30 senedir." hadis-i şerifini
yorumlarken, Hz. Hasan'ın altı aylık hilafetini de bu süreye dahil ettiğine dikkati
çeker. Haliyle bu ve benzeri hadis-i şeriflerde, Dört Halife Dönemi ile birlikte
Hz. Hasan'ın kısa süren halifeliğinin de makbul olduğuna bir telmih vardır.10

Bu görüş birçok Sünni ulemaca da paylaşılmaktadır. Şii kültüründe ise Hz. Hasan,
bizzat Hz. Ali tarafından tayin edilmiş ikinci imam ve on dört "ma'sum-i pâk"ın
dördüncüsü olarak görülür.11

Hz. Hasan'ın hilafetten ayrılmasıyla, İslam tarihinde "ısırıcı saltanat" dönemi
başlamıştır. Bu tarih, maddi kuvvet ve iktidara dayanan "cismani" otorite ile; feragat,
irşat ve hikmete dayanan "ruhani-manevi" otorite arasında ayrışma ve çatallaşmanın
başladığı önemli bir milat, bir dönüm noktası olmuştur.

Bediüzzaman'a göre Risale-i Nur, hilafet görevinin en mühimi olan "neşr-i hakaik-i
imaniye" de Hz. Hasan'ın görevini devam ettirerek beşinci halife unvanına hak kazanmıştır.
Başka bir ifade ile Hz. Hasan'ın altı ay gibi kısa sureli hilafetini, uzun bir zamana
çevirmiştir.12

Hz. Hasan'ın dünya saltanatını terk ederek hilafetin en önemli vazifesi olan
iman hakikatlerinin neşri vazifesinin, Risale-i Nur'la bütünleşerek aynı çizgiyi
oluşturduğunu görüyoruz. Bediüzzaman, Risale-i Nur'un, adalet-i hakikiye ile bu
asırda insanları mes'ud edebilir bir istidatta bulunduğunu ve "onun şahs-ı manevisi,
Hz. Hasan'ın bir muavini, bir mütemmimi, bir manevi veledi hükmünde olduğunu" beyan
eder.13

Hz. Hasan'ın başlattığı, bugün ise Risale-i Nur'un devam ettirdiği bu çizgi iktidar
talebinde bulunulmadan, ferdi esas alan iman hizmetidir. Bediüzzaman bu olayı İslam
siyasi düşüncesini anlayabilmek için bir simge olarak kullanır. Hz. Hasan'ın iktidarı
terk ederek zamanını "neşr-i hakaik-i imaniye"ye ayırması Risale-i Nur'da bilinçli
bir tavır olarak algılanır ve günümüze kadar gelen istikametli İslamî anlayış biçiminin
önemli bir örneği olarak sunulur. Bu çizgi, ilk beş halifeden sonra evliyalar, aktablar,
müceddidler olarak ifade edebileceğimiz manevi saltanatın mensuplarından oluşmaktadır.
Risale-i Nur bu çizginin son halkası olarak görülmektedir.14

İslam tarihinde dine hizmet ve dini hayata hakim kılma amaçlı olarak ortaya çıkan
çeşitli anlayış, mezhep ve hizmet ekollerini, yüzeysel ve genel olarak sınıflandırmaya
çalışırsak başlıca iki tür hizmet metodunu benimsediklerini görürüz. Bunlardan birincisi;
hedefine insanı koyan, ferdi esas alan ve dini hayatına hakim kılma hususunda maddi
iktidarı ele geçirmeği gerekli görmeyen anlayış; ikincisi ise: iktidara endekslenmiş,
din adına siyaseti ön plana çıkaran, başka bir anlatımla üst yapı olarak görülen
"devleti" ele geçirerek alt yapıyı şekillendirmeyi amaçlayan anlayış şekli.15

Kur'an-ı Kerim'in ilk nazil olan "Mekki ayetler"inin iman ve ahlaka dair olması,
Peygamber Efendimizin "büyük-küçük" cihad tarifi ve müşriklerin vahyin ilk tebliğ
yıllarında kendisine teklif ettikleri 'idarecileri olma' tercihini ellerinin tersi
ile teperek, tebliğ ve irşad vazifesinde bile idarecilik konumundan ve avantajlarından
istifadeyi düşünmemesi gösteriyor ki, nebevi yol ve Ehl-i Beyt çizgisi ve haliyle
Hz. Hasan'ın mesleğini kendisine rehber edinen Risale-i Nur anlayışı, ferdi ön plana
alan hizmet metodudur.

Siyasi önderlik anlamındaki halifeliğin Ehl-i Beyt'te kalmayacağı hususunun Hz.
Hasan'a malum olduğunu Hz. Hasan'ın vefat edeceği esnada kardeşi Hz. Hüseyin'e yaptığı
tavsiyesinden anlıyoruz. Bu tavsiyesinde, Allah'ın nübüvvetle hilafeti, kendilerinde
(Ehl-i Beyt'te) bir araya getirmeyeceğine dair düşüncesini ona söyleyerek, hem yazımızın
girişinde kısmen değinilen kendi barışının izahını yapmak istemiş, hem de kendisinden
sonra kardeşinin herhangi bir harekete girişmesine engel olmak istemiştir.16

En fazla layık olanlar onlar (Ehl-i Beyt) olduğu halde neden maddi kuvvet ve
yetki anlamındaki hilafet ve saltanatın onlarda kalmadığı sorusuna Bediüzzaman tarafından
verilen cevap, konumuza ışık tutması açısından son derece anlamlıdır.

"Dünya saltanatı aldatıcıdır. Al-i Beyt ise, İslam hakikatlerini ve Kur'an'ın
hükümlerini muhafazaya memur idiler. Hilafet ve saltanata geçen, ya nebi gibi masum
olmalı veyahut Hülefa-i Raşidin ve Ömer İbn-i Abdulaziz'i Emevi ve Mehdi-i Abbasi
gibi çok mükemmel bir zühd-ü kalbi olmalı ki aldanmasın. Daha sonra Fatımi Hilafeti,
Muvahhidin Hükümeti ve Safevi Devleti'ni örnek göstererek dünyevi saltanatın Al-i
Beyt'e yaramadığını ve asıl vazifeleri olan, dini muhafaza ve İslamiyet'e hizmeti
onlara unutturduğunu, saltanatı terk ettikleri zaman, parlak ve mükemmel bir şekilde
İslamiyet'e ve Kur'an'a hizmet ettiklerini şöylece misallendirir: "Hz. Hasan'ın
neslinden gelen aktablar; hususan aktab-ı Erbaa17 ve bilhassa Gavs-ı Azam olan Şeyh
Abdulkadir-i Geylani ve Hz. Hüseyin'in neslinden gelen imamlar, hususan Zeynelabidin
ve Cafer-i Sadık ki her biri birer manevi mehdi hükmüne geçmiş, manevi zulmü ve
zulümatı dağıtıp envar-ı Kur'aniyeyi ve hakaik-i imaniyeyi neşretmişler. Ceddi emcedlerinin
birer varisi olduklarını göstermişler."18

Bediüzzaman, yine bu konu sadedinde Hz. Ali ile ilgili, fevkalade iktidarı, mükemmel
zekası ve yüksek liyakatı ile beraber kendisinden önceki halifelere nispeten, siyasi
açıdan görülen muvaffakiyetsizliğine yönelik olarak, sorulan bir soruyu, hikmet
bakış açısıyla şöyle cevaplandırır: "O mübarek zat siyaset ve saltanattan ziyade,
daha çok mühim başka vazifelere layık idi, şayet siyasette tam muvaffak olsaydı
şah-ı velayet unvanını bihakkın kazanamayacaktı. Halbuki, zahiri ve siyasi hilafetin
çok üstünde manevi bir saltanat kazanmış ve bu saltanatı kıyamete kadar baki kalacak."19

Hz. Muaviye döneminden itibaren ehl-i hakikatin kahir ekseriyetinin iktidara
karşı mesafeli durduğu, iktidara ve saraya yakın durmanın ümmet nazarında değer
düşürücü bir etkiye neden olduğu gerçeği "kurb-u sultan ateş-i suzandır" sözüyle
adeta vecizeleşmiştir. Bediüzzaman, birçok alim ve ediplerin zekavetlerinin verdiği
bir hırs ile idarecilerin kapısında görünmelerini iktisat ve izzetle bağdaştırmayarak,
onları zarif bir şekilde tenkit etmektedir.20

Ehl-i hakikat ile devleti ön plana çıkaran iktidar mensupları arasındaki mesafeli
duruşun net bir örneğini dört mezhep imamının tavırlarında da görmek mümkündür.
Söz konusu imamların tümü mevcut iktidarların gadrine maruz kalmışlardır. İmam-ı
Azam, Emevi sultanlarına karşı olduğu gibi; Abbasiler döneminde de teklif edilen
baş kadılık görevini reddettiğinden hapse atılmış ve işkence görmüştür. İmam Malik,
hakim zihniyetin beklentisine uymayan bir içtihadı nedeniyle Abbasi sultanı Mansur'un
işkencesine maruz kalmıştır. İmam Şafii de iktidar ile iyi geçinememiş kısa süreli
bir hapis hayatından sonra siyasi iktidarın bir nevi taşrası sayılan Mısır'da asıl
çalışmalarını yapmıştır. Ahmed b. Hanbel'in, Me'mun'un sarayında ciddi işkencelere
maruz kaldığı ve bu işkencelerin tesiriyle vefat ettiği bilinen bir husustur.21

İslam tarihinde, hem ulema hem de tasavvuf erbabının kahir ekseriyetinin, gerek
ilmin izzetini koruma ve gerekse siyasilerin güdümüne girmemek için devlet erkanıyla
aralarında bir mesafe bıraktıklarına dair bir çok misaller bulmak mümkündür. Bunlardan
bazıları:

Mutasavvıflardan İbrahim b. Edhem bizzat sahip olduğu saltanatı terk ederek yüzyıllar
sonrasında bile milyonlarca insanın gönlünde taht kurmuştur.

İmam-ı Gazzali'yi "Hüccetü'l-İslam" yapan husus meşhur Nizamiye Medresesi'nin
başına geçmesi değil; bu görevi bırakarak yaşadığı uzlet sonrasında memleketine
gidip zamanın idarecilerinden uzak durmasıdır. Başta "İhya-i Ulumi'd-Din" olmak
üzere "Kimyâ-yı Saadet, Eyyuhe'l Veled" vb. onlarca eseri bu inziva döneminde yazmıştır.
İnzivadan sonraki hayatında, tedris faaliyeti esnasında söylediği rivayet edilen,
"Eskiden mevki kazandıran ilmi öğretiyordum, şimdi ise mevki terk ettiren ilme çağırıyorum"
sözü meşhur olmuştur.22

Keza, Anadolu Selçukluları’nın başkenti olan Konya’da yaşamış
olan Mevlana’ya ait hatıralar içinde onun sultanla sıkı bir ilişkisinin
varlığına işaret eden kayıtlara rastlanmayışı da bu mevzuya örnek
gösterilebilir.23

Şimdi de Hz. Hasan'dan çağımıza uzanan nurani zincirin son halkası olan Risale-i
Nur ile, genelde Ehl-i Beyt; özelde ise, Hz. Hasan çizgisi arasındaki benzerliklere
dikkatleri çekmek istiyoruz.

Risale-i Nur Çizgisi ile Ehl-i Beyt Çizgisi Arasındaki Benzerlikler

1- Bediüzzaman'ın şahsi tavırlarında, Risale-i Nur'da ve bu eserlerden beslenen
Nur talebelerinin kahir ekseriyetinde, din adına iktidar talebinde bulunma gibi
bir temayüle rastlanmamaktadır. Bu tavrın birkaç önemli gerekçesini söz konusu eserlerden
tespit etmek mümkündür.

a) Dinde İnhisarcılığın Olmaması: Nasıl ki hava, güneş, deniz, yollar herkesin
ortak malıdır, bunlardan başkasının istifadesi engellenemez, öyle de "din"in bir
kişi, zümre veya partinin tekeline bırakılması, başkasının istifadesini engelleyen,
tereddütlere sebep olan zalimane bir tavırdır. Bediüzzaman, bir kişi veya zümrenin
"din"i kendi meslektaşlarına ve taraftarlarına daha ziyade has göstermesi durumunda
büyük bir çoğunlukta dine aleyhtarlık meylinin uyandırılmış olacağına dikkati çeker.24

Dinde inhisarcılığın önüne geçmek için Asr-ı Saadet'ten günümüze uzanan nurani
çizgide yer alan Ehl-i Beyt'e mensup mürşitlerin ekserisi, günlük siyaset ve mevcut
iktidarla hep mesafeli olmuşlardır. Bu sayede İslam'ın güzelliklerini, iman hakikatlerini
ırk, renk, coğrafya farkı gözetmeksizin herkese ulaştırabilmişlerdir.

Bediüzzaman, dinin dahilde menfi tarzda istimal edilmemesi gerektiği, "iman"ın
mal-ı umumi olduğu, her taifede muhtaçlarının ve sahiplerinin bulunduğu hususları
üzerinde durur.25 Din adına siyaset ve ticaretin bir çok zararları görülmüştür.
Son on yıldaki siyasi gelişmeler ile dini görünümlü ticari iflasların din ve dindar
imajına ne kadar zarar verdiği bilinen bir husustur.

Nur camiası içinde de iman kardeşliğini, hizmet arkadaşlığını
iyi niyetinden şüphe etmediğimiz, ticari ortaklığa dönüştürme teşebbüslerinin
hep akamete uğramış ve uğruyor olmasını, zaman içinde araçların amaç haline
dönüşmesi gerçeği ile kader-i İlahi’nin bu cemaati, servet ve iktidar olmadan
hizmet ettirdiği Ehl-i Beyt çizgisinde tutma isteğinin yattığı yorumu
yapılabilir. Bu yorumumuza Bediüzzaman’ın, Risale-i Nur’un hiç bir şeye, hatta
siyaset-i İslamiye’ye, İslam birliği siyasetine dahi alet edilmesinin uygun
olmadığı şeklindeki tespitleri hüccet olarak gösterilebilir.26

Burada dikkate sunacağımız, Bediüzzaman, dünyevi ve siyasi bir proje olan İttihad-ı
İslam fikrine çok ehemmiyet vermekle beraber, bilhassa İkinci Said döneminde iman
esaslarının takviyesini daha önemli gördüğü ve bütün mesaisini bu doğrultuda sarf
ettiği hakikatidir.

Bediüzzaman, İslam aleminde maddi fütuhatın zirvede olduğu, ehl-i zahirin gözlerini
kamaştıran, örneğin Osmanlı Devleti'nin hakimiyet dönemlerine tekabül eden zaman
dilimini, İslamiyet'in zuhurundan itibaren hicri beşinci asra kadarki zaman dilimine
nispeten gerilemeyi ifade eden "mazi" olarak ifade etmesine mukabil; hicri üçüncü
asra ve kısmen beşinci asra kadarki zaman dilimini ise örnek alınması, ulaşılması
gereken "müstakbel" olarak tarif eder.27

Burada genel kabule aykırı gibi görünen bu değerlendirmenin ve eleştirinin altında
yatan ve dikkate verilmek istenen husus şudur: Bütün maddi kuvvet ve hakimiyete
rağmen, bu asırlarda hükmeden unsurların, hikmet, adalet-i mahza anlamındaki adalet
ve akıldan ziyade; kuvvet, heva, tabiat, müyülat ve hissiyat olduğu, her bir işte
velev kısmen olsun istibdad ve tahakkümün varlığı gerçeğidir.28 Burada da Bediüzzaman'ın
zahiri bir hakimiyet ve devletten ziyade İslamiyet'in imani ve ahlaki boyutuyla
daha ziyade alakadar olduğunu görüyoruz.

b) Şefkat: Şefkat esaslı bir düşünme ve bakış açısı, din adına iktidar talebinde
bulunmayı reddeder. Çünkü; İslam toplumunda din adına iktidar talebinde bulunmak
çatışmayı, çatışma da masumların zarar görmesini netice verir. Bediüzzaman'ın ifadesiyle
"Mezkur hissiyatla hareket ve taarruz eden insanlar, bir iki adamın hatasıyla yirmi
otuz adamı, adi bahanelerle vurur, perişan eder. Eğer ehl-i hak, hak ve adalet yolunda
yalnız vuranı vursa, otuz zayiata mukabil yalnız biri kazanır, mağlup vaziyetinde
kalır. Eğer mukabele-i bilmisil kaide-i zalimanesiyle o ehl-i hak dahi bir ikinin
hatasıyla yirmi otuz biçareleri ezseler, o vakit hak namına dehşetli bir haksızlık
ederler."29 Hakikaten, İslam tarihine baktığımızda şiddeti yöntem olarak seçmiş
hiç bir İslamî hareketin, muvaffak olamadığına ve adaletin ince çizgisinde kalamadığına
bir çok misal vermek mümkündür. Zira zulüm yaparak muvaffak olmak, "adalet-i mahza"
bakış açısıyla muvaffakiyetsizliktir. "Mağlup sayılır bu yoldaki galip" veya "yumurtayı
taşa vursan da taşı yumurtaya vursan da kırılacak olan yumurtadır" sözlerine masadak
olur. Ehl-i Beyt'in mümessili olan Hz. Ali'nin, Hz. Osman'ın katillerini bulma hususundaki
"kılı kırk yaran" hassasiyeti şehadetine mal olmuş olmasına rağmen, o "adalet-i
mahza"dan taviz vermemiştir. Nur camiasının, bazı mahfillerce zaman zaman alevlendirilen,
sağ-sol, Alevi-Sünni, Türk-Kürt karşıtlığında asayişi ihlal eden hiçbir çatışmaya
müdahil olmaması ve bütün İslam alemine örnek olacak şekilde aklı selimi temsil
etmesi, Hz. Hasan'dan tevarüs edilen bir hususiyet olsa gerektir.

Siyasi taraftarlık ve kamplaşmanın kaçınılmaz olarak beraberinde getirdiği hastalıklardan
birisi de bir kişinin hatası yüzünden o kişinin hasbelkader içinde bulunduğu parti,
cemiyet veya milliyetin tümünün suçlanmasıdır. Bu durum ise şefkat sırrına zıt olduğu
gibi, aynı zamanda bir zulümdür. Bu hususu nazar-ı dikkate vermek için Risale-i
Nur'da en fazla atıfta bulunulan "Hiçbir günahkar, başkasının günahını yüklenmez"30
mealindeki ayet-i kerimedir. Hatta, Bediüzzaman, bu ayet-i kerimeyi tefsir ederken
değil birisinin günahıyla başkasını, aynı kişinin kötü bir sıfatı yüzünden sair
masum sıfatlarının bile mahkum edilemeyeceğini ve o kişiye adavet edilemeyeceğini
beyan eder.31

Şefkat esaslı düşünmenin başka bir gereği de iman hakikatlerini muhtaç olanlara
hiçbir ayırım yapmadan ulaştırmaktır. Risale-i Nur'un dört esasından biri olarak
kabul edilen şefkatin, annenin çocuğuna olan şefkatinde gözlemlendiği gibi "aşk"ın
aksine "yalıtkan" değil, "iletken" bir özelliğe sahip olmasıdır. Yani bir kişi nasıl
şefkat ettiği evladı münasebetiyle, bütün yavrulara, hatta bütün canlılara bu şefkatini
yayar.32 Aynen öyle de Kur'an'a talebe olan bir kimse ayırım yapmadan, herkese iman
hakikatlerini ulaştırmak için çalışmalı, iman kardeşliğinin gerektirdiği diğer-gamlıkla
hareket ederek imansız yaşamalarına bigane kalmamalıdır.33 Tarih boyunca Ehl-i Beyt'in
ana misyonu maddi iktidarı elde etmekten ziyade, iman hizmeti üzerinde odaklanmıştır.
Günümüzde de Risale-i Nur hareketi bu misyonu devam ettirmektedir.

c) Terbiye-i İslamiye'nin Zedelenmesi: Din adına iktidar talebinde bulunma yolundaki
engellerden birisi de, Nur Külliyatı'nda "terbiye-i İslamiye'nin zedelenmesi" olarak
ifade edilmektedir. Hz. Hasan'ın hilafeti Hz. Muaviye'ye terk etmesi tavrının arkasında,
kendi görüşünü oluşturan unsurlardan vazgeçmesi ve Hz. Muaviye'nin haklılığının
kabulü değildir. Bu durum, toplumun, bu unsurları (adalet-i mahza, unsuriyetin reddi,
fetvaya değil takvaya taraf olmak…) hakkı ile kabullenecek bir imani donanımdan
uzaklaştığı gerçeğine dayanmaktaydı. Aynı gerekçe Cumhuriyet dönemi için çok daha
belirgin olarak mevcuttur. Nitekim Bediüzzaman, Emirdağ Lahikası'nda, siyasi partilerin
tahlil edildiği kısımda, İttihad-ı İslam Partisi'nin iktidara gelmemesi gerektiği
tezini, terbiye-i İslamiye'nin bozulması, gerekçesine dayandırmaktadır.34

Bediüzzaman'a göre "Bu zamanda ehl-i İslam'ın en mühim tehlikesi, fen ve felsefeden
gelen bir dalâletle kalplerin bozulması ve imanın zedelenmesidir. Bunun çare-i yeganesi
nurdur, nur göstermektir ki, kalpler ıslah olsun, imanlar kurtulsun." Şayet bu irşat
metodundan vazgeçilip siyasetin beslendiği ve dayandığı kuvvet yolu ile İslamiyet
hakim kılınmaya çalışılsa nasıl bir sonuç ortaya çıkar? Bediüzzaman, bu sorunun
cevabını da şu şekilde veriyor: Bu durumda, o kafirler münafık derecesine iner.
Münafık, kafirden daha fenadır. Demek topuz, yani maddi kuvvet böyle bir zamanda
kalbi ıslah etmez, küfür kalbe girerek saklanır ve nifaka dönüşür.35

Bu bakış açısı ile değerlendirildiğinde, Risale-i Nur mesleğinin ve hizmet metodunun,
tıpkı, Hz. Hasan'ın yaptığı gibi terbiye-i İslamiye'yi yerleştirmeye ve iman hakikatlerinin
neşr ve inkişafına odaklandığı, kuvvete istinad eden bir siyasi hakimiyeti kurmaktan
çok ferd ve cemiyetin imanının kuvvetlendirmesini ön plana aldığı görülmektedir.
Risale-i Nur hizmetinin bu yönü ile de Ehl-i Beyt'in irşat metodu ile kesiştiği,
örtüştüğü görülmektedir.

2- Bediüzzaman, I. Meşrutiyeti sena etmiş, II. Meşrutiyet lehinde de bizzat nutuk
irad etmiştir. Dindar, takvalı ve hatta İslamcı bir ideolojiye sahip olduğu bilinen
II. Abdulhamid'i değil, dini açıdan hal ve tavırları pek de istikametli olmayan
hürriyetçileri desteklemiştir. Bu tercihte, Ehl-i Beyt'in kabul ettikleri "cumhuri"
özelliği olan idare tarzının, Emevilerin "milli" özelliği olan idare tarzından üstün
görüldüğü hakikatinin yattığı söylenebilir. Yani, meşruti ve cumhuri yönetim biçimi
İslam'a saltanattan daha yakındır ki, tercihini bu yönde kullanmıştır.

3- II. Abdülhamit'in büyük yekun tutan maaş ve bahşiş teklifi, Sait Halim Paşa
tarafından teklif edilen köşk, Cumhuriyet döneminde ise yine kendisine sunulan mebusluk,
resmi vaizlik gibi resmi vazifeleri Ehl-i Beyt çizgisinde olan selefleri gibi kesin
bir dille reddetmiştir.36 Hatta Cumhuriyet öncesinde üyesi bulunduğu "Darü'l Hikmet-i
İslamiye"den aldığı maaşı bedava kitap dağıtmak suretiyle millete iade etmiştir.

4- Saltanatın lağvedildiği, mecliste, siyaset adına dini dışlamak isteyen birinci
grup ile din adına siyaseti önceleyen, ikinci grubun siyasi tartışmalarına katılmayarak
, "Habbe" adlı risalesinin 'tabiat'ı ele alan "Zeylü'z-Zeyl" kısmını yazmış, çoğu
mebusun namaz kılmadığını ve dünyevi bir inkılabın zihinleri meşgul ettiğini tespit
ederek namaza ve dinin kutsi emirlerine dair beyanname neşretmiştir.37 Bu tavırda
da günü birlik iktidar mücadelesi ile değil, Hz. Hasan ve neslinin kendilerine misyon
olarak seçtikleri iman meselesi üzerinde odaklandığını görüyoruz.

5- I. Dünya Savaşı'nda insanın en fazla üzerinde titrediği hayatını hiçe sayarcasına
düşman gülleleri arasında "İşaratü'l-İ'caz" adlı tefsirini yazması, Şeyh Said'in
"cihad" görünümlü davetine iltifat etmemesi, hatta onu bu teşebbüsünden vazgeçirmeye
çalışması, din ehlini iktidara taşıma fikir ve teşebbüsüne sıcak bakmaması, zihinlerin
savaş, galibiyet-mağlubiyet denklemleri üzerinde yoğunlaştığı aynı zamanlarda onu
Yeşilay'ın kurucuları arasında görmek, İkinci Dünya Savaşı'nda hocaların ve ehl-i
dinin camiyi ve cemaati bırakıp radyo dinlemeye koşmalarına mukabil, nazar-ı dikkati
büyük vazifenin olduğu iman mahalli olan küçük kalp dairesine çekmesi, tek partinin
hükümran olduğu ve kendisinin birçok insani haklardan mahrum bırakıldığı Barla'da
ilk iş olarak Haşir Risalesi'ni telif etmesi, aynı istikametli çizginin kilometre
taşlarıdır.38

Bu hususla ilgili olarak Bediüzzaman, Haşir Risalesi'nin çok ehemmiyetli bir
belayı def ettiğini, fikir hürriyeti ve I. Dünya Savaşı'nın verdiği sarsıntı vaktinde
haşri inkar eden münafıkların, fırsat bulup zehirli fikirlerini açığa çıkarmaya
başladıkları bir zamanda "Onuncu Söz"ün tabedilip, bin nüshasının etrafa yayıldığını,
bunun neticesinde zındıkların kafirane fikirlerinin tam kırıldığını ve onları susturduğunu
beyan etmektedir.39

6- Bediüzzaman dini hizmetleri devletin himayesine bırakmanın yanlışlığını Münazarat
isimli eserinde belirtir. Koyunları tembel çobana bırakmaktansa bizzat muhafaza
etmenin hırsızlar açısından daha caydırıcı olacağı tezini ileri sürer. Siyasi iktidarın
değişimi ile dine zarar gelecek vehmini, dinle sağlam bir bağın kurulamayışına,
cehalet ve taklide bağlar. Nitekim Said Nursi, tıpkı Ehl-i Beyt imamlarının ve bu
yolu esas tutan seleflerinin yaptığı gibi, devletin tahammülsüz, siyasi şartların
tamamen olumsuz olduğu devirde ihlas ve "acz'in kuvveti" ne dayanarak en hummalı
iman hizmetini yapmıştır. Bugünkü "kuvvetin aczi" nazarı dikkate alınırsa bu hususun
daha da önem kazandığı görülecektir.

7- Risale-i Nur hareketi, tıpkı Asr-ı Saadet'te ve ilk dört halife döneminde
olduğu gibi, yoksulların, avamın, kısaca müstaz'af olarak ifade edebileceğimiz masum
ve mazlum insanların omuzları üzerinde yükselmiş ve şekillenmiştir. Barla'daki saffı
evvel hizmetkarların durumu bu hususu tamamıyla ispatlamaktadır.

8- Ehl-i Beyt çizgisinde yer alan mürşid ve imamların ve bilhassa dört mezhep
imamının ve özellikle İmam-ı A'zam'ın hayatında müşahede edildiği gibi izledikleri
siyaset "muhalif" bir siyasettir.40 Yöneticilerden değil, halktan taraf olmuşlardır.
Bu tavrın aynısını Bediüzzaman'ın hayatında da görmek mümkündür.41

9- Tarih boyunca alimler bütün mesailerini ilme teksif ettiklerinden ve maişetlerini
kendileri karşılayamadığından, maddi noktadan idarecilere karşı müstağni kalamamışlardır.
Bu husus onların en büyük zaaf noktalarını teşkil etmiştir. "Viran olası hanede
evlad-ı iyal var!" sözü, bu zümrenin kalen, çoğu defa da halen, ortak olarak sığındıkları
bir mazeret olmuştur. Bu zaafları zalim yöneticiler için bir fırsat olmuş, ilmi
ve birçok alimi zulümlerine payanda yapmışlardır.

Bediüzzaman, bu duruma düşmemek için en başta "evlad-ı iyal"den vazgeçmiştir.
Tarihçe-i Hayat'ta, lahikalarda ve bilhassa İkinci Mektup'ta ifade edildiği üzere,
Bediüzzaman, neşr-i hak için enbiyaya ittiba ile mükellef olduğunu söylemiştir.
Ayrıca Kur'an-ı Hakim'de "Hakkı neşredenlerin ecrinin ancak Allah'a ait olduğu,"42
enbiyanın insanlardan istiğna gösterdiklerini, ayrıca Yasin suresinde geçen "Doğru
yolda olan ve sizden hiçbir ücret istemeyen kimselere uyun."43 ayetlerini hüccet
göstererek, kendisine rehber ve dayanak yapmıştır. Hayatı boyunca hiç kimseden zekat,
sadaka ve hatta karşılıksız hediye bile almadığına dair birçok beyan ve şahitler
vardır.44 Hatta İmam-ı A'zam'ın hayatında da müşahede edildiği gibi,45 talebelerinin
dahi maişetini temin ederdi.

Söz konusu sırrı muhafaza hikmetiyle olsa gerek, Ehl-i Beyt mensuplarına zekat
ve sadaka almanın caiz olmadığı bilinen bir husustur. Ehl-i Beyt mensuplarının sair
işlerinin yanında iaşelerini de temin maksadıyla İslam tarihinde bir çok devletin
teşkilat yapısında "Nakibü'l Eşraflık Müessesesi"nin kurulduğunu biliyoruz.46 Risale-i
Nur ile Ehl-i Beyt çizgisinin bu hususta da örtüştüğü görülüyor.

Sonuç

Nasıl ki, vücut sağlığı, ancak vücudun yapı taşı hükmünde olan hücrelerin sağlıklı
olması ile mümkündür. Aynen öyle de fertlerden oluşan bir cemiyetin de, manevi açıdan
sağlıklı ve faziletli olabilmesi için, fertlerin mutlaka sağlam ve içselleştirilmiş
bir imani donanıma sahip olmaları gerekiyor.

Hastalıklı bir vücuda çok kaliteli ve gösterişli bir elbise giydirerek tedavi
etmek mümkün olmadığı gibi, üst yapı kurumu olan, devlet ve iktidar kuvvetine dayanarak
fertleri istenilen anlamda, imanlı ve vicdanlı hale getirip, dönüştürmek mümkün
değildir. Bu tarz hizmet, yukarıda da belirtildiği gibi, Nebevi irşat metoduna ve
onun Ali Beyt'inin hizmet metoduna, Hz. Hasan çizgisine ve nihayet Risale-i Nur'un
meslek ve meşrebine uygun değildir.

Peygamber Efendimizin, davasından vazgeçmesi karşılığında, müşriklerin ettikleri,
"reisleri olma" tekliflerini reddetmesi; "Mekki" ayetlerin ekseriya iman esaslarına
ait olması; Hz. Hasan'ın daha o zamanda iman esasları konusunda fertlerde bir zafiyet
görüp, problemin, iktidarı elde etmek veya elde tutmakla hal edilemeyeceğini anlayarak
siyasetten uzak bir şekilde, irşad faaliyetlerine başlaması ve onu takip eden kutup
ve müçtehitlerin aynı yolu takip etmelerinden anlıyoruz ki, sağlıklı bir dini hizmet
ancak, iman esaslarının takviyesi istikametinde olabilir. Risale-i Nur'un bu zamanda
aynı metodu kullanarak bu mirasın devam ettiricisi ve bu zincirin son halkası olduğu
ileri sürülebilir.

Öz

İslam tarihine baktığımızda kuvvet ve şiddeti yöntem olarak seçmiş hiçbir hareketin
başarılı olamadığını görüyoruz. İslam'ı temsil ve dine hizmet iddiasıyla ortaya
çıkan, maddi iktidarı ele geçirmeyi ana hedef olarak seçen bu akımların, dine fayda
yerine zarar verdiği; gerek dünya ve gerekse Türkiye pratiğine, gerekse bizzat bu
tarz hareketlere öncülük etmiş olanların itiraf ve tanıklığı ile sabittir.

Bu çalışmamızda, dine hizmet ve irşadı kendisine misyon olarak seçen, gerek fert
ve gerekse fertlerden oluşmuş çeşitli yapılardaki toplulukların bütün mesailerini
ferdi esas alan "iman hizmeti" üzerine yoğunlaştırmaları gerektiği hususunda, Hz.
Hasan'ın, halifelikten feragat etme tavrı örnek olarak gösterilmektedir. Bu tavrın
mirasına sahip çıkan ve günümüzde bu misyonun yaşayan pratiği olarak ifade edebileceğimiz
Risale-i Nur hizmet metodu ile uyumluluğu, Risale-i Nur metinlerine baş vurularak
delillendirilmeye çalışılmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Risale-i Nur, Bediüzzaman, Ehl-i Beyt, Hz. Hasan, İman

Abstract

When we look at the history of Islam, we can see that not a single movement was
successful which choose the power and violence as the method. It is a well known
fact that these kind of movements, which appear to be representing Islam and to
be serving to the religion but aim to gain power and rule the government, actually
harm the religion. This is a fact proved by the practices in the world and also
in Turkey, and even by the confessions and testimony of former pioneers of these
movements.

In this study, Hz. Hassan's abnegation from the caliphate is exemplified to suggest
that the individual or groups consisted of individuals who have the mission to serve
and guide to the religion should focus on the "Course of Faith" which is based on
the individual. Based on texts from Risale-i Nur, it is also suggested that this
attitude is quite harmonious to the service method of Risale-i Nur which inherits
this attitude and can be considered as a living practice of this mission today.

Key Words: Risale-i Nur, Bediuzzaman, Ahl-al Bayt, Hz.Hassan, Faith

Dipnotlar

1. Az zamanda çok işler başarmıştı, gölgesi bütün alemi kaplamıştı, o yüzyılın
güneşi idi zira ikindi vaktinde güneşin gölgesi uzun olur (ancak) ömrü kısa olur.

2. Bahaüddin Varol, Ehl-i Beyt Gerçeği, Şamil Yayıncılık, İstanbul t.y., s. 250-251.

3. Ethem Ruhi Fığlalı, "Hasan", TDV İslâm Ansiklopedisi, C. 16, İstanbul 1997,
s. 283.

4. Peygamber Efendimiz, bir defasında Hz. Hasan'a hitap ederek , "Bu benim oğlumdur,
şeref sahibi bir efendidir. Yakında Allah'ın oğlum vasıtasıyla Müslümanlardan iki
büyük fırkanın arasını ıslah edeceğini umuyorum." buyurmuştu. (Mektubat, Yeni Asya
Neşriyat, s. 98)

5. Fığlalı, a.g.m., s. 283.

6. Varol, a.g.e., s. 257.

7. Bediüzzaman Said Nursi, Lem'alar, s. 20.

8. Bediüzzaman Said Nursi, a.g.e., s. 21.

9. Bediüzzaman Said Nursi, Lem'alar, s. 74.

10. a.g.e., s. 43.

11. Fığlalı, a.g.m., s. 284.

12. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası I, s. 65.

13. a.g.e., aynı yer.

14. Selim Sönmez, Siyasal İslam, Köprü Dergisi, Güz 2000. S.72, s. 6.

15. a.g.m., s. 4.

16. Varol, a.g.e., s. 258.

17. Seyyid Abdulkadir-i Geylani, Seyyid Ahmed-i Bedevi, Seyyid Ahmed-i Rufâi,
Seyyid İbrahim Desuki (Osmanlıca-Türkçe Büyük Lûgat, TürdavYay.)

18. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 100-101.

19. a.g.e., s. 57.

20. Bediüzzaman Said Nursi, Lem'alar, 19. Lem'a, 7. Nükte.

21. Metin Karabaşoğlu, Devletçilik: Bir Zihniyetin Anatomisi, Köprü Dergisi,
S. 58, s. 14.

22. İbrahim Kâfi Dönmez, "Gazzali", TDV İslam Ansiklopedisi, C. 13, İstanbul
1996, s. 493.

23. Karabaşoğlu, a.g.m., s. 14.

24. Bediüzzaman Said Nursi, Sünuhat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul 1993, s. 66.
Bu konuya bir örnek: Birkaç yıl önce Türkiye ile diğer devletlerin spor karşılaşmalarında
Edirne'den-Diyarbakır'a herkeste bir milli heyecan vardı, Türk milliyetçiliği ile
bilinen bir partinin stadyumlarda parti bayrağını dalgalandırması ve bu milli heyecandan
parti lehine bir sonucun çıkarılmak istenmesi ters tepmiş, büyük "Türkiye" heyecanı
küçük "parti" heyecanına dönüşmüştür. Dinin siyasallaşmasına da bu zaviyeden bakılabilir.

25. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası, s. 157.

26. a,g.e., s. 224-225.

27. Bediüzzaman Said Nursi, Muhakemat, s. 41.

28. a.g.e., aynı yer.

29. Bediüzzaman Said Nursi, Şualar, s. 260.

30. Fatır Suresi:18.

31. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 255.

32. Bediüzzaman Said Nursi, a.g.e., s. 35.

33. Said Yargıcı, Şefkat Odaklı İnsan Modeli, Köprü Dergisi, Bahar 2004, S. 86,
s. 100.

34. Bediüzzaman Said Nursi, Emirdağ Lahikası II, s. 386-87.

35. Bediüzzaman Said Nursi, Lem'alar, s. 99.

36. Bu tavır ve duruşun, dört mezhep imamının devletçe teklif edilen vazifeleri
kabul etmeyişleri ile örtüştüğü görülmektedir.

37. Karabaşoğlu, a.g.m,. s. 5.

38. Bediüzzaman'ın bu istikametteki tespit ve zamanlamasının ne kadar isabetli
olduğu hususunda aşağıdaki olay sanırım size de ibretli gelecektir. Bediüzzaman,
1927 yılı baharında yazdığı Haşir Risalesi'ni matbaalarda bastırmak için talebesi
Barlalı Bekir Dikmen'i İstanbul'a göndermiş. Bu risalenin baskı hazırlıklarının
yapıldığı aynı ayda İstanbul'da yayınlanan Resimli Ay mecmuası, gençlere, zamanın
ileri gelen devlet adamlarına, mütefekkir ve ediplere "Ahirete inanıyor musunuz
?" başlıklı bir anket uygulamış. Dergi bir sonraki sayısında neticeyi açıklıyor:
Gençlik ekseriyetle âhirete mutekid (inanmış) olduğu halde, mütefekkirlerimizin
çoğu sarahatle söylemekten içtinap etmekle beraber, âhirete mutekid görünmüyorlar.
(Resimli Ay Dergisi, 1927 Nisan Sayısı. aktaran Necmettin Şahiner, Haşir Risalesi
Nasıl Yazıldı, İstanbul 1997 s. 31.)

39. Bediüzzaman Said Nursi, Sikke-i Tasdik-i Gaybî, s. 106.

40. Mustafa İslamoğlu, İmamlar ve Sultanlar, İstanbul 1991, s. 187.

41. Bu hususta geniş bir değerlendirme için bkz. Davut Dursun, Toplumsal Muhalefetin
Temsilcisi Olarak Bediüzzaman Said Nursi, Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu 3,
İstanbul 1996, s. 628-640.

42. Yûnus Sûresi:72; Hûd Sûresi:29; Sebe' Sûresi:47.

43. Yasin Sûresi:21.

44. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 118-19; Lem'alar, 136.

45. Muhammed Ebu Zehra (Çev.Osman Keskioğlu), Ebu Hanife, Ankara 2002, s. 43.

46. Bu müessese hakkında daha geniş bilgi için Bkz. Murat Sarıcık, Kavram ve
Misyon Olarak Ehl-i Beyt, İstanbul 1997, s. 221-271; Mehmet Zeki Pakalın, Osmanlı
Tarih Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul 1993, C. 2, s. 646-48.