The Origin of Ethics and the Purification of the Soul according
to Bediüzzaman

Giriş

"Ahlak" kelimesi, Arapça'da "hulk kelimesinden türemiştir. "Yaratılış" manasına
geldiği gibi, "insaf" ve "din" manasına da gelmektedir. Sadece bir tek çoğulu vardır,
o da "ahlak"tır.1 "Güzel ahlak" veya "kötü ahlak" ile ilgili olarak Hz. Peygamber'den
rivayet edilen çok sayıda hadis vardır. Gerçekte ahlak, insanın iç dünyasında yer
alan nefsinin özellikleridir. Başka bir deyimle, "yaratılış ve fıtrat" manasına
gelen "ahlak" kelimesi insanın fıtri ve ruhi tüm özelliklerini ifade etmektedir.
"İnsanların iman yönünden en mükemmeli, ahlak yönünden en güzelleridir."2 hadisi
göz önüne alındığı zaman, ahlakın insan ruhu üzerindeki fonksiyonu daha iyi anlaşılır.

Ahlak insanın beden ve ruh bütünlüğüyle alakalı olduğu için, insanın kendi iradesiyle
iyi davranışlarda bulunup kötülüklerden uzak durmak istemesi anlamına gelir. Diğer
taraftan ahlak, hem insanın ruhi ve zihni hallerini ve huylarını hem de toplumun
alışkanlık, töre ve adetlerini, yani moral değerlerini anlatan bir kelimedir. Ahlak,
sadece iyi huylar ve değerler manasına gelmez. Çünkü iyi ve kötü huyların tümüne
ahlak denir. Bu tanıma göre "ahlaksız insan yoktur, iyi veya kötü ahlaklı insan
vardır" denilebilir. Ancak halk arasında "ahlaklı insan" övgü makamında, "ahlaksız
insan" da yergi makamında kullanılmaktadır. İslami kaynaklarda iyi huylara "ahlak-ı
hamide, ahlak-ı hasene", kötü huylara da "ahlak-ı zemime, ahlak-ı seyyie" gibi adlar
verilmiştir. Bediüzzaman'ın kötü huylar için sık sık "ahlak-ı rezile"3 deyimini
de kullandığını görüyoruz.

Ahlakın kaynağı konusunda felsefecilerle din âlimleri arasında öteden beri tartışmalar
söz konusu olmuştur. Felsefecilere göre ahlakın kaynağı beşer aklı iken, İslam bilginlerine
göre güzel ahlakın kaynağı akıl değil, vahiydir. Başka bir deyimle, tarih boyunca
güzel ahlakın en güzel numunelerini bize gösteren peygamberler ve onları takip eden
din önderleri olmuştur. Bu yüzden Bediüzzaman, güzel ahlakın salt insan aklından
ortaya çıkmış olabileceğini kabul etmemektedir. Ona göre, insanın ruhuna manen yükselmeyi
ve ahlaken kemalatın zirvesine çıkmayı aşılayan ve teşvik eden şeriatlardır. Eğer
peygamberler gönderilmeseydi, vahye dayalı dinler de olmayacaktı; dolayısıyla insan,
hayvanlar seviyesinde basit bir mahlûk olarak kalacağı için insanda güzel ahlaktan
ve vicdani kemalattan söz edilemezdi.4 Buna göre diyebiliriz ki, güzel ahlakın kaynağı
dinler ve peygamberlerdir; yani vahiydir. Bediüzzaman, Kur'an'ın insanları terbiye
ettiğini, nefislerini tezkiye ve kalplerini tasfiye ettiğini, ruhlara inkişaf ve
terakki, akıllara istikamet ve nur sağladığını, ayrıca hayata hayat ve saadet verdiğini,5
ifade ederek güzel ahlakın kaynağının Kur'an olduğunu vurgulamaktadır. Hz. Peygamber'in,
"Benim Allah tarafından gönderilmemin hikmeti, güzel ahlakı tamamlamak ve insanlığı
ahlaksızlıktan kurtarmaktır"6 şeklindeki sözleri; diğer taraftan Hz. Aişe'nin Hz.
Peygamber'i anlatırken "Onun ahlakı Kur'an'dı" diyerek güzel ahlakın kaynağı olarak
Allah'ın kitabını göstermesi7 Bediüzzaman'ın tezini doğrulamaktadır.

Sosyal Ahlak

İslam düşüncesinde kişisel menfaat kadar toplum menfaatinin korunması da esas
alınmıştır. Ancak kişinin ve toplumun menfaati, birbirine zarar vermeyecek ve birbirini
inkar etmeyecek şekilde dengelemiştir.8 Bu durum "sosyal" veya "içtimai" ahlak dinamiklerinin
toplumda var olduğunu göstermektedir. Çünkü toplumda yaşayan bireyler ya güzel ahlaklı
olurlar ya da kötü ahlaklı olurlar. Güzel ahlaklı insanların toplum ve sosyal hayat
için faydalı oldukları hususunda şüphe yoktur. Buna karşılık kötü ahlak sahiplerinin
topluma zarar vermeyeceğini tahmin etmek safdillik olur. Dolayısıyla toplumu, aileyi,
kurumları, çalışma hayatını, çevre ve tabiatı; hatta bilim ve siyaset dünyasını
kötü ahlakın etkilerinden korumak için "sosyal ahlak" kurallarına ihtiyaç vardır.
Sosyal ahlak, bir bakıma bireylerde hakim olan kişisel ve deruni olan ahlakın, eyleme
dönüşerek toplumu etkilemesidir. Kuşkusuz bu konu sosyologların ilgilendiği bir
sosyal davranış bilimi olarak da incelenmektedir.

Burada bizi ilgilendiren yönüyle sosyal ahlak, bencillikten uzak durmak, kardeşlik
esaslarına riayet etmek, yardımsever ve diğergam olmak gibi toplumu doğrudan etkileyen
davranışları ifade etmektedir. "İnsanların en hayırlısı insanlara faydalı olandır"9
hadisinden de anlaşılacağı gibi İslam dini özellikle toplum için faydalı olacak
insanları yetiştirmeyi amaçlamıştır. Bediüzzaman, Risale-i Nur'un muhtelif yerlerinde
meşru dairede yaşamanın gerekliliği üzerinde durmuştur. "Helal dairesi geniştir,
keyfe kafi gelir; harama girmeye lüzum yoktur."10 şeklindeki sözlerinden maksat,
insanın başkalarına karşı mütecaviz davranmaması, nefsini tatmin uğruna başkalarına
zarar vermek suretiyle toplumsal ahlak kurallarını ihlal etmemesidir.

Bediüzzaman'ın tespitlerine göre, toplum ahlakı fertlerden, fertler de toplum
ahlakından etkilenir. Çünkü çevrenin insan ahlakı üzerindeki etkisi inkar edilemez.
Bediüzzaman, sıcak memleketlerdeki açık saçıklığın, şehevi yönden su-i istimale,
israfa, kötü ahlakın yaygınlaşmasına ve neslin zafiyetine, hatta iktidarsızlığa
sebep olduğunu, bunun da toplumun ahlaki yönden yozlaşmasına yol açtığını ifade
eder.11 Ona göre sosyal ahlakı olumsuz yönde etkileyen en büyük etkenlerden birisi
de doğruluk ve yalanın sosyal hayatta aynı dükkanda satılması, dolayısıyla yalanın
müthiş çirkinliğiyle doğruluğun parlak güzelliğinin görünmemesidir.12 Yalanın revaç
bulduğu, yalancı insanların itibar gördüğü, buna karşılık doğrunun ve doğru insanların
alaya alındığı toplumlar ahlaki yönden fesada uğramış sayılırlar. Bediüzzaman konuyla
ilgili olarak, üstün ahlaka sahip asr-ı saadetteki Sahabe toplumunu örnek göstererek
özetle şöyle der: Asr-ı saadette, toplumsal hayat çarşısında, yalan, kötülük ve
küfür gibi maddeler, ebedi mutsuzluğu ve Müseylime-i Kezzab gibi maskaraları doğurduğundan,
yüksek seciyelere ve üstün ahlaka talip olan Sahabelerin öldürücü zehirden kaçar
gibi o maddelerden kaçacakları ve nefret edecekleri açıktır. Diğer taraftan yüksek
karakterli Sahabenin; Hz. Peygamber gibi bir meyveyi ve ebedi saadeti netice veren
hak, doğruluk ve iman gibi değerleri birer elmas kıymetinde görerek var güçleriyle
sahip çıkmaları ve aşık olmaları kaçınılmazdı.13

Ahlakın Ekonomik ve Sosyal Boyutu

Ahlakın ekonomik ve sosyal dinamiklerinin var olduğu tespitinde bulunan Bediüzzaman,
toplumsal düzeni altüst eden ihtilallerin, bozgunculuğun ve kötü ahlakın kaynağının
iki kelime (cümle) olduğunu ifade ederek şöyle der: "Birisi, 'ben tok olayım da
başkası açlıktan ölürse ölsün, bana ne!' İkincisi, 'Sen zahmetler içinde boğul ki,
ben nimetler ve lezzetler içinde rahat edeyim.' İnsanlık âlemini zelzelelere maruz
bırakmakla yıkılmaya yaklaştıran birinci kelimeyi sildiren ancak zekât olmuştur.
İnsanlığı umumi felaketlere ve Bolşevikliğe sürükleyen, ilerlemeyi durduran ve asayişi
mahveden ikinci kelimeyi kökünden kesip atan da ribanın yasaklanmasıdır."14

Bediüzzaman'a göre, sosyal bünyedeki nizamı muhafaza etmenin en büyük şartı,
toplumsal sınıflar arasında boşluğun kalmamasıdır. Başka bir deyimle, zenginlerle
fakirler arasındaki bağın kopuk olmaması gerekir. Kuşkusuz zenginle fakir arasında
birleşmeyi sağlayan en önemli unsurlar, zekât ve yardımlardır. Zekâtın ödenmediği
ve ribanın yaygın olduğu toplumlarda bu iki sınıf arasında sılayı temin etmek imkânsız
hale geldiğinden, sınıflar arasında gerginlik baş gösterir. Durum böyle olunca ekonomik
yönden alt sınıf oluşturan fakirlerden zenginlere saygı ve hürmet yerine ihtilal
sesleri, haset bağırışları, kin ve nefret kokan sloganlar yükselir. Aynı şekilde
ekonomik yönden üst sınıf sayılan zenginlerden fakirlere merhamet, iyilik ve iltifat
yerine, zulüm ateşleri, tahakküm ve şimşek gibi hakaretler yağmaya başlar. Bunun
sonucunda, üst sınıflara mensup insanlardaki meziyetler tevazu ve merhamete yol
açması gerekirken, onları tekebbür ve gurura sevk ediyor. Fakirlerdeki acizlik de
onları esaret ve sefalete sürüklüyor.15

Zenginleriyle fakirleri arasında bu derece açık mesafe bulunan bir toplumda güzel
ahlak numunelerini bulmak kolay olmayacaktır. Bu yüzdendir ki, Hz. Peygamber (s.a.v)
"zekât İslam'ın köprüsüdür"16 buyurarak, bir ekonomik değer olan zekâtın ahlak üzerindeki
etkisine işaret etmiştir. Bu hadise göre, toplum katmanları arasında yardımlaşmayı
esas alan zekât ibadeti emniyet ve asayişi muhafazaya sebep olduğu gibi, toplumun
ilerlemesine engel olan isyan, karışıklık ve ihtilallerin ateşini de söndürmekte
ve yoksulluktan ötürü toplum dışına itilmiş olan insanları topluma kazandırmaktadır.
Bediüzzaman, "ayet-i Ku'aniyye âlem kapısında durup 'kavga kapısını kapamak için
ribanın kapısını kapayınız' der." diyerek Kur'an'ın ribayı bir kavga kapısı olarak
gördüğünü ifade eder. O halde denilebilir ki, zekâtın vacip kılınması ve ribanın
yasaklanmış olması güzel ahlakın temel dinamiklerinin korunması anlamına gelmektedir.

Ahlakın İşlevsel Merkezleri

Bediüzzaman'ın anlattığına göre ruhun yaşayabilmesi için insan bedeninde üç adet
duygu yüklü merkez yaratılmıştır. Birincisi, "menfaatleri celb ve cezbetmek için
kuvve-i şeheviyye-i behimiyye"dir. Bu duygu bütün hayvanlarda müşterek olarak bulunur.
İkincisi, "menfaat ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden ayırmak için kuvve-i akliyye-i
melekiyye"dir. Meleklere has bir özellik olan akıl nimeti insanlara ve cinlere de
verilmiştir. Üçüncüsü, "zararlı şeyleri defetmek için kuvve-i sebu'iyye-i gadabiye"dir.17
Bu özellik, insanlarda bulunmakla beraber daha kamil manada yırtıcı hayvanlarda
bulunan bir özelliktir.

Bediüzzaman, ahlakın etkili kaynağı olarak gösterdiği bu melekelerden "kuvve-i
şeheviyye" ve "kuvve-i gadabiyye"yi özetle şöyle tanımlamaktadır:

Kuvve-i şeheviyye cinsel arzu, yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi faydalı
şeyleri alma ve elde etme gücüdür. Ancak bu gücün üç derecesi vardır. Tefrit derecesi
'humud' denilen şehevi konulara karşı isteksizliktir. Böyle bir kişi, harama karşı
şehveti olmadığı gibi helallere karşı da iştahlı değildir. Tefritin zıttı olan ifrat
derecesi ise, helal-haram demeden aşırı şekilde şehvetine düşkün olmaktır. Böyle
bir kimse namusları ayaklar altına alma istidadındadır. Orta mertebe olan vasat
derecesi ise iffetliliktir. Kişinin helaline karşı şehveti varken, harama karşı
iştahsız olur.18

Bunun anlamı şudur: Eğer insan ifrat derecede şehvetine düşkün olursa, kötülüğün
en ileri seviyesi olan fuhşa düşeceği ve birçok masum insanın namuslarını kirleteceği
açıktır. Bu da kötü ahlakın veya ahlaksızlığın en belirgin şeklidir. Eğer tefritte
kalırsa nimetlerden ve meşru lezzetlerden mahrum olur. Oysa Kur'an'da tavsiye edilen
"sırat-ı müstakim"19 ve "vasat ümmet"20 kıstası, insanı bu aşırı durumlara düşmekten
kurtarır.

Kuvve-i gadabiyye, zararlı şeyleri reddetme duygusudur. Bu duygunun tefrit derecesi
korkaklıktır ki, böyle bir duyguya sahip olan insan olur olmaz şeylerden korkarak
hayatı kendisine zehir eder. İfrat derecesi ise, maddi ve manevi hiçbir şeyden korkmama
hissi veren 'tehevvür'dür. Denilebilir ki, bütün istibdatlar, zulümler ve tahakkümler
tehevvür mertebesinin mahsulüdür. Bu duygunun vasat mertebesi 'şeca'at' denilen
kahramanlıktır. Şeca'at sahibi bir kimse, başka bir şey için değil, sadece dini
ve dünyevi hakları için canını feda etmekten çekinmez. Ancak meşru olmayan işlere
karışmaz.21

Buradan anlaşıldığına göre, hak tanımazlık ilkesine dayanan gadab duygusunun
ifrat (tehevvür) derecesi, helal-haram bilmeyen kuvve-i şeheviyyenin ifrat derecesiyle
birleşince, masumların ve özellikle zayıfların hakları ayak altına alınacağı gibi,
iffetli insanların namusları da kirletilmiş olur. İnsanın eşref bir mahluk ve mükemmel
bir varlık oluşuna uygun olarak bu duygular, din ve şeriat tarafından tahdit edilmişse
de fıtratça ve yaratılışça sınırlandırılmamıştır. Başka bir deyimle, insanlara verilmiş
bulunan bu duyguların kontrolü tamamen insanın iradesine bırakılmıştır. İnsan eğer
"hadd-i vasat" dediğimiz dereceyi muhafaza edemeyip ifrat veya tefrite düşerse ahlaki
zaafların içine düşeceği açıktır.

Bir Ahlak Eğitimi Olarak Nefsin Tezkiyesi

"Ahlak" sözcüğünden maksadımız İslam ahlakıdır. "İslam ahlakı" deyiminden anlaşılması
gereken şey, Kur'an ve Sünnet'in ön gördüğü güzel ahlaktır. Kur'an-ı Kerim, "Ben
nefsimi temize çıkarmam, çünkü Rabbimin merhamet ettiği hariç, nefis aşırı derecede
kötülüğü emreder."22 ayetinin ifade ettiği emirle müminlere, başkalarıyla mücadele
etme yerine öncelikle kendi nefisleriyle mücadele etme prensibini telkin etmiştir.
İslam'ın bu temel esasını ilke edinen Bediüzzaman "nefsini ıslah etmeyen başkasını
ıslah edemez"23 düsturundan hareketle öncelikle nefsin ıslah edilmesini ahlakın
vazgeçilmez şartı olarak kabul etmiştir. İnsanın nefsini dizginlemesi, nefsine tapmaması
ve nesini temize çıkarmaması, tabiatında var olan öfke ve şehvetin esiri olmaması
gibi konulara Risale-i Nur'da çokça yer veren Bediüzzaman, insanın kendi dışındakilere
çevirdiği mücadele enerjisini kendi nefsinin kötü temayüllerine yöneltmesi gerektiğine
vurgu yapmaktadır. Bilindiği gibi Kur'an-ı Kerim Hz. Peygamber'in24 ve Hz. İbrahim'in,25
güzel ahlakın zirvesinde birer örnek olduklarını ifade ederek, müminleri bu ikisinin
yoluna uymaya davet etmiştir. Kuşkusuz model olarak gösterilen bu peygamberlere
benzemek ancak nefsin kötü eğilimlerini bastırmakla mümkündür. "Her kim nefsinin
hırslarından ve mala düşkünlüğünden kendini kurtarırsa, işte felah ve mutluluğa
erenler onlar olacaklardır."26 ayeti, güzel ahlakın ilk şartının, insanın kendisini
kötü hasletlerden ve fena duygulardan kurtarması olduğunu açıkça gösterir.

Bediüzzaman'a göre, kötü ahlakın kaynağı sayılabilecek "tezkiyesiz nefs-i emmare"nin27
ıslah edilebilmesi için insan nefsinin "ahlak-i ilahi" veya "ahlak-ı peygamberi"
dediği güzel ahlakla donatılması, yani nefsin tezkiye edilmesi, temize çıkarılması
gerekir. Bunu için kendisi, öncelikle insanda "nefsini mürakabe altında tutabilme"
şuurunun gelişmesi ve yerleşmesi gerektiğine inanır. Onun "Herkes kendi âleminde
bir kumandan olduğundan âlem-i asgarinde [özel dünyasında] cihad-ı ekber ile mükelleftir
ve Peygamber ahlakıyla ahlaklanmakla vazifelidir."28 şeklindeki sözleri, "tezkiye-i
nefis ve tekemmül-ü ruh" için insanın özel dünyasında kötülüklerle mücadele etmesinin
şart olduğunu göstermektedir. Bediüzzaman insanı Allah'a kavuşturacak olan yolların
nefsin tezkiyesinden geçtiğini ifade ederek, konuyu dört adımda şöyle özetlemektedir:

İlk adımda 'Nefislerinizi temize çıkarmayınız'29 ayetinin ifade ettiği gibi tezkiye-i
nefis etmemektir. Çünkü insan, her şeyi nefsine feda edercesine fıtratı itibariyle
nefsini sever. Mabuda layık bir şekilde nefsini metheder ve nefsini bütün ayıplardan
ve kusurlardan uzak tutar. Hatta Allah'a hamd için kendisine verilmiş bulunan yetenekleri
kendi nefsi için kullanarak 'nefsini kendine tanrı edinen kişi'30 durumuna düşer.
Bu konuda nefsin tezkiyesi, tam tersi onu tezkiye etmemekle mümkündür.31

Anlaşılıyor ki, insan güzel ahlak sahibi olabilmek için öncelikle Allah'ı tanımak
maksadıyla kendisine verilmiş bulunan yetenek ve cihazları kendi nefsi için kullanmamalıdır.
Başka bir deyimle nefsin tezkiyesi yolunda ilk adım Allah'a sağlam bir imandır.
Aksi takdirde Allah'ı tanımayan insan nefsine tapmakla şirke düşeceği için zulüm
ve ahlak dışı davranışlarda bulunması kaçınılmaz olur.

İkinci adımda, 'Allah'ı unutanlar gibi olmayın ki, Allah da onlara kendi akıbetlerini
unutturmuştur.'32 ayetinin ifade ettiği gibi, kendisini unutan, adeta kendisinden
haberi olmayan bir nefis söz konusu. Hatta ölümü düşünecek olsa onu başkasına veren,
külfet ve hizmet makamında kendini unutan fakat ücret almak ve lezzetli şeylerden
istifade etmek hususunda kendini düşünen bir nefis var karşımızda. Bu makamdaki
nefsin tezkiyesi, şu durumların tersini yapmakla mümkündür. Yani, zevk ve lezzetlerden
istifade etmek ve ücret almak hususunda nefsini unutmak, fakat ölüm ve hizmet konusunda
onu hep düşünmektir.33

Kuşkusuz Allah'a inanan bir insan, nefsin tezkiyesi konusunda her şeyi yerine
getirmiş sayılmaz. Allah'a inandığını söylemekle birlikte O'nu hiçbir zaman unutmamalıdır.
İnsan yalnız ücret ve lezzet zamanında değil, hizmet ve külfet zamanında da ortaya
çıkmalı ve Allah'ı unutmadığını göstermelidir. Kuşkusuz bu da ibadet etmekle mümkün
olur. Çünkü İslam dininde yapılması emredilen ibadetlerin gayesi insanları güzel
ahlak sahibi yapmaktır. İmanın mükemmel oluşu, ahlakın güzel oluşuyla orantılıdır.
Zira ibadet insanı kötü ahlaktan korur.34

Üçüncü adımda, 'Sana her ne iyilik gelirse Allah'tandır; her ne kötülük gelirse
o da nefsindendir.'35 ayetinin işaret ettiği gibi, insan nefsi daima iyiliği kendisinden
bilir. Bunun sonucu olarak da kibir ve gurura kapılır. Bu durumdaki nefsin tezkiyesi,
kişinin bütün kusurları ve noksanları kendisinden bilmesi, fakat bütün güzelliklerin,
Allah tarafından kendisine ihsan edilen nimetler olduğunu kabul etmesiyle mümkündür.36

İnsan nefsi iyiliklerin hep kendisinden kaynaklandığını zanneder. Oysa tezkiyesiz
insan nefsi kötülüğün merkezi durumundadır. İyilikse Allah'tandır. Bu ölçü muhafaza
edilmediği zaman nefis kibir ve gurura kapılıp ahlaksızlığa yelken açar.

Dördüncü adımda, 'Onun zatından başka her şey yok olacaktır.'37 ayetinin işaret
ettiği gibi insan nefsi, rububiyyet dava edercesine kendisini serbest, ölümsüz ve
kendi kendine malik zanneder. Hatta nefis bu özelliğiyle Allah'a karşı bir isyan
davasını güder. Bu durumdaki nefsin terbiyesi varlığında yokluk, yokluğunda ise
varlık olduğunu bilmesiyle mümkündür. Yani nefis düşünmeli ki, kendine güvense,
kendi kendine malik olduğunu zannetse, yıldız böceği gibi karanlıklar içinde kaybolur
gider. Fakat enaniyeti bırakıp kendisinin bir hiç olduğunu ve esma-i İlahiyenin
ayinesi olduğunu kabul etse sonsuz bir varlığa sahip olur.38

Tezkiyesiz nefsin en büyük zaaflarından birisi de ölümü unutması ve adeta kendisini
"layemut" (ölümsüz) ve bizzat var olduğunu zannetmesidir. Bu durumdaki bir nefsin
kendisini müstakil ve bağımsız bir varlık telakki etmesi, kötü bir ahlak olan benliğe
kapılması demektir.

Sonuç

Bediüzzaman'a göre "terbiye-i İslamiye" ya da "ahlak-ı İslamiye" denilen İslam
ahlakının yaygın olmaması toplumda ahlaki temellerin bozulmasına sebep olmuştur.
Bediüzzaman, toplumda ve ailede meydana gelen çözülmeleri, İslam ahlakı yerine Batı
kültür ve uygarlığının elli yıla yakın bir zamandan beri ictimai hayatımıza yerleştirilmiş
olmasına bağlamaktadır.39 Risale-i Nur'da sık sık "şeair-i İslamiye'nin ihyasından",
"adat-ı ecnebiyenin alınmamasından" ve "şeair-i İslamiye'nin tağyire teşebbüs edilmemesi"
gerektiğinden söz ederek İslam ahlakının desteklenmesinin ve yaygınlaştırılmasının
elzem olduğunu vurgular.

Bediüzzaman, yaklaşık yarım asır önce, hürriyetçilerin ahlak-ı ictimaiyede ve
dinde bir derece laubalilik göstermeleri sebebiyle, elli sene sonra gelecek olan
nesillerin dini, ahlaki ve sosyal ahlak açısından büyük zafiyetler içinde olacağını
ifade etmiştir. Hatta kendi zamanının insanlarını değil; elli sene sonra gelecek
olan nesilleri düşündüğünü ve Risale-i Nur'la onları aydınlatmaya çalıştığını dile
getirmiştir.40

Bediüzzaman, toplumun ahlaki bozukluklarını düzeltme yolunda Risale-i Nur'da
peygamber ahlakını adeta özetlemiştir. Toplumun önemli bir kısmını oluşturan gençler
için Gençlik Rehberi'ni, yaşlılar için İhtiyarlar Risalesi'ni, hastalar için Hastalar
Risalesi'ni, hanımlar için Hanımlar Rehberi'ni, musibete uğramış insanlar için Çocuk
Taziyenamesi'ni yazarak ailevi ve sosyal bir çok konuda İslam ahlakını ve İslami
eğitim metodunu anlatmıştır. Ancak Bediüzzaman, hadis-i şeriflerde imanla eş değerde
tutulan güzel ahlakın gelişmesi için, öncelikle insanın kendi nefsine yönelik bir
arındırma çabasının ve bir murakabe şuurunun gelişmesini öne görmektedir. Kendisi
risale-i Nur'un bir çok yerinde ihlas ve samimiyete vurgu yaparak ahlaklı insanların
mutlaka samimiyet sınavından geçmeleri gerektiğine inanır.

Öz

Ahlakın kaynağı konusunda felsefecilerle din âlimleri arasında öteden beri tartışmalar
söz konusu olmuştur. Felsefecilere göre ahlakın kaynağı beşer aklı iken, İslam bilginlerine
göre güzel ahlakın kaynağı akıl değil vahiydir. Başka bir deyimle, tarih boyunca
güzel ahlakın en güzel numunelerini bize gösteren peygamberler ve onları takip eden
din önderleri olmuştur. Bu yüzden Bediüzzaman, güzel ahlakın salt insan aklından
ortaya çıkmış olabileceğini kabul etmemektedir.

Bediüzzaman, toplumun ahlaki bozukluklarını düzeltme yolunda Risale-i Nur'da
peygamber ahlakını adeta özetlemiştir. Bediüzzaman, hadis-i şeriflerde imanla eş
değerde tutulan güzel ahlakın gelişmesi için, öncelikle insanın kendi nefsine yönelik
bir arındırma çabasının ve bir murakabe şuurunun gelişmesini ön görmektedir.

Anahtar Kelimeler: Ahlak, sosyal ahlak, tezkiye-i nefis

Abstract

The philosophers and the religious scholars discussed the issue of the origin
of ethics throughout the history. Philosophers argue that the human intellect is
the origin for ethics, whereas Islamic scholars claim that its origin should be
revelation, not intellect. In other words, the prophets and their followers, i.e.
religious leaders, showed us always the best examples of the good and ethical behaviors
in the past. For this reason, Bediüzzaman did not accept the human intellect as
the origin of ethics.

Bediüzzaman summarizes in Risale-i Nur nearly the ethical conduct of the prophet
in order to correct the ethical corruption of the society. In order to improve the
good ethical conduct which is recognized in the hadits of the prophet equal to the
belief, he proposes a self-purification attempt of each individual towards his soul
and a consciousness of control.

Key Words: Ethics, social ethics, purification of the soul

Dipnotlar

1. Tacü'l-'Arus, "HULK" maddesi.

2. Ebu Davud, Sünnet, 14.

3. Sözler, s. 29; Emirdağ Lahikası, s. 378.

4. İşaratü'l-İcaz, s. 214.

5. Şualar, s. 124.

6. Malik, Muvatta, Hüsnü'l-Huluk, 8.

7. Müslim, Sahih, Müsafirin, 139.

8. Safa Mürsel, Bediüzzaman Said Nursi ve Devlet Felsefesi, İst., 1976, s. 99.

9. Buhari, Mağazi, 35.

10. Sözler, s. 33, 133.

11. Lem'alar, s. 200.

12. Sözler, s. 452.

13. A.g.e., a.y.

14. İşaratü'l-İcaz, s. 49.

15. A.g.e., a.y.

16. Et-tarğib ve't-tarhib, I, 517.

17. İşaratü'l-İcaz, s. 29.

18. İşaratü'l-İcaz, s. 29.

19. Fatiha, 1/6.

20. Bakara, 2/143.

21. İşaratü'l-İcaz, s. 29.

22. Yusuf, 12/53.

23. Sözler (21.Söz), s. 243.

24. Ahzab, 33/21.

25. Mümtehine, 60/4.

26. Haşir, 59/9.

27. Lem'alar, s. 274.

28. Hutbe-i Şamiye, s. 89.

29. Necm, 53/32.

30. Furkan, 25/43.

31. Sözler, s. 439.

32. Haşir, 59/19.

33. Sözler, s. 439.

34. Ankebut, 29/45.

35. Nisa, 4/79.

36. Sözler, s. 439.

37. Kasas, 28/88.

38. Sözler, s. 440.

39. Emirdağ Lahikası, s. 292.

40. A.g.e., s. 20.