III. Ulusal Risale-i Nur Kongresi – "Ahlak" / III. National
Congress of Risale-i Nur – "Ethics"

Bilim; insanlığın varlık aleminin sırlarını çözmeye yönelik ortak
arayışlarının ürünüdür. Bilim ile din ve ahlak arasındaki ilgiyi kurmaya yönelik
değerlendirmelerin geleceğe dönük anlaşılır bir perspektif edinmek için din ve bilim
arasındaki tarihsel arka planı "modern bilim"in başlangıcı sayılan 17. yüzyıldan
başlayarak kısaca şöyle özetleyebiliriz.

Çoğu filozof ahlak sisteminin varlığını sorgulamadan, olduğu gibi, tarihi bir
gerçek olarak kabul etmiş ve bunun metafizik nedeni veya nesnel geçerliliği ile
ilgilenmemiştir. Birçoğu, ahlak sistemindeki geleneksel ahlak anlayışını kırmaya
çalışarak sözde akla uygun, bilimsel ve din dışı bir tanım yapmaya çalışmıştır.
Ancak bu girişimleri; sistemi, toplumsal, bireysel temellere indirmekten ibaret
kalmış ve bütün yapılan "Tanrı"nın yerine toplumu veya başka şeyleri geçirmek olmuştur.

Materyalizme en büyük desteği sağlayan kişi ise, yaratılışı reddeden ve buna
karşı evrim teorisini öne süren Charles Darwin ve takipçileri oldu. Darwinizm, ateistlerin
asırlardır cevap veremedikleri "canlılar ve insan nasıl var oldu?" sorusuna, tamamen
rastlantı ve tesadüflere dayanan bir cevap getirdi. Doğanın içinde, cansız maddeyi
canlandıran ve sonra da ondan milyonlarca farklı canlı türü türeten bir mekanizma
olduğunu iddia etti ve pek çok kişiyi bu düşünceye inandırdı.

Tarih ve sosyoloji de Marx ve Durkheim, psikoloji de ise Freud bilimsel gerçekliği
ateist temeller üzerine inşa ediyorlardı. Oysa bu görüşlerin her biri, 20. yüzyıldaki
bilimsel, siyasi ve toplumsal gelişmelerle yıkıldı. Astronomiden biyolojiye, psikolojiden
toplumsal ahlaka kadar pek çok farklı alandaki yeni bilgiler, tespit ve sonuçlar,
ateizmin tüm varsayımlarını temelinden çökertti. Ne var ki, etkileri hala sürmekte
ve hala karşımızda topluma dayatılan bir problem olarak durmaktadır.

Son 25 yılın araştırmaları, daha önceki seküler ve ateist düşünürlerin, Yaratıcı
hakkındaki tüm varsayımlarını ve yorumlarını tersine çevirmiştir. Bazı araştırıcılar,
bilimin evrenin daha da mekanik ve rastlantısal olduğunu ortaya çıkaracağını sanmış
olmalarına rağmen; aksine bilim, evrende akıl almaz derecede geniş bir "büyük tasarım"
olduğunu keşfetmiştir. Vahye dayanmayan ve bunu vurgulamayan bilimsel ve teknolojik
gelişmeler insanı pek çok açmaza sürüklemiştir. İnsanlık, iki dünya savaşını son
yüzyılda yaşamış ve şimdiye kadarki insanlık tarihinde yer alan tahribatı bu dönemde
kusmuştur.

Allah'ı anlamada ve anlatmada doğrudan Kur'an'dan alınan bir yöntem öneren Risale-i
Nur, kâinatı, sathi, yüzeysel bir nazarla, bilim adamı gibi incelemez; ama bir bilim
adamının kâinatı "imanî" bir temelde çalışması için yöntemler sunar. Bir çiçeğin
nakışlarını, rengini, kokusunu incelerken bizi marifetullaha ulaştıracak olan "mânâ-yı
harfî"yle bakışı önümüze serer. Eserden müessire ulaşmamız gereğini anlatır. Gerçekte
kainat okunmayı bekleyen bir kitap gibidir. Kitap yazarını gösterdiği gibi, şu kainat
kitabı dahi yazarını göstermelidir. Bu açıdan, "bilimsel gerçek" diye önümüze sunulan
birçok şey, Risale-i Nur'da "felsefî" bir bakış olarak değerlendirilir.

Ahlak, bilim ve din ilişkisi ile ilgili olarak çözümlenmesi gereken öncelikli
problem bilim ve dinin yerinin ne olacağıdır. Bu çerçevede varlığın algılanması
ile ilgili olarak bilimin ve dinin ortaya koyduğu verilerin, insanlık tarihinin
gelişimi içinde modern dönemde ayrışmaya maruz kaldığı; Batının bilimle ilgili değerlendirmesi
tamamen madde eksenli olduğu ve madde ötesini dışladığı için problemli bir noktaya
gelindiği görülmektedir.

Bilimi öncelikle insanla birlikte düşünmeliyiz. Günümüz popüler biliminin en
büyük açmazlarından biri de, deneysel olmayana karşı takındığı mesafeli duruştur.
İnsanlık tarihinde, varlık olgusunun sorgulanmaya başladığı dönem kadar eski olan,
kişiler ve inançların temel kavramları arasındaki farklı yorumlar, deneysel bilim
yerleştikçe çeşitlenmiş, ancak bir o kadar da çatışma unsuru haline gelmiştir. Gerek
kişi bazlı, gerekse inanç bazlı varlık sorgulamaları yapılırken insan biyolojik,
psikolojik ve sosyolojik yönleriyle bir bütün olarak ele alınmalıdır.

Ahlakın da varlığı ve hükmettiği alanlar, insan var olalı beri konuşulmuş, geliştirilmiş
ve tartışılmıştır. Ahlak ve bilim, insanın varlık alanıyla doğrudan ilgilidir. Her
ikisi de, insanın olgunlaşmasına yönelik normlar sunmaktadır. Ahlak, bir anlamda
insanın manevi alanda olgunlaşmasına yönelik ilkeler ortaya koyarken, bilim de maddi
gelişimin sınırlarını çizmektedir. Her ikisinin de ortak amacı, insanın varlık alanına
uygun değerleri içinde barındırması ve insanı yüceltmeye yöneliktir. İnsan, ilahi
normlar içinde kaldığı sürece hayatın bilim ve ahlak alanı dahil, hiçbir alanında
sorun çıkmamıştır. Ne zaman, insanlık bu çizginin dışına çıkmış, işte o zaman hayatın
alanları birbirinden uzaklaştırılmış ve yeni tartışma alanları açılmıştır.

Ahlâk insanlık için kaçınılmaz bir hayat pratiğidir. Varlık aleminin sorgusu,
eşyanın ve Allah'ın isimlerinin anlaşılabilmesi, iyi ve kötü kavramlarının tahlili
için gerekli olan bilimsel bilginin, aynı zamanda ahlâki olma gibi bir yükümlülüğü
vardır. Çünkü insanın biyopsikososyolojik yapısını, fizikî şartları içinde değerlendirdiğimizde
görülecektir ki, varlığının devamlılığı, Yaratıcı'sıyla olan ilişkisine bağlıdır.

Özgürlükleri yaşamaya çalıştığımız bu çağda, bireyin, dış dünyadan gelen tüm
dayatmalardan kurtarılıp varlık alemini anlamaya çalışarak, ahlaki normları içselleştirebileceği
bir ortama ihtiyaç vardır. İnsanların gerçeği arama çabası içinde olması, bilime
bu süreçte anlam kazandıracaktır. Bilimsel araştırma, insanın kişisel ve sosyal
hayatına anlam kazandırmak istiyorsa, evrenin de anlamını araştıran bir çaba için
de olmalıdır.

Yukarda da vurgulandığı gibi bugün bilim dünyasının karşısında duran en önemli
problem olaylara ve varlık alemine bakışındaki yorumdan kaynaklanmaktadır. Kur'ân-ı
Hakîm ve Hâkim ise, Zâriyat sûresinin 56. âyetinde insanın yaratılış maksadını şu
ifadelerle açıklar: "Ben insanları ve cinleri ancak Bana ibadet etsinler diye yarattım".
Yukarıdaki "ibadet etsinler" kastıyla, Risale-i Nur'dan da anladığımız kadarıyla
"beni bilim yoluyla tanısınlar" anlamı da çıkmaktadır. Hz. Peygamberin, Allah'tan
"kendisine eşyanın hakikatini öğretmesini" istemesi bu açıdan önemlidir. Bir hadiste,
"ben ancak güzel ahlakı tamamlamak için gönderildim" gerçeğine vurgu yapılması,
bu açıdan eşyanın hakikatini öğrenme ile güzel ahlak arasındaki ilgiyi de dikkatimize
sunar. Bilenlerle bilmeyenler arasındaki bağlantı nazarımıza sunulur. Allah'ın gizli
bir hazine olarak bilinmek istemesi, insanın yaratılması ile sonuçlanmıştır. Yaratılışın
ve varlığın gayesi, Allah'ı tanıma ve bilmedir. Bu yolla insan ve insanlığın mutluluğu;
bireyin akıl, şehvet ve gadap gibi kuvvelerinin kontrol altında tutulması gerekir.
Bu da ancak, insanî bir olgu ve fıtrattan olduğu için ilahi ahlâk ile mümkündür.

Bediüzzaman Said Nursi, "Aklın nuru funun-u medeniyedir; vicdanın ziyası ulumu
diniyedir. İftirak ettikleri vakit birinden taassup, diğerinden hile ve şüphe tevellüd
eder" ifadesiyle bilim ve din arasındaki birbirinin zıttı gibi olumsuz olarak algılanan
anlayışı aşmaya çalışmıştır. Böylece tevhide dayalı bir bilim anlayışı geliştirmeye
çalışmış, kainata hep bu gözle bakmıştır. Yani din ilmi, fen ilmi ayrımı yapmadan,
her ikisi bir bütün olarak algılayıp, varlık aleminin sırrı öyle çözülmeye çalışılmalıdır.

Bediüzzaman Said Nursi, kâinattan bahsederken birçok benzetmeler kullanır, "bir
sergi", "bir tarla", "bir misafirhane" ve "bir saray" gibi, fakat "bir kitap" yani
okunacak bir şeye benzetmesi Risâle-i Nur mesleğini ve metodunu özellikle tanımlayıcıdır.
İnsanın kâinatı anlama çabasının bu isimleri okuyup anlamasına yönelik olması gerektiği
ifade edilir. Bunun dışındaki yaklaşımların anlamı yoktur. Bu açıdan, özellikle
bilim adamlarının kâinattaki olayları ve kanunları araştırmaları, asıl amacına ulaşamamış,
yarım, eksik ve hatta saptırılmış çalışmalar olarak kalmıştır. Zira, bu çalışmalarda
kâinat vardır; hem san'atlı, maksatlı, her bir cüz'üne, parçasına, pek çok hikmet
yüklenen bir kâinat vardır. Bununla birlikte kainatın sahibinin varlığına dikkat
çekilmez. Bazen tam tersi bir bakışla inkar edilir. Oysa kâinata dair bütün araştırmalar
ancak Allahın güzel isim ve sıfatlarını gösterip ona ayna olabilir. Onlar, insanlara
Rabbini tanıttığında amacına ulaşmış olur:

Bu değerlendirmelerden çıkarılacak sonuçlardan anlayacağımız gibi, kâinatı bir
kitap gibi okurken, hiçbir zaman o kitabın yazarını unutmamak gerekmektedir. Aksine,
yazarın büyüklüğünü kitabı vasıtasıyla anlamaya çalışmak gerekmektedir. İnsanın
okuduğu kitapla ilgili bilgisi artıkça, yazarına karşı kendini daha sorumlu hissedecektir.

"Şeriat-ı tekviniye" de denilen Allah'ın kainata koymuş olduğu ilahi kanunlara,
insanlar tabiat deyip, işleri gören fiil sahibi olarak tabiattaki kanunları ön plana
çıkarmıştır. Oysa tabiat ve onunla ilgili olaylar, kainatta işleyen ilahi şeriattan
başka bir şey değildir.

Dünyada ilk insana 'bilgi' öğretilmiş olmakla, asıl kaynağın Allah'a ait olduğu
anlaşılmakta; böylece insanların her türlü keşif, icad ve buluşlarının esasen var
olan tüm kural, kuram, teori ve yasaların; mikrokozmostan makrokozmosa kadar atomlardan,
galaktik sistemlere kadar kâinatın her tarafına sinmiş ve yayılmış olan bilgilerin,
araştırmacılar tarafından ortaya çıkarılmasından başka bir şey değildir. Buradan
çıkan çarpıcı sonuç şudur: Allah'ın bilgisi haricinde fiziksel, kimyasal, biyolojik,
jeolojik; özetle hiçbir bilgi olamaz. Kepler doğmadan önce de Kepler Kanunları uygulanıyor
ve gezegenler güneş etrafında belirli periyotlarla dolanıyorlardı. Edison'dan önce
de elektrik vardı. Einstein'dan önce de uzay- zaman boyutlarının o harikulâde esnek
ve ahenkli denklemleri geçerliydi.

Said Nursi, Kastamonu'da yanına gelen bir grup öğrencinin "Bize Hâlikımızı tanıttır,
muallimlerimiz Allah'tan bahsetmiyor"lar sözü üzerine onlara şöyle der: "Sizin okuduğunuz
fenlerden her fen, kendi lisan-ı mahsusiyle, mütemadiyen Allah'tan bahsedip Hâlıkı
tanıttırıyorlar. Muallimleri değil, onları dinleyiniz." Burada "Kendi lisan-ı mahsusiyle"
seslenişine dikkat etmek gerekir. Bilim adamı konuşurken kendi deneysel algılarını
ve hazcı duygularını değil, bilimin Allah'ı anlatan dilini kullanmalıdır.

Örnek vermek gerekirse; en genel anlamıyla biyoloji, canlılar bilimi demektir.
Bu alanda çalışanlar, canlılar dünyasını incelerken, kendi yorumlarını, felsefî
ve ideolojik tercihlerini biyoloji bilimi adına bize sunabilir. Bizim yapmamız gereken,
biyologlara değil, biyolojinin diline kulak vermektir. Aynı konuyu inceleyen bir
biyolog, yaptığı incelemeyi marifetullaha bir basamak yaparken, diğer bilim adamı,
tam tersi bir yaklaşımla, incelediği şeyde maddi bir bakışla, kesrete dalıp farklı
sonuçlar çıkarabilir. Burada dikkat çekilmesi gereken nokta, biyolojiden çok biyologun
değerlendirmesidir. Oysa, "Her bir fen, kendi lisan-ı mahsusiyle, mütemadiyen Allah'tan
bahsedip Hâlıkı tanıttırıyorlar"dır. Yani aslında biyolojinin dili Allah'ı anlatmaktadır.
Bilimsel ahlak bunu gerektirirken, bilim dünyasındaki baskılar, bize sadece eserlerden
söz etmekte, Yaratıcı'dan söz etmemektedir.

Sadece maddi değerleri dikkate alan biyoloji bilimi, canlıları bir obje olarak
değerlendirir ve inceler. Fiillerin arkasındaki "Fail-i Muhtar"ı görmez. Oysa, Risale-i
Nur'un birçok yerinde açıkça belirtildiği gibi, Kur'ân-ı Hâkim, hayatı madde ile
mananın, ruh ile cesedin imtizacı olarak değerlendirir. Sadece maddi bir bakışla
ortaya konan biyolojik bilgiler, insan gerçeğini bu anlamda anlayamaz, kendince
yorumlar ortaya koyar.

Bir bilim adamının böyle bir yaklaşım sergileyebilmesi için, özgür olması, ahlaki
değerlere sahip olması, pozitif anlayış taşıması, takdir etmesi, değişime açık olması,
önyargılardan sıyrılması, araştırıcı olması, bilgisini içselleştirmesi ve bilginin
yüceliğini koruması gibi özelliklere sahip olması gerekmektedir.

Bilim özgür ortamda gelişir, ahlak da, kalıcılığı ve içselliği, böyle özgür ortamlarda
geliştirir. Bilim dünyasındaki çeşitli baskılar, özellikle Türkiye'de özgür bilimin
önündeki en büyük engeldir. İnsanların kaybettiği, bilenlerin kazandığı; bilenlerin
kaybettiği, bilgisini içselleştirenlerin kazandığı; onlarında bir tehlikenin eşiğinde
olduklarını belirten bir hadisi burada hatırlamak gerekmektedir. Bu açıdan bakıldığında,
aklın kullanıldığı, yeni fikirlerin üretildiği, insanın varlığı sorguladığı ve ahlaki
normları esas alan dönemler, Bediüzzaman'ın ifadesiyle "medrese-i efkar" niteliğindeki
dönemler "müstakbel"; akılla değil, hislerle hareket edilen, istibdat, taklit ve
taassubun her alanda yaygınlaştığı ve kuvvetin hakim olduğu dönemler ise "mazi"
şeklinde ifâde edilmiştir. Bilim adamı yararlandığı ana kaynakları yansıtmalı, ona
perde olmamalıdır.

Sonuç

Bilginin ve dolayısıyla bilimin insanlığın gelişimindeki önemi ve etkisi reddedilemez.
Bugün için sahip olduğumuz medeniyet ve ortak birikimlerimizin önemli bir kısmını
bilimsel bilginin gelişimine ve bunun teknolojiyi tetiklemesine borçluyuz. Popüler
bilim ise etrafını şüphe, tesadüf, kaygı, bencillik, bireysellik ve hazcılık surlarıyla
örtmektedir. Aynı zamanda, insanın pratik hayatından ayrı düşünülemeyecek olan ahlâk
kavramının da, popüler bilimin esaret kıskacında yozlaşmasına izin verilmemelidir.

Bilim ve ahlakın kaynağı aynıdır. Bir anlamda bilim bir süreç ise ahlak bu sürecin
bir sonucudur. Bilgi ahlâkileştirilemediği ölçüde, ahlâk sekülerleşmektedir. Salt
seküler kaygıları içeren bilim ve seküler/hazcı ahlâk anlayışı insanları mutsuz
ve doyumsuz kılmaktadır. İnsanın kendi varlık alanı ile ilgili arayışlarının bir
çabası olan bilim ve hikmet, maddeci anlayışların etkisinde kaldığı ölçüde yozlaşmış,
çizgiden çıkmıştır. Bu çizgi dışına çıkış, hayatın diğer alanlarını da etkilemiş
ve ahlaki anlayışları da sarsmıştır. Yapılması gereken, sınırları aşmış anlayışları,
yeniden sınırların içine almak olmalıdır. Bu ise yeniden mukaddes olana dönmekle
gerçekleşecektir. Bilim varlığı anlama çabası olarak, insanın özüne inmeli ve ahlaki
temellerini anlamlandırmalıdır. Mukaddes olandan uzaklaşmak değil, aksine ona yakınlaşmak
gerekmektedir. Doğrudan kendine has bir dili olmayan, belki O'nun eserlerini anlama
gayreti olan bilim ise, O'na yaklaştığı ölçüde, kaybettiği ahlaki temelleri yeniden
kazanacaktır.

Kainat kitabını iman eksenli okuyarak yapılacak bilimsel çalışmalar neticesinde
elde edilen teknolojik gelişmeler, Müslüman'ın hayat bütünlüğü çerçevesinde ahlak
ve adalet normları içinde insanlığın hizmetinde olmalı, başkasına baskı aracı olarak
kullanılmamalıdır.

Bu anlamda, evrene mührünü vuran Allah'ın isim ve sıfatlarına insan kendisini
ayna yapabildiği ölçüde "Allah'ın ahlakıyla ahlaklanarak" yeryüzünde ihtiyaç duyulan
evrensel barışa ve ahlaka yakınlaşmıs olacaktır.