A Very Basic Concept Differentiating Biologic Man from
the Sociological Man: Morality

İnsanı Tanımanın Birinci Aşaması: Bilimsel Bilgi ve Din Kavramlarını
Barıştırmak

Günümüz popüler biliminin en büyük açmazlarından biri, deneysel olmayana karşı
takındığı mesafeli duruştur. İnsanlık tarihinde, varlık olgusunun sorgulanmaya başlandığı
dönem kadar eski olan, kişiler ve inançların temel kavramları arasındaki farklı
yorumlar, deneysel bilim yerleştikçe çeşitlenmiş, ancak bir o kadar da çatışma unsuru
haline gelmiştir.

Gerek kişi bazlı, gerekse inanç bazlı varlık sorgulamalarını yaparken göz ardı
edilen çoğu zaman, insanın; biyolojik, psikolojik ve sosyolojik yönleriyle bir bütün
ve özünde insan olarak merkeze oturtulmaması sorunudur. İnsanı bu kaçınılmaz fizyolojik
ve toplumsal konumundan ayrı tutup sadece belirli hazlarını tatmine dönük, 'akıllı
bir hayvan' olarak düşünmek ve görmek istemenin neticesidir ki, temel kavramlar
noktasında, bilimsel yaklaşımları tam bir kargaşa içine sokmuştur.

Oysa insan var oluşu gereği, kendisini, eşyayı ve çevresini tanıma yolculuğu
sırasında elde ettiği sistematik bilgi ile temel bilimsel kavramları şekillendirmekte
ve bunlardan elde ettiği deneysel verilerle de bilimsel disiplinlerde ve teknolojik
işlevsellikte aşama kaydetmektedir. İnsanı, biyopisikososyolojik ana yapısından
ayrı tutarak sadece sebep-sonuç ilişkileri içindeki fiziksel kalıplara hapsedersek,
bilim ve vahiy yoluyla Yaratıcı'dan elde edilen bilgi arasındaki bağı koparmış oluruz.

İnsanı tanımanın birinci aşaması olarak, bilimsel bilgi ve inanma ihtiyacının
sonucu olan din kavramlarını birbirinden ayrı düşünmemek ve barıştırmak gerekir.
Bu noktada, kainât ve onun küçültülmüş bir modeli olan insanı, Allah'ın isimlerinin
yansıdığı bir âlem1 olarak kabul edebilme ciddiyeti başlangıç olarak hiç de fena
sayılmayacaktır. Çünkü, Allah hesabına müşâhede edilen her şey ilimdir.2 Mahiyet
ve istidad (potansiyel yetenek) itibariyle her şey ilme bağlıdır.3 Her bir ilim
de, Allah'ın bir isim ve sıfatına dayanmaktadır.4 Bu yüzden bilim adamı konuşurken
kendi deneysel algılarını ve hedonist (hazcı) dürtülerini değil, Esmâ'nın tâlimi
olan ve mârifetullah ve muhabbetullaha kapı açan bilimi konuşturmalıdır.

Burada, deneysel anlamda sistematik bilim ile uğraşan ve özünde de dindar olan
sayısız örneği hatırlamak yerinde olacaktır. Çağımızın İslâm anlayışını ve idrakini
kökünden değiştiren ve bugün burada fikirlerini tartışarak, kendisinden geleceğe
dair açılımlar yakalamak istediğimiz Bediüzzaman Said Nursi'nin, "Risâle-i Nur'u
anlamıyorlar, yahut anlamak istemiyorlar. Beni skolâstik bataklığı içinde saplanmış
bir medrese hocası zannediyorlar. Ben, bütün müsbet ilimlerle, asr-ı hâzır fen ve
felsefesiyle meşgul oldum. Bu hususta en derin meseleleri hallettim. Hattâ bu hususta
da bâzı eserler telif eyledim." hatırlatması da manidardır.5

İnsanı Hayvandan Ayıran Bilimsel Bir Kavram: Ahlâk

Filozoflara göre insan ile hayvan arasındaki en temel ayırım düşünme yeteneğine
göre yapılır. Tefrik ve temyize (yani bir anlamda varlık sorgulamasına) göre ise
fark ahlaklı olma yeteneğinde ortaya çıkmaktadır. Ahlâk kavramı, teklif insana ait
olduğu içindir ki, sadece insana ait bir olgudur. Çünkü, ahlâk teklifin dışında
bir anlam içerseydi, hayvanların da bazı tutumlarının ahlâki olduğu iddia edilebilecekti.
Oysa hayvanlar, sevk-i İlahi diye tanımladığımız dürtüleriyle varlıklarını koruyorlar.
Bu durumun açıklamasını, Risâle-i Nur'daki şu satırlarda bulmak mümkündür:

"Yalnız hayvan ve insanın dünyaya gelmelerindeki farkları, o meseleye vâzıh bir
delildir ve bir bürhan-ı kâtidir. Evet, insaniyet imân ile insaniyet olduğunu, insan
ile hayvanın dünyaya gelişindeki farkları gösterir. Çünkü hayvan, dünyaya geldiği
vakit, âdetâ başka bir âlemde tekemmül etmiş gibi, istidadına göre mükemmel olarak
gelir; yani gönderilir. Ya iki saatte, ya iki günde veya iki ayda bütün şerâit-i
hayatiyesini ve kâinatla olan münâsebetini ve kavânîn-i hayatını öğrenir, meleke
sahibi olur. İnsanın yirmi senede kazandığı iktidar-ı hayatiyeyi ve meleke-i ameliyeyi,
yirmi günde serçe ve arı gibi bir hayvan tahsil eder; yani ona ilham olunur. Demek,
hayvanın vazife-i asliyesi taallümle tekemmül etmek değildir; ve mârifet kesb etmekle
terakkî etmek değildir; ve aczini göstermekle meded istemek, duâ etmek değildir.
Belki vazifesi, istidadına göre taammüldür, amel etmektir, ubûdiyet-i fiiliyedir."6
Ayrıca, ahlâk insanlık için kaçınılmaz bir hayat pratiğidir. Daha önce de ifade
ettiğimiz gibi, varlık sorgusu, eşyanın ve Esmâ'nın talimi, iyi ve kötü kavramlarının
tahlili için gerekli olan bilimsel bilginin aynı zamanda ahlâki olma gibi bir yükümlülüğü
de vardır. Çünkü insanın biyopisikososyolojik yapısını fizikî şartları içinde değerlendirdiğimizde
görülecektir ki, varlığının devamlılığı, Yaratıcısıyla olan ilişkisine bağlıdır.
Yine, bu durumla ilgili, Risâle-i Nur, "İnsan ise, dünyaya gelişinde, her şeyi öğrenmeye
muhtaç ve hayat kanunlarına câhil. Hattâ yirmi senede tamamen şerâit-i hayatı öğrenemiyor.
Belki, âhir-i ömrüne kadar öğrenmeye muhtaç. Hem gayet âciz ve zayıf bir sûrette
dünyaya gönderilip, bir iki senede ancak ayağa kalkabiliyor. On beş senede ancak
zarar ve menfaati fark eder; hayat-ı beşeriyenin muâvenetiyle ancak menfaatlerini
celb ve zararlardan sakınabilir. Demek ki, insanın vazife-i fıtriyesi taallümle
tekemmüldür, duâ ile ubûdiyettir. Yani, "Kimin merhametiyle böyle hakîmâne idare
olunuyorum? Kimin keremiyle böyle müşfikàne terbiye olunuyorum? Nasıl birisinin
lûtuflarıyla böyle nâzeninâne besleniyorum ve idare ediliyorum?" bilmektir. Ve binden
ancak birisine eli yetişemediği hâcâtına dâir, Kàdiü'l-Hâcâta lisân-ı acz ve fakr
ile yalvarmaktır; ve istemek ve duâ etmektir. Yani, aczin ve fakrın cenahlarıyla
makam-ı âlâ-i ubûdiyete uçmaktır. Demek, insan bu âleme ilim ve duâ vâsıtasıyla
tekemmül etmek için gelmiştir. Mahiyet ve istidad itibâriyle her şey ilme bağlıdır.
Ve bütün ulûm-u hakikiyenin esâsı ve mâdeni ve nuru ve ruhu, mârifetullahtır. Ve
onun üssü'l-esâsı da imân-ı billâhtır. Hem insan, nihayetsiz acziyle nihayetsiz
beliyyâta mâruz ve hadsiz a'dânın hücumuna mübtelâ ve nihayetsiz fakrıyla beraber
nihayetsiz hâcâta giriftar ve nihayetsiz metâlibe muhtaç olduğundan, vazife-i asliye-i
fıtriyesi, imândan sonra duâdır. Duâ ise, esâs-ı ubûdiyettir. Nasıl, bir çocuk,
eli yetişmediği bir merâmını, bir arzusunu elde etmek için ya ağlar, ya ister; yani,
ya fiilî, ya kavlî lisân-ı acziyle, bir duâ eder, maksuduna muvaffak olur. Öyle
de, insan, bütün zîhayat âlemi içinde nâzik, nâzenin, nazdar bir çocuk hükmündedir.
Rahmânirrahîmin dergâhında, ya zaaf ve acziyle ağlamak veya fakr ve ihtiyacıyla
duâ etmek gerektir; tâ ki, makàsıdı ona musahhar olsun veya teshîrin şükrünü edâ
etsin. Yoksa, bir sinekten vâveylâ eden ahmak ve haylaz bir çocuk gibi, 'Ben kuvvetimle
bu kàbil-i teshîr olmayan ve bin derece ondan kuvvetli olan acîb şeyleri teshîr
ediyorum. Ve fikir ve tedbîrimle kendime itaat ettiriyorum' deyip küfrân-ı ni'mete
sapmak, insaniyetin fıtrat-ı asliyesine zıd olduğu gibi, şiddetli bir azaba kendini
müstehak eder."7 yorumunu yapmaktadır.

Ahlâk Kavramının Teklifle İlgisine Dair Risâle-i Nur'dan İki Soruya İki Cevap

İnsanın biyolojik açıdan benzer yönleri bulunsa bile sosyolojik yönleriyle hayvandan
tamamen farklı olduğunun ayırdında olmalıyız. Bu durumda da karşımıza, bilimsel
bilginin (belki de bilmişliğin ya da bildiğini sanmanın) insanlığa kazandırdığı
cesaret, bencillik ve hazcılık gibi ahlâki olmayan vartalar çıkıyor.

Bu vartalardan sıyrılmanın formülünü, ahlâkiliği tekliften bağımsız görmeyen
Risale-i Nur'un satırlarında yakalamak mümkün:

"Sual: Diyorsun ki: 'Teklif saadet içindir. Hâlbuki ekser-i nâsın şekâvetine
sebep, tekliftir. Teklif olmasaydı, bu kadar tefâvüt-ü şekâvet de olmazdı?'

"Cevap: Cenâb-ı Hak, verdiği cüz-ü ihtiyari ile ef'âl-i ihtiyariye âlemini kesbiyle
teşkil etmeye insanı mükellef kıldığı gibi, ruh-u beşerde vedia olarak ekilen gayr-ı
mütenâhî tohumları sulamak ve neşvünemalandırmak için de beşeri teklifle mükellef
kılmıştır. Eğer teklif olmasaydı, ruhlardaki o tohumlar neşvünema bulamazdı. Evet,
nev-i beşerin ahvaline dikkatle bakılırsa görülür ki, ruhun manen terakkisini, vicdanın
tekâmülünü, akıl ve fikrin inkişaf ve terakkisini telkih eden, yani aşılayan, şeriatlardır;
vücut veren, tekliftir; hayat veren, Peygamberlerin gönderilmesidir; ilham eden,
dinlerdir. Eğer bu noktalar olmasaydı, insan hayvan olarak kalacaktı ve insandaki
bu kadar kemalat-ı vicdaniye ve ahlâk-ı hasene tamamen yok olurlardı. Fakat insanların
bir kısmı, arzu ve ihtiyarıyla teklifi kabul etmiştir. Bu kısım, saadet-i şahsiyeyi
elde ettiği gibi, nev'in saadetine de sebep olmuştur. Amma insanların büyük bir
kısmı, ihtiyarıyla küfrü kabul ve tekalif-i İlahiyeyi reddetmişlerse de, teklifin
bazı nevilerinden süzülen terbiyevî, ahlakî, vesaire güzel şeyleri aldıklarından,
teklifin o nevilerini zımnen ve ıztıraren kabul etmiş bulunurlar. İşte bu itibarla,
kafirin her sıfatı ve her hali kafir değildir.

"Sual: İnsanlardan büyük bir kısmın şekaveti meydanda iken, yalnız küçük bir
kısmın saadeti nasıl nev'in saadetine sebep olur ki, 'Şeriat rahmettir' diyorsunuz.
Hâlbuki nev'in saadeti, ya bütün efradın veya kısm-ı ekserisinin saadetiyle olabilir?

"Cevap: Altına yüz yumurta bırakılan tavuk, o yumurtadan yirmisini civciv çıkarıp
seksenini ifsad etse, bu tavuk, yumurta nev'ine hizmet etmiş olur. Çünkü bir civciv,
bin yumurtanın annesi olabilir. Veya yüz tane çekirdek toprağa ekilse ve suyla sulanıp
bilahare yirmisi neşvünema bulup hurma ağacı olsa ve sekseni çürüyüp mahvolsa, yirmi
çekirdeğin sümbüllenip ağaç olmasına sebep olan su, elbette çekirdek nev'ine hizmet
etmiş olur. Veyahut bir maden ateşte eritilse, beşte biri altın, mütebakisi toprak
çıksa; elbette ateş, o madenin kemaline, saadetine sebep olur. Binaenaleyh, teklif
de insanların beşte birini kurtarsa, o beşte birin saadet-i nev'iyeye sebep ve amil
olduğuna kat'iyetle hükmedilebilir. Maahaza, yüksek hissiyat ile güzel ahlâkın neşvüneması,
ancak mücahede ve içtihadla olur. Evet, sağ el, daima çalıştığı için, sol elden
daha kuvvetlidir. Ve bir hükumet, mücahede ettikçe cesareti artar, terk ettiği zaman
cesareti azalır ve binnetice cesaret de, hükümet de söner, mahvolur. Ve keza, herşeyin
ve her işin tekâmülü, zıtlarının mukabele ve rekabet etmeleriyle olur. Mesela hidayetin
tekâmülüne dalalet yardım ettiği gibi, imanın tekâmülüne de küfür yardım eder. Çünkü
küfür ve dalaletin ne derece pis ve zararlı olduklarını gören bir mü'minin imanı
ve hidayeti, birden bine çıkar. Bu iki cihet, teklifin eser ve semeresidir. Ve bu
iki cihet itibarıyla teklif, saadet-i nev'iyenin yegâne amilidir."8

Bilginin Ahlâkileştirilmesi, İnsanın Ahlâkileşmesidir

Bilginin ve dolayısıyla bilimin insanlığın gelişimindeki önemi ve etkisi reddedilemez.
Bugün için sahip olduğumuz medeniyet ve ortak birikimlerimizin tamamını bilimsel
bilginin gelişimine ve teknolojiyi tetiklemesine borçluyuz. Ancak, insanlığın huzur
ve saadetinin de, bu bilgi ancak marifete araç olduğu takdirde sağlanabileceği inanç
ve iddiasındayız. Popüler bilim ise etrafını şüphe, tesadüf, kaygı, bencillik, bireysellik
ve hazcılık surlarıyla örtüyor. Aynı zamanda, insanın pratik hayatından ayrı düşünülemeyecek
olan ahlâk kavramı da, popüler bilimin esaret kıskacında yozlaşıyor.

Bilgi ahlâkileştirilemediği ölçüde, ahlâk sekülerleşiyor. Salt seküler kaygıları
içeren bilim ve seküler/hazcı ahlâk anlayışı insanları mutsuz ve doyumsuz kılıyor.
Uzmanları bu tip bir ahlâk anlayışının tehlikelerini yorumlarken şu ifadeleri kullanıyorlar:
"Seküler, pagan kültürün ahlâk öğretisi ile evrensel, semavi kültürün ahlâk öğretilerinin
insanlık tarihi boyunca hep çarpıştığını görmek mümkün. Seküler ahlâk öğretisinin
dayanak noktası kuvvettir ve yaşam prensibi mücadeledir. Rekabet ve yarışmacılık
kutsallaştırılmıştır. Barışçıllık, uzlaşmacılık önemsenmemiş, yetinmemek, doymamak
gerektiği öne sürülmüştür. Kullanılan yöntem benmerkezci bireyselliktir. Seküler
ahlâkta sosyal bağ olarak ırkçılık ve bölgecilik teşvik edilir. Teknoloji çağdaş
iyi insanların elinde olmazsa tarihin sonunun yaklaştığını söylemek kehanet olmayacaktır."9

Sonuç

1- Evrenin yaratılış sürecindeki mülk ve melekût dengesini göz ardı etmediğimiz
her durum bizi bilimsel bilgiyle vahye ait bilginin birlikteliğine, yani bilim ve
din ittifakına taşıyacaktır.

2- Gerek bireysel gerekse toplumsal her hal ve davranış, insanın fizyolojik,
biyolojik, psikolojik ve sosyolojik varlığından ayrı düşünülemeyeceği için, insan
bilimsel bilgiye muhtaç bir varlıktır. İnsanın bilgiyle olan dostluğunu kendisine
yapılan teklif ile birlikte düşünmeliyiz.

3- İnsan ve insanlığın mutluluğu, istenilen bir sonuç ise akıl, şehvet ve gadap
gibi kuvvelerinin kontrol altında tutulması gerekir. Bu da ancak, insanî bir olgu
olduğu için ve fıtrattan olduğu için semavî ahlâk ile mümkündür.

4- Ahlâk kavramı algımız, merkezinde insan olduğu için eninde sonunda varoluş
sorgulamasına dönüşmektedir. Varlığını salt bilime emanet edenler, hazcılığın cenderesinde
boğulurken, semavî ahlâk ile donananlar, biyolojik insan ile sosyolojik insanın
ayırdına varacaklardır.

5- Genel itibariyle dayatılan eğitim, kavramları netleştirmiyor, bilâkis birbiriyle
sürtüştürüyor. Ayrıca, o kavramı çalışanlara bakışımızı ön kabullere dönüştürüyor.
Özellikle, ahlâk gibi hassas kavramları çalışırken etkileşim içinde oldukları diğer
kavramları da kabullenmek gerekiyor. Çünkü, özellikle ahlâk olgusu teoriğinin yanında,
hayata dair yaşanılabilir pratikleri de içeriyor.

6- Ahlâk kavramı, insana, Esmâ taliminin bir hediyesi, kamu düzeni ile ilgili
ve evrensel olduğu için aynı zamanda bilimsel bir kavramdır.

7- Hazcılığın, medeniyetler çatışmasını körüklediği, ama bütün bunlara rağmen
semavî öğretilerin evrensel ahlâk kavramına atıf yaparak ittihadı beslediği bir
zeminde çıkış noktamız: "Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâmın Kur'ân'dan sonra
en büyük mucizesi kendi zâtıdır. Yani, onda içtima etmiş ahlâk-ı âliyedir ki, her
bir haslette en yüksek tabakada olduğuna, dost ve düşman ittifak ediyorlar"10 hakikatlerini
-özellikle bir İslâm Peygamberi olan İsa'ya (as) tabi İsevî dostlarımızla- paylaşıma
açmak olmalıdır.

8- Son olarak, evrensel ahlakı tesis samimi hedefimiz ise, bu zamanda Nebevî
Ahlâk'ın (sav) bir büyük temsilcisi olduğuna inandığımız Bediüzzaman Said Nursi'nin,
Risâle-i Nur Külliyatı'ndaki şu öğretisini hayata geçirmeliyiz: "Eğer biz ahlâk-ı
İslâmiye'nin ve hakaik-i imaniyenin kemalâtını ef'âlimizle izhar etsek, sair dinlerin
tâbileri elbette cemaatlerle İslâmiyet'e girecekler. Belki, küre-i arzın bazı kıt'aları
ve devletleri de İslâmiyet'e dehalet edecekler."11

Öz

Günümüz popüler biliminin en büyük açmazlarından biri, deneysel olmayana karşı
takındığı mesafeli duruştur.

Gerek kişi, gerekse inanç bazlı varlık sorgulamalarını yaparken göz ardı edilen
çoğu zaman, insanın; biyolojik, psikolojik ve sosyolojik yönleriyle bir bütün ve
özünde insan olarak merkeze oturtulmaması sorunudur. İnsanı bu kaçınılmaz fizyolojik
ve toplumsal konumundan ayrı tutup sadece belirli hazlarını tatmine dönük, 'akıllı
bir hayvan' olarak düşünmek ve görmek istemenin neticesidir ki, temel kavramlar
noktasında, bilimsel yaklaşımları tam bir kargaşa içine sokmuştur.

Oysa insan var oluşu gereği, kendisini, eşyayı ve çevresini tanıma yolculuğu
sırasında elde ettiği sistematik bilgi ile temel bilimsel kavramları şekillendirmekte
ve bunlardan elde ettiği deneysel verilerle de bilimsel disiplinlerde ve teknolojik
işlevsellikte aşama kaydetmektedir. İnsanı, biyopisikososyolojik ana yapısından
ayrı tutarak sadece sebep-sonuç ilişkileri içindeki fiziksel kalıplara hapsedersek,
bilim ve vahiy yoluyla Yaratıcı'dan elde edilen bilgi arasındaki bağı koparmış oluruz.

Anahtar Kelimeler: Bilim, din, ahlak, biyolojik insan, sosyolojik insan, teklif

Abstract

One of the biggest problematic area of the current popular science seems to be
its critical and distant position against the non-experimental knowledge.

The biggest problem of the ontological questioning on personal basis or on the
basis of belief is the fact that the man is not focused on with his biological,
psychological, and sociological features as a whole. As a consequence of the consideration
and recognition of the man as a 'reasonable animal' which only seeks for the satisfaction
of his pleasures without any connection to his physiological and social situation,
the scientific approaches are in a complete disorder from the point of view of the
basic concepts.

Due to his ontological reason, the man constructs basic scientific concepts according
to the systematic knowledge he has been acquiring during his voyage of knowing himself,
the things and his surrounding. As a result of the experimental data, human being
develops himself in the scientific disciplines and technological functionality.
If we limit human being only to the physical patterns within the causal relationship
without considering his bio-psycho-sociological characters, then we will break off
the connection between the scientific knowledge and the revelational knowledge acquired
from God.

Key Words: Science, religion, morality, biologic man, socilogical man, offer

Dipnotlar

1. Ali Ferşadoğlu, Köprü, Kış/2005, s. 238.

2. Alparslan Açıkgenç, Köprü, Yaz-Güz/1997, s. 101.

3. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s. 330.

4. İrfan Yılmaz vd., İlim ve Din, 1988, s. 249.

5. Bediüzzaman Said Nursi, Tarihçe-i Hayat, s. 543.

6. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s. 285.

7. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, s. 286.

8. Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü’l-İ’caz, s. 213-214.

9. Nevzat Tahran, Köprü, Bahar/2003, s. 44-45.

10. Bediüzzaman Said Nursi, Mektubat, s. 37.

11. Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye, s. 30.