The Old Republic, New Democracy and Publicity

Türkiye’nin vesayetçi ve elitist -aynı zamanda otoriter ve
güvensiz- bir cumhuriyet telakkisinden, katılımcı ve çoğulcu bir demokrasiye
geçişini güçleştiren bazı faktörler vardır. Bunlar büyük ölçüde, 20. yüzyılın
ilk çeyreğindeki köklü inkılaplar sonucu içinden çıkılan eski siyasi rejimin
tabiatından çok siyasi rejime yüklenen özel anlam ve fonksiyonlardan
kaynaklanmaktadır. Şöyle ki:

Türk Modernleşme Projesi’nin ana problematiği, modernizasyonu
hedefleyen bir “devlet tercihi” olması, “Batılılaşma” olarak tanımlanması ve
“din-dışı zorunlu bir form” olarak uygulanmasıdır. Bu konsept, bugün çoğu sosyal
bilimcinin altını çizmeye çalıştığı gibi, “modernlik durumu”nu göz ardı etti;
bütün dünyada “işleyen ve gelişen bir süreç” yerine; emredici politikalar ve
zorlayıcı yöntemlerle “Modernizasyon İdeolojisi”ni öne çıkardı.

“İttihatçı” çizgilerin baskın olduğu bu projenin en önemli
-belki de tek- beslenme kaynağı, “Fransız Cumhuriyet Geleneği”dir. “Evrensel
akıl” ve 19. yüzyıl pozitivizmi, devlet içinde etki alanları geniş seçkinlere,
hem yeni bir toplum inşa etme, hem de -birey bazında- insanı dönüştürme
meşruiyetini verdi. Bu nedenle siyasetin ana konularını anlamaya çalıştığımızda
bu noktayı göz ardı etmemek gerekir. Aksi halde bugünkü dünyayı anlamak mümkün
olmaz. Söz konusu misyonun, kendileri arzu etmese bile, iktidar seçkinlerini hem
İslam diniyle hem tarihsel tecrübeyle karşı karşıya getirmesi kaçınılmazdı.

Dinlerin ve en başta da İslamiyet’in, her zaman, “farklı ve
kendi değerleri doğrultusunda” bir dünya tasarımı olmuştur; ama “evrenselci bir
iddia” ile insanı, önce “birey” durumuna düşürüp, sonra onu ve içinde yer aldığı
sosyal grubu emredici politikalar ve zorlayıcı kurumlar aracılığıyla dönüştürme
amaçları olmamıştır. Kim olursa olsun; hatta Hz. Peygamber’in kendisi dahi,
insanları “zor ve baskı kullanarak hidayete dâhil etme” yetkisine sahip
değildir. Vahyin gelişi ve tebliğin yapılmasından sonra “hak ile batıl” apaçık
ortaya çıkınca, “dileyen hidayeti, dileyen sapıklığı” tercih eder. Bu, övülmeye
değer bir ‘hak’ değilse de, sonuç itibariyle bir “özgürlük”tür ve Allah, zaten
insana özgürlüğünü kullanma irade ve kudretini vermiştir.

Fransız cumhuriyet geleneği, kendi tarihsel düşmanı kilisenin
“evrenselci hidayet iddiası”nı “laik evrensel akıl iddiası” ile
sekülerleştirince -ki temel varsayımlarıyla modernitenin kendisinin dini tersyüz
edip sekülerleştirme çabası olduğunu söylemek mümkün-, devlet, geçmişte kilise
ve mutlakiyetçi yönetimin kendi uhdelerinde tuttukları “kamusal hayat”ın
bütününü denetleme, düzenleme ve iktidar alanı olarak kullanma yolunu seçti.
Yeni tanıma göre, kamusal alan “nötr”dür ve bu nötr alanı devlet, “laik
cumhuriyet”in ana değerlerine göre düzenleyecektir. Dinler, inançlar sadece özel
hayatta yaşanabilecek; ancak bunların belirgin sosyal ve kamusal tezahürleri
olmayacaktır.

Bu, iki yüzyıl boyunca Avrupa kültürünün belli bir bölgesinde
kabul görmüş olsa dahi, demokrasilerin içine girdiği yeni gelişme sürecinde, bir
toplumda var olan farklı kimliklerin ortadan kalkmayan varlığı dolayısıyla,
artık kabul edilemez hale gelmiş bulunmaktadır. Buna yol açan bir gelişme,
Avrupa’nın, özellikle İkinci Dünya Savaşı’ndan sonra, çeşitli dinlere ve
etnisitelere mensup milyonlarca göçmenle yüz yüze gelmiş olmasıdır. Şimdiki
durumda, farklı dinler ve etnisitelere mensup olan Avrupa’nın bu yeni sakinleri,
hem “kamusal hayatın” bütününde görünür olma haklarını talep ediyorlar, hem de
kendilerine özgü “sembolleriyle” kamusal görevlerde yer almak istiyorlar.
Başörtüsü bunun için – gündemden inmeyen, en canlı ve somut belirtisi olarak-
Avrupa’nın geleneksel zihnini meşgul edip durmaktadır. Benzer bir sorun, Türk
Modernleşme Projesi’nin, kendini yeni demokrasi ve yeni kamusallık kavramlarına
uydurması konusunda da göstermektedir.

Hiç abartmadan şunu söylemek mümkün: Başörtüsü ve İslami görünür
kimliğin sosyal ve kamusal talepleri, “Batılı demokrasi”nin yepyeni ve daha
insan yüzlü bir evreye adım atmasını sağlamakta, bizzat siyaset bilimi ve
siyaset felsefesinin temel varsayımlarında dönüşümlere yol açmaktadır. Birçok
bilim adamı ve aydının da altını çizdiği gibi, başta Fransa olmak üzere,
neredeyse Batı’nın bütünü, “İslam ve başörtüsü” üzerinden aslında kendi
kendisiyle yüzleşmekte, bir tür “yeni kimlik tanımı” yapmaktadır. Bu açıdan söz
konusu kamusal alan tartışması bizi yakından ilgilendirmektedir.

Kamusal Alan

Cumhurbaşkanı A. Necdet Sezer’in “başörtüsünün kamusal alanda
takılamayacağı”na ilişkin düşünceleri “kamuoyu”na yabancı bir kavramın gündeme
gelmesine sebep oldu: “Kamusal alan.” Siyaset bilimi, sosyoloji ve İslami
ilimler ile uğraşanlar kamusal alan konusunda belli belirsiz bir fikre
sahiptirler. Ancak bu kavramın, ne Batı’da ne de bizde, üzerinde mutabakata
varılmış bir tanımı söz konusudur. Habermas ve diğerlerinin çalışmaları da
kamusal alanın nerede başlayıp nerede bittiği konusuna tatmin edici bir açıklık
getirmiyor. Durum böyleyken, devletin başı ve en üst düzeydeki temsilcisi
durumunda olan Cumhurbaşkanı’nın, “Kamusal alanda başörtüsü takılamaz” diye
meseleyi kestirip atması, mevcut sorunun çözümüne herhangi bir katkı sağlamıyor,
aksine sorunu daha da karmaşık hale getiriyor.

Türkiye’de otoriter devlet fikrinden yana olanlar, devletin kamu
yetkisini kullandığı her alanı veya devletin egemenlik yetkisini kullandığı her
durum ve ortamı, kamusal alan içinde mütalaa etme eğilimindedirler. Eğer bu
tanımı kabul edecek olursak, iki ana noktadan, din ve vicdan özgürlüğü başta
olmak üzere çok sayıda hak ve özgürlüğün kullanımı zora girer:

İlki, Batı’da modern devletin demokratik taleplerin
karşılanması, sivil inisiyatiflerin kaale alınması, özerk alanların
genişletilmesi karşısında daha az yetki kullanımına sahip olması yönünde ciddi
çabalar sürdürülmekte, bu alanda çok sayıda idari ve hukuki reform
yapılmaktadır. Geleneksel kamu düzeni, kamu sağlığı, kamu yararı ve kamu
güvenliği gibi devlete ait olduğu düşünülen -ve bir kısmı elbette devlete ait
olması gereken- görev ve fonksiyonlar yeniden gözden geçirilmek istenmektedir.

İkincisi, Türkiye’ye özgü olmak üzere devlet, zaten toplumun ve
toplumsal hayatın bütününü kontrol eden, toplumu değiştirme ve dönüştürme
amacında olan merkezi ve gizli merkeziyetçi bir aygıttır. Başka bir ifadeyle,
ülkenin her cm karesi devletin kamusal alanı ve egemenliğini kullandığı bir alan
hükmündedir. Sorun, tam da bu katı, merkezi ve gizli merkeziyetçi zihniyet ve
uygulamalardan kaynaklanmaktadır. Kamuya ilişkin düzenin, güvenliğin, yararın ve
sağlığın devlete ait ve devlet düzenlemeleriyle belirlendiği bir ülkede; bireye,
sivil topluma, özerk cemaat ve farklı sosyal gruplara ait tek bir hayat alanı
kalabilir mi? “Düzen ve güvenlik” kuşkusuz devlete ait olmalıdır; asayişi o
korumalı, iç ve dış güvenliği üstlenmeli, yargıyı işler halde tutmalı ve ortak
hizmetler için vergi toplamalıdır. Ama “toplumsal sağlık ve toplumsal yarar”
neden devletin düzenleme alanı içinde olsun? Devlet belki sadece “denetleyici
rol” üstlenebilir; bu da istismarların ve hukuk ihlallerinin önüne geçmek için
gereklidir; ama devletin kendisi düzenleyici misyon üstlenmeye başladığında,
bunun açık veya gizli bir totalitarizme gitmesinin önüne geçmek zorlaşmaktadır.
Topluma ait alanlar Türkiye’nin geleneksel sistemi çerçevesinde “kamusal alan”
içinde mütalaa edilmektedir. Söz konusu kamusal alan, demokrasi için uygun
değildir ve hiçbir şekilde referans olarak ele alınamaz.

Başka bir konu, modern toplumun bünyesinde “özel alan” ve
“kamusal alan” dışında “üçüncü bir alan”ın teşekkül etmiş olmasıdır ki, bu da
“sivil alan”dır. Sivil alan ile kamusal alan arasındaki çizgi çok incedir, çoğu
zaman belirsizdir; fakat her durumda sivil alan, devletin belirgin kontrol ve
düzenleme alanının aleyhinde olmak üzere genişlemektedir. Eğer devlet, 20.
yüzyılın ilk çeyreğinde moda olan otoriter ve sıkı markaj rejimlerden kalma
zihniyet alışkanlıklarıyla sivil alanı görmezlikten gelir, burada insanların
hayat şekillerine, kılık kıyafetlerine, kültürlerine, kendilerine özgü
tutumlarına, çocuk sayılarına müdahale etmeye devam edecekse, bundan sadece
otoriter ve totaliter bir rejim çıkar.

Demokrasi, sivil alanı içeren ve onu mümkün olduğunca devletin
yetki ve denetimi dışına çıkarmaya çalışan bir yönde gelişmek zorundadır.
Türkiye’de ise devlet bireyin ve toplumun her tutum ve davranışını denetim
altında tutmayı rejimin misyonuyla ilişkilendirmekte, bu yüzden çok sayıda hak
ve özgürlük kolayca askıya alınabilmektedir.

Bunun zor olduğunu söylemek mümkün değildir. 1990’ların başından
itibaren, zihnî meşguliyetimizin merkezinde yer alan bir konu, zaman içinde,
toplumsal pratiğimizin bir kesitinde açıklığa ve hatta çözüme kavuşmuş oldu.
Konu şu: “Modernlikle beraber devletin sıkı denetimi altına girmiş bulunan
kamusal alan, kimler tarafından ve nasıl düzenlenecek?” Düzenleyici aktör
resmi/politik toplum mu olmalı, yoksa sivil aktörler mi?

Başlangıçta piyasa üretimi ve iletişim imkânları aracılığıyla,
bir kamu alanı meydana getiren burjuvazi, mutlakiyetçi idareleri tasfiye
ettikten sonra, bu alanı devletin belirleme ve düzenleme yetkilerini pekiştiren
hegemonyası altına soktu. Fransız İhtilali, Sanayi Devrimi ve Ulus Devlet’in
ortaya çıkışından sonra, özellikle 19. yüzyılda, önce “toplum” inşa edildi,
ardından toplumun siyasi ve hukuki formasyonu olan “ulus (millet?)” türetildi.
Bu aşamada devlet, kamusallıkla kendini özdeşleştirerek hem sivil alanı, hem
kamusal alanı denetimi altına geçirmek istedi. Türkiye’de yıllardan beri
süregelen “başörtüsü tartışması”nın gerisinde, “kamusal alan” sorunu
yatmaktadır. Geçmiş yıllarda, Müslüman kızların başörtüleriyle okullara gidişini
yasaklayan Fransa Milli Eğitim Bakanı Francis Bayrou -2007 seçimlerinde
cumhurbaşkanı adayı da olmuştu-, meseleyi şöyle ortaya koymuştu: “Hıristiyanlar
haçları, Yahudiler kippaları ve Müslümanlar sakalları veya başörtüleriyle
gezebilirler; ama kamusal alana bu simgelerle giremezler. Çünkü kamusal alan
nötr’dür ve bu alanı cumhuriyetin temel değerlerine göre devlet düzenler; herkes
devletin düzenleyici kurallarına göre hareket etmek zorundadır.”

Yanlış analojilere mesnet teşkil etmemesi için, şu hususun
altını çizmekte yarar var: Fransa’da bu düzenleme, 18 yaşından küçük ve orta
öğrenime giden kız öğrenciler için söz konusuydu; üniversitelerde başörtüsü
yasak değildi. Ama öyle de olsa, kamusal alanın gerçekten nötr olup olmadığı ve
niçin cumhuriyetin temel değerlerine göre hareket eden devletin en üst değeri
temsil ettiği tartışma konusudur. Bunun yanında, devletin temel politikalarının
demokratik süreç ve katılımla tespit edilmesini gerekli gören “demokrasi” ile bu
tezin ne ölçüde bağdaştığı da ayrı bir soru. Türkiye’de 1998 yılının başlarında
İÜ Rektörlüğü’nün yayınladığı “Başörtüsü, Sakal ve Uzun Saç Genelgesi” üzerine
baş gösteren gösteriler ve bu gösterilerin her siyasi görüşten (sağ, sol ve
İslam) öğrenci tarafından desteklenmesi, aslında klasik cumhuriyetçi devlet
anlayışının, kamusal mekânlar ve alanlarla ilgili yarattığı sorunun nasıl
çözümleneceğine de ışık tutmuş oldu. Devlet ve özellikle kendilerine özgü
referans çerçevesi olmayan aydınlar çoğu zaman sorun yaratıyorlar, eski bir
deyişle “parmakla çözülecek bir düğümü dişlerle çözülemeyecek hale
getiriyorlar.”

Üzerinde mutabakata varılması gereken ilk prensip şu ki,
“Kamusal alan”, bütünüyle devletle veya siyasi toplumla özdeş değil; devlet
klasik ve tabii fonksiyonları (hükumranlığın temsili, iç güvenlik, yargı, dış
savunma vs.) bağlamında ve sadece bunlarla sınırlı olarak, kamusal alanı
düzenler. Asıl kamusal alanın büyük bir bölümü, “sivil alan”ın bir devamı ve
hareket zeminidir. Öyle ise, bu alanı da sivil toplum ortaklaşa ve bir konsensus
(yazılı veya fiili sözleşme) temelinde düzenler. Kamusal alan, sadece devletin
düzenlemesine terk edilemez; bir ülkede var olan bütün toplumsal grup ve
aktörler, kendi aralarında anlaşarak bu alanın içini ve çevresini doldurur ve
şekillendirir. Devlete düşen, toplumun kendi içinde vardığı mutabakatı tanıması
ve tescil etmesidir. İstanbul Üniversitesi’nde öğrenciler, “saçlı, sakallı ve
başörtülü” her öğrencinin öğrenim hakkını yüksek sesle dile getirmiş ve bir
“kamusal mekân” olarak üniversitenin, geçen yüzyıldan kalma yasaklarla
ayırımcılık yapamayacağını savunmuşlardır. Bu, bir konsensus sonucunda deklare
edilen “fiili sözleşme”dir. Gerçek ve sağlıklı bir demokrasinin kurulmasına
işaret eden bu deklarasyona, siyasetçiler ve bürokratik elitler kulak vermeli ve
bunun kamusallığın diğer bütün alanları için de “model” teşkil edebileceğini
görebilmeliydi. Çünkü pratiğin içinden üretilmiş bir modeldi bu. Devletin
yarattığı sorunları sivil toplumun çözme kapasitesi, her zaman devletin
kapasitesinden daha yüksektir.

Cumhuriyet, eşitlik ve kamusallık

Cumhuriyet, eşitlik/kamusallık ve özgürlük birbirleriyle
ilişkili anahtar terimlerdir. Şunun altını çizmek gerekir. Demokrasiyle beraber
yürüyen monarşilerin genelde İslam dünyasında “devletin şekli olarak
Cumhuriyet”e önemli bir itiraz yok. 28 Ekim 2005’te Türkiye’de 80 bin camide
imamlar, “ayet ve hadisler desteğinde cumhuriyetin erdemleri”ni anlatan bir
hutbe okudular. Milyonlarca bağlısı olan Said Nursi 20. yüzyılın başlarında:
“Ben dindar bir cumhuriyetçiyim.” demişti. İslami politik akım ve partilerin
ezici çoğunluğu, yönetimde halkın rızasını ön şart koşuyorlar. Yine hayatta iken
milyonlarca Şii-Müslüman’ın görüş ve içtihatlarına uyduğu Ayetullah Humeyni,
2.500 yıllık monarşiyi İslam Cumhuriyeti’yle değiştirdi. İslam Devrimi “dini
monarşi” getirmedi. Bu somut örnekler şunu anlatıyor: Müslüman dünya,
cumhuriyeti kendi referans çerçevesiyle bağdaştırabilmektedir.

Genel İslami telakkiye göre, Allah’ın iradesi bir kurumda veya
devlette, halifede veya sultanda değil, ümmette tecelli eder. Sünni doktrine
göre, ümmetin örfü “icma”dır. Şu halde yönetimi tayin etme yetkisi halka aittir.
Belli bir sükûnet zemininde düşündüğümüzde “laiklik” için de yakın şeyler
söyleyebiliriz. Dinin hiyerarşik bir kurumda temsil edilmesi; din adına konuşan
yanılmaz (masum) bir otoritenin olması ve siyasi otorite ya da devlet üzerinde
üstünlük ve hak iddiasında bulunan bir din adamları sınıfının (Ruhban) bulunması
siyaseti mümkün kılmaz. Teokrasiye karşı gelişen laiklik, tarihsel bir devrim
yaparak siyaseti mümkün kıldı.

Elbette elde edilen başarı sadece bundan ibaret değildir.
Özellikle Batı açısından, din ve vicdan özgürlüğünün teminat altına alınması,
kendi adına düşünen ve karar veren bir şahsiyet olarak insanın din seçmede özgür
bırakılması ve bir din içinde birden fazla farklı yorum ve yaşama pratiklerini
mümkün kılıp mezhep savaşlarını sona erdirmesiyle laiklik Batı’nın kazanç
hanesine kaydedebileceğimiz diğer başarılarıdır.

Bunlar, herhangi bir Müslüman için garip şeyler değildir. İslam
dininin referans çerçevesi, üç aşağı beş yukarı İslam’ın tarihi tecrübesi bundan
farklı gelişmemiştir. 18. yüzyılda Voltaire, Osmanlı’daki uygulamanın bunun
dışında olmadığına işaret ediyordu.

Bunun yanında laiklikle; özgür düşünce ve bilgi üretme önündeki
dogmatik engellerin ortadan kaldırılması ve masum insan arzularının haksız ve
yersiz olarak din tarafından engellenmesine son verilmesi de önemli
kazanımlardır. Bunların da tarihsel İslam’ın mirasıyla esastan bir çatışma
halinde oldukları söylenemez.

Fransız Devrimi, üç önemli ideali yeni politik sistemin temeli
haline getirdi ki, bunlara da kimsenin itirazı olamazdı: “Kardeşlik, eşitlik ve
özgürlük.” Haksız imtiyazlara mesnet teşkil eden maddi/sosyal üstünlük
teorilerinin dışında, kim Âdem ve Havva’nın çocukları olarak eşit olmadığımızı
iddia edebilir? Bir annenin ve babanın çocukları isek, ontolojik bakımdan eş ve
kardeşiz. Bunu 7. yüzyılda Mısır Valisi Malik bin Eşter’e gönderdiği mektupta
lV. Halife Hz. Ali açıkça dile getirmişti: “Bizim idaremiz altında yaşayanlar
iki sınıftır: Biri yaratılışta eşlerimiz ve eşitlerimiz olan gayr-ı Müslimler
diğeri dinde kardeşlerimiz olan Müslümanlar. Her iki insan grubunun korunmuş
hakları vardır. Senin görevin bu hakları ayakta tutmaktır.”

Burada cevabı aranması gereken sual şudur: Fransız ihtilalinin
üzerinden 217 sene geçti. Hala Fransızların üçte birinin ırkçı olduğunu beyan
etmesini (Zaman, 22 Mart 2006); Avrupa Parlamentosu (AP) milletvekili Alain
Lamassaoure’un: “Türkiye AB’ye tam üye olursa Fransa AB’den çıkar” demesini
nasıl açıklayacağız? Belki bu sorunun, kamusal hayatın düzenlenmesinde rol
oynayacağı umulan ideallerin kültürel olarak içselleştirilmemesiyle ilgili
olduğu düşünülebilir, Bu, üzerinde durulmaya değer bir konudur. Bir iki örnek
verelim:

“Eşitlik” hala kışkırtıcı bir kavram ve ulaşılması gereken bir
ideal, ama modernizm zamanında olduğu gibi “küreselleşme” zamanında da bazı
insanlar diğerlerinden “daha eşit”. “Adalet” ve “farklılıklara saygı”yla
desteklenmeyen eşitliğin yarattığı “eşit yurttaşlar”ın, nasıl kendilerine özgü
biricik beşeri özelliklerini kaybettiklerini ve tek tip bireyler olarak devlet
fabrikasında üretilip, determine edildiklerini trajik bir biçimde müşahede
ediyoruz.

“Özgürlük” ile ilgili söylenebilecek tek şey, bütün “Aydınlanma
Projesi”nin insanı özgürleştirme vaadini öngörmesiydi. Cumhuriyetin koruyucu
kanatları altında yurttaş olan insan eğitim ve okulla özgürleşecekti. Tek yol
göstericiye itibar edilecekti, o da “akıl”dı. Nihayetinde Kant, “Aydınlanma’nın,
insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan aklını
kullanarak kurtuluşu”, “ilerlemenin de, insanın doğasının köktenci amacı ve
belirlenim ilkelerinden biri olduğu”nu söylüyordu.

Bu sözlerin üzerinden iki yüz yıldan fazla zaman geçti: Şimdi
“düştüğümüz bu yerden sahiden kurtulup kurtulamadığımıza” bakmamız lazım:
İnsanın aklını kullanması onu diğer canlılardan ayıran önemli özelliğidir; ama
akıl pozitivizmin temel varsayımlarını aklileştiren, kabul edilebilir formlara
sokan bir rasyonalizasyon ameliyesinden öteye gidemedi. Türk laikliği aklın
yerine “bilim”i, hatta bilimciliği ikame edip, hiç değilse Popper gibi, bilimin
yanlışlanabileceğini dahi ihtimal dâhiline almadı; bundan da totaliter bir rejim
modeli doğdu. İnsanın özgürleşmesi için Fransız aydınlanması, insanın “ne
Tanrı’ya ne efendi”ye ihtiyacı olmadığını söylüyordu ki, bu sayede laiklikle
teokrasiye, demokrasiyle de mutlakiyetçi idarelere son verildi. Ama teokrasiyle
birlikte din ve Tanrı’ya karşı da bir tür tavır alındı. Oysa Kilise’nin dini ve
Tanrı’sı, laiklerin de dini ve Tanrı’sı değil miydi? “Tanrı’nın öldürüldüğü”
veya varlık dünyasının işlek alanlarından kovulduğu bir beşeri hayat ya da
kalıcı ve insan yüzlü bir uygarlık mümkün mü? Dinin küçük, özel, marjinal ve
izafi bir alana sürülmesiyle ortaya çıkan sonuca baktığımızda, tablonun hiç de
iç açıcı olmadığını görüyoruz.

Din ve Tanrı sahadan çıkarıldı, ama bir bakıma hiçbir ortak
kabul etmeyen modern devlet, kendini güç temerküzünün mihveri haline getirdi.
Devlet ve siyaset laikleşip özgürleşti, ama bu iki beşeri etkinliğin üstünde
dini-ahlaki kıstas kalmayınca, sahayı başarı fetişizmi, salt pragmatizm,
lobilerin ve şirketlerin çıkarları ile demagoji istila etti. İnsan “birey” olup
özgürleşirken, çatışan çıkarlar sona mı erdi? Hobbes, çıkarları uzlaştırmak
üzere, bireyin bazı şeyleri merkezi otoriteye devretmesi gerektiğini söyledi;
böylelikle devlet, özgürleştirme vaadiyle hukuku, eğitimi ve ekonomiyi
denetimine geçirdi ki, bu tarihte ilk defa görülen bir durumdu.

Cumhuriyet egemenliği halka devretti; ama kendine geniş kamusal
alanlar icat ederek özel ve sivil alanları daralttı, “nötr” diye ilan ettiği
kamusal alanları cumhuriyetin değerleriyle düzenlemeye tabi tuttu. Kamusal
alanın devletin düzenlemesine verilmesi, dolaylı olarak özel ve sivil alanın
aleyhine olmak üzere, devlete, bireysel ve toplumsal hayatın bütününü ele
geçirmesine imkân vermektedir. Eğitim ve hukuk gibi, temel ekonomik kararlar ile
bilimsel ve teknolojik gelişmeler devletin tercih ve kararlarından bağımsız
değilse, böyle bir devlette nasıl totalitarizm olmaz? Modern demokrasiler,
otoriter olmayan fakat totaliter devletlerin rejimi haline gelmişlerdir.

Bütün bu anlatılanlar eşliğinde şu soru da önemlidir: Kamusal
alanların tümünü nasıl olur da tek bir akıl düzenleyebilir? Diğer akılların
doğrularından arındırılmış bir kamu, doğası gereği, “renksiz, dilsiz, dinsiz”
(yani tekdüze, baskıcı ve sıkıcı) olacak; bu da bir toplumda tabii halleriyle
var olan hakiki renklerin ve çizgilerin baskı altına alınması sonucunu
doğuracaktır. Hukuk tarafından tanınmış ve korunmuş bir kültürel ve toplumsal
çoğulculuk, yoksa siyasal çoğulculuk, yani birden fazla siyasi partinin iktidar
için yarışıyor olması demokrasiyi mümkün kılmaz.

Özet

Türkiye’de otoriter devlet fikrinden yana olanlar, devletin kamu
yetkisini kullandığı her alanı veya devletin egemenlik yetkisini kullandığı her
durum ve ortamı, kamusal alan içinde mütalaa etme eğilimindedirler. Eğer bu
tanımı kabul edecek olursak birçok yönüyle din ve vicdan özgürlüğü başta olmak
üzere çok sayıda hak ve özgürlüğün kullanımı zora girer. Bu çalışmada “kamusal
alan” kavramı; cumhuriyet, eşitlik, kamusallık, sivil alan kavramlarıyla
birlikte değerlendirilerek demokrasinin sivil alanı içeren ve onu mümkün
olduğunca devletin yetki ve denetimi dışına çıkarmaya çalışan bir yönde
gelişmesi gerektiği vurgulanmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Kamusal alan, sivil alan, özel alan,
devlet, cumhuriyet, eşitlik, kamusallık, demokrasi, özgürlük

Abstract

Those who are for the idea of an authoritarian state in Turkey
tend to consider every sphere in which the state uses his public authority or
every situation and context where the state shows its sovereignty within the
public sphere. If we would accept this definition, then the application of many
rights and freedoms such as freedom of religion and conscience would be very
difficult. In this study, the concept of “public sphere” will be discussed
together with concepts such as republic, equality, publicity, civil sphere.
Thus, the emphasis will be put on the necessity of the development of democracy
towards a direction in which it will embrace civil sphere and try to make civil
sphere out of the authority and inspection of state.

Keywords: Public sphere, civil sphere, privat sphere, state,
republic, equality, publicity, democracy, freedom