PUBLIC SPHERE

I. KAVRAMIN KAYNAĞI “Kamusal alan” kavramı üzerindeki
tartışmalar bir siyaset ve hukuk tartışması biçiminde cereyan etmektedir. Hukuk
bilimi bir kavram bilimidir. Özellikle hukukçular bilirler ki siyaset ile
hukukun kesiştiği; yani hukuk siyasetinin belirlendiği hukuk alanı Anayasa
Hukuku’dur ve bu hukuk dalı anayasal kavramlarla şekillenir.

Anayasada yer alan kavramların ortak tanımlarının bulunması, iyi
bir Anayasa Hukuku uygulaması için şarttır. O halde anayasada tanımı yer almayan
kavramlarla Anayasa Hukuku ve pratik siyaset tartışması yapılamaz.

Bir konuyu anlatmaya başladığımızda ilk bilgi her zaman uyarıcı,
zindeleştirici bilgi olmalıdır.

İşte birinci uyarıcı bilgi: Kamusal alan kavramı, önceki ve
yürürlükteki anayasalarımızda, bırakınız tanımlanmayı, kullanılmamıştır dahi.

O halde bu yazının bundan sonraki kısmı ve bu kavrama ilişkin
tüm yazılar, olan hukuka ilişkin -de lege lata- yorumlar değil, olması gereken
hukuka ilişkin -de lege ferenda- hukuk felsefesi çabaları olabilir.

Kavramı ilk defa ve hararetle gündeme getiren kişiler,
tartışmalar içinden çıkılamaz hal alınca ve daha da önemlisi kendileri için dahi
tehlikeli bir noktaya gelince geri adım atmışlardır. Ancak, “delinin attığı taşı
çıkarmak için çabalaması gereken kırkıncı kişi” de olsak, değil mi ki akıllı
geçiniyoruz, bu tartışmaya katılmak zorundayız.

II. KAVRAMA DUYULAN İHTİYAÇ

Kamusal alan kavramı laiklikle ilişkili problemlerin çözümü
meyanında gündeme getirilmiştir.

Laiklik tartışmalarında, “laik” sıfatının kime ya da neye ait
olacağı yani kimin ya da neyin dinden soyutlanacağı önemli bir problemdir. Bu
açıdan bakıldığında, teorik olarak, dinden soyutlanması mümkün olan üç varlık
vardır: Birey, toplum ve devlet.

Dinden soyutlama için ise cebri ve iradi olmak üzere iki yöntem
vardır.

Aşağıda önce bu üçlüyü ikişer ihtimal için inceleyeceğiz.

A. Bireyin dinsizleştirilmesinin anlamı

Bireylerin, kendilerinin aksi yöndeki mevcut ya da muhtemel
iradelerine rağmen dinden soyutlanması, laiklikle değil komünist totalitarizmle
açıklanmaktadır. Diğer ifadeyle komünist devlet (de) elbette laiktir; ama bu
devlet tipi için önemli olan, laiklik değildir. Zira dinî özgürlük ayağı olmayan
bir laiklik anlamlı değildir.

Bireylerin dine ilişkin ilk tercihlerinde kendi iradeleri ile
dinsizliği seçmeleri ise hem demokrasinin, hem laikliğin ve hem de daha
önemlisi, ihlâs ve irade kavramını -yapısı gereği- ön plana çıkaran, bütün
dinlerin kabul ettiği bir durumdur.

B. Devletin dinden soyutlanmasının üç anlamı

Laikliği demokrasi ve insan hakları ile telif etmeyen laiklik
(jakoben laiklik) anlayışının üç soyutlama biçimi ile laikliği demokrasi ile
telif eden laiklik arasında bu yönden esaslı fark vardır. Aşağıda altı
paragrafta bu iki yöntemi kıyaslayacağız.

1. Devletin dinden soyutlanmasının birinci şartı, devlet adına
kural koyanların dinden etkilenmemesidir. (yasama laikliği /teşriî laiklik)

    1.a. Demokrasilerde bu unsur tamamdır ve her demokrasi bu
anlamıyla laiktir. Zira demokratik devlette, kural koyanlar (yasama organı),
asaleten hareket etmezler. İnandıkları din öyle istediği için değil, vekaleten
ve seçmenleri öyle istediği için kural koyarlar. Seçmenlerin dindarlığı
nisbetinde vekillerin koyduğu kuralların da dinden etkileniyor olması mümkündür
ve demokrasinin bir gereğidir. Dinin devlete bu dolaylı etkisi, demokrasinin
olmazsa olmaz nitelikte tabii bir sonucudur ve laiklik adına engellenemez.

Bununla birlikte çoğunluk, çoğunluk gücünü kullanarak azınlığı
dini yönden ezen bir kanuni düzenleme yaparsa, bu, elbette laikliğe aykırı olur;
ama daha önce, insan haklarına aykırı olur. Ya da daha basitçe ve soruyla
söyleyelim: İnsan haklarına saygılı olmayan demokrasi, demokrasi midir? Hayır.
Dinler ya da dindarlıkla dinsizlik arasında ayrım yapan bir devlet laik midir?
Hayır.

    1.b. Buna karşılık demokrasi ve insan haklarını laiklikle
çatışabilecek bir sistem olarak görenlere göre, devlet adına kural koyanların
dinden etkilenmelerini önlemek üzere bir üstün otoritenin denetimine ihtiyaç
vardır. Bu otorite, Türkiye gibi ülkelerde, sırtını değişmez maddelere yani
ihtilalci/darbeci güce dayamış olan Anayasa Mahkemesi’dir. Böylece demokrasi
biter ve jakoben laiklik başlar.

2. Devleti dinden soyutlamanın ikinci anlamı devlet adına icraat
yapanların dinden etkilenmemesi ve dini etkilememesidir.

    2.a. Kamu hizmeti görenlerin, hizmet verdikleri kişileri
dinlerine göre sınıflandırarak, içlerinden bazılarına daha iyi ya da daha kötü
hizmet vermeye yönelmesi bir yönden dinden etkilenmek ve diğer yönden dindarlığı
etkilemek anlamına gelir ve laikliğe aykırıdır. Devlet görevlilerinin eşitlik
ilkesine uymaları zorunludur. Esasen yasama laikliği kanunlar yardımıyla bu
sonucu da teminat altına alır.

    2.b. Yine kamu görevlilerini dini baskı yapabilecek kötü niyetli
kişiler ve halkı da dini baskı ve dayatmaya boyun eğecek cahil kişiler olarak
gören jakoben anlayışa göre, laiklik için, kamu görevlilerinin dinsiz olması ya
da dinsiz görünmesi (dinini vicdanına hapsetmiş olması) şarttır. Bu görüştekiler
kamu yönetiminin denetlenebilirliğini de kabul etmemiş olmaktadırlar. Bu baskıcı
laiklik de tabiatıyla demokrasiye ve kamu hizmetlerine girmede eşitlik ilkesine
ihtiyaç duymaz.

3. Devleti dinden soyutlamanın üçüncü anlamı ise dini alandaki
kamu hizmetlerinde ayrımcılık yapılmamasıdır.

    3.a. Eski çağlardaki liberal devletin sadece asker beslemek için
vergi toplamasına karşılık bu günkü tüm devletler -az ya da çok liberal ya da az
ya da çok sosyal ve hatta sosyalist olmalarına bakılmaksızın- çeşitli türden
kamu hizmeti de yapmaktadırlar. Devlet tüm kayda değer dinlerin mensuplarının
tüm dinî ihtiyaçlarını karşılamayı eşit biçimde üstleniyor ise yine laiktir; ama
sosyal devlettir.

    3.b. Din hizmetini bir kamu hizmeti olarak görmekten rahatsız
olan anlayış için devleti dinden soyutlamanın yolu devletin herhangi bir dinin
mensuplarına yönelik din hizmeti vermemesidir.

C. Toplumun dinden soyutlanması

Laikleştirme politikaları açısından asıl problemli alan
toplumdur. Diğer deyişle laiklik için toplumu dinden soyutlamanın gerekip
gerekmediği önemli bir konudur. İşte bu aşamada kamusal alan kavramı en çok
kullanılan kavramdır. Böylece kamusal alan öncelikle “toplumsal alan” olarak
algılanmış olmaktadır.

Bu açıdan da ilginç bir başka paradoks yaşanmaktadır:

1. Kamusal alan kavramını ortaya atanlara göre laik alan dinden
soyutlanmış alandır ve sadece devlet değil toplum da laik olmalıdır. (Bu görüş
laikliğin sekülerizm boyutu olarak da ifade edilmektedir) Bunlara göre bireyin
dindar olmasının laikliğe zararı yoktur. Yine bunlara göre zaten din bireyin
vicdanında hissettiği Allah’la arasındaki manevi bağdan ibarettir ve dışarıya
yansımaması gereken bir inançtır.

Aslında bu fikrin sahipleri bir adım ötede bireyin laikliğine
sıra geleceğini bilmekte ve esasen gizli niyet olarak bunu arzulamaktadırlar.
Zira “toplum” dinden uzaklaştığında; ya sebebi olarak ya da sonucu olarak;
toplumu oluşturan bireyler de dinden uzaklaşmış olacaktır. (Topluma ve çoğunluğa
“rağmen dindar” olma gücünü kendisinde bulabilecek az sayıda cesaretli insan
hariç, toplum fertlerinin çoğunluğu dinsizleşip “rasyonel”leşmiş (!)
olacaklardır.)

Bu görüştekiler, bu sonucun elde edilebilmesi için dindarların
elinden dini sosyal hayata aksettirme hürriyetinin alınması gerektiğini
düşünmektedirler.

2. Aynı biçimde kamusal alan kavramına karşı çıkanlar da
-tamamen değillerse de kısmen- devletin laikliğine taraftar olmakta; ancak
toplumun laikliğine karşı çıkmaktadırlar. Bireyin laikleştirilmesine (cebri
dinsizliğe) müsamaha göstermeleri ise zaten beklenmez. Zira onlar da bilmekte ve
istemektedirler ki toplumsal dindarlık bireysel dindarlığa katkı yapmakta ve
bireysel dindarlık ise toplumsal dindarlığa dönüştükten sonra devletin
dindarlığına basamak oluşturabilmektedir.

İşte bu aşamada dindarlar da iki ana gruba ayrılmaktadırlar:

    2.a. Tedrici değişimi savunanlar demokrasinin bu amaca hizmet
edecek iyi bir araç olabileceğini düşünmektedirler.

    2.b. Buna karşılık hızlı ve hedefe kilitlenmeci yöntemi
savunanlar, yöntemin meşruiyeti problemini çok fazla tartışmaksızın, gerekirse
ve mümkünse ihtilal (İslam devrimi!) gibi vasıtalar yardımıyla devleti de
dindarlaştırmaya yönelmektedirler.

Özet olarak ifade edecek olursak laiklik tartışmaları toplumun
laikliği çerçevesinde düğümlenmektedir. Bu düğümü çözebilmek için daha aktif
olan birileri ise doğrudan doğruya toplumun devlete ait olduğunu iddia etmek
yerine, dolaylı bir biçimde kamusal alanın laik olması gerektiğini ileri
sürmektedirler. Zira bilmektedirler ki kamusal alan devlete değil de bireylerden
oluşan topluma bırakıldığında ya da bireyler ve toplum dini yaşama konusunda
özgür bırakıldığında bireyler toplumu ve toplum da devleti dindarlaştıracaktır.

İşte tüm tartışma bu noktada başlamaktadır. Kamusal alan nedir
ve kimindir?

III. KAMUSAL ALAN NEDİR?

A. Kavramın Sözlük Anlamı

Kamusal alan
bir alandır. Alan ile kastedilen, fiziki varlığa ilişkin bir olgudur. O halde bu
tür alanlar bu yönden bakıldığında iki türlüdür: Kamusal olan ve olmayan
alanlar.

Kavramı ilk kullanan eski anayasa mahkemesi başkanı ve onun gibi
düşünenlerin çok sevdiği “öztürkçe” kavramlarda kullanılan “…sal” ve “…sel”
ekleri “ … ile ilgili” ya da “…’ya ait olan” gibi anlamlara gelmektedir.
Kamusal alan kamuya ait olan ya da kamuyla ilgili alan demektir. O halde asıl
soru şudur: “Kamu nedir?” Ya da “Kamu kimdir?”

Türk dilinde “kamu” sözlük anlamı
itibariyle, amme veya umum ya da “Biz kimseye kin tutmazuz, kamu âlem birdir
bize” diyen Sultan Derviş Yunus Emre’nin dilindeki anlamıyla “cümle alem-herkes”
olarak anlaşılabilir.

Oysa kamusal alan tartışmalarına taraf olanların büyük
çoğunluğu kamu kavramını “devlet” olarak yorumlamaktadır (Bu kişilerin devletten
ne anladıkları da ayrı bir konu ve belki de problemin ana kaynağı durumundadır.)

B. Kamu Kavramının Anayasal Anlamı

En çok bilinen hukuk sınıflandırmasında kamu
hukuku özel hukuk ayrımı vardır. Özel (hususi) hukuk, kişiler arasındaki
hukuktur. Kamu (amme) hukuku ise kişi ile devlet arasındaki ilişkilerde
uygulanan hukuktur. Ancak bu ayrımda kamu hukuku kamunun (ammenin – umumun)
hukukudur ve yine kamu devlet demek değildir.

Anayasada kamusal alan kavramı
değil ama “kamu” kavramı, başlıklar dahil 110 yerde ve 11 yerde de terkip
halinde kullanılmıştır. Bu terkipler şunlardır: Kamu düzeni, kamu güvenliği,
kamu hizmeti, kamu görevi, kamuya yararlı, kamu malları, kamu iktisadi
teşebbüsü, kamu ve özel kesimi, kamu kurum ve kuruluşları, kamu giderleri.

Anayasada devlet kavramının ise sadece 143 yerde kullanıldığı nazara alındığında
Anayasanın kamu kavramına oldukça önemli bir görev ve anlam yüklediği
anlaşılmaktadır.

Bu kullanım biçimleri itibariyle “kamu” iki ana anlama
gelmektedir.

Birincisi; kamu, devleti yani kamusal otoriteyi ifade eder. Mesela
ekonomik alanda “kamu kesimi” ya da “kamu iktisadi teşebbüsü” denildiğinde
devletin yatırımları kastedilmektedir. Kamu görevi denildiğinde de devlet
hizmeti (görevi) anlaşılmaktadır.

İkinci anlamıyla ise “kamu”, halkın genelini
ifade eder. Mesela, kamu hizmeti kamuya verilen hizmeti ifade eder; kamu düzeni
ve güvenliği toplum düzeni anlamındadır; kamu malları ise tapusu çıkarılmayan ve
umuma ait olan yol gibi malları ifade eder. Bu anlamda kamu devletten farklı bir
varlığı ifade etmektedir.

O halde kamusal yani kamuya ait olan alanlar devlete
de halka da ait olabilir.

Bu durumda “devlet kimindir?” sorusu cevaplanmalıdır.

C. Devlet ve Kamu İlişkisi

İslam dini, “düzen”i, Allah’ın isimlerinden birinin
tecellisi yani yaratılışla birlikte gelen kadim bir varlık olarak görür. Devleti
ise kadim bir varlık olarak değil, düzeni korumakla görevli hadis bir
araç-varlık olarak görür. Devlete kudsiyet atfetmek, İslam (!) devletlerini
yöneten otorite ve güç sahiplerinin kendi güçlerini ve pozisyonlarını dokunulmaz
hale getirmek için icat ettikleri ya da ettirdikleri din dışı bir eğilimdir.

Modern devlet teorisini en iyi kuran İslam düşünürü Bediüzzaman, konjonktürel ve
pragmatist bir anlayışla değil, doğrudan doğruya bu nedenle demokrattır.

Düzeni
sağlayan aygıt olarak devletin sahibi halktır. Hakimiyet milletindir. Ancak
millet ve bireyler bu hakimiyeti nefislerinin değil kainatın ve düzenin
yaratıcısının emrine riayet ederek kullanmalıdır. Aksi halde düzeni sağlamak
için var olan devlet, gerçek düzeni yıkan ve kaosa dönüştüren ve fakat onun
yerine sahte düzen ve hakimiyeti koyan bir devlete dönüşür.

O halde birey
kamuyu, kamu da devleti oluşturur. Bireye serbest olan kamuya yasak olamaz,
kamuya serbest olan ise devlete yasak olamaz.

D. Kamusal Alanda Dindarlık ve
Etkileri

1. Devlet, suç denilen davranışı, nerede işlendiğine bakmaksızın
cezalandırır. Bu ceza bazen bir disiplin cezası, bazen de en ağırından hapis;
hatta idam cezası olabilir. Diğer ifadeyle bir davranış kamu düzenini doğrudan
ya da dolaylı olarak ihlal ediyorsa, kamudan gizli ve hatta yatak odasında da
işlense, ispat edildiği takdirde ceza gerektirir. Devlet, düzeni sağlamak üzere,
cezalandırma yetkisini kullanarak duruma müdahale eder.

Laikliğe ilişkin
konularda devlet dinî yaşayışı yasaklamaya yönelmektedir. Dolayısıyla yasağa
uymayanları cezalandırma yoluna gitmektedir. Bu cezalar önceleri hapis ve sürgün
hatta idam biçiminde iken bu gün artık kamu hizmetlerinden mahrumiyet biçiminde
kendisini göstermektedir. Mesela (hukuksuz ve kanunsuz) başörtüsü yasağına
riayet etmemenin müeyyidesi, öğrencilikten ve diplomadan ya da memuriyetten veya
siyasetten mahrumiyettir.

2. Sıradan dindarlar için dindarlığın sosyal hayatta
yani kamusal alanda görünmesi; mesai günlerinde ya da saatlerinde camiye gitmek,
namaz kılmak, oruç tutmak, dışarıda dindarların giydiği türden kıyafetler
giymek, erkekler için sakal bırakmak, bayanlar için başörtüsü takmak ya da
çarşaf giymek gibi davranışlarla olur. Karşı cinsle ilişkilerinde ölçülü olmak,
içki içmemek, bahis ve kumar oynamamak gibi pasif davranışlar da bu gruba girer.

Görüldüğü üzere bu davranışlar esasen “din düşmanı” değillerse sıradan
başkalarını rahatsız etmez.

Sıradan dindarların günlük hayatlarında kendileri
gibi yaşayanları tercih etmeleri de insan tabiatına uygundur ve başkalarını
rahatsız etmez.

Buna karşılık sıradan dindarların karar verirken objektif
davranmaları gereken konularda diğer dindarları kayırmaları elbette yanlıştır ve
başkalarına ve dolayısıyla topluma zarar verir. Mesela bir dindar öğretmenin
dindar ailelerin çocuklarına daha fazla ihtimam ve ilgi göstermesi ya da dindar
bir belediye görevlisinin dindarların oturduğu sokağın temizliğine özel ilgi
göstermesi bu türden hatalı davranışlardır ve engellenmelidir.

Belirtelim ki
aynı tutum dindar olmayan öğretmenin dindar ailenin çocuğuna karşı olumsuz
davranışı biçiminde de kendirini gösterebilir ve engellenmelidir.

3.
Politikacılar ve yüksek bürokratlar için dindarlık kendisini ayrıca bir de daha
esaslı karar aşamalarında gösterir.

Dindar politikacılar için bu durum, dindar
insanların dini alandaki hürriyetinin sağlanması için çalışmak ya da diğer makul
ve masum ihtiyaçlarının karşılanması konusuna öncelik vermek biçiminde
gösterebilir. Ancak bu engellenmesi gereken bir davranış değildir. Zira siyaset
tabiatı gereği, etki – tepki ya da arz – talep üzerine kurulu bir “elek”tir ve
bu nedenle elektiftir. Mesela dindar siyasetçi, dindarların dini daha rahat
yaşayabilmesi için Cuma günü ya da Ramazan ayında mesai saatlerinin buna göre
düzenlenmesini talep edebilir. Cuma’ya gidenle gitmeyen arasında çalışma
şartları ve bedel gibi konularda farklılık yapılmadıkça bu talebin kabulünde
esasen bir mahzur yoktur. Yine bu nedenle bu talebi sadece dindar siyasetçinin
değil, halka hizmet niyetiyle hareket eden tüm siyasetçilerin dillendirmesi ve
takip etmesi beklenir.

Buna karşılık, siyasetçi, kanun yaparken, dindar olmayı
devlet karşısında imtiyazlı ya da avantajlı bir hale getiriyorsa
engellenmelidir. Aynı şekilde, dindar bürokrat, memuriyete alınacak adaylar
arasından dindar olanı tercih ederse bu da engellenmelidir.

Zira bu iki halde de
iki yönlü bir tehlike vardır. Birinci olarak bu davranış nüfuzu kötüye kullanmak
anlamına gelir ve eşitlik ilkesine aykırıdır. İkinci olarak aslında dindar
olmayan insanların dindar görünmesine (riyakarlığa) sebep olur.

4. Yukarıda
sayılan tehlikelerin engellenmesinin yolu nedir?

Birincisi ve makul yolu bu tür
hukuksuzlukları yapanları tesbit etmek ve hakkında kamu görevinden çıkarmak
dahil çeşitli tedbirler uygulamaktır.

İkincisi ve kamusal alan tartışmaları ile
doğrudan ilgili olan çözüm yolu ise dindarlıklarını gösteren türden dindar
insanların bu tür karar mekanizmalarında yer almalarını önlemektir.

Ancak bu
yöntemin de iki yönlü sakıncası vardır.

Öncelikle suç işleme ihtimali nedeniyle
önleme tedbirlerini bu hale dönüştürmek “kurunun yanında yaşı da yakmak”
demektir ve masumiyet varsayımı ile suçun ve cezanın şahsiliği gibi evrensel
hukuk ilkeleri yanında insan haklarına da aykırıdır.

Ayrıca bu yöntem de dindar
olmasına rağmen dünyevi neticeler alabilmek uğruna dindarlığını gizleyen riyakar
insanların ortaya çıkmasına sebep olur.

Bu ciddi sakıncalara rağmen kamusal
alanda dindarlığı yasaklamak makul görünmemektedir.

5. En makul görünen gerekçe,
dinî özgürlükleri korumak gerekçesidir. Mesela Batı’da ve bizde, ilkokul
öğretmeninin başörtülü olmasını yasaklama isteğinin önemli sebebi budur: Dindar
öğretmen imajının, çocuklar üzerinde anne babalarının isteğine aykırı olarak
başörtüsü ve dolayısıyla dindar Müslümanlık lehinde bir propagandaya sebep
olacağı varsayılmaktadır. Buna göre kamusal alanda başörtüsü yasağının sebebi,
küçükleri bu telkinden korumak ve büyüdüklerinde din tercihini özgürce
yapmalarına imkan sağlamaktır.

Ancak bu yaklaşım da aslında, yasaklama yetkisini
bir biçimde eline geçirmiş olan elitlerin, bu gücü kötüye kullanmasından
ibarettir. Zira bu yasak bu kere çocuğunun dini telkin altında yetişmesini
isteyen anne babaların elinden bu hakkı almaktadır. Bulunan ara çözüm kamu okulu
– özel okul ayrımıdır. Kamu okulunda dini telkinin her türlüsünü engelleyip dini
telkin isteyenin özel okul kurmasını ya da var olana müşteri olmasını sağlamak
adil gibi görünebilir. Ancak bu da fakirlerin elinden tercih hakkını aldığından
çocuğuna dini eğitim ya da telkin vermek isteyenin zengin olması mecburiyetini
getirmiş olur.

Şeytanın telkiniyle kendi fıtratından dini atan ve bu nedenle
dinin fıtri (yaradılıştan) olduğu gerçeğini reddeden materyalist felsefeciler,
çocuğun din tercihini, ancak büyüdüğünde, araştırmaya ve mukayeseli bilgiye
dayalı olarak yapması ve daha önce bir telkin altında kalmaması gerektiğini
savunmaktadırlar. Bu özgürlüğü verebilmek için de dinin toplumsal ve kamusal
hayattan dışlanması gerektiğini savunmaktadırlar.

Bu yaklaşım esasen, çocuğun
anne ve babasının değil “toplumun çocuğu” olduğu varsayımının bir yansımasıdır.
Bunun insanî ve fıtrî olmadığı ise çok açıktır. O halde en makulü görünen bu
gerekçe dahi gerçek bir gerekçe değildir.

Bu durumda yukarıdaki soruyu yeniden
soralım. Kamusal alanda dindarlığı yasaklamanın gerçek sebebi nedir?

E. Kamusal
Alanda Dindarlığın Yasaklanmasının Gerçek Sebebi: Bid’a İdeolojisi

Yukarıda da
açıkladığımız üzere gerçek sebep bid’a ideolojisidir. Dinden uzaklaşmak, yani
dinin içine ya da yerine yeni şeyler koymaya yönelmek bid’adır. Bunun devlet
eliyle yapılması ise bid’a ideolojisidir.

Bu ideoloji esasen bize has değildir.
Batı’yı da antik çağdan bu yana materyalist ve hazcı Batı yapan, dinlerle
barışık olmayan felsefenin de etkisiyle insanı Nemrutlaştırması ve dinden
uzaklaştırmasıdır. Bugün Batı’da ve Doğu’da, başörtüsü, haç, ezan gibi dinî
sembolleri kamusal alanda yasaklamak isteyenler, aslında bu dinî sembollerin
insanlara “tanrıcık” değil, kul olduğunu hatırlatmasından memnun olmayan
Nemrutçuklardır. Kamusal alana ilişkin bu yasakçı düşüncenin görünüşte önemli
bir sebebi küçükleri dinî baskıdan – telkinden korumak ise de gerçek sebebi
küçükleri çok sevmeleri değil aslında kendilerini çok sevmeleri, hatta
kendilerine tapmalarıdır.

Batı’dan beslenen fikirlerle İslam toplumunda etkili
olmaya çalışan insanların tipik özelliği, devlet aygıtını, toplumu
Batılılaştırmanın yani dünyevileştirmenin bir aracı olarak kullanmak isteyen
ideolojik fikirlere sahip olmalarıdır. Hatta bu tür ideolojik fikirlere sahip
olanlardan bazıları “Batı tarzı bir Batı karşıtlığı” yaparlar. Mesela dil ve ırk
esaslı milliyetçilik bir “Batı tarzı”dır, ama Batı karşıtlarının çoğu, (Oktay
Sinanoğlu gibi) aynı zamanda ırk ve dil esaslı milliyetçiliğe sarılmışlardır.

Doğu’nun bid’a ideolojisi, Batı’nın dini terk ederek ilerlediği ve medenileştiği
ve dolayısıyla dinin Doğu toplumlarını geri bıraktığı varsayımı üzerine
şekillenir ve toplumu gerekirse kendi iradesine rağmen dönüştürerek; yani
özellikle dini değerlerinden arındırarak Batılılaştırmayı hedefler. Her ideoloji
gibi, kendi doğrularının uygulanması için devlet aygıtının cebrini kullanır.

F.
Çözüm: Şifreleri çözmek ve Şeairi İhya Etmek

Kamusal alanda dinin yasaklanması,
kamu hizmetlerinde eşitliğin ve din seçme özgürlüğünün sağlanması gibi basit ve
dolayısıyla haklı temelleri olan bir yasak gibi de görünse aslında öyle olmadığı
yukarıdaki bilgilerle açıkça ortaya çıkmıştır.

Baştan itibaren görüldüğü üzere,
bireyler (çoğunluk) ve devlet otoritesi (elitler) arasındaki hakimiyet kavgasına
konu olan, “toplumsal yapının dinden soyutlanmasının gerekip gerekmediği”
meselesi, bir yandan demokrasi ve laiklik gibi şekli bir konuyla ve diğer yandan
insan hakları ve temel hürriyetler gibi asli bir konu ile ilgilidir.

Bir
toplumdaki herhangi bir dini duygunun alenileştirilerek açığa vurulması
şeairdir.1 Şeair (şiarlar) toplumsal dini motiflerdir ve bunların tipik özelliği
bireyler üzerinde nasihat edici, telkin edici etkisinin bulunmasıdır. Üstelik bu
telkin fıtridir ve damara dokunmaz.

Bireyin dindarlığına toplumsal katkı yapan
dini motifler (şeair) korunmalı ve geliştirilmelidir ki laiklik toplumu ve
dolayısıyla bireyi tahrip edici bir etki yapmasın.

Bu nedenle Bediüzzaman kendi
hayatında ve talebelerine tavsiyesinde “şeairi ihya” kavramı üzerinden verdiği
derslerinde ve duruşunda, imanla küfür arasındaki mücadelenin bu zamanda gele
gele, şeair ve bid’a ideolojisi arasındaki kavgaya dayandığını söyler ve bu
konuda safların netleştirilmesi gerektiğini savunur. Bu düşünce salt bir
mücadele basamağı olsun diye savunulmuş sıradan bir görüş değildir. Aksine bu
görüş, bireysel alanı, kamusal alanı ve dolayısıyla devleti ve nihai anlamda
düzeni sahiplenmenin kuşatıcı ve gerçek biçimidir.

O halde sonuç olarak şeairi ihya ve idame etmek, kamusal alanın
yeniden gerçek sahiplerine ait bir alan haline gelebilmesinin ön şartıdır.

Özet

Anayasal tanımı bulunmayan kamusal
alanın kapsamı ve sınırlarından çok, kime ait olduğu önemlidir. Kamusal alan
devlete ait ise “devlet kime aittir?” sorusu önemli hale gelir. Devlet, düzeni
sağlayan bir aygıt olarak aslında düzenin sahibine ve onun halifesi olan
“insan”a aittir. O halde devleti yönetenler insanı yok saymamalı ve insanın din
hürriyetini engellememelidirler. Kamusal alandaki din yasağı, din hürriyeti ve
eşitlik bahanesiyle ortaya konulur Ancak gerçekte bu fikir dini toplumdan ve
giderek bireylerin vicdanından söküp atma isteğinden kaynaklanır. Bu fikir bir
tür bid’a ideolojisidir. Bu ideolojinin panzehiri ise toplumsal dini motifleri
(şeairi) muhafaza ve ihya etmektir. Bu yaklaşım, Kur’an’a dayalı çağdaş bir
devlet felsefesi geliştiren Bediüzzaman’ın gelişen sosyal hayata ve din
hizmetine ilişkin temel kabullerinden biridir.

Anahtar Kelimeler: Kamusal alan,
devletin varlık sebebi, kamu otoritesi, dini motifler, şeair, bid’a ideolojisi.

Abstract

Public sphere is not defined in the constitution. Thus, the most
important question seems to be not the content and borders of the public sphere,
but whom does it belong to? If the public sphere belongs to the state, then
another question becomes very important: “whom does the state belong to?”
Actually, the state belongs to the possessor of the order and as his
representative to ‘human being’ as it serves to organize the order. Therefore,
the rulers should not neglect the existence of human being and not prevent his
religious freedom. The religious ban in the public sphere is executed as an
excuse for the religious freedom and equality. However, this idea is based on
the wish to expel the religion from the society and conscience of individuals
gradually. This idea is somehow an ideology of perversion. The antidote against
this ideology is to protect and to revive the religious motives. This approach
is one of the basic presumptions by Bediüzzaman on social life and religious
service who has developed a modern state philosophy based on the Qur’an.

Keywords: public sphere, the existential reason of state, public authority,
religious motives, basic rules, the ideology of heresy

Dipnotlar:

1. Bu konuda ayrıntılı bilgi için Köprü dergisinin
“Demokrasi Kültürüne Katkı” sayısındaki (Güz 2002, Sayı 80) “Demokrasi ve
laiklik Açısında Devlet-Toplum İkilemi ve Şeair Kavramı” başlıklı makalemize
(https://www.koprudergisi.com/index.asp?Bolum=EskiSayilar&Goster=Yazi&YaziNo=83)
bakılabilir.