Türkiye’de Her Türlü Özgürlüğü Garanti Altına Almanın Tek Yolu Evrensel Hukuktur

Aslında Meşrutiyetin 100. yıldönümünde olduğumuzu söylemesek de,
1908’in görüntülerini biraz değiştirerek 2008’de, günümüzde yayımlasak, fazla da
şaşırmayacağımız, çok yavaş değişen ya da değişmeyen bir görüntünün vatandaşları
olduğumuzu görürüz. Gerçekten de 1908’deki gündemle bugünkü gündem arasında o
kadar fark yok. Şimdi geriye düştü; ama birkaç zaman evvel en önemli gündem
maddemiz gene sivil anayasaydı. Bu anayasayı simgesel olarak kerteriz alırsak
Türkiye’nin normalleşmesini, sağlıklı bir şekilde ileriye yürümesini, önce
insanı esas alan bir anlayışın hakimiyetini buralarda kuramıyoruz. Neden
kuramadığımızla ilgili ben genel bir yüzyıllık perspektif içinden değerlendirme
yaparsam; aslında en önemlisi ve öz anlatımla buralarda kuvvet kanunda olmuyor,
kuvvet hep kanunun dışında bir yerlerde oluyor. Onun için de analiz yaparken
“Niye burası hukuk üretemiyor, niye önce insanı esas alan bir toplumsal yapıyı
kuramıyor?” sorularını sormak, bu açıdan bakmak lazım. Bunu
değerlendirdiğinizde; yeryüzünde kanun, hukuk dediğimiz hadiseyi toplumsal
çatışmalar doğuruyor. İnsanlığın serüveninde, insanlık öyle belalı aşamalardan
geçmiş ki, bu aşamaların sonunda birbirinin canını acıtmayacak kurallar
oluşturagelmiş. Bugün de oluşturmaya devam ediyor. Bu insanlığın kendi içinde,
çeşitli aşamalarda birbiriyle çatışmasının sonucu, birbirine azap ve acı
vermesiyle birlikte, uzun bir toplumsal dönüşüm sonunda ortaya çıkan toplumsal
barışı ve huzuru sağlayan, tıp bilimi gibi, kendi içinde gelişmeyi de sürdüren
kurallar bütünüdür hukuk. İnsanların insanlarla, insanların toplumla, insanların
devletle ilişkilerini bir vicdani adaletin tartısında şekillendirmiş,
netleştirmiş ve kesin kurallara bağlamış. Bizim topraklarımız, bu coğrafya,
belki de Bizans’tan- Osmanlı’dan gelen bir atalet nedeniyle, kendi içinde
farklılaşmaları, demokrasiyi pekiştirecek bir farklı sosyal değişimin ateşini
yakamamış. Din, hukukun çok önemli girdilerinden biridir, besleyicilerinden
biridir, nehirlerinden biridir, kaynaklarından biridir. Ama tek başına tabi ki
hukuk değildir. Ayrıca da yaptırımları farklıdır. Bunun geçerli olabilmesi için,
aynı zamanda o toplumun bir üretim anlayışı içinde olması lazım. Bir sosyal yapı
değişikliği içinde, sürekli özgürlüklerini ve haklarını genişletecek bir ateşin
etrafında yürüyor olması lazım. Üretim olmadığı vakit insan kendisini değerli
kılmıyor. Üretim olmadığı vakit insan kendi hakkını ve hukukunu genişletme
arzusu içinde olmuyor. Bu aynı zamanda o toplumun bir şekilde değişim
sürecindeki en önemli ivmeyi de oluşturuyor. Baktığımız vakit, biz bu anlamda
bireyi ortaya çıkartan, vatandaşı ortaya çıkartan, insanı ortaya çıkartan, onun
değerli ve kutsal olduğunu, aynı zamanda da toplumsal işlevi nedeniyle bir kez
daha perçinleyen bir sosyal yapı içinden gelemiyoruz. Onun için de insan önemli
değil; hep burada bir şekilde yöneten, bir şekilde sarayda olan, bir şekilde
suyun başında olan önemli oluyor. Onun için bu yüzyıllık süreç içinde hala
bocalayıp durup, önce insana yönelik bir anlayışın bir normalleşmenin ve gücün
gerçekten hukukta olabildiği bir Türkiye’yi yaratamadık. Ama bunun bir değişim
sürecini de yaşıyoruz. İstediğimiz kadar hızlı olmasa da, istediğimiz noktada
olmasa da bir değişim süreci yaşıyoruz. Bunun sihri; bir şekilde inançtan hukuka
bakmak değil, hukuktan insanın temel hak ve özgürlüklerine bakmaktan
geçmektedir. Çünkü bizim gibi düşünmeyen, bizden farklı olan, bir şekilde aynı
kültürden gelmeyen; hatta muarız olan, muhalif olan, karşıt olanlarla bir
noktada bir konsensüsü, bir beraberliği, bir arada bulunmayı sağlayan tek şey
yine o evrensel hukuktur. İnsanların bir şekilde temel hak ve özgürlüklerinin
içinde inanç ve vicdan özgürlükleri de var. Bu özgürlüklerin de güvencesi hukuk.
Ama bunlar üstünden hukuka değil, hukuk üstünden bizim bu temel haklarımıza
baktığımız vakit; bir şekilde evrensel ilişkiler, toplumsal ilişkilerde bir
başka sağlık oluşabiliyor. Şimdi bugünün geldiği noktada Türkiye, düşünün ki
buradan Avrupa Birliği’nin herhangi bir üyesi -en yakın ülke bize Yunanistan’a,
200 – 250 km öteye gittiğimiz vakit, şu anda yine son dönemde yine içinde
düştüğümüz ve bir şekilde 1908’den bu yana değişmeyen gündemin hiçbirisi
kalmıyor. Sadece ülke değil, sanki gezegen değiştirmişiz gibi çok farklı bir
gündemin, anlayışın, ilişki biçiminin ve demokratik kuralların geçerli olduğu
bir başka coğrafyaya geçiyoruz. Şimdi bunun sağlanabilmesi, bunun yerleşik hale
gelebilmesi, hukukun Türk toplumu tarafından üretilmesi, mevcut üretilmiş
hukukun içselleştirilmesi ve temel yaşam kuralının da hukuk olarak
içselleştirilmesi, din ve vicdan hürriyetine de hukuk üstünden bakmayı bir
şekilde refleks haline getirmekten geçiyor. Türkiye’nin bunu sağlaması -demin
söylediğim gibi bir taraftan normalleşmesi- yani buranın Türkiye’nin kendi
kültürel yapısına, inancına, duruşuna şaibeyle bakmayan bir devlet algısı, bir
toplum algısı ve bir demokratik özgürlük anlayışının geçerli olmasıyla mümkün.
Bunu doğuracak şey tabi ki Türkiye’nin çok hızlı bir şekilde dünyalılaşmasıdır.
Bugün Türkiye’nin normalleşmesini sağlayacak unsurlar nelerdir? Bir tanesi, bir
Müslüman toplumunda; demokrat, insan haklarına saygılı, kurallarını işleterek
dünyalılaşabileceğinin kabulüdür. Yani bu bir demokratik anlayışın laikliği de
içeren bir şekilde Cumhuriyet’i sarmasıdır. Evrensel özgürlükleri ve hukuk
kurallarını içeren bir şekilde demokratikleşmesidir. Bunun önündeki engellerden
bir tanesi de Kürt sorunudur. Bugün yine bunun çözümünü arzulamayan bir
statükonun da varlığını görüyoruz. Yani günümüzün en sıcak konularının yeniden
alevlenmesinin nedeni Türkiye’nin bir taraftan da normalleşmeye çok yakın bir
yere kadar ilerlemiş olmasından geçiyor. Yani bir Laik Cumhuriyet vurgusunun
yerine Demokratik Cumhuriyet’in alabileceği, kendi Kürt meselesini devlet –
birey ilişkilerini rahatlatarak çözmüş, aynı zamanda burada insanı yönetmeyi;
önce insanı ve onun temel hak ve özgürlüklerini yönetmeyi esas olarak almış bir
zihniyetin buralarda yaygınlığının ve yerleşmesinin mümkün olduğunu
görebildikçe, statükonun daha azdığını, daha bir şekilde alevlendiğini, daha bir
şekilde celallendiğini görüyoruz. Belki yüzyıl içinde farklı olan gündemde olan
nedir? Bir yenisi Kıbrıs olabilir. Yani, Kıbrıs da, Türkiye’deki rejimin
demokratikleşmesinin önünü kesmekle kullanılan bir araçtır. Nitekim orada da
adım atılmaya kalkıldıkça, çözüme yaklaştıkça, statükonun orada da huzursuz
olduğunu görüyoruz. Bunun tümünün çözülebilme ihtimali arttıkça da burada
çekişmenin, burada bir kaotik bir ortam yaratmanın daha azdığını görüyoruz.
Şimdi Türkiye Meşrutiyet’in 100. yılında Avrupa Birliği’nin "kritik eşik"
dediğimiz temel hak ve özgürlüklerini ancak aşabilmiş bir noktada. Yani
devletinin kendi halkına vermekle mükellef olduğu temel hak ve özgürlükleri
henüz vermiş, tamamını bir şekilde topluma emanet etmiş, onun sahibine bunu bir
şekilde teslim etmiş bir noktada değiliz. Öyle konular, Avrupa Birliği’nde o
kadar sıradan olan temel hak ve özgürlük konuları, bizde tabu haline gelmiş ve
gündemde değil. Mesela türban meselesini aşamadığımız gibi, bir vicdani
red-Avrupa’daki Avrupa konseyindeki 46 ülkedeki 44’ünde çok sıradan inançları
nedeniyle bir askerlik görevini farklı yapabilme anlayışı- bizim çok çok
uzağımızda. Bu Avrupa konseyindeki 46 ülkeden ancak ikisinde bu özgürlükler yok.
Onun için Meşrutiyet’in 100. yılında; ne yapacağımıza, nasıl hareket
edeceğimize; yahut bu sıkıntıyı ne açıdan gerçekten aşabileceğimize bakmamız
lazım. Bu Cumhuriyet’i demokratikleşmeyle, demokrasiyle taçlandıracağımız ve
önce evrensel gücün evrensel hukukta olabileceği bir Türkiye’yi nasıl
oluşturacağımıza baktığımız vakit, ben bunun bir yandan toplumsal boyutunu
üretimde zenginleşmekte, bir şekilde ekonomik kalkınmada görüyorum. Bu olmadığı
vakit insanlar haklarını, hukuklarını sürekli kendi taleplerini yükseltebilen
bir anlayış içinde olamıyor ve burası hukuk üretemiyor. Çünkü, hukuk bir üretim
olduğu vakit gerekli. Neden? Üretim sürekli bir istikrarı gerektiriyor. Ben her
sabah kendi ekmek paramı kazanmak, kutsal saydığımız günlük hayatımı, yaşamımı
idame ettirmek için bir üretim içinde bulunmam lazım. Bu üretimin sağlıklı,
sürekli, düzenli olabilmesi için yerleşik değişmez kurallara ihtiyaç var. O
kurallar olmadığı vakit, bir toplum kendini üretemez, bir toplum bir şekilde
ekmek parasının peşinde daha huzurlu bir şekilde koşamaz. Onun için üretmeyen
toplumun da hukuka ihtiyacı olmuyor. Üretimin hukuku sürekli kılması, talep
etmesi, zorunlu hale getirmesinin bir boyutudur bu. İkincisi de hep söylediğim;
ama bir şekilde yaygınlaştıramadığımız kendi inanç ve yerleşik
alışkanlıklarımızın daha ağır bastığı, onun için de çok gündeme gelmeyen bir tek
formülü daha var. O da Avrupa Birliği’nin temel haklar şartı diye, 2000 yılında
Nice’de kabul ettiği, devletle bireyin ilişkisinin en ileri noktada bir hukuksal
anlayışla nasıl olması gerektiğini bize anlatan bir metin. Eğer temel haklar
şartı diye bir şekilde bilgisayara girip İnternet’e baktığınız vakit, çağın;
2008 yılında olduğumuz bu yeni çağın en son anlayışının hangi noktada olduğunu
çok net görüyoruz. O zaman bütün hayata, inancımıza, vicdani eğilimimize, tüm
varlığımıza yönelik özgürlük kalkanının hangi aşamada ve nasıl olduğunu da
somutlaştırıyoruz. Türkiye’de her türlü özgürlüğü garanti altına almanın tek
yolu evrensel hukuk üstünden onu sağlama almanın aranışlarıdır. Eğer biz bu
aranışı, Cumhuriyet’i; bir tek parti anlayışının cumhuriyetini,
demokratikleştirme amacıyla yapmadığımız vakit, Türkiye ister istemez eski
alışkanlıklarına, laik -şeriat ikilemine geri geliyor. Laik- şeriat ikilemi;
yahut bunun kavgasına düştüğü vakit de İttihat Terakki mantığının üste çıktığını
görüyoruz. Laik – şeriat ikileminin tuzağına düşmeden, insanların özgürlüklerini
garanti altına alacakları formül ise cumhuriyetin demokratikleştirilmesidir. O
demokratikleştirmenin özü hep söylendiği gibi evrensel hukuktur. Onun nasıl
olduğunun da en ileri reçetesi, formülü; yeryüzünün ürettiği temel hak ve
özgürlükleri içeren temel haklar şartıdır. Oraya baktığınız vakit Türk halkının,
bireyinin, yönetileninin bütün taleplerinin nasıl hukuksal garanti altına
aldığını da görüp bir şekilde net olarak elinizde tutar hale geliyorsunuz. Benim
dileğim, konuşmayı bitirirken, bu Meşrutiyet’in bundan sonrasını kutladığımız
dönemlerinde, hala sivil anayasayı tartışmayan, halkının özgürleştiği, önce
insanın kutsallığını kabul etmiş, ona göre cumhuriyetini yeniden düzenlemiş,
ayarlamış bir Türkiye’ye de sahip olmamızdır. Umarım; bu bir şekilde, çok büyük
sancılara gerek kalmadan, akıl yoluyla, bir suhuletle gerçekleşebilir. Ve biz
bundan sonra Meşrutiyet’in yıldönümlerinde buluştuğumuzda, bu tür yüz yıl
öncesinin benzeri resimleriyle değil; 200 km ilerideki çağdaş dünyanın oksijeni
ve rüzgarlarıyla bir arada olmuş oluruz.