Philosophy, Civilization and Economy
Felsefe ve Bediüzzaman
Felsefe deyince insanın aklına çok sayıda soru takılmaktadır. İlk
olarak felsefe nedir? sorusundan başlayarak bu soruları çoğaltabiliriz. Felsefe,
din dışı ve vahiy karşıtı bir insan etkinliği midir, yoksa dinle barışık felsefe
de olabilir mi? Felsefe dinin yerine ikame edilebilir mi? Soruyu daha özelleştirirsek:
İbn-i Sina, Farabi ve İbn-i Rüşd gibi filozofları bir Müslüman olarak nasıl değerlendirmeliyiz?
Onları da diğer Yunanlı filozoflarla aynı kefeye mi koymalıyız? İtikatta, ibadette
ve ahlakta İbn-i Sina’nın yeri nedir mesela? Bediüzzaman bu sorular konusunda bize
neler söylemektedir? Bu tür sorular sıkça karşılaşılan ve cevaplanmayı bekleyen
sorulardandır.
Bediüzzaman’nın; biri tüm felsefeler için diğeri İslam felsefesi
için geçerli iki değerlendirme kriteri vardır. Her konuda olduğu gibi felsefe konusunda
da Bediüzzaman toptan mahkum ya da toptan olumlama yoluna gitmez, seçici davranarak
olumlu ve olumsuz felsefeden bahseder. Hatta olumlu felsefeyle Kur’an’ın barışık
olduğunu, bunların Kur’an’ın hikmetine hizmet ettiklerini ifade eder.
Risale-i Nur’un şiddetle tokat vurduğu ve hücum ettiği felsefe,
mutlak değildir; belki muzır kısmınadır. Çünkü, felsefenin hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye
ve ahlâk ve kemâlat-ı insaniyeye ve san’atın terakkiyatına hizmet eden kısmı, Kur’an
ile barışıktır. Belki Kur’an’ın hikmetine hâdimdir.
İkinci kısım felsefe ise: Dalâlete ve ilhada ve tabiat bataklığına
düşürmeğe vesile olduğu gibi sefahet ve lehviyyat ile gaflet ve dalâleti netice
verdiğinden ve sihir gibi hârikalarıyla Kur’an’ın mu’cizekâr hakikatlarıyla muaraza
ettiği için, Risale-i Nur ekser eczalarında mizanlarla ve kuvvetli ve bürhanlı muvazenelerle
felsefenin yoldan çıkmış bu kısmına ilişiyor, tokatlıyor. Müstakim, menfaattar felsefeye
ilişmiyor. Onun için, mektepliler Risale-i Nur’a itirazsız, çekinmeyerek giriyorlar
ve girmelidirler.1
Asa-yı Musa’nın bazı baskılarının ilk sayfasında bulunan bu pasaj
Bediüzzaman’ın felsefeye bakışını yansıtmaktadır. Bediüzzaman burada insanlığın
ahlak ve refahına hizmet eden felsefe ve doktrinlerin olumlu; buna karşılık ateist
ve ahlaksızlığı yayan ve terviç eden felsefelerin olumsuz olduğunu vurgulamaktadır.
Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu bu ilkeden hareketle mesela Aristo’nun (Bediüzzaman’ın
İşaratü’l İ’cazda zikrettiği İfrat-Tefrit-Hadd-i Vasat bağlamında Hikmet, İffet,
Şecaat üçlüsünü öngören ahlak doktrini Aristo’nun doktrinidir), Farabi’nin, İbn-i
Sina’nın ve bunlardan mülhem Spinoza ve Kant’ın ahlak felsefelerinin olumlu; Epicur,
Nietche ve Sartre gibi materyalist filozoflarınkinin olumsuz olduğu söylenebilir.
Aynı ilkeyi teknoloji ve bilim felsefelerine de uygulayabiliriz.
İslam felsefesini değerlendirmede ise Bediüzzaman; insaf, ilmi meselelere
demokratik yaklaşma ve hakikati aramada objektif olma kriterlerini önerir.
Zîrâ meşrûtiyet hükümete düştüğü vakit, fikr-i hürriyet meşrûtiyeti
her vecihle uyandırır. Her nevide, her tâifede onun sanatına âit bir nevi meşrûtiyeti
tevlid eder. Hattâ ulemâda, medâriste, talebede bir nevi meşrûtiyeti intâc eder….
Bence taklidin temelini atıp, ihtilâfâtı çıkarmakla, Mûtezile, Cebriye, Mürcie,
Mücessime gibi dalâlet fırkalarını İslâmiyetten intâc eden mesâil-i dîniyedeki istibdâd-ı
ilmîdir ve nefsü’l-emirde mukayyed olan şeyde ıtlaktır. Meşrûtiyet-i ilmiye hakkıyla
teessüs etse, meyl-i taharri-i hakîkatin imdâdıyla, fünûn-u sâdıkanın muâvenetiyle,
insafın yardımıyla şu firâk-ı dâlle Ehl-i Sünnet ve Cemaate dahil olacakları kaviyyen
me’mûldür.2
Burada Bediüzzaman olağanüstü değerde bir kriterler setinden söz
etmektedir. Ona göre İslam tarihinde dalalet fırkalarının çıkış nedeni dini meselelerdeki
otoriter yaklaşımlar ve tavırlardır. Özünde kişiyle, ya da zaman ve mekanla sınırlı
olması gereken bir içtihadın sanki tüm zaman ve mekanlarda genel geçer mutlak hakikatmiş
gibi ele alınması ve tüm ümmete dayatılması doğal olarak aşırı tepkilere ve bölünmelere
neden olmuştur. Oysa daha esnek yaklaşılması, hakikatin birden çok olabileceğinin
ve bazı durumlarda kişiye göre değişebileceğinin bilinmesi durumunda bölünme olmayacaktı.
Bediüzzaman’a göre o kriterlerin şimdi uygulanması durumunda o dalalet fırkaları
ehl-i sünnete dahil olacaklardır.
Bu kriterleri İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, Tusi ve Suhreverdi gibi filozoflara
nasıl uygulayabiliriz? Bir kere zaten İslam’ın esasatında bu filozoflarla bir ihtilaf
yoktur; hatta Bediüzzaman’a göre bunlar tevhid, nübüvvet ve haşir gibi İslamî esasatın
en önemli savunucularıdırlar.
…Hem Kur’an vahiy olmakla beraber, delail-i akliye ile teyid ve
tahkim edilmiş. Evet kâmil ukalânın ittifakı buna şahiddir. Başta ulema-i ilm-i
kelâmın allâmeleri ve İbn-i Sina, İbn-i Rüşd gibi felsefenin dâhîleri müttefikan
esasat-ı Kur’aniyeyi usûlleriyle, delilleriyle isbat etmişler.3
Asfiya ve sıddıkîn denilen müçtehidler, imamlar, allâmeler; İbn-i
Sina , İbn-i Rüşd gibi dâhî feylesoflar misillü binler ehl-i tahkik, aklî ve mantıkî
bir tarzda, her biri ayrı bir meslekte, şübhesiz binler hüccetlere ve kat’î bürhanlara
istinaden, ilmelyakîn derecesinde Muhammed’in (a.s.m.) risaletine ve hakkaniyetine
îmanları, öyle küllî bir şehadettir ki; onların umumu kadar bir zekâsı bulunmayan
karşılarına çıkamaz.4
İslam filozoflarıyla İslam’ın esasatında ihtilaf yoksa aradaki problem
nereden kaynaklanmaktadır? Problem kullanılan kavramlardan ya da aynı şeyi farklı
tarzda anlatmadan kaynaklanmaktadır. Mesela Cenab-ı Hak’ın sıfatları hakkında Mu’tezile’nin
"Haleh" dediğine Felasife "Araz" demekte ve Ehl-i Sünnet uleması "Sıfat" demektedir.
Al-İktisad fi’l-İ’tikad kitabında Gazali ihtilafın içerikte değil sadece lafızlarda
olduğunu zikreder.
Aynı tartışma Cenab-ı Hakk’ın Mu’cib-i Bizzat mı yoksa fail-i Muhtar
mı tartışmasında da söz konusudur. Kelamcıların fiilleri "tabii fiiller" ve "iradi
fiiller" olarak ikiye ayırıp "İlahi fiilleri" de İradi fiillerin içine sokmalarına
İbn-i Sina ve daha sonra İbn-i Rüşd itiraz eder. İradi fiillerin sürekli değişen
iradeyle gerçekleştiği, iradenin hem değişken özelliği hem de henüz elde edilmemiş
bir şeye yöneldiği, onu elde ederek ilave bir kemal elde ettiğini dikkate alarak
Cenab-ı Hakk’ın fiillerinin İradi fiiller kategorisine girmeyeceğini; çünkü değişen
bir iradenin Zat-ı İlahi’ye bir sıfat olamayacağını; Cenab-ı Hakk’ın elde edemediği
bir şeyin olmadığını, onu elde etmek için irade sarf etmesinin O’na uygun olmadığını
ileri sürerek fiillere üçüncü bir kategori daha eklerler: İlahi Fiiller. Cenab-ı
Hakk’ın fiilleri ne doğal fiiller gibi zorunlu ne de iradi fiiller gibi iradidir;
o bunlardan daha başka bir şey, yani İlahidir. Gazali problemin farkında olduklarını,
Allah’a değişen irade atfetmenin caiz olmadığını, başka kavram bulamadıkları için
irade sıfatını atfettiklerini, ama kullanılan kavramın öneminin olmadığını, esas
olanın amaçlanan mananın olduğunu, şeriat zikrettiği için bu kavramları zikretmek
durumunda kaldıklarını söyler. Bu işin en büyük otoritelerinden Fahreddin-i Razi
ise tüm düşünceleri kılı kırk yararcasına inceler ve sonunda tartışmanın sadece
lafzi olduğunu, esasında muhteva bakımında iki tarafın da aynı şeyleri söylemeye
çalıştığını ifade eder.
Felasifeye yöneltilen başka bir itiraz da onların Allah’ın cüz’iyyatı
bilmediğini savundukları ithamıdır. Bu tez Aristo’ya aittir. İlk Mebde’ o kadar
yücedir ki kendi zatından başka bir şeyi bilmeye ihtiyacı yoktur; hatta böyle bir
şey onda eksiklik doğurur. Bu tez Aristo felsefesinde doğal bir şeydir; çünkü o
felsefede vahiy, duaların kabulü gibi Allah’la kul arasında ilişki yoktur. İlk Mebde’
sadece hareket ettirici bir ilkedir. Bu nedenle Hıristiyan pederler Aristo felsefesine
çok mesafeli durmuşlardır. Ancak İlahi ilim olayı Farabi, İbn-i Sina ve İbn-i Rüşd
felsefesinin temel konularından biridir. İbn-i Sina konuyu analize başlarken "yerde
ve gökte zerre miskal bir şey Allah’ın ilminden gizli kalmaz" (Sebe/3) ayetine işaret
ederek başlar. İrade konusunda olduğu gibi Cenab-ı Hakk’ın değişen bilgi formlarıyla
değil ezeli bir bilgi ile bildiğini ve bunu da külli şekilde bildiğini söyler. Gazali
bu konuda İbn-i Sina’yı istisna tutar ve senin arkadaşların böyle inanıyor diye
diğer filozofları tenkit eder.
Diğer bir konu haşir ve Cennet konusudur. Haşir ve cennet konusunda
İbn-i Sina’nın Şeriat’ın zahir naslarına tabi olduğunu söylemiş olalım. Onun Cennetin
nimetlerinden insanın bedensel hazlarla mı yoksa ruhsal hazlarla mı daha fazla istifade
eder tartışmasında tercihi ruhsal hazlardır.
Risale-i Nur da Bir Felsefe Değil midir?
Genel olarak Risale-i Nurların bir Kur’an tefsiri olduğu söylenir,
doğrudur; ancak nasıl bir tefsirdir? Bir yönüyle bakarsanız Kelamî bir tefsirdir,
demek mümkündür; keza başka bir zaviyeden baktığınızda rahatlıkla felsefî bir tefsir
olduğunu söyleyebilirsiniz. Bir kere Bediüzzaman felasifenin, özellikle İbn-i Sina
ve İbn-i Rüşd’ün geliştirdiği ve felsefe dünyasına kattığı çok sayıda felsefi kanun
ve argümanı kullanmakta, iman ve Kur’an hakikatlerini bu argümanlarla ispat etmeye
çalışmaktadır. Bunlardan sadece birkaçını zikredelim: İnaye, gaye ve ihtira’ delilleri;
hudus-imkan ilkesi, ibda’-inşa kavramları, tercih bila müreccih-tereccuh bila müreccih
ilkeleri; bir şey vacip olmazsa mevcut olmaz kanunu; emr-i nisbi-emr-i izafi kanunu;
birlik Bir’den doğar ve Bir’den sadece bir doğar ilkeleri; hayr-ı kesir-şerr-i kalil
kanunu; hayr vücuttur-şer ademdir ilkesi; vacibü’l vücud-mümkinü’l vücud argümanları;
imkan-ı akli-örfi-adi kanunları; halk-ı şer-kesb-i şer kanunu; vücud mertebeleri,
sebep-müsebbep ilişkisi; vücud-u ilmi-vücud-ü harici kanunu; mucib-i bizzat-fail-i
muhtar ilkeleri ve illet-i tamme-illet-i nakısa kanunu…
Özellikle İbn-i Sina tarafından geliştirilen ilgili felsefi kanunlar
ve argümanları yoğun olarak kullanmanın yanında Bediüzzaman, bizzat kendisi yeni
kanunlar ve argümanlar geliştirir ve birçok imani hakikati onlarla izah eder. Bunlardan
da bir kaçını verelim: Hüve nüktesi, tahayyül-ü küfri-tasdik-i küfri ilkesi; kabul-ü
adem-adem-i kabul ilkesi; cemali-celali tecelli kanunu; hayat, ferdiyet, sırr-ı
kayyumiyyet ilkeleri; imam-ı mübin-kitab-ı mübin hakikati; nuraniyyet, şeffafiyet,
mukabele, muvazene, intizam ve itaat sırları; inikas kanunları; imdad-ı vahidiyyet,
yüsr-u vahdet ve tecelli ehadiyyet kanunları; Sanideki vücup ile tecerrüd, mahiyetinin
mübayeneti, adem-i tahayyüz ve adem-i tecezzi kanunları; istidat-ihtiyac-ı fıtri,
ihtiyac-ı beşeri kanunları; vahidiyyet-ehadiyyet ilkeleri; mülk-melekut, tekvini
emir-şeri emir kanunları; bab-ı rububiyet ve saltanattan-bab-ı risalet ve tenzile
kadar Esma kanunları; Tevhid-i ami-tevhid-i hakiki ilkesi; Zühre-reşha-katre hakikatleri;
kurbiyyet-akrebiyyet kanunu ve emanet-ene-marifet ilişkisi…
Zikredilen argüman ve kanunlara bakarak bizzat Bediüzzaman’nın da
İbn-i Sina gibi çok sayıda kanun keşfettiği ve insanlığa armağan ettiğini söyleyebiliriz.
Medeniyet ve Bediüzzaman
Külliyatında Bediüzzaman, bize somut bir medeniyet projesi vermez.
Zaten ondan böyle bir proje beklemek de doğru değildir. O bize daha çok İslam medeniyetinin
temel ilkeleriyle Batı medeniyetinin ilkelerini kıyaslama sadedinde bazı ilkeler
verir. Burada ilginç olan şey Bediüzzaman’ın medeniyetin oluşum sürecinin ciddi
şekilde farkında olmasıdır. O yeni İslam medeniyetinin hüda-i nabit gibi hiç yoktan
bitmeyeceğinin farkındadır. Ona göre yeni medeniyet Batı medeniyetinin müktesebatı
üzerine inşa edilecektir. Onun bilgi ve teknoloji anlayışı da bu yaklaşımının bir
türevidir: bilgi nesillerin telahuk-u efkarından ibarettir. Gerçekten Orta Çağ Batı
teolog ve filozofları İslam teolojisi ve felsefesini transfer ederek büyük bir medeniyet
kurmuşlar; binlerce yıl ayinlerinde Allah’tan istedikleri "süt ve bal" ülkesine
kavuşmuşlardır. Açlık olayını halletmişler ve hürriyetçi demokratik, seküler bir
toplum kurmuşlardır. Ancak ünlü sosyolog Sorokin’in dediği gibi Batı çok sınırlı
zamanların dışında dengeli bir toplumsal yapıya ulaşamamıştır: ya aşırı idealist,
öte dünyacı ya da aşırı materyalist, bu dünyacı eksenlere savrulmuştur. Bu nedenle
Batı’nın uygarlığı uzun soluklu olmayacak, olamayacaktır. Bediüzzaman da ilginç
bir şekilde yeni İslam medeniyetinin Batı medeniyetinin parçalanmasından neşet edeceğini
söyler:
“Şeriat-ı Ahmediyenin (a.s.m.) tazammun ettiği ve emrettiği medeniyet
ise medeniyet-i hazıranın inkişaından inkişaf edecektir.”5
Bilim, teknoloji, güzel sanatlar ve düşüncedeki gelişmeler mevcut
malzemeler olarak kullanılacak İslam medeniyeti Batı’nın gayr-i insani ve gayr-i
ahlaki ilkelerinin yerine İslami ilkeleri ikame edecektir.
“Onun menfi esasları yerine, müsbet esaslar vaz’ eder. İşte: Nokta-i
istinad, kuvvete bedel haktır ki, şe’ni adalet ve tevazündür; hedef de menfaat yerine
fazîlettir ki, şe’ni muhabbet ve tecazübdür; cihetü’il-vahdet de unsuriyet-i milliyet
yerine rabıta-i dînî, vatanî, sınıfıdır ki, şe’ni samîmi uhuvvet ve müsalemet ve
haricin tecavüzüne karşı yalnız tedafü’dür; hayatta, düstur-u cidal yerine düstur-u
teavündür ki, şe’ni ittihad ve tesanüddür; heva yerine hüdadır ki, şe’ni insaniyeten
terakki ve rûhen tekamüldür. Hevayı tahdit eder, nefsin hevesat-ı süfliyesinin teshîline
bedel, rûhun hissiyat-ı ulviyesini tatmin eder.”6
Bediüzzaman Batı’yı yekpare bir şer bloğu görüp toptan mahkum etmez.
Felsefedeki yaklaşımını burada da sürdürür ve Avrupa’nın dual, ikili yapısından
söz eder.
“Avrupa ikidir. Birisi, İsevîlik din-i hakikîsinden aldığı feyizle
hayat-ı içtimaiye-i beşeriyeye nâfi san’atları ve adalet ve hakkaniyete hizmet eden
fünunları takip eden Avrupa. Diğeri de, felsefe-i tabiiyenin zulmetiyle, medeniyetin
seyyiâtını mehâsin zannederek beşeri sefâhete ve dalâlete sevk eden bozulmuş Avrupa.”7
Bediüzzaman’a göre şimdi her ne kadar Avrupa’nın olumsuz kısmı hâkim
olsa da bunun ilânihaye sürüp gitmesi mümkün değildir; sonunda birinci Avrupa ile
İslam uzlaşacak ve insanlığa yepyeni bir medeniyet sunacaktırlar.
“Biliniz ki: Bizim muradımız, medeniyetin mehasini ve beşere menfaati
bulunan iyilikleridir. Yoksa medeniyetin günahları, seyyiatları değil ki, ahmaklar
o seyyiatları, o sefahetleri mehasin zannedip, taklit edip malımızı harap ettiler.
Ve dini rüşvet verip dünyayı da kazanamadılar. Medeniyetin günahları iyiliklerine
galebe edip seyyiatı hasenatına racih gelmekle, beşer iki harb-i umumî ile iki dehşetli
tokat yiyip o günahkâr medeniyeti zîr ü zeber edip öyle bir kustu ki, yeryüzünü
kana buladı. İnşaallah, istikbaldeki İslâmiyetin kuvvetiyle medeniyetin mehasini
galebe edecek, zemin yüzünü pisliklerden temizleyecek, sulh-u umumîyi de temin edecek.
Elbette, beşerin zulüm ve hatasıyla başına çabuk bir kıyamet kopmazsa,
istikbalde hak ve hakikat, âlem-i İslâmda nev-i beşerin eski hatîatına kefaret olacak
bir saadet-i dünyeviyeyi de gösterecek inşaallah.”8
Bediüzzaman’ın bu yaklaşımı bize çok değerli bir ilke vermektedir:
Avrupa’da Müslümanların diyalog kurabilecekleri beşeri kesimler vardır. Gerçekten
Avrupa ülkelerinde hatırı sayılır miktarda Müslüman yaşamaktadır. Ve Müslümanların
Avrupa’yı nasıl değerlendirmeleri gerektiği konusunda kafaları hayli karışıktır.
Avrupa bir Yahudi-Hıristiyan ülkeler bütünü müdür, yoksa çok kültürlü, çok dinli,
seküler demokratik bir toplumlar bütünü müdür? Aslında Avrupa’nın bizzat kendisi
de Avrupa’nın tam olarak ne olduğuna henüz kesin bir cevap bulmuş değildir. Avrupa
toplumlarında Avrupa’nın kimliği konusunda derin çelişkiler yaşanmaktadır, daha
doğrusu Avrupa kendisine yeni bir kimlik arayışındadır. Bazı kesimler Avrupa’yı
kadim Yahudi-Hıristiyan kültürünün yegâne varisi şeklinde tanımlamak isterken çoğunluk
buna itiraz ederek Avrupa’nın seküler, demokratik, çoğulcu bir olgu olduğunu vurgular.
Zorunlu olarak birinci görüşü esas alanlar Yahudi-Hıristiyan geleneğin dışındaki
gelenekleri dışlama eğilimindedirler. Buna karşılık seküler ve çok kültürlülüğü
savunanlar tüm din ve kültürlere eşit mesafede durmayı benimserler.
Bu konudaki fay kırıkları Türkiye’nin Avrupa Topluluğu’na tam üyeliğe
başvurmasıyla iyice su yüzüne çıkmıştı. Bunu Hollanda’da Türk kökenli Nebahat Albayrak’ın
göçmenlerden sorumlu devlet bakanı olması ve en son da Fas kökenli Abu Talib’in
Rotterdam Belediye Başkanı olması sonrası tartışmalar izledi. Bu tartışmaların ima
ettiği bir gerçek vardı: Avrupa toplumları derin bir kimlik krizi içinde yüzmektedirler.
O zaman bizler Avrupa’yı nasıl görmeliyiz? İlk olarak bu konuda
şunu vurgulamalıyım: Avrupa’yı yekpare bir sosyal olgu olarak görmek doğru değildir;
tek bir Avrupa değil, iç içe geçmiş çok sayıda Avrupa söz konusudur. Bir kere disiplinli
çalışması, rasyonelliği, hesabiliği, araştırmaya verdiği önem, hürriyetçi ve demokratik
yapısı ve tabii teknolojik ve ekonomik gelişmesiyle Avrupa çok olumlu ve alkışlanacak
özelliklere sahiptir. Bunun yanında bireylerin damarlarına kadar sirayet etmiş egoistik
ve narsistik eğilimler, ayrımcılık ve kendini beğenmişlik hastalığı, kutsaldan uzaklaştırılmış
aşırı dünyasallık, kaba materyalist ve ateist doktrinler aynı Avrupa’nın olumsuz
ve onmaz yarasını oluşturur. Bu bağlamda bugün yaşanan ekonomik krizin de kaynağını
bu ikinci yapıda aramak gerekir.
Ekonomik Kriz ve Bediüzzaman
Ünlü sosyal antropolog Gellner’in Sovyetler Birliği’nin yıkılışı
ile ilgili ilginç bir tespiti vardı: Komünist toplumların en büyük önceliği ekonomi
idi. Hatta ekonomiyi alt yapı, geri kalan değerleri üst yapı olarak görmüşlerdi.
Ancak Sovyetlerin yıkılışı ekonomik krizden oldu. Sosyalistler kadar olmasa da ekonominin
Batı toplumlarında da bir fetiş olduğunu vurgulamış olalım. Öyle anlaşılıyor ki
Batı’nın çöküşü de ekonomik krizlerden olacak!
Ekonomik anlamda globalleşme mal ve para piyasalarının bir biriyle
entegrasyonu, aradaki tüm engellerin kaldırılması anlamını taşıyordu. Bu süreç,
piyasaları ortaya çıkacak bir ekonomik ya da finans krizinin globalleşmenin yıkıcı
etkisine açık hale getirdi. Birleşik kaplar gibi Birleşik Devletlerde ortaya çıkan
bir kriz anında dünya piyasalarına sirayet etti ve her tarafı derinden etkiledi.
Bu kriz ve akabinde alınan tedbirler bir şeyi açık bir şekilde ortaya koydu: Kapitalist
sistem çökmüştü. Bu çöküş iki boyutluydu: Teorik boyut ve pratik, kurumsal boyut.
Kapitalist sistemin teorik hareket noktası çöktü; çünkü kapitalist sistemin mimarları,
filozofları teorilerinin merkezine insanın bireysel çıkarını yerleştirmişlerdi.
Tek tek bireylerin çıkarlarının maksimize edilmesi hesapta genel olarak toplumun
çıkarının maksimize edilmesine neden olacaktı. Oysa yeni durumda finans devlerinin
yüksek düzeyli yöneticilerinin çıkarları astronomik rakamlarla maksimize edilirken
bu, toplumun geri kalanının trilyonlarca dolar zarar etmesine yol açtı. Çıkarcılık
ve hazcılık yerine şimdi başka bir insani duygu devreye sokulmalıydı: Bediüzzaman’ın
ısrarla vurguladığı kanaat ve şefkat duygusu… Öte yandan kapitalist sistem kurumsal
olarak çöktü: Adam Simith’in "bırakınız yapsınlar, bırakınız geçsinler" şeklinde
formüle ettiği sistem artık bitmişti. Krizin etkisini hafifletmek için büyük miktarlarda
devlet müdahalesini içeren tedbirleri açıklarken, Almanya maliye bakanı artık anglo-sakson
kapitalist sistemin bittiğini ilan etti.
Bu küresel krizin temelinde iki şeyin bulunduğu konusunda adeta
bir konsensüs oluştu: Açgözlülük ve faiz. Filozoflardan, sorumlu devlet adamlarına
kadar herkes krizin esas nedeninin açgözlülük, para hırsı, tama ve bencillik olduğunu
söylüyor.
Maço Açgözlülüğü
Maço açgözlülüğü iki yönlü işlemektedir; bir tarafta tüketicilerin
doymak bilmeyen tüketim şehveti, diğer tarafta alacağı ikramiyenin miktarını alabildiğine
arttırabilmek için her türlü riske girmekten çekinmeyen finans kurumlarının üst
yönetiminde bulunanların maço erkeklerin para hırsı.9
Bu çöküşün nedenlerini Erich Fromm ilginç bir bakış açısıyla vurguluyordu:
Avrupa çıkarcılığı bir birine zıt iki kaynaktan beslenir: Bir tarafta Luther ve
Calvinist teolojideki kaynak, diğer tarafta kapitalist yazarların seküler düşünceleri.
Luther, Calvin ve Spinoza gibi dindar düşünürlere göre insan sadece Allah’a tapabilir
ve onun iradesine ram olabilirdi. Kendi çıkarı ve hazzının peşinde koşamazdı. Kapitalist
düşünürler ise insanın bizzat kendisinin amaç olduğu, insanın dışındaki bir gücün
insanı araçlaştıramayacağını savunuyorlardı. Mesela filozof Nietzsche’ye göre yardımseverlik
ve kanaat gibi dini ilkeler insanlığın çürümesinden başka bir şey değildi. Yahudilik
ve Hıristiyanlık gibi dinler kölelik ruhunun toplumlar tarafından içselleştirilmesi
olayıydı. Egoist ve hedonistçe (hazzına tapar şekilde) davranma insanlığın asil
davranışıydı. Bu iki birbirine zıt görüşten günümüzde kalan Calvinist anlayışın
şekil değiştirerek yapısallaşması oldu. Calvinist teolojideki Allah devre dışı bırakılarak
endüstriyel ve teknolojik gelişme esas alındı ve insan teknolojinin bir aracı konumuna
indirgendi.10
Bu gerçeğin farkında olan düşünürler, bu arada ünlü filozof J. Habermas
yeni bir arayışın içine girmiş bulunmaktadırlar. Habermas’a göre modern toplumda
din hayattan dışlanmış ve vicdanlara hapsedilmişti. Dinin günlük hayattan kovulması
hayati anlamsızlaştırmış ve içeriksizleştirmişti. Özellikle ekonomik hayatta insan
davranışını motive eden tek hedef kâr makzimizasyonu olmuştu. Açgözlülük, para hırsı,
güç ve iktidar tutkusu insanı amaç olmaktan çıkarmış bir araç haline getirmişti.
İnsanın yeniden amaç haline getirilmesi gerekiyordu, bunun için de dinin yeniden
kamu alanına dönmesi sağlanmalıydı. Güce ve paraya tapma ancak dini ahlakla gemlenebilirdi.
Gerçekten Bediüzzaman Habermas’ın yeni yeni dile getirmeye başladığı
şeyi çok önceden görmüş ve insanlık adına telaşlanmıştı: “Medeniyet-i Garbiye-i
hâzıra, semavî dinleri tam dinlemediği için, beşeri hem fakir edip ihtiyaçlarını
arttırmış; hem de iktisat ve kanaat esasını bozup israf, hırs ve tamâı ziyadeleştirerek
zulüm ve harama yol açmıştır.”11
Papa: İslami Ahlaka Dönülmeli
Dizginlenemez para hırsının yıkıcı etkisini azaltmak için toplumlar
yeniden dini değerlere dönmeye; bu arada bu konuda en canlı ve aktif olan İslami
değerler sisteminin model alınmasına yönelik olarak ciddi talepler seslendirmeye
başladılar. Bu taleplerden en ilginci Papadan geldi: “Başta Hıristiyanlar olmak
üzere tüm dünya İslam’ın ekonomik ve ahlaki değerlerini benimsemeli, özellikle İslami
ilkelere dayanan finans sistemini model olarak kabul etmelidirler.” Papa bu konuda
yalnız değildi; Vatikan Gazetesinde İtalyan iktisatçı Loretta Napoleoni ve meslektaşı
Clauda Secgre’nin ortaklaşa yazdıkları makalede ayrıntılı olarak İslami finans sistemini
tanıtıyorlar ve bunlardan yararlanılmasını tavsiye ediyorlardı. Hatta daha ilginci
Londra belediye başkanı yakınlarda verdiği bir beyanatta 2012 olimpiyat oyunlarını
finanse etmek için İslami bonolar çıkarılacağını duyuruyordu.
Kapitalist çöküşün derinliğine paralel olarak İslami ilkelere dayanan
finans sistemleri kapitalist ülkelerin büyük finans merkezlerinde canlı bir alternatif
olarak ortaya çıkmaya başladı; hatta birçok seküler ülke (Endenozya gibi) finans
sistemini İslami değerlere göre yeniden dizayn etmeye başladılar. İşin ilginç tarafı
ekonomik krize rağmen İslami finans kurumlarını geçtiğimiz yıl %12-20 bandı arasında
büyüme sağlayabilmeleriydi. Çünkü bu sistem genel olarak Bediüzzaman’ın çok önceden
tahmin ettiği ve insanlığın sonunda kabul edeceğini öngördüğü mülkiyet, yani iştirak
ve ortaklık esasına dayanıyordu.
Zekatın Geri Gelmesi
Bu arada başka iki şey de gündeme oturdu. Biri özellikle Protestanlar
arasında finans ve ekonomik etik konusunda yeniden İncil’e dönme arayışları; mevcut
kapitalist bankacılık sisteminin gayr-i dini ve gayr-i ahlaki yapısının esastan
terk edilmesi ve ahlaki bir finans sisteminin kurulması; yani fakire yardımı (İslami
literatürdeki zekâtı) esas alacak, bu arada sadece "İlahi rıza" için, reel yatırımları
özendirecek bir finans sisteminin kurulması. Diğer bir şey kapitalist, hazcı ve
çıkarcı Batı değerler sistemine alternatif olarak yeni bir insani ve ahlaki değerler
sistemi arayışına girmek. Benim de içinde yer aldığım üç önemli proje böyle bir
amacı gerçekleştirmek üzere devam etmektedir. Bu projelerde özellikle İslam cephesinde
Bediüzzaman’ın evrensel fikirleri temel ilkeler olarak alınmakta ve bu ilkelerden
küresel ölçekte uygulanabilir ekonomik ve bilimsel politikalar üretilmeye çalışılmaktadır.
Hollandalı filozof Schuurman’ın koordinesinde yeni başladığımız ve iki Pakistanlı,
iki Türk ve bir Cezayirli beş Müslüman ve beş Hıristiyan profesörün yürüteceği proje,
bu tür krizlerden kurtulmak için başlatılan çalışmaların özünü ortaya koymaya yönelik
insani ve ahlaki değerler sistemi ortaya çıkarmayı amaçlayan bir projedir. Bazen
şerde hayır olabildiği gibi sanki bana bu ekonomik krizden çok hayırlı sonuçlar
doğacak gibi geliyor.
Öz
Global ölçekte yaşanan ekonomik krizin temelinde iki şeyin bulunduğu
konusunda hem ekonomi hem de diğer çevrelerde adeta bir konsensüs oluştu: Açgözlülük
ve faiz. Filozoflardan, sorumlu devlet adamlarına ve ekonomistlere kadar herkes
krizin esas nedeninin açgözlülük, para hırsı, tamah ve bencillik olduğunu söylemektedir.
Bu durum, Batı medeniyetinin dayandığı felsefi argümanların sorgulanmasını da beraberinde
getirmiştir. Bu çalışmada öncelikle felsefe kavramı ele alınarak Batı medeniyetinin
dayandığı prensipler ortaya konacak ve bu hususlarda Bediüzzaman’ın görüşlerine
de yer verilerek ekonomik krizin nedenleri ve çıkış yolları üzerinde durulacaktır.
Anahtar Kelimeler: Felsefe, medeniyet, iktisat, ekonomik kriz,
hırz, açgözlülük, İslam ahlakı, zekat
Abstract
Both economy experts and other people has almost reached a consensus,
there are two things on the basis of the economic crisis in the global scale: greed
and interest. Philosophers, all responsible statesmen and economists says that the
cause of the crisis is mainly greed, avarice, and selfishness. This situation caused
philosophical argument based on Western civilization has brought to the query. This
study firstly discusses the concept of philosophy based on the principles of Western
civilization will be exposed to these issues also provide opinions in Bediüzzaman’s
the causes of the economic crisis and will focus on the way out.
Keywords: philosophy, civilization, economics, economic crisis,
greed, Islamic ethics, alms
Dipnotlar
1- Nursi, Bediüzzaman Said, Asa-yı Musa, Yeni Asya Neş., İst.
1994, s. 9
2- Nursi, Bediüzzaman Said, Münazarat, Yeni Asya Neş., İst.
1994, s. 32
3- Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat, Yeni Asya Neş., İst. 1994,
s.202
4- Nursi, Bediüzzaman Said, Şualar, Yeni Asya Neş., İst. 1994,
s.502
5- Nursi, Bediüzzaman Said, Sünuhat, Yeni Asya Neş., İst. 1994,
s. 61
6- Nursi, Bediüzzaman Said, Mektubat, Yeni Asya Neş., İst. 1994,
s. 458
7- Nursi, Bediüzzaman Said, Lemalar, Yeni Asya Neş., İst. 1994,
s. 119
8- Nursi, Bediüzzaman Said, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neş.,
İst. 1994, s. 42
10- Erich Fromm, Man for himself, holt, 1965, s. 139
11- Nursi, Bediüzzaman Said, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neş.,
İst. 1994, s. 158