Global Crisis in Perspective Approach the Qur’an Prohibition of Interests and Obligation of Alms
A. Nüzul Ortamı
Kur’an’ın nazil olduğu ortamda yaşayan insanlara genel olarak “cahiliye
toplumu” denmektedir. Bu toplum Kur’an’ın bildirdiğine göre, Allah’a inandığını
söylemesine rağmen, ona elleriyle yaptıkları cansız putları şirk koşan bir özelliğe
sahipti. Minareyi çalanın kılıfını hazırlaması gibi, bu dönemde yaşayan insanlar,
kendilerini Allah’a yaklaştırsın diye putlara taptıklarını söylüyorlardı. Puta tapıcılık
o kadar yaygınlaşmıştı ki, her kabilenin kendisine ait bir putu olduğu gibi, Kabe’nin
içinde de yüzlerce put vardı. Hz. İbrahim’in bir sünneti olan hac amacını kaybetmiş,
hac diye Kabe’ye gelenler putlara tapıyor, Mekke’de açılan panayırlarda hatırı sayılır
alışverişler yapıyor ve Mekke halkının zenginleşmesine katkı sağlıyorlardı. Bu yüzden
müşrikler, Kur’an’ın ifadesiyle putları Allah’ı sever gibi seviyorlardı. Kendilerinde
tevhid inancının olmaması, zorda kaldıkları zaman Allah’tan medet beklemelerine,
rahat kavuştukları zaman Allah’ı unutmalarına sebep olmaktaydı. Şirkin yaygın olması,
cahiliye insanını ahiret inancından da mahrum hale getirmişti. Kur’an ayetlerine
baktığımızda onların öldükten sonra dirilmeye inanmadıkları anlaşılmaktadır. Öldükten
sonra dirilmeye inanmamak, Allah’a yaptıklarından dolayı hesap vermeye, Cennet ve
Cehenneme inanmamak demekti. Cahiliye toplumunda var olan toplumsal huzursuzlukların
temelinde tevhid ve ona bağlı haşir ve hesap verme inancının olmaması yatmaktadır.
Onlara göre ölüm cömert ile cimri, zalim ile mazlum, sefih yaşayan ile ahlaklı yaşayan
arasında bir ayırım yapmamaktadır. Yani insanların dünyada yaptıkları kendi yanlarına
kâr kalmaktadır. Bu yüzden bir taraftan hadislerde “cahiliye asabiyeti” diye isimlendirilen
kabile ırkçılığı kabileler arasında sürekli çatışmalara, zulüm ve haksızlıklara
sebep olurken, diğer taraftan doğan kız çocuklarına karşı merhametsizce muameleler
yapılmakta ve onlar diri diri gömülmekteydiler. Aynı durum insanların insanlarla
ticaret ilişkilerine de yansımaktaydı. Zulüm kavramı, adaletin olmaması demektir.
Hak ve hukukun gözetilmemesi demektir. Bu yüzden insanlarda vicdanlarında kendilerini
kontrol sistemini oluşturacak bir otoriteye inanç olmadığından Kur’an’ın “zalûm”
diye nitelendirdiği bir nitelik ortaya çıkmıştır. Yani, her konuda haksızlık ve
zulümde sınır tanımamak. İşte bu haksızlık ve zulmün bir ucu da günlük yaşamda insanlar
arasındaki ilişkilerde yaşanmaktaydı. Güçlü olanın, arkası kuvvetli olanın kendisini
“haklı” gördüğü bu toplumda kabilelerin birbirlerinin mallarını, hayvanlarını alması
bir kahramanlık olarak telakki ediliyor ve bu övünç vesilesi olarak kabul ediliyordu.
Mekke sokaklarında haksızlığa uğrayan insanlar, kendi haklarını koruyacak bir merci
arıyorlardı. “Hılfu’l-Fudul” Mekke’de hangi kabileden olursa olsun haksızlığa uğrayanların
haklarını savunmak için kurulmuş bir organizasyondu1. Ancak diğer “hılf”
diye isimlendirilen andlaşmalar, güçlü hale gelip güçsüz kabilelere zarar vermek
için yapılmış andlaşmalardı.
Bu zulüm ve haksızlık fiilleri ticari hayata da sıçramış, haksız
kazanç meşrû olarak kabul edilmeye başlanmıştı. Medine’de ilk inen ayetler olduğu
şeklindeki rivayetler ağırlık kazanan Mutaffifîn suresinin başındaki ayetler, daha
çok ticaretle uğraşan Medine toplumunun ölçü ve tartıda hile yaptığını açık bir
şekilde göstermektedir. Bu surenin ilk ayetlerinde, insanlardan alırken ölçüp tarttıklarında
tam, onlara vermek için ölçüp tarttıklarında hile yapan insanlar kınanmakta, onların
büyük bir günde hesap vermek için diriltilecekleri hatırlatılmaktadır2.
Razi ve Kurtubi gibi tefsircilerimizin beyanlarına göre, Medine’de bu ayet indikten
sonra alış-verişte hile yapan insanlar bu hileyi terk etmişlerdir3. Diğer
taraftan faiz bir çok çeşidiyle haksız bir kazanç vasıtası olarak kullanılıyordu.
Kur’an’da ve hadislerde “riba” diye isimlendirilen faiz hem Mekke’de hem de Medine’de
bir hayli yaygındı. Alışverişten ya da aldığı krediden doğan borcunu vadesi dolduğunda
ödeyemeyen kişiye başka bir vaade bildirilip ve üzerine kat kat faiz bindirilirdi4.
B. Kur’an’da Faizin Yasak Edilmesi Süreci
Faiz; toplumda sermayenin atıl hale gelmesini, piyasadan çekilmesini,
bazılarının çalışmadan para ve mal kazanmasını, bazılarının ise zor durumlarda kalarak
iflas etmesini, ya da harama yönelmesini netice veren toplumları içten içe kemiren
bir hastalıktır. Bu hastalık hem Mekke hem de Medine’de o kadar kökleşmiştir ki,
tıpkı içkinin yasak edilmesi gibi faizin yasak edilmesi de belirli bir süreç içerisinde
olmuştur. Zaten toplumların adet haline getirdiği bazı kötü alışkanlıkları bir çırpıda
kaldırmak da mümkün değildir. Kur’an-ı Kerime baktığımızda putları Allah’a ortak
koşmanın yaygın olduğu, ahiret inancının olmadığı, her türlü zulmün irtikap edildiği
bir toplumda bir taraftan önce inanç alt yapısı oluşturulmaya çalışılırken, diğer
taraftan insanların zihinlerine faizin toplum için zararlı olduğuna dair de bir
inanç yerleştirilmeye çalışılmıştır. Yani zihinler yıllar sonra tamamen ortadan
kaldırılacak bir yasak için yavaş yavaş hazırlanmaya başlanmıştır.
Bu konudaki ilk ayet, Mekkî Rûm suresindeki ayettir: “İnsanların
mallarında artış olsun diye verdiğiniz faiz Allah katında artmaz. Fakat Allah’ın
rızasını isteyerek verdiğiniz zekâta gelince, işte onu verenler (sevaplarını ve
mallarını) kat kat arttıranlardır”5 buyrulmaktadır. Bu ayetin zahirinden,
bilinen faiz anlaşılmaktadır. Bu ayetlerin Kureyş ve Sakif kabilelerinin faizciliğinden
dolayı indiği rivayet edilmektedir. Bazı tefsircilerimize de göre ise burada faiz
mecazi olarak kullanılmıştır. Buna göre, fazlasıyla karşılığı gözetilerek verilen
hediyeler ve bağışlar da faiz olarak isimlendirilmektedir. Bunlar da bir çeşit faizciliğe
benzetilmiş, yerilmiş, böylece faizin yasaklanmasında beliğ bir üslup kullanılmıştır6.
Ayet bir taraftan faiz yasağına zihinleri hazırlarken, diğer taraftan zekatı ön
plana çıkarmaktadır.
İkinci aşamada Medine döneminde nazil olan Nisa Suresi’nin 161.
âyeti ile Allah, Yahudilere faizin haram kılındığını, fakat onların bunu helal sayıp
alıp vermeye devam ettiğini, bu yüzden de birçok ceza ve azaba uğradıklarını ve
uğrayacaklarını haber vererek yine dolaylı olarak faiz yasağına temas etmiş ve bu
konuda Müslümanların zihinlerinde önceki şeriatlarda da fazin haram kılındığı fikrini
yerleştirmeye çalışmış, daha sonra gelecek faiz yasağına kolayca uymalarını sağlayıcı
bir üslup kullanmıştır.
Razi’nin bildirdiği gibi, onların gerek rüşvet gibi batıl olan şeyleri
kabul edip haram mal yemeleri, gerekse başka insanları zarara uğratarak faiz ile
borç vermeleri onların mala karşı ne kadar hırslı olduklarını göstermektedir7.
Üçüncü aşamada ise, “Ey iman edenler! Kat kat faiz yemeyin. Allah’tan
korkun ki, kurtuluşa eresiniz”8 buyurularak faiz açıkça yasaklanmıştır.
Tabii ki Kur’an’ın bu üslubu, ilk planda Mekke’de yaygın olan bileşik faizli borç
işlemlerini kapsıyor gözüküyorsa da ayetteki “kat kat” kaydı, tek dereceli faizin
helal olduğu anlamında olmayıp, o zamandaki realiteyi açıklamaktadır. Faizin kat
kat artırılması, bir borca geçmişi eklene eklene faizin ana para kadar veya daha
fazla olması demektir. Buradaki ifade faizin aslını mutlaka yasaklamaya yöneliktir9.
Dördüncü aşamaya gelince, artık faiz bir önceki kaydı da taşımaksızın
şiddetli bir üslupla yasaklanmış, faizi bırakanlara bazı imkanlar gösterilerek faizde
ısrar edenlere acı sonuçlar bildirilmiştir. Bu konuya ayrılmış bulunan Bakara Suresi’nin
275-279. ayetlerinde şöyle buyrulur:
“Faiz yiyen kimseler (kabirlerinden) tıpkı şeytan çarpmış kimseler
gibi çarpılmış olarak kalkarlar. Onların bu hali, alışveriş de (ticaret) faiz gibidir
demelerindendir. Oysa ki Allah, ticareti helal, faizi haram kılmıştır. Bundan sonra
kime Rabbinden bir öğüt gelir de faizden vazgeçerse geçmişte olan kendisinindir
ve işi Allah’a kalmıştır. Kim tekrar faize dönerse, işte onlar Cehennemliktir, orada
devamlı kalırlar. Allah faizi mahveder, sadakaları çoğaltır. Allah hiçbir günahkâr
kâfiri sevmez. Ey iman edenler, Allah’tan korkun, eğer gerçekten inanıyorsanız,
faiz olarak arta kalan (ana paranın üzerindeki) miktarı almayın. Şayet bunu yapmazsanız
(faize devam ederseniz), Allah ve Rasulü ile savaşa girdiğinizi bilin. Tövbe ederseniz
ana sermayeniz sizindir. Ne haksızlık edersiniz, ne de haksızlığa uğratılırsınız.”10
C. Hadislerde Faizin Yasaklanması
Hadis-i şerifler, hem cahiliye döneminde faizin ne kadar yaygın
olduğunu göstermekte, hem faiz konusundaki ayetlerin tefsirini oluşturmakta hem
de faizle ilgili Kur’an’da olmayan bazı işlemleri de faiz olarak nitelendirerek
yasaklamaktadır.
Mesela Hz. Peygamber Veda Haccı’nda şöyle buyurmuştur:
“Dikkat edin. Cahiliyye döneminin faizlerinin hepsi de kaldırılmıştır.
Ana paralarınız sizindir. Bu surette ne haksızlığa uğratılmış, ne de haksızlık yapmış
olursunuz”11
Bir başka hadiste de, “Faiz ancak veresiyededir”12 buyurarak
cahiliye döneminde yaygın olan “vade karşılığı alacağı artırma” adetine işaret etmiştir.
Buna ilave olarak Hz. Peygamber, kendi döneminde uygulanan işlemleri
ve alım-satım türlerini de, ya faize yol açacağı, ya da faiz olduğu için yasaklamıştır.
Mesela “eşya-yı sitte” veya “emval-i ribeviyye” hadisi diye meşhur bir hadiste şöyle
buyurulmuştur: “Altına mukabil altını, gümüşe mukabil gümüşü, buğdayla buğdayı,
arpa ile arpayı, hurma ile hurmayı, tuza mukabil tuzu satmayınız. Ancak eşit miktardan
ve peşin olursa o müstesna. Her kim artırır veya fazla alırsa faiz alıp vermiş olur.
Cinsleri farklı olursa bu faiz olmaz”13
a) Asr-ı Saadette faiz (riba) uygulamasından örnekler
Önce şunu bilmemiz gerekir: Altının altınla değişimi eşit ağırlıkta
ve peşin olarak yapılır. Hz. Peygamber devrinde dinar adı verilen altın para, yaklaşık
4 gram ağırlığında altından ibarettir. Böyle bir para ile altın zinet eşyası alınmak
istense, gerçekte altın altınla mübadele edilmiş olur. Bu hesaba göre 60 gram altına
eş değer olan 15 dinara 40 gramlık bir bilezik alırsak, 20 gram fazlalık faiz olur.
Bunun aksine 10 dinara, 60 gram ağırlığındaki bileziği satın almak da aynı sonucu
doğurur.
Hayber’in fethinden sonra Allah Rasûlüne ganimet olarak getirilen
boncuk ve altından oluşan bir gerdanlığı Fudâle b. Ubeyd 12 dinara satın almıştı.
Altınlarını ayırınca yalnız bunların 12 dinardan fazla olduğunu gördü. Durumu Allah
Rasûlüne anlatılınca; ”Altınlar ayrılmadan satın alınmaz” buyurdu.14
Gümüşün para birimi dirhemdir. Bir dirhem yaklaşık 3,2 gram gümüş
ihtiva eder. Gümüşten yapılan ziynet eşyası ve benzerlerinin gümüş para karşılığında
satımı hâlinde de, altın konusunda arzedilen sakıncalar ortaya çıkar. Muâviye devrinde
savaş ganimeti olan gümüş bir kap, bu kabın ağırlığından farklı miktarda dirhem
(gümüş para) karşılığında satılmak istenince, bir Sahabi, Ubâde b. Sâmit’in naklettiği
altı ribevî madde hadisini hatırlatmış ve satışın ancak eşit ağırlıktaki gümüşler
arasında olabileceğini belirtmiştir.
Altın veya gümüş paranın kendi cinsleriyle mübâdele edilirken peşin
ve eşit ağırlıkta olmasının istenmesi, paranın maden değerinin (gerçek değeri) üstünde
veya altında nominal (izafi) bir değer kazanmasını engellemiştir. Yani para ile
kendi cinsinden imal edilen altın veya gümüş ziynet eşyaları arasında bir fiyat
farkının oluşmasını, başka bir deyimle, o devirlerde enflasyonun oluşmasına İslam’ın
faiz yasağının engel teşkil ettiği söylenebilir.
Altın ve gümüş, biri diğeriyle, peşin olmak şartıyla, farklı ağırlıklarda
mübâdele edilebilir. Hz. Ömer, altı ribevî madde hadisini naklettikten sonra şunu
ilâve etmiştir: “Bu maddelerin birbirleriyle mübadelesinde, alıcı senden eve girip
çıkıncaya kadar mühlet istese bile verme. Çünkü sizin için ramâ’dan, yani ribâdan
korkuyorum”15
Hurmanın hurma ile mübâdelesinde şu örnek dikkat çekicidir. Bilâl
(r.a) Hz. Peygamber’e ikram etmek üzere iyi cins hurma getirdi. Allah’ın elçisi
bu hurmayı nereden aldığını sorunca, Bilâl şöyle dedi: “Bizde âdi bir hurma vardı.
Nebî’ye (s.a.v) yedirmek için, ben onun iki ölçeğini bu iyi hurmanın bir ölçeğine
sattım”. Bunun üzerine Allah’ın elçisi şöyle buyurdu: Eyvah, eyvah! Ribânın ta kendisi,
ribânın ta kendisi. Bunu böyle yapma. Fakat hurma satın almak istersen, kendi hurmanı
başka bir satım akdi ile sat. Onun satış bedeli ile istediğin hurmayı satın al”16.
Buna göre, aynı cins misli mallar mübadele edilecekse, eşit olarak mübâdele edilmeli,
eğer kalite farkı gibi nedenlerle taraflardan birisi veya ikisi buna razı değillerse,
mübâdele edilecek malların kıymeti para ile takdir edilerek değişim yoluna gidilmelidir.
Peygamberimiz (s.a.v.) faiz yiyene de, yedirene de, şahitlik edene
ve bu muameleyi yazana da lanet etmiştir17.
Ebu Hüreyre (radıyallahu anh) anlatıyor: “Resûlullah (aleyhissalâtü
vesselâm) buyurdular ki: “İnsanlar öyle bir devre ulaşacak ki, o zamanda ribâ yemeyen
kalmayacak. Öyle ki, (doğrudan) yemeyene buharı ulaşacak.”
Bir rivayette “…tozu ulaşacak” denir.18
Peygamberimiz (s.a.v.)’in faizin yaygınlaşmasının fakirliğe sebep
olacağını bildirdiği hadis de aslında meydana gelen ve gelecek olan krizlerin asıl
sebebini bize açık bir şekilde ifade etmektedir.
D. Zekatın Emredilmesi
Kur’an-ı Kerim’de müminlerin özelliklerinden birinin de “zekat”
vermek olduğu zikredilir.19 Taberi, zekatın farz olan sadakanın ifa edilmesi
olduğunu söyleyerek kelimenin anlamları üzerinde durmaktadır. Zekat, malın nemalanması,
semerelendirilmesi ve ziyadeleşmesidir. Zekat ayrıca “temizlenme” anlamına da gelmektedir.20
Buna göre malının zekatını veren bir kişinin, malı azalmamış tam aksine ziyadeleşmiş
olmakta, hem de temizlenmektedir.
Razi, Allah’ın zekat sebebiyle mal üzerinde belayı kaldırdığını
bildirirken,21 Abduh da zekatın hikmeti konusunda şunları söylemektedir:
İnsan malı diğer insanlardan kazanmaktadır. Diğer insanlar olmasaydı,
kişinin zengin olması mümkün olmazdı. Bazı kimseler, toplumda çeşitli nedenlerle
çalışamaz bir durumda iseler, diğerlerinin onun elinden tutması gerekir. Zengin
fakire muhtaç olduğu gibi, fakir de zengine muhtaçtır. Fakat insanlar, malı çok
sevdikleri için, mallarını infak ederek fakirlere ve düşkünlere yardım etmekten
kaçınabilmektedirler. Bu yüzden Allah malını infak etmeyi imanın, cimriliği de küfrün
ve nifakın alametlerinden saymıştır. Abduh’a göre cimriliğin menbaı, Allah’ın kullarına
karşı katı kalpli ve mala karşı hırslı olmaktır. Cimrilik doğru iman ile birlikte
bir kalpte asla bulunmaz. Abduh, zekatın toplumun işlerini ıslah etmek olduğunu
da söylemektedir.22
Yüce Allah insanları rızık bakımından farklı durumlarda yaratmıştır.
İnsanlar rızık elde etmek için çalışıp çabalamaktadırlar. Bu çabanın sonucunda kimileri
zengin olurken, bazı kimseler de fakir olarak kalmaktadırlar. Toplumda zenginler
ile fakirler arasındaki ekonomik uçurum kapatılamayacak derecede geniş olduğu takdirde,
o toplumda huzursuzlukların baş göstermesi kaçınılmazdır. Çünkü yiyecek ekmek bulamayan
fakir kimselerde, imkanı yerinde olan zengin kişilere karşı içlerinde bir kin, düşmanlık
ve isyan hisssi oluşabilir. Ayrıca zenginlerin de kendilerindeki bu zenginliği bir
kibirlenme vesilesi telakki edip, fakirleri ezmeye, onları hor görmeye temayül göstermeleri
ihtimal dahilindedir. Bu durumda o toplumda, anarşi ve huzursuzluk hiç eksik olmaz.
İşte Kur’an’ın böyle önemli bir sosyal soruna getirdiği çözüm önerisi “zekat”ı farz
kılmakta düğümlenmektedir. Biz burada zekatın fıkhî boyutuyla ilgilenmekten çok,
sosyal boyutuyla ilgileniyoruz.23
Kur’an’ın insanlığın bu sosyal hastalığına getirdiği zekat önerisi
en ideal önerilerden birisidir. Fakir ve muhtaç olan insanlara Allah’ın kesin bir
emrine uyarak, “zekat” adı altında maddi yardımda bulunmak, malı verende kibirlenme,
fakiri hor görme gibi eziyet verici hareket ve tavırların olmamasını gerekli kılar.
Zekatı alan kişi de verenin karşısında ezilip büzülmez, aşağılık kompleksine kapılmaz,
ona minnet duymaz. Çünkü zekat, fakirin zenginin malındaki payıdır. Üstelik bu payın
verilmesi, Allah’ın kesin bir emridir. Bu durumda, fakirlerde zengine karşı varolan
kin, haset, düşmanlık gibi toplumu huzursuz edici duygular, yerini sevgi, saygı,
kardeşlik gibi birleştirici duygulara bırakır. Zengin de fakiri hor görmez. Onu
ezmek yerine, Allah’ın zekat emrini yerine getirmekle ona karşı, şefkatli, merhametli
ve sevecen olur. Bu da toplumda çatışma potansiyeli barındıran çok önemli bir sorunun
çözümlenmesi anlamına gelmektedir.
O halde zekat, Allah’ın emrini yerine getirmekle, Allah’ın sevdiği
bir davranış olmasının yanısıra, bir “iyilik” olmasından dolayı da, insanlar arasında
sevginin oluşmasına, dostluk ve kardeşliğin pekişmesine katkı sağlayan önemli bir
ibadet olma özelliğini taşımaktadır. Zekatın verileceği yerlere bakıldığında zekatın
toplumdaki huzur ve barışın sağlanmasında, sevgi ve saygının oluşmasında oynadığı
rol daha iyi anlaşılır. Cenab-ı Allah Kur’an-ı Kerim’de, zekatların Allah’tan bir
farz olarak fakirlere, miskinlere, zekat işinde çalışanlara, kalpleri İslam’a ısındırılacak
olanlara, kölelere, borçlulara, yolculara, Allah yolunda olanlara ve yolda kalanlara
verilmesi gerektiğini bildiriyor.24
Bu ayetten de anlaşılmaktadır ki, daha çok toplumda ekonomik bakımdan
zorluk içinde olan gruplara zekat adı altında yardım edilmesi zorunluluğu getirilmektedir.
Ekonomik zorluklar içindeki bu gruplar; sıkıntıları giderilmediği takdirde toplumsal
huzursuzluklar çıkarma potansiyeli taşırlar. Bu da kin ve düşmanlıkların artmasına
sebep olur. Zekatın gerçekten bu muhtaç gruplara verilmesi onların kötülük yapma
ve toplumsal huzursuzluklar çıkarma niyetlerini ortadan kaldırır. Bu da toplumda
sevgi, saygı ve kardeşliğin oluşmasına katkı sağlar.
Zekat ile sevgi arasındaki bağlantı Razi tarafından da bir başka
açıdan ele alınmaktadır. Ona göre insanın fıtratında mal sevgisi bulunmaktadır.
Mal, güçlü olmaya bir vesile telakki edildiği için sevilmektedir. Çünkü güçlü olmak
da sevilen, kemal sıfatlardan birisidir. Ancak mal sevgisi ile sarhoş olmak, insanı
Allah sevgisinden uzaklaştırmaktadır. Şer’î hikmet, insanın elindeki malın bir kısmını
zekat olarak verme mükellefiyeti getirerek, insandaki mala karşı olan bu şiddetli
meyil ve sevgiyi kırmaktadır. Zekat emri, insanın mutluluğunun mal elde etmekle
meşgul olmakta değil, malı Allah rızası için harcamakla elde edileceğini göstermektedir.
Ayrıca zekat vermek, kalpteki dünya sevgisinin de ilacıdır.25
Razi’yi göre mal çokluğu, azgınlığa ve kalp katılığına yol açmaktadır.
Zekat emri ise bu azgınlığı azaltır, kalbi Allah rızasını kazanmaya sevkeder.26
E. Faizin Yasaklanmasının ve Zekatın Farz Kılınmasının Hikmetleri
İslam dininin faizi yasaklamasının altında yatan en önemli hikmetlerden
birisi, İslam’ın bir menfaat ve sömürü dini değil, bir yardımlaşma dini olmasıdır.
Faiz İslam’ın öngördüğü yardımlaşma düsturunu ortadan kaldırmaktadır. Faizle iş
yapan kişiler ve kurumlar, başkalarının emeklerini sömüren kişiler ve kurumlardır.
Oysaki Kur’an, çalışmanın şerefli bir şey olduğunu söyler. Konuyla ilgili ayette,
“Allah, alışverişi helal, faizi haram kılmıştır”27 buyurmaktadır. Alışveriş,
çalışma, ferdin manevi ve ruhî yüksekliğini gerektirirken, faiz, refah içinde yaşayan,
mütehakkim, malları elinde tutan ve çoğaltan, üstelik hiçbir çaba da sarfetmeyen,
iş yapmaktan uzak bir zümrenin türemesine sebep olur. Faizcilik, insanların güçlüğe
katlanıp, zararı göze almasına engel olur. Tüccar, elindeki malla ticaret yapması
neticesinde işini genişletir. Bazen kazanır, fakat kaybetme riski de vardır. Bazen
borçları ve kazançları dengeli olmayıp, iflasa da gidebilir. Fakat faiz, faizcinin
ve borçlunun devamlı ıztırabına yol açar28.
Said Nursi, Kur’an’da insanların en hırslısı olarak gösterilen29
ve zulme ve haram yemeye koşan kişiler olarak nitelendirilen30 Yahudilerin
banka tesis etmekle, bu hırs ve haram yemeyi somut hale getirdiklerini düşünür.
Ona göre, Yahudilerin dolap hilesiyle insanlığın sosyal hayatında çevirdikleri iki
müthiş genel prensipten birisinin bankaları kurmaları olduğunu söyler. Nursi, bankaları
tarif ederken, daha nice küresel krizlerden haber veriyor gibidir. Bankalar, Kur’an’ın
yasakladığı ve “riba” diye isimlendirdiği faizle çalışmaktadır. Faiz ise, Nursi’nin
dilinden, “insanlığın sosyal hayatını sarsan çalışmayı sermaye ile çarpıştırıp,
fukarayı zenginle çatışmaya sokan muzaaf ribadır” Bunun da kaynağı bankalardır.
Ona göre Yahudiler kurdukları bu bankalarda “hile ve hud’a ile” mal toplamaktadırlar31.
Bediüzzamana göre faiz tenbelliğe sevk eder, insanın çalışma şevkini,
isteğini söndürür. Faizle çalışan bankaların faydaları insanlığın en fena kısmı
olan zalimlere, sefihleredir. Bankalar İslam alemine mutlak zarardan başka bir şey
getirmez.32 Nursi’nin tahlilinde “zalim ve sefih” kavramları ön plana
çıkmaktadır. Zalim, hak ve hukuk dinlemeyen, adalet düşüncesine taşıyamayan, merhametsiz,
gaddar insanlara denmektedir. Sefih de ahlaksızlıkta sınır tanımayan, müsrif insanlara
denmektedir. Bu durumda, faizle iş yapan kimseler, çalışmadan gelir elde ettiklerinden
dolayı başkaların haklarını, emeklerini sömürmüş olmakla merhametsizlik yapmaktadırlar.
Çalışmadan elde edilen bir paranın çar çur edilmesi, ahlaksızlıkla, israf ile harcanması
ise sefahettir. Bu da çok kolaydır. Bu yüzden bankacılık sisteminden nemalanan kesim
zulüm ve sefahet üzerine kurulu bir düzende insafsız çarklarını işletmektedirler.
Zulüm ifadesi, bankacılık sisteminin, dolayısıyla faiz sisteminin ne kadar acımasız
ve gaddar olduğunu da göstermektedir. Gerçekten, sadece menfaat üzerine odaklanan
kapitalist zihniyetin, kendi şahsi menfaati için başkalarına zarar verme anlayışını
kendisine prensip haline getirdiği düşünülecek olursa, bankalardan aldıkları kredileri
geri ödeyemeyen milyarlarca insanın nasıl haciz yoluyla ellerindekilerinin de gittiği
ve tam bir fukara durumuna düştükleri gözler önündedir. Bu sistem, zorda olanlara
yardım etmek üzerine, yani “yardımlaşma” üzerine değil, zorda olanı ortadan kaldırma
vahşi düşüncesine göre hareket etmektedir. Bu yüzden faiz sistemini benimseyen toplumlarda
bankayla iş yapan insanların sıkıntıları bitmek şöyle dursun gün geçtikçe artar.
Bizim ülkemizde kredi kartlarından yaptıkları harcamaları geri ödeyememeleri yüzünden
hacizle karşı karşıya kalan milyonlarca insan vardır. Bunlar da gerçekten zor günler
yaşamaktadır.
Bediüzzaman’ın faizin sosyal hayatı sarsacak bir özelliğe sahip
olduğunu söylemesi de dikkat çekmektedir. Gerçekten son küresel krizin faturasını
büyük ölçüde çalışan kesim ödemektedir. Çünkü bankalar, kredi verdikleri kurum ve
şirketlerden alacaklarını en son haciz şeklinde tahsil etme yoluna girdiklerinden
bundan etkilenen birçok şirket ya kapanmakta, ya da işçilerini çıkarmak zorunda
kalmaktadır. Bu durum aileleri etkilemekte, aile içi huzursuzlukları artırmakta,
işsiz güçsüz kalan insanların başka meşru olmayan yollardan para elde etmeye çalışmasına
bile sebep olmaktadır. Zenginlerle işsiz kalarak gittikçe yoksullaşan ve bir de
zaten işsiz güçsüz olan kesim arasındaki uçurum gittikçe artmakta, bu da çatışma
potansiyelini tetikleyici bir unsur haline gelmektedir.
Nursi’nin bankacılık sisteminin İslam alemine mutlak zarar olduğunu
söylemesi de çok dikkat çekmektedir. Gerçekten de Türkiye gibi yüzde 90’ından fazlası
Müslüman olan bir ülkede bankacılık sisteminin suistimallere en açık kurumlar olduğu
görülmektedir. Ülkenin milyarlarca dolarlık milli serveti birileri tarafından hortumlanmıştır.
Sadece 28 Şubat sürecinde hortumlanan para, 50 milyar dolar civarındadır. Bu para,
Türkiye’deki işsizliği neredeyle ortadan kaldıracak kadar büyük bir paradır.
Nitekim Said Nursi, bankacılık ve faizcilik sistemindeki su-i istimallere
şu şekilde dikkat çekmektedir: Ona göre insanlığın siyasî ve sosyal hayatı birkaç
devri geçirmiştir. Bunlar da vahşet ve bedevîlik, memlûkiyet, esir, ecir, malikiyet
ve serbestiyet devridir. Vahşet devri dinlerle, hükümetlerle değiştirilmiş, yarı
medeniyet devri açılmıştır. Ancak insanlığın zekileri ve güçlüleri, insanların bir
kısmını abd ve memluk edinip, hayvan derecesine indirmişlerdir. Sonra bu köleler
de, uyanmışlar, gayrete gelmişler ve o devri “esir” devrine çevirmişlerdir. Yani,
kölelikten kurtulmuşlar ama “el hükmü lil galip” olan zalim prensibiyle yine insanların
güçlüleri, zayıflarına esir muamelesi yapmışlardır. Sonra, İhtilal-i Kebir gibi
çok inkılaplarla, o devir de ecir devrine inkılap etmiştir. Yani zenginler olan
havas tabakası, avâmı ve fukarayı ücret mukabilinde hizmetkâr haline getirmiş, yani
sermaye sahipleri işçileri, çalışanları, küçük bir ücret karşılığında çalıştırmışlardır.
Bu devirde, “sû-i istimâlât o dereceye vardı ki, bir sermâyedar,
kendi yerinde oturup, bankalar vasıtasıyla bir günde milyon kazandığı halde; biçare
işçi, sabahtan akşama kadar yer altında madenlerde çalışıp kût-u lâyemût derecesinde
on kuruşluk bir ücret kazanıyor. Şu hal, müthiş bir kin, bir iğbirar verdi ki, avâm
tabakası havâssa îlân-ı isyan etti. Şu asrın tâbiriyle, sosyalistlik, bolşeviklik
sûretinde, evvel Rusya’yı zîr ü zeber edip, geçen Harb-i Umûmiden istifade ederek,
her yerde kök saldılar. Şu bolşevizim perdesi altındaki kıyâm-ı avâm, havâssa karşı
bir kin ve bir tezyif fikrini verdiğinden, büyüklere, havâssa âit medar-ı şeref
her şeyi kırmak için bir cesaret vermiştir33”.
Said Nursi’nin buradaki analizi, bugün bir çok dünya ülkesinde etkili
olan kapitalist sisteme yöneltilen kuvvetli dayanakları olan önemli bir eleştiri
olarak kabul edilmelidir. Bu eleştiri yapılırken kapitalizmin ne olduğu da açıklanmaktadır.
Bu sistemde üretim ve dağıtım işini yapan fabrika, teknoloji ve taşımacılık çok
küçük bir azınlığın elindedir. Buna kapitalist sınıf, ya da sermaye sınıfı denmektedir.
İnsanların büyük bir ekseriyeti ise bir miktar ücret veya maaş için, kendi yeteneklerini
ve becerilerini satan, “working class” diye isimlendirilen çalışan, ücretli kesimdir.
Bunlara işçi sınıfı da denmektedir. Bu sınıf üretime katkıda bulunan ama kâr için
çalışmayan bir sınıftır. Kârı elde eden sermaye sahipleridir. İşte hak ettiği ücreti,
maaşı kendisine verilmeyen işçi sınıfı ile, çalışan sınıf ile, ya da hiç iş bulamayan
işsiz kimseler ile sermaye sahipleri arasındaki uçurum, çatışma potansiyeli oluşturmaktadır.
Dünyada meydana gelen ihtilallerin büyük çoğunluğunun sebebi de budur. Sosyalist
ve komünist oluşumların kapitalizmin bu açığından yararlanarak kendisine taraftar
bulduğu, birçok ülkede ise anarşiyi beslediği görülmektedir. İşte kapitalist sistemin
bütün dünyada dayattığı faiz sistemi, toplumdaki zenginler, fakir ve çalışan sınıf
arasındaki uçurumun daha artmasına sebep olmaktadır. Çünkü bu sistem, sıkıntıda
olana yardım etmeyi değil, onu daha da sıkıntılı, isyan edici hale getirmektedir.
Çünkü Batı medeniyetinde bir taraftan teknolojik ilerlemeler artarken, diğer taraftan
insanın da dinsiz felsefenin empoze ettiği “bencilliği, bireyselciliği, faydacılığı”
artmakta, hatta kendi faydası için başkasına zarar vermeye bile sebep olabilmektedir34.
F. Çözüm Önerisi
Kapitalist sistemin temel dayanaklarından olan bankalar, başkasına
fayda verme, yardım etme esasına göre değil, başkasının emeğini sömürme üzerine
kurulmuş sistemlerdir. Bu yüzden Nursi, faizin sadece Müslümanların krizlere düşmemesi
için değil, insanlığın da krizlerden kurtulması için yasaklanması gerektiği üzerinde
durur. Onun bu konudaki tespitleri gerçekten çok dikkat çekicidir:
Ona göre bütün ihtilallerin, fesatların madeni, rezillik ve kötülüklerin
kaynağı iki cümledir: Bunlardan birisi “Ben tok olsam, başkalar açlıktan ölse, neme
lazım” cümlesidir. Diğeri ise “Rahatım için zahmet çek. Sen çalış ben yiyeyim. Benden
yemek, senden emekler” cümlesidir. Birinci cümlenin meydana getirdiği hastalık ancak
zekat ile tedavi edilebilir. İkinci cümlenin sebep olacağı sıkıntıların kökünü kesecek
olan da faizin yasaklanmasıdır. Nursi, bunun insanlar için zaruret olduğuna dikkat
çekerek şöyle der: “Beşer salah isterse, hayatını severse, zekatı vaz’ etmeli, ribayı
kaldırmalı”35. İnsanlığın bu iki düsturu
dinlememesi yüzünden İkinci Dünya Savaşıyla bir sille yediğini ifade eden Nursi,
“Daha müthişini yemeden bu emri dinlemeli” demektedir.36
Nursi’nin buradaki “beşeriyet” vurgusu, faizin global ölçekte meydana
getirdiği ve getireceği tahriplere dikkat çekmektedir. Nursi, bir başka ifadesinde
“medeniyetin bütün hayır kuruluşlarıyla, zorba sistemleriyle, bütün ahlaki eğitim
veren müesseseleriyle, Kur’an’ın bu iki meselesine karşı muaraza edemeyip mağlup
olduğunu ifade etmektedir.37 Bu son küresel kriz bu mağlubiyetin en son
ve korkutucu örneğini oluşturmaktadır.
Bu küresel krizin de nedeni olan faize dayanan bankacılık sistemi,
insanlığın sosyal, ekonomik ve aile hayatına büyük darbeler indirmektedir.
Bir diğer ifadeyle Said Nursi, insanlığın başına gelen felaketlerin
en önemli sebebinin faizin yaygınlaşması ve zekatın terk edilmesi olduğunu söylemektedir.
Bu iki hususu, “müthiş maraz-ı içtimâî” olarak nitelendiren Bediüzzaman, bu hastalığı
tedavi edecek olan tek çârenin de, “zekatın bir düstur-u umumî suretinde icrası”
ve faizin yasaklanması olduğunu dile getirmektedir. Ona göre değil yalnız fertlerde
ve hususî cemaatlerde, belki “umum nev-i beşerin saadet-i hayatı için en mühim bir
rükün, belki devam-ı hayat-ı insaniye için en mühim bir direk zekattır” diyerek,
faizin yasak edilmesinin ve zekatının bir genel prensip olarak kabul edilmesinin
insanlığın mutluluğu ve hayatının devamı için en lüzumlu iki araç olduğuna dikkat
çekmektedir. Burada Nursi’nin insanlığa İslam’ın ışığında bir çözüm önerisi sunduğunu
görmekteyiz. Buradan anlaşılmaktadır ki, İslam ülkelerinde faizin yasak olması ve
zekatın yaygınlaşması sınıflar arasındaki çatışma potansiyelini engellediği gibi,
dünyanın her yerindeki Müslüman olmayan halkların bile bu iki prensibi uygulamasıyla
felaket ve sıkıntıları ortadan kalkacaktır. Bu da, hükümleri akla ve ilme uygun
olan İslam’ın insanlık tarafından zorunlu olarak dünyada uygulanmasının işaretleridir.
Bir toplum belki mümin olmayabilir. Ama İslam’a taraftar olup, onun getirdiği çareleri
toplumsal ve bireysel hayatta kullanarak gayr-i mümin bir Müslim olmuş olur. Said
Nursi bu önerisini getirirken de nedenlerini dile getirmektedir. Çünkü bütün insanların
yaşadığı yerlerde “havas ve avam” iki tabaka vardır. Yani zengin sermaye sahipleri
ile yoksul ya da çalışan ve çok az ücret alan kesim. Havastan avama merhamet ve
ihsan; avamdan havassa karşı hürmet ve itaati temin edecek, zekattır. Yoksa yukarıdan
avamın başına zulüm ve tahakküm iner; avamdan zenginlere karşı kin ve isyan çıkar.
İki insanlık tabakası, daimi bir manevî mücadelede, bir ihtilaf keşmekeşinde bulunur.
Rusya’da olduğu gibi emek-sermaye çatışmasına kadar iş gelir dayanır.38
Bediüzzaman, İşaratü’l-İ’caz isimli tefsirinde ise, zekatın uygulanmamasının
insanlık alemini zelzelelere maruz bırakmakla yıkılmaya yaklaştırdığını, faizin
yaygınlaşmasının da insanlık nevini umumi felaketlere sürüklediğini, Bolşevikliğe
sürüklediğini, terakki ve asayişi mahvettiğini dile getirerek bu durumun ancak zekat
ile ve faizin yasaklanmasıyla ortadan kalkacağını ifade eder. Mektubat’ta yer alan
ifadeleri biraz daha açan Nursi, burada sosyal hayatın hayatını koruyan intizamın
en büyük şartının, insanların tabakaları arasında boşluk kalmaması olduğunu, havas
ile avamının irtibatlarını kesmemeleri gerektiğini, bu tabakalar arasında irtibatı
sağlayan şeyin de zekat ve (muavenet) yardımlaşma olduğunu ifade etmektedir. Zekat
ve faizin yasaklanmasına riayet edilmediğinden tabakalar arasının gittikçe gerginleşeceğini,
aralarındaki sıla-i rahmin, irtibatın kopacağını bildiren Nursi’ye göre, avamdan
havassa hürmet, itaat, muhabbet yerine, ihtilal, hased, kin ve nefret çıkar. Aynı
şekilde yüksek tabakadan aşağı tabakaya merhamet, ihsan, taltif yerine, zulüm, tahakküm
ve tahkirler yağar. Havas tabakasındaki meziyetler, tevazu ve şefkate sebep iken,
kibir ve gurura sebep olmaktadır. Fakirlerdeki acz, fakirlik, ihsan ve merhameti
gerektirken, esaret ve sefilliği netice veriyor. Medeni dünya da bunun en büyük
şahididir. Bu yüzden tabakalar arasındaki barışın sağlanması, zekatın toplumsal
hayat tarafından “yüksek bir düstur” haline getirilmesiyle mümkündür.39
Sonuç
Küresel kriz, faiz sistemiyle çalışan bankaların ve finans sektörlerinin
suistimalleriyle ortaya çıkmıştır. Bu suistimal de menfaatin ön plana çıkmasından,
daha fazla kazanma hırsından kaynaklanmaktadır. Bu krizler, bir taraftan dünya ölçeğinde
yüz milyonlarca insanın işsizler kervanına katılmasına, bir o kadarının yarım ücretle
çalışmasına sebep olmuştur. Bu durum dünyanın birçok yerinde hem sosyal, hem de
ailevi sorunların derinleşmesine, boşanmaların artmasına, insanların meşru olmayan
yollardan kazanç elde etmeye çalışmasına sebep olmaktadır. Bu durumda sosyal çalkantıların,
anarşi ve kaosun önlenmesi, ailevi huzursuzlukların bitirilmesi için Nursi, Kur’an
ve hadisleri referans alarak zekatın genel bir prensip olarak uygulanmasını ve faizin
yasak edilmesini önermektedir. Toplu yaşamak zorunda kalan insanların yaşadıkları
toplumlarda insanlar arasındaki gelir farklılığı her zaman olacaktır. Bunun zekatın
sembolize ettiği yardımlaşma ile önlemek mümkündür. İnsanların bir kısmının çalışıp
bir kısmının da çalışan sınıfın emeğini sömürerek arada büyük bir gelir uçurumunun
oluşmasını da ancak faizin yasaklanmasıyla önlemek mümkündür. Zekat Müslüman olmayan
toplumlarda dini bir vecibe olarak değil, sosyal yardımlaşmanın ideal bir formu
olarak uygulanabilirliğe sahip bir müessesedir. İslam toplumlarında ise, dini bir
vecibe olarak uygulanmalıdır. Bazı mallardan 40’ta bir, bazı mallardan
10’da bir nispetinde alınacak bir para, adına zekat denmese dahi, eğer gelir düzeyi
düşük ve yoksul insanlar için harcanacak bir fona dönüştürülebilse, insanlığın en
büyük buhranlarından birisi önlenmiş olur. Diğer taraftan faiz için de aynı şeyi
söylemek mümkündür. Faiz, Müslüman toplumlarda dini bir vecibe olarak ekonomik hayattan
çıkarıldığı, Müslüman olmayan toplumlarda da sömürüyü engelleyecek ideal bir prensip
olarak uygulandığı zaman zenginler ile fakirler arasındaki, çalışanlar ile sermaye
sahipleri arasındaki uçurum ortadan kaldırılacaktır. İnsanların birbirlerine güveneceği
bir ortamda, İslam’ın öngördüğü gibi faizsiz borç verme sistemi, sadaka anlayışı
ile işlerlik kazanmalı, borcunu gerçekten ödeyemeyenlere ise zekat verilerek toplumdaki
gelir dağılımındaki dengesizlik ortadan kaldırılmalıdır. Bu bağlamda Kur’an’ın zekat
verilecekler arasında borçluları da zikretmesi40 anlamlı bir vurgudur. Böyle bir
uygulamayı yapacak olan da toplumun fertleridir, ya da hayır kurumlarıdır. İnsanlar
arasındaki güven, inancın kuvvetlenmesiyle tekrar sağlandığı takdirde, kredi kartından
mağdur olup evine haciz gelen ve ailesi dağılan insanlar büyük nisbette azalacak,
bu da toplumsal huzur ve barışın sağlanmasına katkı sağlayacaktır.
Öz
Küresel kriz, faiz sistemiyle çalışan bankaların ve finans sektörlerinin
suistimalleriyle ortaya çıkmıştır. Bu suistimal de menfaatin ön plana çıkmasından,
daha fazla kazanma hırsından kaynaklanmaktadır. Bu krizler, bir taraftan dünya ölçeğinde
yüz milyonlarca insanın işsizler kervanına katılmasına, bir o kadarının yarım ücretle
çalışmasına sebep olmuştur. Bu durum dünyanın birçok yerinde hem sosyal, hem de
ailevi sorunların derinleşmesine yol açmıştır. Bu makalede bu krize neden olan sebeplerden
en önemlisi olan faizin cahiliye devrinden itibaren nasıl krizlere yol açtığı gözler
önüne serilmekte, bu problemin ortadan kaldırılması yolunda İslami bir prensip olarak
zekatın önemi vurgulanmakta ve toplumsal barış ve huzur için bu prensiplerin önemine
değinilmektedir.
Anahtar Kelimeler: Küresel kriz, faiz, bankacılık, zekat
Abstract
Global crisis has emerged through the abusements of banks and finance
sector working with the system of interests. This is caused by rising to the fore
in the profit and the ambition to earn more. This crisis cause to hundreds of millions
of people unemployed or cause that has been working with the half-fee in the worldwide.
This situation caused deepening of social and family problems in many parts of the
world. In this article, how the interest has caused to the crisis since pre-Islamic
age of ignorance (jahiliyya) is revealed in addition alms the importance of alms
as an Islamic principle is being highlighted to eliminate this problem and finally
it is touched on to the importance of principles for social peace.
Key Words: global crisis, interest, banking, alms
Dipnotlar
1- Sırma, İhsan Süreyya, “Asr-ı Saadet Öncesinde Mekke Toplumu”,
Bütün Yönleriyle Asr-ı Saadet, Beyan Yayınları, İstanbul, 1994, C.1, s.121-122.
2- Mutaffifîn, 83/1-6.
3- Razi, Fahruddîn, Mefâtihu’l-Gayb,
www.Altafsir.com; Kurtubî, Ebu Abdillah, Muhammed.
b. Ahmed, el Cami’ fi Ahkâmi’l-Kur’ân, www.Altafsir.com.
4- İmam-ı Malik, Muvatta’, Çağrı Yayınları, İstanbul, 1981,
Kitabu’l-Buyu’, (39), 81, s. 672.
5- Rum, 30/39.
6- Kurtubî, Ebu Abdillah, Muhammed. b. Ahmed, el Cami’ fi Ahkâmi’l-Kur’ân,
www.Altafsir.com; Elmalılı, Muhammed Hamdi
Yazır, Hak Dini Kur’an Dili, Zehraveyn, Tarihsiz, C.6, s.259-260.
7- Razi, Fahruddîn, Mefâtihu’l-Gayb,
www.Altafsir.com
8- Nisa, 4/29.
9- Yazır, Muhammed Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, C.2, s.422.
10- Bakara, 2/275-279
11- Es Sicistanî, sünen, Kitabu’l-Buyu’/ 5.
12- El Buharî, Ebu Abdullah Muhammed b.Ebi’l-Hasen, Sahih, Çağrı
Yayınları, İstanbul, 1981, Kitabu’l-Buyu’/79.
13- En-Neseî, Ebu Abdurrahman Ahmed, Sünen, Çağrı Yayınları,
İstanbul, 1981, Kitabu’l-Buyu’,42.
14- Müslim, Ebu’l-Huseyin, Sahih, Çağrı Yayınları, İstanbul,
1981, Müsâkat, 80.
15- Malik, Muvatta, Kitabu’l-Buyu’, (16) 34.
16- Buharî, Vekâle,11.
17- Müslim, Müsakat, 25; Ebu Dâvud, Büyû 4; Tirmizî, Büyû 2;
İbnu Mâce, Ticârât, 58.
18- Ebu Dâvud, Büyû 3; Nesâî, Büyû 2,; İbnu Mâce, Ticârât 58.
19- Bakara: 2/ 3, 43, 110, 177, 277.; Nisa: 4/ 77, 162; Maide:
5/ 12, 55.; A’raf: 7/ 56.; Tevbe: 9/ 5, 11, 18, 71.
20- Taberi, Camiu’l-Beyan, I, 257. Taberi, Arapların “zeke’z-zer’u”
demekle, ekinin çoğaldığını, “Zeketi’n-nafakatü” demekle, nafakanın çoğaldığını,
“zeke’l-ferdü” demekle de bir kimsenin evlenerek çoğaldığını kastettiklerini bildiriyor.
Kurtubi de, zekatın “malın çıkarılması” ve “övgü” anlamlarına geldiğine işaret ediyor.
Kurtubi, el-Cami li ahkami’l-Kur’an, I, 343. Lisanü’l-Arab’da ise zekatla ilgili
benzer bilgiler verildikten sonra zekatın tarifi yapılmaktadır. Buna göre zekat,
zengin sayılan bir Müslümanın sahip olduğu mallarının muayyen bir miktarını, muayyen
bir zaman sonra İslam’ın tarifine göre, hak kazanmış olan Müslümanlara, Allah’ın
emrini yerine getirmek için vermekten ibarettir. İbn-i Manzur, Lisanü’l-Arab, XIV,
“ze- kâ” maddesi, 358-359. Ayrıca zekatla ilgili bkz: el- Cevherì, Sıhah, VI, “zekâ”
maddesi, s. 2368. Ayrıca Arapça İslam Ansiklopedisinde Joseph J. Schact, Fatır suresi
29’uncu ayete dayanarak zekatın Yahudilerdeki kullanımından alındığını iddia etmektedir.
Joseph J. Schact, Dairetü’l-Maarifi’l-İslamiyye, X, “zekât” maddesi, tarihsiz, yayın
yeri yok, 356. Bu iddiaya aynı ansiklopedi içinde Yusuf el Kardavi tarafından cevap
verilmektedir. Bkz: Yusuf el Kardavi, Dairetü’l-Maarifi’l-İslamiyye, “zekât” maddesi,
362-367.
21- Razi, Mefatihu’l-Gayb, III, 44-45.
22- Muhammed Abduh, Tefsirü’l-Menar, I, 422.
23- Zekatla ilgili daha geniş bilgiler için bkz: Dr. Ali Özek,
Dr. Hayreddin Karaman vd., İbadet ve Müessese Olarak Zekat, İslami İlimler Araştırma
Vakfı Yayınları, İstanbul, 1984.; Yusuf el-Kardavì, Fıkhü’z-Zekat, Müessesetü’r-Risale,
Beyrut Tarihsiz, Beyrut, tarihsiz, (iki cilt).; Said Havva, Hadislerle İbadet Ansiklopedisi,
çev: M. Ahmet Varol, Orhan Aktepe vd.. İstanbul, 1985, (sekiz cilt).
24- Tevbe: 9/ 60.; Bu ayetin tefsiri ile ilgili bkz: Taberi,
Camiu’l-Beyan, XIV, 308-309.; Kurtubi, el Cami li Ahkami’l-Kur’an, VIII, 168.; Ebu
Cafer Muhammed b. Hasan et-Tusì, et-Tıbyan fi Tefsiri’l-Kur’an, V, 243-244.; Abduh,
Menar, X, 490-492.; Muhammed Tantavì, et-Tefsirü’l- Vasit, li Kur’ani’l-Kerim, Darü’n-Nahdetü
Mısr litteba’a ve’n-Neşr ve’t-Tevzi’, Kahire, 1998, VI, 325.; Vehbe Zuhaylì, el-Münìr,
X, 259.; Celal Yıldırım, İlmin Işığında Asrın Kur’an Tefsiri, V, 2527.
25- Razi, Mefatihü’l-Gayb, XVI, 100, 101.
26- Razi, Mefatihü’l-Gayb, XVI, 101. Bu konuda ayrıca bkz: Zuhaylì,
Münir, X, 278. Yusuf el Kardavì, Fıkhü’z-Zekat, II, 857-871.
27- Bakara, 2/275.
28- A. Tabbara, Afif, İlmin Işığında İslamiyet, çev. Mustafa
Öz, Kalem Yayıncılık, İstanbul, 1981, s. 352.
29- Bakara, 2/96.
30- Maide, 5/62.
31- Nursi, Bediüzzaman Said, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul,
2002, s. 366.
32- Nursi, Sözler, s. 670.
33- Nursi, Mektubat, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2002, s.
353.
34- Nursi, Sözler, s.122.
35- Nursi, A.g.e, s. 648.
36- Nursi, A.g.e, s. 649.
37- Nursi, A.g.e, s. 372.
38- Nursi, Mektubat, Sözler Yayınevi, İstanbul, 1979, s. 252.
39- Nursi, İşârâtu’l-İ’caz, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, 2001,s.
49.
40- Tevbe, 9/60