Bediüzzaman and Democratic Society Vision

A. Bediüzzaman’ın Demokrasi Hakkındaki Fikirlerinin Önemi Nedir?

1. Bediüzzaman ülkemizde demokrasi tartışmalarının başladığı
ve yoğunlaştığı dönemde; yani Osmanlı Devleti’nin son döneminde “mahreç” payesine
sahip bir “medrese hocası”dır. Unvanı, bugünkü bilinen akademik tasnifteki yakın
karşılığıyla ordinaryüs profesördür. Bu dönemde hayatının önemli kısmını önce mahallî
bir kültürel merkez olan Van’da, ardından başkent İstanbul’da ve sonrasında da başkent
Ankara’da geçirmiştir.

Dolayısıyla bu konu hakkında yazıp söyledikleri öncelikle bu sebeple
önemlidir.

2. Bediüzzaman, kavrama bugün yüklenen anlamıyla bir “din
âlimi” değildir. Gözleme dayalı sosyal bilimlerde ve kitabî fen bilimlerinde uzman
olduğu gibi geleneksel din ilimlerine de sahiptir. Daha önemlisi bunları birbiriyle
kaynaştırabilmiştir. Güncel tabirle “multidisipliner” çalışmıştır.

Dolayısıyla bu konuda yazıp söyledikleri bu yönden de önemlidir.

3. Bediüzzaman, sosyal bilimler ve siyaset bilimi alanında
gelenekçi değil, yenilikçidir. Ancak bu yenilikçilik, “yeni bir şey ihdas etme”
anlamında değil, vahiy ve sünnet ortamı ile çağ arasında doğrudan bağ kurarak “çağı
yenileme” biçimindedir. Bediüzzaman Asr-ı Saadeti bugüne ve bugünü de kıyamete bağlamaktadır.
Bu sebeple o, hilafetin saltanata inkılâp ettiği tarihten son yüzyıla kadar geçen
yaklaşık bin yıllık tarihî süreci atlayıp ahirzaman ile Asr-ı Saadet arasında bağ
kurmakta ve iddialarının delillerini de oradan getirmektedir.

Bu sebeple, Bediüzzaman’ın söyledikleri, kendinden öncekilerin ve
çağdaşlarının söylediklerine “nazaran” yenidir. Ama aslında vahyi ve sünneti tekrar
etmektedir ve bu sebeple fikriyatının kökü derinlerdedir. Yine bu kaynak nedeniyle
de Bediüzzaman fevkalade derinlikli ve orijinal bir adalet düşüncesine ve devlet
felsefesine sahiptir.

4. Bediüzzaman, şahsı itibariyle, gerek milliyeti ve gerek
dinî pozisyonu sebebiyle, demokratik toplumun önemli yapıtaşlarından olan çoğulculuk
kavramı ile doğrudan ilişkili bir statüdedir. Antidemokratik militarist totalitarizmin
yapısal ilgi alanındaki kitlelerin içinden çıkmıştır. Anadilinin Kürtçe olması ve
bu manada Kürt olması, bugün ve gelecekte demokrasi ve demokratikleşme gibi konularda
söylediklerini özellikle önemli hale getirmektedir.

Bu zaviyeden bakıldığında, demokratik toplum tasavvuru hakkında,
çağdaşı durumundaki aydınlardan ziyade Bediüzzaman’ın söyledikleri önemlidir.

5. Bediüzzaman sadece “kendisi” değildir. Bediüzzaman, bir
külliyatın ve o külliyatı okuyan, neşreden ve şerh edenlerle kendisini gösteren
ve böylece yaşayan kültürün adıdır. Onun söyledikleri, tevillerle bozulamayacak
ve eğilip bükülemeyecek kadar nettir. Bilhassa bu hususlarda kendi sağlığında gizli
kalmış ve yayınlanmamış hiçbir fikri yoktur.

Bu sebeple, Bediüzzaman’ı kendi müktesebatıyla sınırlandırarak değerlendiren
bazı yarı aydınların kendi çıkarımlarına göre talebelerinden farklı düşündüğüne
inandıkları Bediüzzaman tasavvuru üzerine kurguladıkları, “talebelerinin Bediüzzaman’ı
anlamadığı” şeklindeki iddialarının bir geçerliliği yoktur. Metne ve yazısız kültüre
sadakatten kaynaklanan şerh kabiliyeti tartışmasız bir hakikattir. Gazete ve dergilerle
ortaya konulmuş olan bu kırk yıllık gelenek, Bediüzzaman’ın anlaşılmasını kolaylaştıracak
bir unsurdur.

6. Daha da önemlisi, Bediüzzaman’ın nasihatteki muhatapları
ile arasında iletişim bozukluğuna sebep olan önyargılar da önemli ölçüde kalkmıştır.
Sözgelimi demokrasiyi “şeytanın krallığı” olarak ilan eden sun’i siyasi gelenek
yıkılmıştır. Ya da “siyaset size yasak değil mi” diyerek Bediüzzaman’ın söylediklerini
dahi görmezden gelen siyasi muhaliflerin çoğu artık insafa gelmiştir.

B. Demokrasi ile Hürriyetin İlişkisi Nedir?

1. Demokrasi insanı insan yapan temel değerlerden biri olan
hürriyeti ile ilgilidir. Hürriyeti sağlayan toplumsal yöntemin adıdır denebilir.
Bediüzzaman ise hürriyeti dinî bir temel üzerinde kurgulamaktadır.

“Aklı olmayanın dini yoktur” hükmünce, dinî teklif için akıl ve
aklı kullanabilme yeteneği manasında hürriyet şarttır. İşte Bediüzzaman; akıl, hürriyet
ve din arasındaki bu doğrusal ilişkiyi teorik bir temele oturtmaktadır. Allah’a
hakkıyla kul olanı padişahın hizmetkârına benzetmekte ve “bir padişahın doğru bir
hizmetkârı, bir çobanın tahakkümüne tezellül etmez. Bir biçareye tahakküme dahi
o hizmetkâr tenezzül etmez. Demek iman ne kadar mükemmel olursa, o derece hürriyet
parlar. İşte Asr-ı Saadet” demektedir. (Münazarat, s. 59.)

2. Aynı şekilde Bediüzzaman iman ile ihlas ve samimiyet arasındaki
bağı da hürriyet üzerinden kurmaktadır. Hürriyet içinde kabul edilen iman esasları
ve hürriyet içinde yaşanan İslam prensipleri hakiki İslamiyet’i ve İslamiyet’e layık
insaniyeti ifade eder.

Devlet karşısında hür olmakla nefis karşısında hür olmak arasındaki
ilişki ve fark da önemlidir. Devletin esareti altına girmemek için çalışıp çabalayıp
bu hürriyeti elde ettikten sonra bu kere yeniden nefsin esareti altına girmemek
gerekir.

Nitekim nefsinin esareti altına giren bireyler, bu kere de devletin
başka türden bir esaret uygulamasına muhatap olurlar. Sefahet sebebiyle hacir altına
alınmak (şahsiyetini, malını ve hakkını muhafaza edemeyen kişinin mahkemece kısıtlanarak
hürriyetinin alınması) bunlardan sadece biridir.

Zira hürriyet, kişinin sadece başkasına değil, kendi kendisine zarar
vermemesini de gerektirir. Aksi halde kötüye kullanılıyor demektir. Bir hakkın kötüye
kullanılması hiç kimse için bir hak değildir.

Bu sebeple Bediüzzaman, “insanlar (özellikle bu çağın bir gereği
olarak) hür oldular, ama [hâlâ] abdullahtırlar” demektedir. Abdullah olmak, demokrasinin
ilahî, vicdanî ve insanî yani fıtrî sınırıdır.

C. Demokrasinin Aşamaları ve Basamakları Nelerdir?

Demokrasi önce insanın zihnine, sonra bireysel ilişkilerine ve sonra
da toplumsal ilişkilere hâkim olmalıdır. Zira özgürce muhalif düşünebilme yeteneği
anlamında demokrasi ve meşveret ihtiyacı sadece resmî toplum denen devlet için değil,
bütün dünyevî toplumlar için geçerlidir.

1. İnsanın kendi içinde demokrasiye sahip olması, kendi kendisini
sorgulayıp çek edebilmesi demektir. Kendini beğenen insanlar bu sebeple gerçekten
demokrat olamazlar. Eleştiriye açık ve demokrat kişiler ise önce kendi kendilerini
denetleyebilirler.

Ayrıca, insanın, başkalarının yapıcı eleştirilerini beklemeden önce
kendi kendisini içsel eleştiriye tabi tutması gerekir. Bu sebeple “akıllı insan
kendisini önce kendisinden sorar” denilmiştir.

2. İnsanın bireysel ilişkilerinde demokrasi, tekliflerinde
inatçı ve ısrarcı olmaması ile ilgilidir. Zaten özgüveni yüksek insanlar baskıcı
hırçınlığa değil, demokratik hoşgörüye meyillidirler.

Kişinin itikadını “savunması” ya da hakkını araması ise elbette
demokrasiye muhalif değildir, aksine demokrasinin teminatı altındadır.

3. Demokrasinin toplumsal ilişkilere hâkim olması ise çeşitli
toplum katmanlarının süreklilik için ihtiyaç duyduğu karar mekanizmalarının demokratik
işleyişe sahip olmasıdır. Ailede, okulda, işyerinde ve sair tüm grup yapılarında
yönetilenin yönetimde söz sahibi olması ve giderek grubun kendi kendisini yönetmesi,
bu yönetimin meşruiyetinin ve muvaffakiyetinin teminatıdır. “Malikiyet ve serbestiyet”
devri de bunu zorunlu kılmaktadır. (Bkz. Mektubat, s. 353.)

4. Bu aşamalardan sonradır ki demokrasi en kuşatıcı toplumsal
yapı durumundaki devlet için de geçerli olabilir ve varlığı bir mana ifade edebilir.
Aksi halde devlet, demokrasi oyunu oynayan bir avuç ilgili ve yetkilinin elinde
bir araç ve hatta oyuncak olarak kalır.

Devletin demokrasisi de bazı basamaklardan çıkılarak olgunlaşır.

Demokrasi öncelikle mutlakıyetin zıddı ve alternatifi anlamında
meşrutiyettir. Bu manada demokrasi, yönetimin kayıt ve şartlarla “meşrut” yani şartlandırılmış
(şartlara bağlanmış olmak anlamında “sınırlandırılmış”) olmasıdır. Yönetimin kayıt
ve şartlarla meşrut olması, yönetenin denetlenmesini sağlar ve keyfiliği önler.
Bu, mümkündür ve gereklidir.

5. Meşrutiyet öncelikle kanun hâkimiyeti anlamına gelir.
Zira meşrutiyet anayasalı rejimin adıdır. Padişah, mutlakıyetten vazgeçerek, kendi
mutlak otoritesinin kendisine sağladığı yetkiyi, yine kendi yazdığı ve yürürlüğe
koyduğu anayasa eliyle sınırlayarak, meşrut ve kayıtlı bir yönetim sergileme sözü
verir.

Padişah bu anayasa ile bir kısım yetkilerini seçilmiş bir meclise
devreder. Bu meclis bu günkü adıyla milletin vekillerinin oluşturduğu bir meclistir.
Eski adıyla ise, halkın, padişahın çevresine halka olmak üzere yani onu sınırlandırmak,
yönlendirmek ve denetlemek üzere seçip gönderdiği (ba’settiği) mebuslardan oluşur.

Böylece devlet iktidarı mutlak otoritenin elinden çıkar, mutlakıyet
biter. Otorite kayıt ve şartlarla sınırlanır ve meşrut olur, meşrutiyet başlar.
Bu durum, bir manada da olsa iktidarın meşruiyetinin kaynağını ilahî ve semavî olmaktan
çıkarıp arzîleştirmek ve dolayısıyla yine bir manada halka vermek demektir.

Bu durum, aynı zamanda, meşrutiyeti ve dolayısıyla demokrasiyi içi
boş ve rengi belirsiz bir ideolojiye dönüştürür. Zira göksel yeteneklere ve yetkilere
sahip olduğu artık varsayılmayan padişahın ve elitlerin gücünü seçmen sınırlayacak
ve meşrutiyetin içini de dolaylı biçimde seçmen dolduracaktır. Deyim yerindeyse
demokrasiye geçildiğinde devletin rengini artık saraylı ya da elitler şeklinde adlandırılan
imtiyazlı bir zümre değil, halk belirleyecektir.

6. Bediüzzaman’ın meşrutiyetçi olduğu yolundaki bilgi ve
ön kabul iki yönden eksiktir.

Birinci eksiklik tarihsellikle ilgilidir. Şöyle ki; meşrutiyetin
iki manası vardır: Birinci manada meşrutiyet, demokratik hürriyetçi devlet yapısının
uygulandığı bir yönetim biçiminin adıdır. İkinci manada ise meşrutiyet bir tarihî
dönemin adını ifade eder. İşte bu manada meşrutiyetçilik Bediüzzaman’a dar gelir.
Zira o sadece dönemsel olarak değil, prensip olarak meşrutiyetçidir.

İkinci eksiklik demokrasi ile cumhuriyet arasındaki fark ile ilgilidir.
Şöyle ki; Bediüzzaman sadece meşrutiyetçi değil, aynı zamanda cumhuriyetçidir. Yani
(padişah+meclis=meşrutiyet) formülüne taraftar değildir. Onun yerine (halk+meclis=cumhuriyet)
formülünü benimser. Hem padişahçı hem cumhuriyetçi olunamayacağını ise genç yaşta
ve erken vakitte anlamıştır.

Hilafetin saltanata dönüşmesinin İslam tarihinin önemli kırılma
noktalarından biri olduğunu açıklarken aslında buna işaret etmektedir: “İmam-ı Ali’nin
Vak’a-i Sıffin’de Hazret-i Muaviye’nin taraftarlarıyla muharebesi ise, hilâfet ve
saltanatın muharebesidir” (Mektubat, s. 58.)

Ayrıca, cumhuriyetçiliğin Osmanlı’da geniş kitleler tarafından tartışılmakta
olmadığı 1800’lerin sonlarında, henüz on beş-on altı yaşlarında iken, inzivaya çekildiğinde
kendisine gelen çorbayı karıncalarla paylaşmasının sebebini, dikkat edilirse, onların
meşrutiyetçiliğine değil, cumhuriyetçiliğine bağlamaktadır:

“Eskişehir Mahkemesi’nde gizli kalmış, resmen zapta geçmemiş ve
müdafaatımda dahi yazılmamış bir eski hatırayı ve latîf bir vakıa-i müdafaayı beyan
ediyorum.

“Orada benden sordular ki: ‘Cumhuriyet hakkında fikrin nedir?’

“Ben de dedim: Eskişehir Mahkeme reisinden başka, daha sizler dünyaya
gelmeden, ben dindar bir cumhuriyetçi olduğumu elinizdeki tarihçe-i hayatım ispat
eder. Hulasası şudur ki: O zaman, şimdiki gibi, halî bir türbe kubbesinde inzivada
idim. Bana çorba geliyordu; ben de tanelerini karıncalara verirdim, ekmeğimi onun
suyu ile yerdim. İşitenler benden soruyordular; ben de derdim: ‘Bu karınca ve arı
milletleri, cumhuriyetçidirler. O cumhuriyetperverliklerine hürmeten, tanelerini
karıncalara verirdim’.” (Tarihçe-i Hayat, s. 357.)

Bu cevabın daha tafsilatlı olduğu diğer bir yerde ise açıklama şu
şekildedir:

“Neden dolayı taneleri karıncalara veriyorsun? denildiğinde, ‘Bunlarda
hayat-ı içtimaiyeye malikiyet ve fevkalade vazifeşinaslık ve çalışma bulunduğunu
müşahede ettiğim için, cumhuriyetperverliklerine mükafaten kendilerine muavenet
etmek istiyorum’ cevabında bulunmuştur.” (Tarihçe-i Hayat, s. 35.)

Ancak dikkat edilmelidir ki karıncaların cumhuriyetçiliklerini de
sadece toplu yaşamalarıyla izah etmemektedir. Zira hemen ardından konuyu siyasi
düzene bağlamakta ve saltanat ve hilafet ikilemine dikkat çekmektedir:

“Sonra dediler: ‘Sen, Selef-i Salihîne muhalefet ediyorsun?’ Cevaben
diyordum: ‘Hulefa-i Raşidîn, her biri hem halife, hem reis-i cumhur idi. Sıddîk-ı
Ekber (r.a.), Aşere-i Mübeşşereye ve Sahabe-i Kirama elbette reis-i cumhur hükmünde
idi. Fakat manasız isim ve resim değil, belki hakîkat-i adaleti ve hürriyet-i şer’iyeyi
taşıyan mana-i dindar cumhuriyetin reisleri idiler’.” (Tarihçe-i Hayat, s. 357.)

Bediüzzaman ayrıca ref-i imtiyazı (imtiyazların olmadığı bir toplum
yapısını) hedef göstermekte ve bununla da cumhuriyeti işaret etmektedir: “Sulh-u
umumî, aff-ı umumî ve ref-i imtiyaz lâzım. Tâ ki, biri bir imtiyaz ile başkasına
haşerat nazarıyla bakmakla nifak çıkmasın” (Divan-ı Harb-i Örfî, s. 39); “Bir mâden-i
hayat-ı içtimaiyemiz olan ittihad-ı millet, ref-i imtiyazdan başka ne ile olur?”
(Divan-ı Harb-i Örfî, s. 48.)

Zira cumhuriyette, devlet, vatandaşlarından bazılarını; ailesi,
soyu, fikri, dini gibi sebeplerle verdiği çeşitli unvan, rütbe ve nişanlarla diğerlerinden
ayırmaz. Halkın kendi arasında içerinden bazılarına çeşitli sebeplerle ve özellikle
fazileti sebebiyle hürmet etmesini ise engellemez.

Nitekim Bediüzzaman, Cumhuriyetin başında, güya cumhuriyet adına
ama aslında gizli bir Sosyalizm ve Bolşevizm adına yapılan tektipleştirme ve “güya”
mutlak eşitlik sağlama uygulamalarına karşı çıkmaktadır:

“Evet, ben neseben ve hayatça avam tabakasındanım. Ve meşreben ve
fikren, müsavat-ı hukuk mesleğini kabul edenlerdenim. Ve şefkaten ve İslâmiyetten
gelen sırr-ı adaletle, burjuva denilen tabaka-i havassın istibdat ve tahakkümlerine
karşı eskiden beri muhalefetle çalışanlardanım. Onun için, bütün kuvvetimle adalet-i
tâmme lehinde, zulüm ve tagallübün ve tahakküm ve istibdadın aleyhindeyim.

“Fakat nev-i beşerin fıtratı ve sırr-ı hikmeti, müsavat-ı mutlaka
kanununa zıttır. Çünkü Fâtır-ı Hakîm, kemâl-i kudret ve hikmetini göstermek için,
az bir şeyden çok mahsulât aldırır ve bir sayfada çok kitapları yazdırır ve bir
şeyle çok vazifeleri yaptırdığı gibi, beşer nevi ile de binler nevin vazifelerini
gördürür. İşte o sırr-ı azîmdendir ki, Cenâb-ı Hak, insan nevini, binler nevileri
sümbül verecek ve hayvânâtın sair binler nevileri kadar tabakat gösterecek bir fıtratta
yaratmıştır. Sair hayvânat gibi kuvâlarına, lâtifelerine, duygularına had konulmamış;
serbest bırakıp hadsiz makamatta gezecek istidat verdiğinden, bir nevi iken binler
nevi hükmüne geçtiği içindir ki, arzın halifesi ve kâinatın neticesi ve zîhayatın
sultanı hükmüne geçmiştir.

“İşte, nev-i insanın tenevvüünün en mühim mayası ve zembereği, müsabaka
ile hakikî imanlı fazilettir. Fazileti kaldırmak, mahiyet-i beşeriyenin tebdiliyle,
aklın söndürülmesiyle, kalbin öldürülmesiyle, ruhun mahvedilmesiyle olabilir.”

Hemen ardından, Namık Kemal’in şiirinden ilhamen söylediği şiirinde
“Ne mümkün zulm ile, bîdâd ile imhâ-yı fazilet? / Çalış, vicdanı kaldır, muktedirsen
âdemiyetten!” dedikten sonra “Evet, imanlı fazilet, medar-ı tahakküm olmadığı gibi,
sebeb-i istibdat da olamaz. Tahakküm ve tagallüb etmek faziletsizliktir. Ve bilhassa
ehl-i faziletin en mühim meşrebi, acz ve fakr ve tevazu ile hayat-ı içtimaiye-i
beşeriyeye karışmak tarzındadır” diyerek sınıfsız toplum hayali ile imtiyazsız toplum
hedefi arasındaki farkı ve dolayısıyla fazilet ile cumhuriyet arasındaki ilişkiyi
açıklamaktadır. (Lem’alar, s. 175.)

7. Bunlardan da anlaşılacağı üzere cumhuriyet demokrasinin
zirvesidir. Zıddı değildir. İngiltere ve ABD örneği bunu net biçimde anlatır. Şöyle;

Bir ülkede, son sözü halkın seçtiği millet meclisi söylüyorsa ama
devletin başında da sembolik olarak padişah ya da kral varsa, o ülkede, İngiltere’deki
gibi, demokratik krallık vardır. Devleti diğer devletlere karşı temsil eden sembol
durumundaki birinci adamı da, ABD’deki gibi, çoktan seçmeli biçimde gerçek bir seçimle
halk seçiyorsa, işte o zaman demokratik cumhuriyet vardır.

Özetle cumhuriyetsiz demokrasi olabilir ama demokrasisiz cumhuriyet,
olsa olsa göstermelik, isim ve resimden ibaret bir cumhuriyet olur.

Bu konuda en çarpıcı ifadeler Ankara Siyasal Bilgiler Fakültesi’nin
eski hocalarından olan ve yıllarca “Atatürk İlkeleri” dersi vermiş olan Prof. Dr.
Ahmet Mumcu’ya aittir. Gazi Üniversitesi Hasan Âli Yücel Araştırma ve Uygulama Merkezi
tarafından 2007’de yayınlanan “Atatürkçü Düşüncenin Bilimsel ve Felsefi Temelleri”
adlı derleme kitaptaki “Atatürk, Cumhuriyet ve Demokrasi” başlıklı makalesinde aynen
şunları söylemektedir:

“Cumhuriyetlerin ana temeli gerçek anlamıyla ulus egemenliği ve
bu geniş çerçeve içine yerleşen demokratik bir yapıdır. Bunun da bir başka sonucu
hukuk devletidir. Bugün kıta Avrupa’sının önde gelen kamu hukukçuları cumhuriyeti
bu anlamıyla tanımlamaktadırlar. Gerçekten, işbaşına seçimle de gelse, bir süre
sonra temel hakları yok eden, siyasal özgürlükleri sona erdiren kişilerce yönetilen
devletler, artık cumhuriyet değil diktatörlüktürler. Bu açıdan demokratik cumhuriyet-totaliter
cumhuriyet gibi ayrımların bilimsel bir değeri yoktur. Diktatörlük ayrı bir devlet
çeşididir, başka bir kategoridir. Böyle bir devleti yönetenlerin, kendilerine cumhuriyet
adını takmaları mümkündür ama bu sadece bir aldatmacadır. Gerçek cumhuriyet her
bakımdan demokrasi rejiminin egemen olduğu bir cumhuriyettir.” (s. 92)

“Bir devlet kendini cumhuriyet olarak adlandırabilir ancak sadece
seçim olgusuna dayanan ve bunun da özgürlük dışı bir ortamda geçtiği bir sisteme
cumhuriyet demek olanak dışıdır. Cumhuriyet eşit bireylerin tam özgür olduğu bir
ulusa dayanır.” (s. 102)

8. Ülkemizde en azından devlet rejimi alanında cumhuriyet
düşmanı yani padişahlık ya da krallık taraftarı olan akımlar ya da kitleler yoktur.
Bu yapısal değişiklik, ülkemiz için ve giderek İslam dünyası ve hatta tüm dünya
açısından önemli bir kazançtır. Buna karşılık birileri, diğer bazılarını, ne anlama
geldiğini bilerek ya da bilmeyerek “cumhuriyet düşmanı” adıyla yaftalamaktadır.
Bu tutum aslında kötü niyetli bir oyuna alet olmaktır. Zira özellikle demokratlara
ya da dindarlara “cumhuriyet düşmanı” dedirtenlerin bizzat kendileri gerçek cumhuriyete
düşmandırlar ve ideolojik dinsizlik taraftarıdırlar. Oyuna gelen ve bu sahte yaftalamada
alet olanlar ise kavramsal düzeyde dahi doğru bilgi sahibi olmayanlardır.

Öte yandan ülkemizde devlet düşmanlarının (anarşistlerin) de sayısı
azalmaktadır. Bu da memnuniyet verici bir gelişmedir. Yine bu alanda da birileri
diğer bazılarını, ne anlama geldiğini bilerek ya da bilmeyerek “devlet düşmanı”
olarak yaftalamaktadır. Oysa devletin bazı niteliklerini tartışmak ve değişiklik
istemek, devlet kavramına düşman olmaya değil, dost olmaya işaret eder.

Aynı şekilde, ülkeyi bölmek isteği, aslında “devlet düşmanlığı”
değil, “birlik ve kardeşlik düşmanlığı”dır ama o da yanlışlıkla “devlet düşmanı”
olmak şeklinde adlandırılır.

D. Demokrasi Ne İşe Yarar?

1. Demokrasi siyaseti seyislik haline getirir. Seyis denen
yöneticiler devlet denilen atın sahibi olan halkı değil de atı yani devlet kurumlarını
ve kendilerine bağlı birimlerdeki personeli yönettiklerinin farkına varırlar ve
atın sahibine kafa tutmaya ya da onu yönetmeye kalkışamazlar.

Aslında bu durum demokrasinin uygulandığı tüm kurumsal yapılar için
geçerlidir. Mesela bir anonim şirketteki şirket içi demokraside de yönetim kurulu,
kendisini seçen genel kurulu değil, genel kurulun kendi malından ayırıp şirkete
verdiği sermayeyi yani sermaye ile oluşturulan kurumsal yapıyı yöneten kuruldur.
Ortaklar ise o kurumsal yapının kendisi değil, gerçek sahibidir.

2. Demokrasi, yöneticiyi, halk tarafından kendisine güvenilen,
yetki verilen ve denetlenen “uzman” haline getirir. Böylece artık yöneticinin mahareti
salâhâtinden daha önemli hale gelmiş olur.

3. Demokrasinin, din ve vicdan hürriyetinin diğer bir teminat
aracı olan laiklikle problemi yoktur. Problem demokrasisiz cumhuriyetin halka laiklik
adına din ya da dinsizlik dayatmasından kaynaklanmaktadır.

Bu sebeple demokrasi toplumsal dinî motiflere yani şeaire dosttur.
Bid’aya yani “halka rağmen halk için devrimci”liğe ise düşmandır.

4. Demokrasi halk ile devlet arasındaki ve yöneten amir ile
yönetilen memur arasındaki iletişim kanallarını açık tutar. Böylece yöneticiyi açıktan
eleştirebilecekken böyle yapmayanların yöneticilerin arkasından konuşmalarını da
hoş görmez ve bir manada “gıybeti günah haline getirir”.

Demokrasi devlet karşısında herkesi eşit yaparak devlet karşısında
herkesin elini eşit derecede kuvvetlendirir. Böylece zayıf kişiler için söz konusu
olan, kendisini ve fikriyatını gizleme ihtiyacını bitirir, samimiyete katkı yapar.

Demokrasi ayrıca insan haklarını teminat altına aldığı için de insanların
ve grupların takiyye yapma ihtiyacını bitirir, samimi ve şeffaf bir toplumsal yapı
kurar, ihlasa katkı yapar.

5. İktidar her ülkede vardır. Demokrasi muhalefetli rejimdir.
Muhalefet ise Gençlik Rehberi davasındaki müdafaasında Bediüzzaman’ın da dediği
üzere (Tarihçe-i Hayat, s. 564) “meşru ve samimi bir muvazene-i adalet unsurudur”.
Hatta belki de muhalefet daha samimidir. Zira iktidarın böbürlenme riski vardır.
Oysa demokratik muhalefet gurur içermediğinden daha samimi ve daha risksizdir.

6. Demokrasi toplumu kategorize eder ama zıtlaştırmaz. Fıtrata,
hakka ve hukuka uygun farklılıklara tahammül eder ve etmeyi öğretir.

Yine demokrasi tahammülü ve hoşgörüyü geliştirerek toplum katmanları
arasındaki ilişkilerde iki cepheli olarak ve “düşmanımın düşmanı dostumdur” kuralına
göre tavır alma ihtiyacını ortadan kaldırır.

7. Demokrasi koruyuculardan korunmamızı sağlar.

İlk çağlardan bu yana devlet yönetiminin en çetrefil sorusu malumdur:
Bizi düşmanlardan ordumuz koruyacak. Peki, bizi askerlerimizden kim koruyacak? İşte
demokrasi askeri sivil siyasetin emrinde ve kışlasında tutar. Askerin askerî konularda
özellikle sipariş üzerine politika üretmesine engel olmaz, ama bu politikalardan
dilediğini tercih hakkını sivil iradeye verir.

Daha net ifadeyle demokrasi ordunun dizginini -yeniden- millete
verir. Orduyu milletin ordusu yapar. Derin devleti ortadan kaldırır. (12 Eylül gibi
antidemokratik darbe dönemlerinde ordunun dizgininin milletin eline geçebileceğini
zanneden bazı kişiler, sadece konjonktürü iyi okuyamadıkları için değil, demokrasi
teorisinden habersiz oldukları için yanılmışlardır).

8. Demokrasi, siyasette ve sosyal hayattaki diğer toplumsal
yapılarda “karizmatik” liderler bulma ihtiyacını ortadan kaldırır. İşlerin ve organizasyonların
kişiselleşmesi riskini azaltıp kurumsallaşmayı geliştirir. Kurumların, “zaman şahıs
zamanı değil, cemaat zamanıdır” tespiti doğrultusunda çağa ayak uydurmasını sağlar.

Zira Bediüzzaman’ın da tespit ettiği üzere (Mektubat, s. 425) “şu
zaman cemaat zamanıdır, şahıs zamanı değil. Şahıs ne kadar dâhi ve hatta yüz dâhi
derecesinde olsa, bir cemaatin mümessili olmazsa, bir cemaatin şahs-ı manevîsini
temsil etmezse, muhalif bir cemaatin şahs-ı manevîsine karşı mağlûptur.”

9. Demokrasinin sürekliliği partilerin fikriyatını netleştirir,
sabitleştirir ve partileri ilkeli hale getirir. Böylece siyaseti de istikrarlı hale
getirmiş olur. Zira “sürekli demokrasi” partilerin aldıkları misafir oyların oranını
azaltır. Seçmenin bilinçli biçimde ve ana tercihlerine göre birbirinden ayrışmasını
sağlar ve partilerin kurumsallaşmasına katkı yapar.

Bu sebepledir ki demokrasinin kesintiye uğrayıp yeniden geliştiği
dönemlerde misafir oyların oranı artar, ilkesiz siyasetçilerin “başkasının arazisine
gecekondu dikme” iştahı kabarır. (Bu sebeple özellikle bu dönemlerde, partilerin
fikriyatlarını ortaya koyarak bu fikriyata göre almayı umdukları bilinçli seçmen
desteği ile partilerin fiilen aldıkları oy oranı başka başka şeylerdir.).

10. Demokrasi, halkı, “cebren yönetilen” olmaktan çıkarır,
“seçmen” yani “seçen insan-hakiki irade sahibi insan” yapar. Bir manada, tabanı
tavan yapar.

Demokrasi devleti hizmetkâr yapar, halkı da devlete “arz eden” değil,
devletten “rica eden” yapar.

E. Demokrasinin Riskleri Nelerdir?

1. Demokrasinin en sık dile getirilen riski, fazla hürriyetin
devletin dağılmasına sebep olması ihtimalidir. Bilhassa milliyetçi ve devletçi kesimler
bu riski sık sık dile getirirler. Böyle bir riskin varlığı “bir faraziye olarak”
doğrudur. Ancak bu riski bertaraf edecek olan da yine, toplumun sağduyulu çoğunluğunun
demokratik olgunluk içinde azınlığa verdiği ayrılma hakkının, bizzat azınlık tarafından
kullanılmaması üzerine ortaya çıkan gönüllü beraberlik yapısıdır.

Zira kişiyi canlı tutan onun samimiyeti olduğu gibi, toplumsal yapıları
ve devletleri ve hatta devletlerarası ittifakları ayakta tutan ana unsur da gönüllülük
manasındaki samimiyettir.

Özellikle bu sebeple demokrasinin olmazsa olmazı, basın ve fikir
hürriyeti ve çoktan seçmeli yolla gerçek bir seçme hakkının bulunmasıdır. Zira fikirlerden,
konuşmaktan ve siyasi rekabetten zarar gelmez.

Buna göre, bir kişi “zararlı fikirler üretmek suç sayılmalı ve bunların
yayılması devlet eliyle yasaklanmalıdır” diyorsa demokrat değildir. Yine bir lider
rakiplerine fırsat tanımıyorsa demokrat değildir.

2. Demokrasinin ikinci riski kendi kendisini yok etmesi riskidir.
Ancak bu risk gerçekte yoktur. Yani bu varsayım bir totolojidir.

Demokrasiyi korumak için demokrasiyi askıya almak ya da ona müdahale
etmek ne kadar garipse, demokrasiyi kendisinden yani halkın sağduyusundan korumak
da o ölçüde gariptir.

3. Diğer bir konu da şudur: Ya halk demokratik özgürlüklerin
de etkisiyle dinden elini gevşetirse? O zaman demokrasi dine zarar vermez mi? Ya
da demokrasi dine aykırı hale gelmez mi?

Bu soru aslında devletin dinî nasihat ve dinî yaşayışı muhafaza
hususundaki rolü ile ilgilidir.

Bediüzzaman Münazarat’ta (s. 46-47) devlet eliyle nasihatin Kur’an’ın
ve mukaddes kitapların nasihatlerinden daha tesirli olmayacağını anlatırken “o sadâ-yı
semavî ve ruhanîyi kalbin kulağıyla işitmeyen veya dinlemeyen; acaba o sadâya nispeten
sivrisinek gibi bir emîrin demdemelerini ve karasinekler gibi bir hükûmetin adamlarının
vızvızlarını işitecek midir?” diye sormakta ve devamında meşrutiyete yani demokrasiye
geçişle birlikte ortaya çıkan hürriyet rejiminin bazı olumsuz sonuçlarından endişe
edenlerin bu endişelerinin yersizliğine işaret ederek “Elhasıl: İnkılab-ı siyasî
cihetiyle dininden havf eden adamın dinde hissesi, beytü’l-ankebut gibi zayıf düşmüş
cehalettir, onu korkutur; taklittir, onu telâşa düşürttürür. Zira itimad-ı nefsin
fıkdanı ve aczin vücudu cihetiyle, saadetini yalnız hükûmetin cebinden zannettiğinden;
kalbini, aklını da hükûmetin kesesinden tahayyül eder, korkar” cümleleriyle dini
muhafazanın “devletin” ya da “öncelikle devletin” değil, bizzat o dinin mensuplarının
görevi olduğunu bildirir.

Bediüzzaman yine özellikle bu endişe sebebiyle, bu konuları ele
alırken ısrarla “meşrutiyet-i meşrua” kavramını kullanmaktadır. Bu isim tamlamasındaki
“meşrua” (şer’i olan) eki, meşrutiyetin meşruiyyetinin (meşruluğunun) şeriatla bağlı
ve ilişkili olduğunu ifade eder.

Nitekim Bediüzzaman, Tarihçe-i Hayat’ında halkın kendi iradesine
ve dolayısıyla bu iradeyi telif edip tecelli ettirecek olan meşrutiyete sahip çıkmasının
hürriyet ve meşrutiyetin bir ön şartı durumunda olduğunu bildirdikten hemen sonra
(s. 74) “Hakîkaten, bence Müslüman neslinden gelen bir adamın akıl ve fikri İslamiyet’ten
tecerrüd etse (uzaklaşsa) bile, fıtratı ve vicdanı hiçbir vakit İslamiyet’ten vazgeçemez;
en ebleh (aptal), en sefih (alçak) bile, sedd-i rasîn-i istinadımız olan İslamiyet’e
bütün mevcudiyetiyle taraftardır, lasiyyema (hele hele) siyasetten haberdar olanlar”
demektedir.

Buna göre, bir İslam memleketinde, demokrasinin rengi, toplumun
tabiatı gereği, dine uygun olacaktır.

Özetle, demokrasi İslâm’a uygundur. İslam da demokrasinin içini
doldurabilecek durumdadır. Yeter ki Müslümanlar hürriyet ve demokrasinin hakkını
versin ve böylece İslamiyet’teki samimiyet ve saadeti göstersin. Zira demokrasinin
manası ve meşrutiyetin müsemması olan “halk hâkimiyeti”, devlet iktidarının kaynağı
olduğu gibi meşrutiyetin meşruiyetinin de kaynağı ve teminatıdır.

F. Hasıl-ı Kelam

Demokrasi iyidir, iyi bir toplumsal yapı kurar. Ama bir şartla;
şayet toplumun çoğunluğu erdemli insanlardan oluşuyor ise. Aksine, şayet toplumun
çoğunluğu hamiyetsiz, faziletsiz ve bencil insanlardan oluşuyor ise demokrasi bir
fazilet rejimi değil, olsa olsa reyin rüşvet olarak verildiği bir rüşvet rejimi
olarak sürer ya da çabucak yeniden istibdada döner.

O halde mesele, sistemin demokratikleşmesinden önce sistemi oluşturan
fertlerin demokrasinin erdemleri konusunda eğitilmesi ve diğergamlık ve hamiyetin
faydaları konusunda irşat edilmesidir.

Zira bencil ve cebini düşünen bir millet ekseriyeti ile demokrasi
olmaz. Olsa da, önce hürriyeti değil önce ekmeği; yani başörtüsünü deği,l borsayı
koruyan ve dolayısıyla kendi bindiği dalı kesen çarpık bir demokrasi olur. Bediüzzaman’ın
“ekmeksiz yaşarım, hürriyetsiz yaşayamam” demesinin bir sebebi de bu önceliktir.

Mesela, bir ülkede, Anayasa Mahkemesi, kendisinin yetkilerini belirleyen
ve yetkisinin sınırlarını çizen Anayasayı dahi açıkça ihlal etse ve meclisin yaptığı
anayasa değişikliklerini esasından denetleme yetkisine sahip olduğunu iddia edip
son sözü söyleme yetkisini milletten kendisine alsa; yani kendisine devlet güçleri
içerisinde en tepede yer bulmaya çalışsa, millet ve onun vekillerinin meclisi de
buna “şimdi zamanı değil” diyerek tepki vermekten kaçınsa, demek ki o millet demokrasiyi
henüz tam olarak hak etmemiş.

Yine bir başka örnek, halkın çoğunluğu hangi partiye oy verdiğini
gizliyorsa, demokrasinin gerektirdiği medeni cesaret yok demektir ve aslında parti
tercihinin arka planında, bunu gizlemeyi gerektirecek bir problem var demektir.

Yine bir başka örnek de şudur: Halk temsil reyi değil de tepki oyu
veriyorsa, yani “beni kim daha iyi temsil eder” veya “devleti hangi parti daha iyi
yönetir” diyerek değil de “oh olsun” duygusuyla ya da “inadına” oy veriyorsa problem
vardır. Zira bu sistemde demokrasinin en temel kuralı olan “halkın etkilenen değil,
etkileyen olması kuralı” ihlal ediliyor demektir.

O halde; “Millet irşad ve tenvir edilmelidir” (Tarihçe-i Hayat,
s. 135). Ama bu irşat, sadece vaiz ve müftülerden oluşan irşat ekibi kurup millete
vaaz ve nasihat ederek değil, milletin reşit olduğu yani kendi kaderine kendisinin
sahip çıkabileceği ve vesayet altına alınmasının gerekmediği hususları millete hakkıyla
hissettirilerek olursa bir mana ifade eder.

Öz

Bediüzzaman, ülkemizde demokrasi tartışmalarının başladığı ve yoğunlaştığı
Osmanlı Devleti’nin son döneminde, bu tartışmaların içinde yer almış, sosyal bilimler
ve siyaset bilimi alanındaki uzman kimliğiyle gelenekçi anlayışın dışında yenilikçi
özelliğiyle dikkat çekmiştir. Mutlakiyet, Meşrutiyet ve Cumhuriyet dönemlerini bizzat
yaşamış olan Bediüzzaman’ın fikirleri günümüzün demokrasi tartışmalarına da yeni
açılımlar kazandıracak niteliktedir. Bu yazıda Bediüzzaman’ın demokratik toplum
tasavvuru üzerinde durulmaktadır.

Anahtar Kelimeler: Demokrasi, demokratik toplum, meşrutiyet,
cumhuriyet, hürriyet, devlet

Abstract

Bediüzzaman involved in democracy discussions within the last period
of Ottoman Empire, when such discussions initiated in our country, and attracted
attention with his innovative quality outside the traditionalist understanding,
with his specialist identity in social sciences and politics. Ideas of Bediüzzaman,
who himself lived during Autocracy, Constitutional and Republic Periods, can bring
new perspectives to today’s democracy discussions. In this paper, Bediüzzaman’s
democratic society vision is analyzed.

Keywords: Democracy, democratic society, constitutional period,
republic, freedom, state