Individuality, Counseling, and Patriotism

Giriş

Bediüzzaman Hazretleri, Hutbe-i Şamiye isimli eserinde, İslam Dünyası’nın
geri kalmasında müessir olan “himmeti, menfaat-ı şahsiyesine hasretmek” hastalığı
ile bu hastalığın çaresi olarak gösterdiği “meşveret-i hakikiye ” meselesini altıncı
hastalık ve altıncı kelime başlığı altında ele alarak incelemektedir. Biz bu çalışmamızda
Bediüzzaman Hazretleri’nin altıncı hastalık ve altıncı kelime başlığı altında ele
aldığı konu kapsamında “ferdiyet, meşveret ve hamiyet” ilişkisini ele alacağız.

Ferdiyet ve Hamiyet

İleride, hakiki manada meşveretin gerçekleşmesi ve hamiyet için,
ferdiyetin taşıdığı önemi ele alacağız. Bunun için öncelikle ferdiyet, meşveret
ve hamiyetin manasını belirlemeye çalışalım.

Ferdiyet

Rağıb El İsfahani, Müfredat isimli eşsiz eserinde, Ferd’i :”kendisine
bir şey karışmamış olan” diye tarif eder. Aynı eserde “vitrun” isminden daha genel,
“vahidun” isminden daha özel bir mana taşıdığını belirtir. Keza Kur’an’da Enbiya
89. ayetteki, Hz. Zekeriya’nın: “ Ey Rabbim, beni yalnız bırakma” duasındaki, evlat
isterken “fert; yalnız” sözüne atıfta bulunur. Rağıb El İsfahani’nin “Fert” ismine
verdiği manayı tam tespit için bu ismin aralarında yer aldığı “ Vitrun” ve “Vahidun”
isimlerinin manasını bilmeliyiz. Vitrun ismi; tek olan şey, tenha, çift olmayan
manalarına gelirken, Vahidun ismi; yalnız, tek, benzeri bulunmayan, hiçbir mahluka
müsavi olmayan manalarını ihtiva etmektedir. Bu durumda, Rağıb El İsfahani’ye göre
Ferd ismi, bir ikincisi olmayan, nev-i şahsına münhasır bir şahsiyet manası taşımaktadır.

Bediüzzaman Hazretleri ise Ferd ismini çok daha kapsamlı bir anlamda
ele almaktadır. Ona göre Ferd ismi, Vahid ve Ehad isimlerini içinde barındıran külli
bir mana taşımaktadır. Bediüzzaman’ın, Ehad ismini, zatın benzersizliği; Vahid ismini,
sıfatların benzersizliği anlamlarında kullandığını hatırladığımızda, ona göre, Ferd
ismi; zatı ve sıfatları itibariyle tek ve benzersiz manasına gelmektedir. Bediüzzaman
Hazretleri Lem’alar isimli eserinde Ferd isminin kapsamını izah ederken, bütün kainat,
yer yüzü ve insanın ferd isminin tasarrufu altında bulunduğunu, kainatı oluşturan
tüm varlıkların ferd isminin malikiyeti altında olduğunu, onların her birine bir
mana taktığını, şirki kabul etmediğini, varlıkların kemale ferd ismi ile ulaşacağını,
ferd isminin en güzel mazharının Hazreti Muhammed olduğunu ifade etmektedir.

Allah’a ait Ferd isminin insana isnat edilmesi halinde: sadece bir
ve biricik olup, benzeri bulunmayan, kainat, dünya ve insanı gözeterek hal ve tavır
belirleyen kişi tarif edilmiş olur. Bediüzzaman Hazretlerinin “her bir insan bir
nevdir “ sözü insana isnat edilen Ferdiyet’i, en güzel bir şekilde ortaya koyan,
bir tespittir. İçinde bulunduğumuz zaman dilimi insandaki Ferdiyet’in diğer zamanlara
nisbeten daha belirginleştiği bir dönemi resmetmektedir. Ünlü düşünür Alvin Toffler
“Üçüncü Dalga”, “Şok” ve “Dünyayı Nasıl Bir Gelecek Bekliyor?” isimli eserlerinde
insanlığın bundan on bin yıl önce avcılıktan tarım toplumuna, üç yüz yıl önce tarım
toplumundan sanayi toplumuna, 1954 yılından itibaren de ABD’de başlamak üzere sanayi
toplumundan bilgi ve enformasyon toplumuna geçildiğini belirtmektedir. Önceki tarım
toplumunda insanların büyük topraklarda, sanayi toplumunda ise büyük fabrikalarda
üretimde istihdam edildiklerini, bu dönemlerde istihdam edildikleri işin insanları
benzer yaşam şarlarına zorladığını, bu yüzden farklılıklarını ve biricikliklerini
ortaya koyamadıklarını ifade ettikten sonra, en son bilgi ve enformasyon döneminin
önemine vurgu yapar. Toffler, bilgi ve enformasyon döneminde insanın farklılığı
ve özgünlüğünün önemli olduğunu, farklılığı ve özgünlüğünü, toplumsal paydaya katmasının
prim yaptığını belirtmektedir.

Bediüzzaman Hazretleri, bireylerin yararlarını toplumsal yararlardan
daha üstün veya daha önemli gören, bütüne, genele değil de; bireye, tek olana üstünlük
tanıyan bireycilik anlayışını ferdiyetin olumsuz şekli olarak mütala etmekte ve
bu şekildeki bir anlayışı toplumu geri bırakan bir hastalık olarak görmektedir.
Nitekim bizimde konumuzu teşkil eden Hutbe-i Şamiye isimli eserinde bu hususu “menfaat-ı
şahsiyesine himmeti hasretmek” şeklindeki sözleri ile yermekte ve bir maraz olarak
tarif emektedir.

Ferdiyeti oluşturmak

Muhyiddin-i Arabi, Fususü-l Hikem isimli eserinde “Ferd-i Latif
mertebe-i kesafete tenezzül edip suret bağlamadıkça meşhud olmaz” demektedir. Yine
aynı eserde İbnü-l Arabi “ferdiyet; zat, irade ve kavlin toplamından ibarettir”
şeklinde tarif yapmaktadır. İbnü-l Arabi’nin Allah hakkında Ferdiyet’i ile ilgili
ortaya koyduğu hakikatler aynen insan için dahi geçerlidir. Zira insan ancak varlık
alemi içinde kimlik ve kişiliğini (ferdiyetini) inşa edip, ortaya koyabilir. Kişilik
inşasında sadece görünür varlıklar ile yetinmez. Soyut bir alem tasavvuru ile (matriks)
bu alemde değişik özellik ve kabiliyetler taşıyan varlıklar kurgulayıp bunlarla
kendisini kıyaslayarak kişiliğini geliştirir. İnsan, kendi hemcinsleri, kainat ve
yaratıcısı ile irtibata geçip, onları tanıma ve onlara kendini tanıtmakla varlık
kazanır. Kişilik inşasında bu hususun önemine vurgu yapan Hegel, bu meselede “insan
kişiliği ancak ötekini yaşayarak ve öteki tarafından yaşanarak, onu tanıyarak ve
onun tarafından tanınarak hayat bulur” tespitinde bulunur.

Bediüzzaman Hazretleri, insanda kişilik oluşturmak için, insanın
enfüsi ve afaki dairelerde teemmül ve tefekkürü sonuna kadar kullanması, varlık
üzerinde halife sıfatı ile tasarrufta bulunması gerektiği kanaatindedir. İnsanın
dış alemde tefekkürü ile kainatı, Allah’ın esma ve sıfatlarını; iç alemde teemmülü
ile insanı ve Allah’ın Şuunat-ı Zatiyesi’ni anlayıp kavrayacağını, keza halife sıfatı
ile arz üzerinde tasarrufu ile Allah’ın uluhiyetini müşahede edeceğini belirtir.
Yine O, melek, ruhani varlık ve cinlerin varlığını ısrarla ispat edip, insanla kıyasa
tabi tutar. Böylece varlık katagorisi içersinde, insanın yerini tayin eder. Tüm
bu hususlar potansiyel olarak her bir insanda derc edilen biricikliğini ortaya koymanın
imkanlarını oluşturmaktadır.

Hamiyet

Hamiyet kelimesinin anlamını ortaya koymak için, yine Rağıb El İsfahani’nin,
Müfredat isimli eserine başvuralım. Bu eserde hamiyet sözcüğüne “sıcaklık, korumak,
himaye etmek” anlamları verilmektedir. Buna göre hamiyet; birinin bir başkasını
veya gurubu veya yeri ısıtması, yani o kişi, gurup ve yerin yaşamını ve varlığını
devam ettirmesi ve geliştirmesi için onlara katkı sunması, onlara adını ve ünvanını
vermesi, orayı, o kişi ve gurubu dokunulmaz kılmasıdır.

Bediüzzaman Hazretleri, eserlerinde hamiyet kelimesini yüz doksan
beş yerde kullanmaktadır. Hamiyet kelimesini Hizmet Rehberi isimli eserinde “ehl-i
hamiyet bir insan, dostlarının hayatını kurtarmak için kendini feda eder” cümlesi
içersinde kullanır. Yine Sünuhat isimli eserinde “bir cemaatin selameti için, bir
ferdin rızası bulunmadan, hayatı ve hakkı feda edilmez. Hamiyet namına, rızasıyla
olsa, o başka meseledir” der. Bu ifadelerden hareketle Bediüzzaman’ın hamiyet sözcüğüne
Rağıb El İsfahani’nin verdiği mananın aynını verdiğini görmekteyiz.

Bediüzzaman Hazretleri ferdiyette olduğu gibi hamiyetin dahi nakıs
ve menfi kullanımını gündeme getirerek, gerçek manadaki hamiyet ile karşılaştırma
yapmaktadır. O kendisine “hamiyeti milliye mi, yoksa hamiyeti diniye mi önemlidir?”
şeklindeki soruya “Biz Müslümanlar, indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzat
müttehiddir. İtibarî, zahirî, ârızî bir ayrılık var. Belki din, milliyetin hayatı
ve ruhudur. İkisine birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman, hamiyet-i diniye
avâm ve havassa şâmil oluyor. Hamiyet-i milliye, milletin yüzden birisine (yani,
menâfi-i şahsiyesini millete feda edene) has kalır” diye cevap verir. Dolayısı ile
tüm toplumun benimseyebileceği dini hamiyet karşısında, azınlığın tutunduğu milli
bir hamiyetin nakıs olduğunu ifade eder. Yine hamiyetin menfi kullanımını ise “Ey
bu vatan gençleri! Frenkleri taklide çalışmayınız. Âyâ, Avrupa'nın size ettikleri
hadsiz zulüm ve adâvetten sonra, hangi akılla onların sefahet ve bâtıl efkârlarına
ittibâ edip emniyet ediyorsunuz? Yok, yok! Sefihâne taklit edenler, ittibâ değil,
belki şuursuz olarak onların safına iltihak edip kendi kendinizi ve kardeşlerinizi
idam ediyorsunuz. Âgâh olunuz ki, siz ahlâksızcasına ittibâ ettikçe, hamiyet dâvâsında
yalancılık ediyorsunuz. Çünkü şu surette ittibâınız, milliyetinize karşı bir istihfaftır
ve millete bir istihzâdır” sözleri ile ortaya koyar.

Ferdiyetin menfaati hamiyet ile uzlaşır mı?

Hamiyet ile uzlaşamayan ferdiyet değil, bireylerin yararlarını toplumsal
yararlardan daha üstün veya daha önemli gören, bütüne, genele değil de, bireye,
tek olana üstünlük tanıyan bireycilik anlayışıdır. Bu anlayışın Bediüzzaman Hazretleri’nin
tarif ettiği ferdiyet ile bağdaşmayacağı, bireyciliğin gerçek menfaatı tayin etmede
özürlü olduğu aşikardır.

Ferdiyetin hamiyet ile herhangi bir sorunu yoktur. Aksine Bediüzzaman
Hazretleri’nin ortaya koyduğu ferdiyet, ancak hamiyet ile zenginleşip, varlık kazanacaktır.
Bediüzzaman kainatın gayesi olarak “tezahür-ü rububiyete karşı, ubudiyet-i külliye-i
insaniye”yi göstermektedir. Kainatın yaratılmasında, Rububiyetin olgunlaştırma faaliyetine,
insanlığın diğer varlıkları da arkasına alarak topluca katılması amaçlanmıştır.
Nitekim o, ferdin insan-ı kamil olmasını değil, toplumun şahsı manevisinin insan-ı
kamil olmasını önemsemektedir. Bediüzzaman Hazretleri kaleme aldığı İhlas Risalesi’nde
“ İşte, ey Risale-i nur şakirtleri ve Kur'ân'ın hizmetkârları! Sizler ve bizler
öyle bir insan-ı kâmil ismine lâyık bir şahs-ı mânevînin âzâlarıyız” cümlesi ile
bu hususa vurgu yapmaktadır.

Bediüzzaman, ferdin bireysel çabaları ile geliştirebileceği şahsiyeti
üç yönde eksik ve yetersiz bulmaktadır.

Birincisi; içinde bulunduğu aile, cemiyet ve toplumun gelişimine
katkı sunmayıp, sadece şahsi kemalat ile yetinmeyi zül telakki etmektedir. Nitekim
kendisi ile yapılan bir mülakatta bu görüşlerini “Beni, nefsini kurtarmayı düşünen
hodgâm bir adam mı zannediyorlar? Ben, cemiyetin îmânını kurtarmak yolunda dünyamı
da fedâ ettim, âhiretimi de… Cemiyetin, yirmi beş milyon Türk cemiyetinin îmânı
nâmına bir Said değil, bin Said fedâ olsun. Kur'ân'ımız yeryüzünde cemaatsiz kalırsa,
cenneti de istemem; orası da bana zindan olur. Milletimizin îmânını selâmette görürsem,
cehennemin alevleri içinde yanmaya râzıyım. Çünkü vücudum yanarken, gönlüm gül gülistân
olur" sözleri ile dile getirir.

İkincisi; kemalat noktasında girişilen ortak çaba sonucu elde edilecek
hasılanın tümüne sahip olma avantajından yoksun kalmadır. Bu konuya İhlas Risalesi’nde
“emvâl-i uhreviyede sırr-ı ihlâs ile iştirak ve sırr-ı uhuvvet ile tesanüd ve sırr-ı
ittihad ile teşrikü'l-mesâi, o iştirak-i a'mâlden hâsıl olan umum yekûn ve umum
nur herbirinin defter-i a'mâline bitamâmihâ gireceği, ehl-i hakikat mâbeyninde meşhud
ve vakidir” ifadeleri ile değinmektedir.

Üçüncü olarak iştirak ettiği kemalat faaliyetinde kendisinden önce
ve kendisinden sonra elde edilmiş ve edilecek hasıladan istifade imkanından mahrumiyettir.
Bu konuya yine İhlas Risalesi’nde “Sırr-ı uhuvvet-i hakikiye ile, rıza-yı İlâhî
yolunda, âhirete müteallik işlerde kardeşleri adedince ruhları olduğundan, biri
ölse, diğer ruhlarım sağlam kalsınlar. Zira o ruhlar her vakit sevapları bana kazandırmakla
mânevî bir hayatı idame ettiklerinden, ben ölmüyorum" diyerek, ölümü gülerek karşılar.
Ve "O ruhlar vasıtasıyla sevap cihetinde yaşıyorum, yalnız günah cihetinde ölüyorum"
der, rahatla yatar” sözleri ile açıklık kazandırır.

Bediüzzaman Hazretleri’nin ortaya koyduğu insan-ı kamil ismine layık
bir şahsı maneviyi, iştirak-i emval düsturunu anlamada Türk Medeni Kanunu’nun 701.
Maddesindeki “iştirak halinde mülkiyet”, diğer adıyla “elbirliği mülkiyeti” müessesesi
büyük oranda yardımcı olur kanaatindeyim. Iştirak halindeki mülkiyette , ortaklık
mülkiyetten önce mevcut bulunmakta, ortakların belirlenmiş payları olmayıp herbirinin
hakkı, ortaklığa giren malların tamamına yaygın bulunmakta, mal üzerinde ancak tüm
ortakların katılımı ve oybirliği ile tasarruf söz konusu olmakta, ortaklardan herbiri
topluluğa giren hakları koruyabilmekte, bu sonuçtan ise tüm ortaklar faydalanmaktadır.
İştirak halindeki mülkiyet ancak tüm iştirakçilerin birlikte malı devri, topluluğun
dağılması veya paylı mülkiyete geçilmesi ile son bulur.

Bu detaylara, Bediüzzaman Hazretleri’nin toplum ve devlet tasavvuru
ile ilgili düşüncelerinin ip uçlarını yakalamak maksadı ile girilmiştir.

Hakiki Meşveret

Bediüzzaman Hazretleri İslam dünyasının geri kalmasının en önemli
sebeplerinden biri olarak gerçek manada meşveretin yapılmamasını göstermektedir.
Meşveretin, diğer bir deyişle ‘şura’nın kelime anlamı balı kovanından çıkarmak,
satılacak hayvanı pazarda dolaştırıp görüşe sunmak, konuşup danışarak bir düşünceyi
istihraç etmektir. Bediüzzaman Hazretleri’nin Şam’da hutbe verdiği tarihte ve öncesinde
İslam dünyası olarak kategorize ettiğimiz ülkelerde elbette yönetimlerin danıştıkları
kurullar vardı. Ancak bu kurullar ile hakiki manada meşveret tahakkuk etmiyordu.
Peki, gerçek manada meşveret nasıl olmalı? Bediüzzaman Hazretleri bunun için öncelikle
insanın özgür olması gerektiğini vurgulamaktadır. Özgür insan için fikir, düşünce
ve inanç dayatılmayan bir esenlik yurduna (İslam’a); gelecek endişesinin bulunmadığı
bir sosyal ve ontolojik güvenceye (imana) ve kişiliğini geliştireceği bir eğitime
(ubudiyete) ihtiyaç vardır. Bediüzzaman bu şekilde ferdiyetlerini gerçekleştirmiş
öz(ü)gür insanların kendilerine yapılacak haksızlığa karşı duracaklarını, bu insanların
başkalarına haksızlık yapmayacaklarını ve yine bu insanların bir başkasının bir
başkasına yapacakları haksızlıkta haklının yanında olacaklarını belirtir. Bu yetkinliği
kazanmış insanların katılımıyla gerçekleştirilecek bir meşveretin sonunda (her derde
deva bir bala) içtimai sorunların çözümüne ulaşılacağını ifade eder.

Ferdiyet, Hakiki Meşveret ve Hamiyet

Fert olabilmiş, öz(ü)gür insanların, birlikte gerçekleştirecekleri
hakiki meşveret sonucu, ulaşılan doğru değer etrafında, topluma katkı ve fedakarlık,
‘hamiyet’ olacaktır. Ferdiyetini gerçekleştirememiş, doğru değeri tespit edememiş
insanların fedakarlığı, hamiyet değil, hamakat olacaktır. Nitekim Bediüzzaman Hazretleri
hamakati, hamiyet diye göstermeye çalışan bu kabil insanlara “Şimdi ise, en ziyade
birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve birbirinden fakir ve ecnebî tahakkümü
altında ezilen anâsır ve kabâil-i İslâmiye içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabanî
bakmak ve birbirini düşman telâkki etmek öyle bir felâkettir ki, tarif edilmez.
Adeta bir sineğin ısırmaması için, müthiş yılanlara arka çevirip sineğin ısırmasına
karşı mukabele etmek gibi bir divanelikle, büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa'nın
doymak bilmez hırslarını, pençelerini açtıkları bir zamanda onlara ehemmiyet vermeyip,
belki mânen onlara yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle şark vilâyetlerindeki vatandaşlara
veya cenup tarafındaki dindaşlara adâvet besleyip onlara karşı cephe almak, çok
zararları ve mehâlikiyle beraber, o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur
ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenuptan gelen Kur'ân nuru var; İslâmiyet ziyası
gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur. İşte o dindaşlara adâvet ise, dolayısıyla
İslâmiyete, Kur'ân'a dokunur. İslâmiyet ve Kur'ân'a karşı adâvet ise, bütün bu vatandaşların
hayat-ı dünyeviye ve hayat-ı uhreviyesine bir nevi adâvettir. Hamiyet namına hayat-ı
içtimaiyeye hizmet edeyim diye iki hayatın temel taşlarını harap etmek, hamiyet
değil, hamâkattir” diye hitab etmektedir. Bediüzzaman Hazretleri’nin zamanında olduğu
gibi; bu gün için de ferdiyetini oluşturamamış, doğru değerin ne olduğunu bulamamış
insanların bir başka versiyonuna rastlamaktayız. Bunların, “hamiyetli davranıyoruz”
diyerek faili meçhul cinayetlere imza attıklarını, darbe gerçekleştirmek için senaryo
oluşturduklarını görmekteyiz.

Ferdiyet, Hakiki Meşveret ve Hamiyetin Kurumsal Yansıması

Bediüzzaman Hazretleri’nin ferdin külliyet kazanması demek olan
diğer insan ve varlıklarla, geçmişi ve geleceği içine alacak bir daire ile birlikte
rububiyet tezahürüne karşılık verme düşüncesi, onu kurumsal olarak da bir arayışa
sevk etmiştir. O kendi döneminde Hilafet’in Müslüman toplulukları bir arada tutma
gücünü yitirmesi karşısında her bir Müslüman topluluğun kendi devletini kurması
gerektiği yolundaki M. Reşid Rıza gibi aydınların görüşüne katılmamış, Divan-ı Harb-i
Örf-i isimli eserinde “Sultan Selim'e biat etmişim. Onun ittihad-ı İslâm’daki fikrini
kabul ettim. Zira, o vilâyat-ı şarkiyeyi ikaz etti. Onlar da ona bîat ettiler. Şimdiki
şarklılar, o zamanki şarklılardır. Bu meselede seleflerim, Şeyh Cemaleddîn-i Efganî,
allâmelerden Mısır müftüsü merhum Muhammed Abduh, müfrit âlimlerden Ali Suâvi, Hoca
Tahsin ve ittihad-ı İslâm’ı hedef tutan Namık Kemal ve Sultan Selim'dir” sözleri
ile İttihad-ı İslam düşüncesini savunmuştur. Esasen Bediüzzaman Hazretleri’nin daha
sonra kaleme aldığı Sözler isimli eserinde topluluk oluşturmak için Kur’an’ın ehli
kitaba yaptığı çağrının ehli mektebi dahi kapsadığı şeklindeki ifadesi esas alındığında,
onun ‘ittihad-ı insan’ı arzuladığını söylemek yanlış olmasa gerektir.

Öz

Bediüzzaman Said Nursi, Hutbe-i Şamiye adlı eserinde İslam dünyasının
geri kalış sebeplerini ele almaktadır. Bunlardan birisi de “himmeti, menfaat-ı şahsiyesine
hasretmek” hastalığıdır. Bediüzzaman bu hastalığın çaresi olarak “meşveret-i hakikiye
”yi gösterir. Biz bu çalışmamızda Bediüzzaman Said Nursi’nin eserinde altıncı hastalık
ve altıncı kelime başlığı altında ele aldığı konu kapsamında “ferdiyet, meşveret
ve hamiyet
” ilişkisini ele alacağız.

Anahtar Kelimeler: Ferdiyet, meşveret, hamiyet, menfaat-i
şahsiye, İttihad-ı İslam, ittihad-ı insan

Abstract

Bediüzzaman Said Nursi, in his work “Hutbe-i Şamiye”, discusses
the reasons behind the backwardness of the Islamic world. One of those reasons is
stated as the illness of “devotion of help to personal benefit.” Bediüzzaman underlines
the “true counseling” as the solution of this problem. In this study, we will cover
the relationship among “individuality, counseling, and patriotism” which is mentioned
in Said Nursi’s work under the title of sixth disease.

Keywords: Individuality, counseling, patriotism, personal
benefit, unity of Islam