The Idea of Civilization and Brotherhood
in Islam
Medenileşme adına atılan bütün adımlarda, gerek siyasi gerek ekono¬mik gerek iktisadi ve çevresel bütün gelişmelerin ve sistemlerin dengesini ku¬racak yegâne pay, dinin getirdiği ahlaki değerler olacaktır. Ancak dini ve ahlaki nizam hâkim olursa, diğer bütün gelişmeler ve sistemler rayına oturacak ve me¬deniyetlerin ömrü uzayacaktır. Aksi halde, fıtrata aykırı olan her yenilik, rejim ve sistemi insanlık fıtratı reddedecektir.
Medeniyetler semavi dinlerin eserleridir. Medeniyetlerin çöküşü ve buhranları ise, manevi temellerin zayıflaması ve cemiyetlerin sahip oldukları medeniyeti taşıyamaz, yürütemez hale gelmeleri neticesindedir.
Medeniyetlerin tezahürleri maddidir. Ama temeldeki hâkim unsur maddi değil, fikri ve manevidir. Nitekim sadece akıl ve akılcılıkla bir medeniyet ne doğar ne ayakta durur. Zira inançsızlığın medeniyeti olmaz. Tarih boyunca bütün medeniyetler bir manevi değerler sisteminden doğmuş ve yine bütün medeniyetler riya, bencillik, zulüm, israf, inançsızlık, hırs ve şehvet düşkünlüğü gibi menfi amiller yüzünden çökmüş ve buhranlara uğramıştır.
Medeniyetlerin ömrünü, beslendiği hak dinler belirlerken bir medeni¬yetin veya kültürün sınandığı temel turnusollerden birisi kadındır. Zira tarih boyunca medeniyetlerin tahribinde de bekçiliğinde de kadın önemli bir rol üst¬lenmiştir.
Medeniyetler tarihine bakıldığında kadının medeniyet içindeki yeri toplumlardan toplumlara farklılık göstermiştir. Bazı devirlerde ve toplumlarda en alt seviyede bir sosyal statüsü bulunan kadın, bazı toplumlarda da en üst düzeye kadar yer edinen bir statü kazanmıştır.
Kadının bir mal gibi görüldüğü ve değerinin maddi olarak para ve mal ile ölçülebildiği dönemler olduğu gibi, erkekle birlikteliğine dayanan, düzenli evlilik hayatı içinde yaşayan ve yerini alan hatta ticari ve siyasi hayatta erkeklere eşlik edebilen dönemleri de olmuştur.
Eski çağların çok tanrılı dinlerinde bazı tanrıları, kadının simgelediği görülür. Mesela Eski Yunan’da aşk ve güzellik tanrısı Aphrodite adını alırken, bu Roma’da Venüs adını almaktadır. Yine bereket tanrıçaları Kebyle’yi bir ka¬dın sembolize eder.
Kadın, geçmişte de günümüz dünyasında da sürekli gündem olmuş ve her dönemde farklı şekillerde kadın tartışılmıştır. Günümüz popüler kültürü kadını, tüketimin hem öznesi hem nesnesi haline getirmiştir. Bu şekilde kuru¬lan tuzaklar ile kadın hâkim toplum ve medeniyet algısı ile dinin, kültürün, ge¬lenek ve adetlerin arasında sıkışıp kalmıştır. Yine kadın, ‘ahir zaman fitnesinde’ kullanılan önemli bir unsur haline getirilmiştir.
Başta da söylenildiği gibi, bir medeniyetin sınandığı turnusollerden bi¬risi de kadındır. Bu gün Batı medeniyetine bakıldığında seyyiatının hasenatına galip geldiğinin göstergelerinden birisi de kadının statüsüdür. Batı’da gerçek¬leştirilen 586 yılındaki bir din kongresinde kadının da bir insan olduğu fakat erkeklere hizmet için yaratıldığı sonucuna varılmıştır. Yine eski inanışlarda hat¬ta Hıristiyanlık ve Yahudilikte kadının Allah katında makbul olmadığı, doğuş¬tan günahkâr doğduğu kabul edilmektedir. Eski Yunan’da ise, kadına şeytanın meydana getirdiği bir çirkinlik olarak bakılmış ve özellikle Orta Çağ’da içlerine şeytan girmiş diye yakılmışlardır. Yine İlk çağlarda Eflatun, ‘Kadın cehennemin kapısıdır ve o bir maldır’ demiştir. Aristo ise, ‘Kadın yaratılış itibariyle yarım kalmış bir erkektir.’ ifadesini kullanmıştır.[1]
İşte tarih boyunca, Batı’nın kadına uyguladığı bu negatif ayrımcılık 1900’lü yıllarda feminizm ve cinsel özgürlük akımlarını doğurmuştur. Yani, bir ifratın kucağından alınan kadın, başka bir ifrat çukuruna atılmıştır.
Tefessüh etmiş olan medeniyetin getirdiği akımlar, maneviyatı tama¬men dışlayan hayat tarzları kadını bir meta haline getirmiştir. Kadın, gerek Batı medeniyetinde gerekse Doğu medeniyetinde de ifratlar ve tefritler arasında gidip gelmiştir.
Batı medeniyetindeki ifrat yaklaşım negatif ayrımcılık karşısında yine aşırı bir uç olarak feminizmi ortaya çıkarmıştır. Kadın, feminizm ve özgürlük söylemleriyle bir başka esarete atılmış, sömürü aracı olmuş ve modern köleler haline getirilmiştir.[2]
Doğu medeniyetlerinde ise, ifrat ucun bir tarafından kadın eve hap¬sedilen, sosyal hayatın dışına atılan, töre kurbanı haline getirilen anlayışların kurbanı olmuş, bir taraftan da nazik ve ‘seri’üt-teessür’ yapısı dikkate alınmamış çok ağır şartlarda çalıştırılıp, mülkiyet ve tercih hakkı elinden alınarak bir başka ifrata yuvarlanmıştır.
Kadınları istismar eden, ‘mebzul bir meta’ haline getiren bugünkü sefih medeniyet, onları daha fazla hak, hürriyet, eşitlik kavramlarıyla kandırmıştır. Açık saçıklığı medeniyet sembolü olarak göstermiş ve kadınlar buna teşvik edi¬lerek teşhirciliğe yönlendirilmiştir. Böylelikle kadın modernleşme ile beraber nefsinin esiri olmuş ve çağdaş köle olarak kullanılmıştır.
Bu durum hal-i hazırdaki insanlığı tehdit etmektedir. Nefsine esir düş¬müş annelerden özgür evlatlar; yani kişiliği, karakteri, şahsiyeti oturmuş, ma¬nevi değerleri özümseyen nesiller yetişemeyeceğinden dolayı geleceği tehlikeli hale getirmektedir. Nitekim kadındaki rol kayması erkeğin rolünde de kayma¬lara sebep olmuştur. Bediüzzaman, bu konuyla ilgili şöyle bir tespitte bulun¬muştur. “Sefih erkekler, hevesatlarıyla kadınlaşırsa, o zaman açık saçık kadınlar da hayasızlıkla erkekleşir.”
[3] İşte rollerdeki bozulmalar çocuk eğitiminde de cid-di problemleri beraberinde getirmiştir. Çünkü kemal, celal ve cemal dengesiyle mümkündür. Anne cemalin baba rolü ise celalin simgesidir. Annesinden cemal tecellisi olan şefkat ve merhamet dersi alamayan evlatlar manevi hayatlarını temellendiremeyeceklerdir. Bu da şefkat ve merhamet duygularına çok ihtiyacı olan bu asır için ciddi bir tehlike olacaktır.
Batı’da kadın, yüzyıllar boyunca erkeğe bağımlı olarak buyruğu altında yaşamıştır. Bunu her alanda görmek mümkündür. Mesela; Batı medeniyetinin sanat anlayışında da durum farklı değildir. Nitekim Batılı sanatçılar için kadın sadece seyirlik bir nesne olarak kullanılmıştır. Yani dini, felsefi, sanat, edebi¬yat, hukuk gibi bütün alanlarda kadın ikinci sınıf varlık olarak kabul edilmiştir. Hatta Orta Çağ Avrupasında kadının durumu daha da vahimdir. Çünkü ikinci sınıf bir varlık olması bir yana, insan olarak sayılıp sayılmaması bile tartışılmış¬tır. Yine Fransa’da uzun yıllar kadının ruh sahip olup olmadığı tartışılmış ve kadının erkeğin sahip olduğu tüm hakları kazanması 1938’lerde çıkarılan bir kanunla ancak sağlanabilmiştir.
Batılı kadının durumu esasen sanayi inkılâbı ile değişmeye başlamıştır. Bu tarihten itibaren artan iş gücü açığı kadınları sosyal hayatın içine çekmiş ve sanayileşme ve modernleşme birçok kurumun yanı sıra aileyi de etkilemiş¬tir. Kadın eskiye göre daha da özgürleşmiştir(!). Bu dönem Osmanlı’da kadın haklarını savunanları etkileyen hususlardan birisi de Batılı kadının özgürlüğü olmuştur.
Tahribin kolay oluşu, devletlerin sekülerleşmeye dönük politikaları, medyanın kadınlar üzerine oynadığı oyunlar vs. ile Batı’daki kadın hareketleri maalesef bütün dünya kadınlarını da etkisi altına almıştır.
Özellikle Tanzimat’la birlikte başlayan Batılılaşma hareketi Osman¬lının sadece sanayi alanının çöküşü değil, manevi alanda da bir çöküşün bir başlangıcı olmuştur. Nitekim ‘medeniyet-i sefihe’nin tahribinin bizdeki etkisi¬ni o zamanlar kıran yegâne unsur, Müslüman aile yapısının sağlam olmasıdır. Çünkü ailenin sağlamlığı oldukça diğer bütün bozulmaların giderilmesi her zaman mümkün olmuştur.
Osmanlının Batılılaşma hareketi şuursuz bir harekettir. Ruhi ve içtimai bir kompleksten ileri gelir. Nitekim Batılılaşma rüzgarlarının hızla estiği o dö¬nemlerde aydın kesim arasında çetin tartışmalar olmaktadır. Bir kısım Avrupa hayranı zevat, Batı medeniyetini şuursuzca ve ‘himmetleri sadece nefis olan’ bir yaklaşımla iyisini kötüsünden tefrik etmeden, her haliyle almanın lüzumundan bahsetmişlerdir. Diğer bir kısım ise, kendi kültür ve değerlerimiz canibinden bakarak Batı medeniyetini ‘tuti kuşlar gibi taklit ederek’ değil, faydasını zararlı¬dan tefrik ederek almak gerektiğini savunmuşlardır. ‘Din, maneviyat, fikir, hay¬siyet, seciye lazım; setre, pantolon, kolalı gömlek, sazla, cazla medeni olunmaz’ demişlerdir.[4]
Batılılaşmanın kesinlikle manevi değerleri bırakmakla, aklı, dinin ta¬hakkümünden kurtarmakla mümkün olacağını savunan görüş karşısında Bedi¬üzzaman, kendi değer, kültür ve yaşam tarzımızdan hareketle Avrupa medeni¬yetini değerlendirmiş, mehasinini ve seyyiatını nazara alarak bir medenileşme projesi sunmuştur. “Medeniyetin zünup ve mesavisi olarak bazı adat ve ahlak-ı seyyie ki, ecnebilerde mehasin-i medeniye-i kesiresiyle muhat olduğu için çir¬kinliğini o kadar göstermiyor. Biz ise, aldığımız vakit, su-i tali cihetiyle ve su-i intihap tarikiyle müşkilü’t-tahsil mehasin-i medeniyeti terk edip, çocuk gibi heva ve hevese muvafık zünup-u medeniyeti kesp ettiğimizden muhannes gibi (kadınlaşmış erkek gibi) veya mütereccile gibi (erkekleşmiş kadın gibi) oluruz. Kadın, erkek gibi giyinse maskara olur. Erkek kadın gibi süslense, muhannes¬liktir yakışmaz. Mert ve alihimmet, zib-ü ziverle muzahraf cilveli hanım gibi olmamalı.”[5]
Yani, Bediüzzaman, Osmanlı’ya Batı canibinden bakan aydınlara karşı kendi dini ve maneviyat köklerinden bakarak, Batı medeniyetinin kötülükleri¬nin medeniyetimize girmesinin ancak şeriat kılıcıyla önleneceğini ifade etmek¬tedir. Bu konuda Bediüzzaman, Japonları örnek almamız gerektiğini tavsiye etmiştir.
“Batı top tüfek diye ilerledi, biz Allah Allah diyerek geri kaldık’ söy¬leminde bulunan insafsız aydınlar, dinsizliklerini ilan etmişlerdir. Batı’nın tes¬lis inancına gösterdiği saygıyı tevhide göstermeyen, mensuh ve muharref dine gösterilen saygıyı bizim hak dinimize göstermeyen, inanç ticareti yapıp kilise¬lerini kanunlarla koruyup dokunulmazlık veren Batılıya karşın, kendi mabet¬lerine saygısızlık eden sözümona aydın gurup, batılılaşmanın dini terk etmekle mümkün olacağını gazetelerdeki makaleleriyle halka anlatmaya çalışmışlardır.
Hâsılı, Batılılaşma adına, elimizde ne kadar kıymetli değer varsa, kıy¬metsizleştirilmiştir. İşte bu kıymetsizleştirilen değerlerden birisi de, kadının hak ettiği değer ve statüsüdür.
Batılılaşma adına yapılan bütün hareketler ve reformlar İslam’dan biraz daha uzaklaşmayı netice vermiş ve belki de böyle planlanmıştır.
İngiliz müstemlekat nazırı Gladeston’un İngiliz parlementosunda söy¬lediği şu sözler dikkat çekicidir: Kur’an’ı eline alıp, parlamentoya seslenen des¬sas nazır, “Müslümanlar bu kitapla yürüdükçe medeniyete zarar gelecektir. Bu yüzden ya Kur’an’ı ellerinden almalıyız ya da onları Kur’an’dan soğutmalıyız.”[6]demiştir. Güya, bu sözü ile medeniyet ile Müslümanların maneviyatının uyum¬suz olacağını belirtmiştir.[7]
Burada akla şöyle bir soru gelmektedir: Başta da iddia ettiğimiz gibi hiçbir medeniyet inanç temelleri olmadan devam etmez. Fakat Batı medeniye¬tinin bu kadar fazla olmasına rağmen ayakta kalabilmesinin sırrı nedir? Ceva¬ben şöyle demek mümkündür: Bunun maddi yönü olduğu gibi bu medeniyetin bu kadar süre ayakta kalabilmesi manevi olarak da Hıristiyan ahlaki öğretileri sayesindedir. Elbette bu ahlaki öğretiler direkt dini nizam şeklinde değil, se¬külerize edilmiş bir tarzda sunulmakla mümkün olmuştur. Nitekim nerede bir hak ve hakikat varsa, hak dinin izi vardır. Prof. Tosiph Schacht’in ifade ettiği gibi, “İslam hukukunun laik hukukların hazırlanmasında bile, ilham edici bir hüviyet taşıdığı inkâr edilemez.”[8]
Konumuza tekrar dönecek olursak, şuursuzca yapılan Batılılaşma hare¬ketleri adına öyle ilginç fikirler ortaya atılmıştır ki, bunlar o dönem dejene¬rasyonunun eriştiği noktayı göstermek açısından önemlidir. Nitekim batılılaş¬manın hızlı savunucularından birisi olan, Abdullah Cevdet, “Bizde muhafaza edilmeye değer gelenek yoktur. Batılılaşmak için Avrupa’dan damızlık erkek ithal etmek gerekir. Türk kadınlarını İtalyanlar ve Almanlarla evlendirip kanı¬mızı değiştirmedikçe batılılaşamayız.”[9] gibi hayret ve dehşet verici söylemlerde bulunmuşlardır.
Cumhuriyetle birlikte kadın bir sembol haline getirilmiştir. Batılılaşmanın göstergesi bir unsur olarak simgelenmiştir. Bugün bile başörtüyü yasaklayanla¬rın temel hareket noktası başörtünün çağdaş Batılı kadın tiplemesine uygun olmayışı anlayışıdır. Tarih boyunca kadının kendi üzerinde tasarrufu hemen hemen hiç olmamıştır. Onun nasıl bir yerde duracağı, konumu, statüsü, giyim kuşamı hep erkekler tarafından belirlenmiş ve kadın ifratların arasında gidip gelmiştir.
Bir kadın hareketi olan feminizmin temelinde her ne kadar kadının bir isyan ve statü kazanma isteği olsa da, netice itibariyle yine başka türlü bir ifratın kucağına itilmiştir. Çünkü nefsinin esiri yapılan kadın kullanılmaya ve sömü¬rülmeye müsait hale getirilmiştir.
Tanzimat’la beraber başlayan 2. Meşrutiyet’le daha da hız kazanan ve Cumhuriyet’le en doruğa ulaşan düşünce, kadını İslami kimlikten hızla Batılı kimliğe geçirmek ve dönüştürmek olmuştur. Çıkarılan kanunlarla ve kadın¬lara verilen haklar ile kısmen bu adım gerçekleşmiştir. Modernleşme projesi ile statüsü belirlenen kadın devletin Batılılaşma politikalarının bir göstergesi olmuştur. Hala kadının giyim kuşamı yıllardır iç siyasetin malzemesi olarak devam etmektedir.
Netice olarak, insanlık tarihine bakıldığında ‘mesut bir aile hayatı geçir¬meye müsait yaratılan mübarek mahluk’ olan kadınların en huzurlu yaşadığı dönem ve hak ettiği statü sadece “asr-ı sadet” döneminde olmuştur.
Kızların diri diri toprağa gömüldüğü vahşet asrını Peygamber (asm) getirdiği hükümlerle tam bir şefkat ve merhamet asrına çevirmiştir. Kadın o dönemde ticaret yapabilen, kendi mülkiyet hakkı olan, istişare edilen, akıl da¬nışılan, bir anne olarak hürmet gören, cennetin ayakları altında olduğu vurgu¬suyla kıymetlenen bir konumda olmuştur. Oysa bugünkü medeniyet-i sefihe Bediüzzaman’ın tabiriyle, ‘kadınları yuvalarından çıkarmış, mebzul bir meta’ haline getirmiştir.
Bugün, Batı medeniyetinin İslam medeniyeti karşısında mağlup olduğu dört önemli noktadan üçü kadınlarla ilgilidir. Yirmi Beşinci Söz’de Bediüzza¬man bu meseleyi şöyle anlatır: “Batı medeniyeti havas ve avam, zengin ve fakir arasındaki kıvamı bulamamış, bu yüzden tarihinde sürekli zulüm, haksızlık ve merhametsizlik olmuştur.”[10]
İkinci olarak, Batı medeniyeti muarız olduğu ve kadınlara bir nevi esaret olarak gördüğü ‘taaddüd-ü ezvaç’ meselesine çözüm bulamamış, bu yüzden ‘pek çok fahişehaneleri’ kabul etmeye mecbur kalmıştır.
Üçüncü olarak, miras ve mülkiyet konusunda da Batı’nın kadına dolaylı olarak zulmettiğini tespit etmiştir.
Dördüncüsünde de, Batı medeniyetinin kadınların hürmetini kırdığını ve hevesat-ı rezilenin ayağı altında kaldığını, yuvalarından çıkarılıp beşeri de yol¬dan çıkarmak için kullanıldığını söyler.
İşte Batının çaresiz kaldığı bu noktalarda İslam medeniyetinin ‘ter-ü taze’ esasları çözüm getirmiştir.
Zengin ile fakir arasındaki mesafe faizin haram kılınması ve zekâtla sağ¬lanmıştır.
Taaddüd-ü zevcat ruhsatıyla nev’in bekası ve kadınların hukuku korun¬muştur.
Mirastan kadına bir erkeği iki hak verilerek, adalet sağlanmış ve kızların kendi ailesi içindeki hukukları korunmuştur.
İslam, kadınları mebzul bir meta olmaktan çıkarmış, hürmetlerini muha¬faza için hayâ perdesini emretmiş, böylelikle hevesat-ı rezilenin ayağı altında ezilmekten kurtarmıştır.
Evet, Risale-i Nurlardaki bu tespitlerden de anlaşılıyor ki, Batı medeniyeti bu dört hususta çözüm bulamamış, çaresizliğe düşmüş ve Kur’an’ın hükümle¬rine mağlup olmuştur.
Netice olarak şunu söyleyebiliriz ki, kadının hak ettiği yerini bulmama¬sı, ahlaksızlığın yayılmasına ve medeniyetlerin çöküşüne zemin hazırlamıştır. Kadının gerçek hürriyetine ulaşması, hak ettiği statüye kavuşması, kesinlikle Batılılaşma ile olmayacaktır. Manevi temelleri muharref ve mensuh bir dinden alan kültürün kurmuş olduğu medeniyet ne kadar iyi inşa edilirse edilsin mü¬him zaaflarla hasta olacaktır. Bu hastalığın en önemli göstergesi de kadınların fıtri yapılarına olan müdahaledir. Çünkü Batı, kendi kadınına yüzlerce yıldır zulüm yapmış ve halen yapmaktadır. Bu yüzden, “Dünyevi ve uhrevi saadetinin ve kadınlarda ulvi seciyelerin inkişafının sebebi, yalnız daire-i şeraitteki adab-ı İslamiyetle olabilir.”[11]
Özet
Bir medeniyetin veya kültürün sınandığı temel turnusollerden birisi kadındır. Kadın, tarih boyunca medeniyetlerin tahribinde de bekçiliğinde de önemli bir rol üstlenmiştir. Bu çalışmada bilhassa Batı medeniyetinin kadın al¬gısı üzerinden yola çıkılarak kadının medeniyetler üzerindeki rolü incelenecek ve İslam medeniyetinin kadına verdiği önem anlatılacaktır.
Anahtar Kelimeler
Medeniyet, din, kadın, meta, anne
Abstract:
Woman is essentially a litmus paper to test a civilization or a culture. Throughout history woman has assumed a basic role both in the destruction and the protection of civilizations. In this study we set off by analyzing the perception of woman in the Western civilization and explain the significance ascribed to woman in the Islamic civilization.
Key Words:
Civilization, religion, woman, property, mother
DİPNOTLAR
Selim, Ahmet, Din-Medeniyet ve laiklik, Timaş Yayınları, İstanbul, 1991, s. 145
Tarhan Nevzat, Prof. Dr, Köprü, Sayı:87, Yaz-2004, s. 82.
Nursi, Said, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, Ocak 2001, İstanbul, s. 667.
Selim, Ahmet, Din-Medeniyet ve laiklik, Timaş Yayınları, İstanbul, 1991, s.
Nursi, Said, Divan-ı Harb-i Örfi, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, Temmuz, 2000, s. 79
Nursi, Said, Tarihçe-i Hayat, YAN, İstanbul, Eylül-2007, s. 81
Selim, Ahmet, Din-Medeniyet ve laiklik, Timaş Yayınları, İstanbul, 1991, s
Selim, Ahmet, Din-Medeniyet ve Laiklik, Timaş Yayınları, İstanbul, 1991, s. 67
Nursi, Said, Hutbe-i Şamiye, Yeni Asya Neşriyat, İstanbul, Haziran,2009, s. 90
Selim, Ahmet, Din-Medeniyet ve Laiklik, Timaş Yayınları, İstanbul, 1991, s. 100
Nursi, Said, Sözler, Yeni Asya Neşriyat, Ocak 2001, İstanbul, s. 374