Giriş

Dünyevileşme kavramı üzerine eğilmek üç temel alanda düşünmeye
neden olacaktır. Öncelikle kavramın kendisinin ifade ettiği anlam; ikinci olarak
dünyevileşmenin ürünü olduğu zihinsel süreç ve nihayet bütün bunlarla muhatap
olan toplum. Dünyevi kelimesi, karşısında ileri düzeyde komp leks ilahi-olanlar
terkibini bulur ki, dünyevileşme temelde işte bu ikincisinden ayrılmayı ifade
eder. Bir bakıma civitas dei, adım adım büyük global değişmeler de dikkate
alınırsa, civitas mundi şekline dönmüştür. Ancak en başta da vurgulandığı üzere
asıl mesele dönüşümün; bütün olup bitenlerin kendisiyle doğrudan ilgisi olan
toplumun durumudur ki; Müslümanlar olarak hepimiz bu kümenin elemanlarıyız.
Hemen arkasından gerek dünyevileşme, gerek diğer bizimle ilgili olup bitenlerin
leading elite marifetiyle bizlere talim edildiği hatırlanırsa üzerinde
düşünülmesi gereken bir başka konu da ortaya çıkar: Aydınlar. Bütün tasnif
edilen tarafların vücuda getirmiş olduğu dünyevileşme hareketi ise sonunda
meyvelerini verir ki bu hayatı şekillendiren alanlarda (hukuk, idare…)
uygulanmakta olan mevzuatların dini olan renkten ayrılıp seküler şekli alması
anlamına gelir. Böylelikle, dünyevileşmenin yaşandığı toplumda ilk mühim mesele
ortaya çıkacaktır: Bu yeni düzende dinin rolü, sınırı ve öbür tarafta ihdas
edilen yeni nazımın, tarihle içiçe geniş kitleler için meşruiyet cihetinden
durumunun ne olduğudur. Nitekim İslam dünyasında dünyevileşme hareketlerinin
ne-ticelerini vermesiyle hemen bu çatışma ortaya çıkmıştır. Müslüman toplum,
içinde hayat ve devlet ile ilgili geniş düzenlemeler içeren iman ettiği dinin
nereye konulacağının tartışmasına girmiş, öte yandan bu meseleye dini tamamen
kenara alarak çözen yeni modellerle de meşruiyet kavramı noktasında çatışmaya
girmiştir.

Tarihteki durum

Dünyevi olmayanlar vahye dayalı olanlardır. G. C. Anawati’nin,
sürekli, peşin ve öncel kabul ettiği vahyin ve müştemilatının ilahi olan bütün
düzenlerin vasf-ı fariki olduğu şablonu, bu açıdan önemlidir. Bu açıdan vahye
dayanmaksızın ortaya atılmış dinler, dünyevi olmaktan kurtulamayacaklardır. Aynı
zamanda ilahi olup vahye dayanan düşüncenin karşısındaki dünyevi düşüncenin
altına gelecek kaynak, akıl olarak kendini gösterir. Ne var ki, ilk problem de
buradan çıkacaktır. Problem vahyi olan ve olmayanın akıl karşısındaki
konumlarıyla ilgilidir. Zira dinsel olmayan düşüncenin, dinsel olana en büyük
eleştirisi, onun akla değil nasa dayandığıdır. 9. asırdan beri önemli müslüman
filozofların hemen bütün eserlerinde ele aldığı temel konulardan birisi de işte
vahyi olanın, iddia edilenin aksine, akılla sergilediği uyumdur. İbn-i Tufeyl
gibi kişiler, aklın esasen ilahi olan ahkâmı doğruladığını ispat etmek için
önemli sayıda eserler vermişlerdir. Şüphesiz muhalefet edenler de yok değildi.
Farabi, El-ıhsa-al-’ulum’da ilimleri tasnif ederken; mantık, fizik, matematik,
metafizik sıralanışını bilinçli olarak model haline getiriyordu. Ve hususan
İbn-i Sina, İbn-i Rüşd, Farabi üçlüsünde vahye dayalı olanın durumu, diğer İslam
düşünürlerine göre, akıl karşısında farklı konum kazanıyordu.

Memun devrinde başlayan düzenli tercüme faaliyetleriyle İslam’ın
Yunan felsefesi ile ilişkisi zirveye çıkar. Hilmi Ziya Ülken’in vurguladığı gibi
ilişki nihayet, Endülüs tarihi dikkate alınırsa, İslam felsefesinin eski Yunan
ve Avrupa arasında bir geçiş modeli olmasına kadar varır. Nitekim aynı dönemle
beraber etkili eserler ortaya koyan İslam filozofları entellektüel düzeyde
dünyevi bilginin kaynağını oluşturmuşlardır. Corbin’in deyimiyle başını alıp
giden bu hareket güçlü bir engelle ümmet karşısında büyük bir darbe yiyecektir;
bu Gazali’den başkası değildir. Gazali’nin felsefeyle uğraşanların tezlerini
çürüttüğü hakkında bir şey söyleyemeyiz. Ancak onun felsefecileri ümmetin
gözünden düşürdüğü durum ortadadır. Ancak Gazali gibilerine rağmen akılcı okul
güçlenmiştir. En önemlisi, Ignaz Goldziher’in İslam Tefsir Ekolleri adlı
kitabında belirttiği gibi; güçlenen akılcı okullar, dinin temel kaynakları olan
tefsir, hadis gibi alanlarda kendi tarz-ı telakkisini oluşturmuştur. İşte bütün
bu olup bitenlerle bizim şimdi yaşadığımız dönemin büyük bir ilişkisi vardır.
Çünkü günümüz tartışmalarında tarafların birisi işte asırlar öncesi temelleri
atılmış akılcı okulların efkârını kullanmaktadır. Şüphesiz bunda yadırganacak
bir şey yoktur. Ancak günümüz Müslüman toplumunun kullandığı argümanların,
araçların geçmişle ayrılığı gözden kaçırılmaması gereken bir noktadır.
Dolayısıyla dünyevileşme ele alınırken bu fikirle ilgili başka hareketlerin
geçmişte hangi aşamalardan geçtiği ve kimlerce nasıl savunulduğunun da
değerlendirilmesi önemlidir.

İslam’ın diğer köklü düşünce sistemleriyle girdiği muarefelerle
dünyevileşme; bilgi düzeyinde kendini belli etmeye başlamıştı ve usûl sahasına
doğru hızla yayılıyordu. Demokrit, Pisagor gibi Stoacıların tabiat felsefesi ilk
müslüman kelam okullarında adeta temel kaynak gibi kullanıldı, öğretildi.
Mutezile, Empedokles ve atomculuğu bütün muhtevasıyla meydana getirdiği düşünce
birikimine temel kaynak olarak katmaktan çekinmedi. Heresiografi İslam
dünyasında en ılımlı kesimden Raven-di’ye kadar şekillendi. Şimdi burada “ilahi
düzenin vahye dayandığı, buna karşı dünyevi olanın akla dayandığı” tartışması
hakkında bir noktaya daha temas etme zorunluluğu doğmaktadır. Şöyle ki vahye
dayanan, ilahi olanın karşısında ortaya çıkan dünyevi düşünce-nin temelinde
yatan kaynak tabiat felsefesidir. Dolayısıyla dünyevileşme köken olarak tabiat
düşüncesi ve felsefesinin sonucudur. Bunun sonuçları kişi hayatından,
uluslararası hukuka kadar yayılarak görülecektir.1 Sonuç olarak ilahi
olandan dünyevi olana gidişin, akli olana gidiş anlamına gelmeyeceği netlik
kazanacaktır. Çünkü Bacon’un şikayet ettiği şekliyle tabiat felsefesi kaynaklı
düşünceler tabiat, kadın gibi kavramları salt sömürülecek şeyler olarak
vurgulayarak tamamen akıldan uzaklaşmanın örneklerini vermişlerdir.

Müslümanların çıkmazı

Osmanlı Devleti, 1699’da Karlofça Antlaşmasına imza koyunca yeni
bir kavramla tanışıyordu; diplomasi. O döneme kadar sürekli elçi bile bulundurma
ihtiyacı hissetmeyen devlet için sorunların çözümünde anahtar belliydi; güç.
Diplomasi, ekalliyetten Fener kökenli bazı ehil kişilere havale edilmişti.
Dragomanlar aracılığıyla gereken işler bu alanda yeni yeni icra edilmekteydi.
Ancak devletin güç kaybı, şartları değiştirmiştir. Artık Hıristiyan devletlerle
antlaşmalar yapılmak zorunda kalınıyordu. Şahinzade Efendi, Allah’ın
düşmanlarını dost edinmemekle ilgili bir ayeti öne sürerek benzer antlaşmaları
imzalamanın dinen caiz olmadığına fetva verir. O’na göre kâfirlerle antlaşmalar
imzalanarak, işte bu hükm-ü ilahi ile ihtilafa düşülmüştür. Ancak kâfirlerle
nice antlaşmalar imzalayanların cevabı ilginçtir; “menfaatlerimiz bunu
gerektiriyor.” Osmanlı Devleti yıkılışına kadar müslüman olmayanlarla daha
birçok antlaşmalara imza attı, dahası Şahinzade yine bir hadise dayandırılarak
görevinden alındı. Ancak pratik sorun hep gündemde kaldı; gerçekten de bütün
olup bitenler ve yaptıklarımız bizi ilahi olandan ayırıp, dünyevi olana yani
bizim meydana getirdiğimize yakınlaştırmıyor muydu? Şüphesiz evet. Osmanlılar
gibi kâfi derecede dine bağlı devlette vuku bulan dönüşüm, devrin uleması
tarafından tepkiyle karşılanmıştır. II. Mahmud, ulemanın maddi ve statü
durumlarıyla ilgili vaadler vererek onların muhtemel reaksiyonlarını geçici de
olsa engellerken, halk nezdinde büyük etkinliği olan aynı çevrelere söz konusu
değişimin dine mugayir olmadığını anlatmaktadır. Doğal olarak burada şu soru
akla gelecektir. Osmanlıların oluşturduğu düzende verilen kararlar nitelik
açısından ne kadar dini, ne kadar dünyevidir? Osmanlı hukukunun ikili bir
niteliğe sahip bulunduğu iddiası Hammer’a kadar geri götürülebilir. Nitekim
Taner Timur’un belirttiği gibi 1923 sonrası kurulan yeni düzenin eskiyle tamamen
ilgisinin koparılmaması için de Osmanlı hukukunun dünyevi taraflarının varlığı
ortaya konulmaya çalışılmıştır. Halil İnalcık, sultana bağlı hukukun Osmanlı
düzeninde en az şer’i hukuk kadar etkili olduğunu savunmuştur.2 Bu
tartışmanın temelinde İslam hukukunun kamu hukuku denilen alan ile ilgili genel
kaideler dışında hükümler içermediği ve bu alanda boşluğun ilahi kaynakların
ışığında düşünsel çaba ile doldurulduğu fikri vardır. Örfi hukukun Osmanlı
yönetiminde büyük yer tuttuğu ve bunun dinsel olmayanı temsil ettiği öne
sürülmüş-tür. Dolayısıyla 19. yüzyıldan çok önceleri devletin dini olan ve
olmayanı beraberce bugüne getirdiği kabul edilmiştir. Şüphesiz bütün bu
fikirlerin doğruluk payı vardır. Öte yandan Şeyhülislamlardan alınan fetvaların
bile salt dinsel motifler içermediği, buna karşın ilgili olayın siyasal, askeri
taraflarına ait gerekçelerle düzenlendiği görülmektedir. Şeyhülislam Ebussuud
Efendi, kendisine Kıbrıs Fethiyle ilgili sorulan soruya verdiği cevapta;
Türklerin adadaki tarihi haklarından, adanın düşman elinde kalmasının doğuracağı
zararlardan bahsediyor ve fethine girişmenin caiz olduğunu ilan ediyordu.3

Osmanlıların kendi düzenlerine ait bu tartışmaların dışında
cereyan eden ve 11. miladi asırda bütün İslam coğrafyasında başlayan
entellektüel tıkanıklıkla ilgili diğer tartışma da dünyevileşme kavramını
açıklamada aydınlatıcıdır. Buna göre sözü edilen yüzyıldan itibaren İslam
dünyasında statikleşme başlamış, ilahi kaynakların ışığında yapılan düşünsel
çabalar son bulmuştur. Sonuç olarak Osmanlılar da içinde olmak üzere bütün İslam
dünyası kendi dışlarında tekâmül eden dünyevi düşüncenin etkisi altına
girmişlerdir. İslam dünyasında bilimin yaşadığı tıkanıklık nedeniyle oluşan bu
durum, daha sonraları görülecek olan Batıcılığın en iptidai temelleridir. Çünkü
aynı za-mandan itibaren Batıda bilimsel düşünce hızla güç kazanacaktır. Doğal
olarak kendi iç dönüşümünü sürdüremeyen İslam toplumu için sorunların aşılması
imkânsız hale gelecek ve zorunluluktan doğan bu Batı kaynaklı düşünceleri
kullanma devri başlayacaktır. Dünyevileşme kavramının bu yönü çok önemlidir.

Dini olan mevzuata dini olmayanın karışması meselesi ise çok
öncelere varan bir konudur. Biruni, ilahi dinin en önemli sorunlarından birinin
onun yerel gruplar tarafından kendi yerleşik ananelerine göre telakki edilmesi
olduğunu belirtmiştir. Bu haklı bir endişedir. Gerçekten de İslamın yayılmasıyla
değişik alanlarda birbirlerinden farklılaşan kozmopolit kültürler ortaya
çıkmıştır. Beluzuri’den İbn Haldun’a kadar birçok düşünürün kabul ettiği gibi
İslam devletlerinin Bizans ve Pers’ten kurumları açısından etkilendiği de burada
vurgulanması gereken diğer bir başlıktır. Böylelikle türlü nedenlerle din
kavramı, içine yerleşik dünyevi değerleri almak zorunda kalmıştır. Osmanlılar
döneminde fetihler yoluyla sürekli büyüyen topraklarda uygulanan fıkıh
mezhebinin Hanefilik olması aynı açıdan ilgi çekicidir. Hanefi mezhebi
diğerlerine oranla, kıyasa verdiği geniş yer nedeniyle karşılaşılan türlü
sorunları çözebilmede bilinçli olarak kullanılmıştır.

Dünyevi düşüncenin gelişimi

Aynı dönemler itibariyle Batıda dünyevi hukuk ve müştemilatı
Ortaçağ skolastiğini mağlup edip tekâmül edebileceği geniş bir hareket alanı
bulmaktadır. Eski Yunan tabiat felsefesine dayanan materyalist düşünce zamanla
sistemleşmiştir. Bu sistemleşme kesinlikle ha-yatın her alanını kapsayacak
genişliğe ulaşmıştır. 16.-18. yüzyıllar arasında uluslararası hukukun ilk
yazarları Francisco Victoria, Vazquez de Menchau, Gentiles ve diğerleri tamamen
doğal hukuk görüşünü benimseyenlerdi. Üstelik onların az çok dinsel renkli
anlayışı Grotius ve Puffendorf gibi şimdi bile uluslararası hukukun banisi
addedilen şahıslar tarafından ayıklanmıştır. 17. yüzyılda başlayan doğal hukuk
görüşüne dayalı uluslararası hukuk gelişimi karşısında kendi tıkanıklıklarını
aşamayan Müslümanlar, 20. yüzyıl itibariyle sözü edilen hukukun getirdiği ağır
hükümlere boyun eğmekten başka bir şey yapamayacaklardır. Ve nihayet günümüz
global dünyasında kendi dönüşümlerini sürdürememiş müslüman devletlere, dünyevi
normların tasnif ettiği kurumlarda bulunma zarureti kalmaktadır. Şimdi en
azından bu alanda bir dünyevileşmenin son haddinde vuku bulduğunu
söyleyebi-liriz. Ancak görüldüğü gibi bu çok öncelere dayanan entellektüel
tıkanıklığın sonucu çözüm üretemez hale gelen Müslümanların alın yazısı haline
gelmiştir. Model, bütün diğer alanlara teşmil edilebilir. Zamanla tekâmül etmesi
gereken türlü alanlara ait İslami düşünce durağanlaşmış, bunun sonucu olarak da
günümüz toplumları süratle ilerleyen Batılı, dünyevi düşünceye tabi olmak
zorunda kalmışlardır. İslam kaynaklı uluslararası hukuk öğretisinin ne anlama
geldiği şu anda büyük bir muamma gibi görünen sorundur. Özellikle uluslararası
münasebetlerde bütün herkese en önemli örnek olabilecek Hz. Peygamber ve ilk
halifelerin uygulamaları derin biçimde ele alınmamıştır. Araştırmacı, günümüzde
türlü uluslararası hukuk sorunlarına cevap bulmak için Elmalılı Hamdi Yazır’ın
derlediği arazi hukukuna dair kitaptan başka kaynak bulamamaktadır.

Doğal hukuk bununla yetinmemiş, ilahi naslara tekabül eden kendi
jus cogenslerini geliştirmiştir. Böylelikle doğal hukuk evrensel ve herkesin
mutlaka uyması gereken bazı kurallara kavuşmuş, sonraki ilerlemesini bu tür
kurallara dayandırma zorunluluğunu geliştirmiştir. İşkence yasağı gibi genel
kabul gören jus cogensler dünyevi düşüncenin bir anlamda genel çerçevesini
oluşturmaktadır. Dünyaya ait diğer bütün alanlarda yapılan çalışmalarda bunlar
dikkate alınmak zorundadır. Nitekim müslüman toplumlarda kendi dinleriyle
uyumuna bakmaksızın girdikleri uluslararası örgütlerde, eylemlerde sözü edilen
genel kaidelere uymak zorunda kalmaktadırlar. Sözgelimi Avrupa İnsan Hakları
Sözleşmesi’nin 4. Protokolünde yer alan idam yasağı bu açıdan
önemlidir.4 Şu anda imzacı devletler bu yasağa uymak zorunda değildir ancak
oluşmakta olan hukuk düzeni bu yasağı tamamen ortadan kaldırıcı bir eğilim
içindedir. Böyle bir cezanın tamamen kaldırılması Avrupa ile bütünleşmek isteyen
müslüman toplumlu bir ülkenin kabul etmesi gereken kural haline gelebilecektir.
Fehmi Hüveydi, bütün İslam dünyası için söz konusu olan Batılılaşmanın en büyük
amillerinden biri olarak üniversitelerde okutulan uluslararası hukuk derslerini
göstermektedir.

Dünyevileşmenin etki altına aldığı alan bununla bitmemektedir.
Endüstri Devrimi ile önemli bir yer kazanan sosyal politika açısından dünyevi
düşünce büyük bir atılım yapmıştır. Emil Frey’le başlayan işçilerin hakları,
statülerini belirleme hareketi güç kazanmış ve günümüzde bu alanda tamamen doğal
hukuk görüşüne dayanan bir düzenin kurulmasına neden olmuştur. Bu çok önemlidir
zira Bediüzzaman Anglikan Kilisesi’ne verdiği cevapta halihazır zamanı
tanımlarken “derim; sa’y esastır” ifadesiyle sosyal politikanın gelecekteki
önemli yerine de vurgu yapmaktaydı. Şimdi bütün dünya ülkelerini ilgilendiren
işçi hareketleri, sendikalaşma gibi çok önemli konularda oluşturulan düzende
etkili olan fikir anlayışı tamamen bizim dışımızda oluşmuştur. Türkiye gibi
diğer İslam ülkeleri bu süreç içerisinde İLO’nun hazırladığı sözleşmelere sadece
imza atarak yer alabilmiştir.

1539 yılında harp meydanına Sancak-ı Şerif’i çıkaran Osmanlılar,
1699’da kendini bütün taraflarıyla gösterecek bir inhitat devrine gireceklerdir.
İnhitat zahiren kendini askeri alanda mağlubiyetler olarak gösterse bile asıl
olarak hayatın her alanında bir geri kalmışlık olarak hissedilecektir. Maverdi,
Şehristani gibi alimlerin hakkında değişik teoriler ortaya attıkları hilafet,
1774’ten itibaren üzerine vurgu yapılan bir sıfat haline gelir. Bu vurgu Küçük
Kaynarca Antlaşması ile ellerinden çıkan bir toprağın Müslüman halkını
İstanbul’a bağlı tutmak gibi bir siyaset içermektedir. Tanzimat Ferma-nı’nda
yapılması gereken yenilikler sayılırken, asıl sıkıntının, şeriattan sapma olduğu
vurgulanır. Osmanlılar bütün dehşetiyle geri gidişin farkındadır ve geçmişte
kendilerini şimdi hayal edilmesi güç noktaya getiren dinin yardımına bir kez
daha başvurmaktadırlar. Ne var ki artık Müslümanların kendi dinleriyle geçmişte
girdikleri verimli ilişki yerinde yeller esmektedir. Dine dönmeyi savunan bütün
samimi insanlar bu işi bütün cüzleriyle gerçekleştirebilecek ehil insanların
yokluğuyla mahçup olmaktadırlar. İşte bu vaziyet Doğu toplumunda dünyevi-leşmeyi
bir zaruret olarak ortaya çıkaracaktır.

Osmanlı Devleti, 1648’den 1814’e kadar süren Avrupa Uyumu
sürecine katılamamıştır. Westphalia ile ilk defa Papanın dahi iznine
başvurulmadan imzalanan düzen, kurumsal bir dünyevileşmenin bütün altyapısını
hazırlıyordu. 20.yüzyılda ortaya çıkacak seküler Batı modelinin işte bu tarihi
süreçle ilgisi büyüktür. Avrupa’nın asırlarca üçte birini hakimiyet altında
bulunduran Osmanlı Devleti’nin Habsburglar’ın hegemonya sevdasını engellemek
için Fransızlarla girdiği ittifak yalnızca övülmüş, ama bu övgü onlara sürece
katılma imkânı tanımamıştır. Ne var ki, oluşmakta olan düzenin hep dışında kalan
Osmanlılar sonunda yeni düzenin getirdiği zorunluluklara uymak mecburiyetinde
kalacaklardır. Siyasal alanda ayrık tutulan Osmanlılar aynı zamanda düşünsel
açıdan da dışlanmaktadır. İşin önemli tarafı Müslüman toplumun 20. yüzyıl
başında, önüne konulan “barış” antlaşmalarını kabul etmek zorunda kalması gibi,
Avrupa’da oluşan birikimi, farklılığa rağmen kabul etmesidir.

Dünyevileşmenin Batıdaki ve Doğu-daki arkaplanı kurumlar
açısından ilginçtir. 494 yılındaki vaazında Papa Gelasius, dünyanın idaresini
iki güç arasında paylaştırmaktadır. Bu iki güç kilise ve emperyal güçtür.
Kilisenin pervasızca kendini devlete ortak etmesi, dönem dikkate alınırsa
normaldir. Watson’a göre bunun iki temel nedeni vardır; öncelikle dinin halk
nezdinde malum telakkisi, ikinci olarak devletin dahi birçok işte kiliseye
mensup, okumuş, eli kalem tutan adamları kullanması.5 Kilisenin sözü
edilen etkili baskısını kırmak için sonraki dönemde köklü bir reformasyon
yaşanmıştır. Sekülerleşme, akıl çağının bütün doğmaları eleştiren gelişimiyle
eşzamanlı bir kavramdır; yani salt idari bir istek değildir. Osmanlı Devleti’nde
ise idareciler ve dar bir aydın grubu yıkılmamak için uğraşmaktaydı. Din
adamlarının yeri ve etkisi bir nebze Batıyı andırmaktaydı. Bir kere Şerif
Mardin’in belirttiği şekliyle normal bir müslüman, şeyhe intisap ederek bir tür
siyasal tercihte bulunmaktadır. Tarikatlar vb. böylece halk ve yönetim sırasında
iletişimi gerçekleştiriyordu. İkinci olarak yine Batıdaki gibi din adamlarının
yönetimde hatırı sayılır konumları vardı. Osmanlı yenilik hareketinde Batıdakine
benzer bir tavırla dinsel eğitim geri planda bırakılarak; teknik okulların
açılmasına çalışıldı. Bu arada İslam hukukunda haiz oldukları sınırsız
serbestiyet gözardı edilerek vakıflara belirli sınırlamalar getirildi. Yine II.
Mahmud’la beraber merkeziyetçiliğe doğru bir hareket ivme kazandı ve Doğuda
yarı-bağımsız davranan Kürt aşiretlerinin önemli yetkileri kısıtlandı. II.
Mahmud vakıfların yetkilerini ordu lehine sınırlarken planlı bir hareketle
orduyu da ortadan kaldırmıştır. Ne var ki bütün bu olup bitenler üstyapıyla
ilgili hareketler olarak kalmakta, İslam coğrafyasında gelişmekte olan dünya
şartlarını kucaklayacak bir zihinsel tekamül ortaya konulamamaktadır. Yani İslam
toplumunda dine dayanan ve halihazır dönemin gereklerini kucaklayan fikirlerin
yokluğu açıkça görülmektedir. II. Mahmud gibilerin yenileşme düşüncesinin önünde
görünen bütün kurumsal engelleri kaldırması kısa dönemde belirli yeniliklere
kapı açsa da, asıl hareket geçmesi gereken entellektüel kitlece
değerlendirilememektedir. Hal-buki Batıda düşünce hareketleri kilise gibi
kurumsal engellerden kurtulduktan sonra büyük bir hareket vücuda getirmiş ve
nihayet bunun sonuçlarını hayatın her alanında görmüşlerdir.

Sonuç

Şüphesiz bütün Müslümanlar kendi dinlerinin bir çok alanda
neleri gerektirdiği konusunda çeşitli sorularla karşı karşıyadır. Buna karşın
güçlü düşünsel temellere bina edilmiş dünyevi düşünce, baş döndürücü hızıyla
insanlığa yeni eserlerini sunmaktadır. Aslında bir ölçüde Müslümanların bunun
karşısında yaşadığı şaşkınlık psikolojisi de önemlidir. Şimdi cevaplandırılması
gereken soru; dünyevi düşüncenin bütün bu “zaferlerine” rağmen bizim kendi
değerlerimizi kullanarak hangi modeli insanlığa sunacağımızdır. Yani bölgesel
çatışmalardan, teknolojik buluşlara kadar bütün dünyayı kucaklayan ve kökü vahye
dayanan bir modele sahip miyiz? Şüphesiz bu soruya “evet” demek çok kolay ancak;
gelecekteki konumumuz bu soruya kolayca evet dediğimiz gibi gelişen sorunlara
cevap bulabilmemizde yatıyor. Böylelikle son iki yüzyıldır yaşadığımız tecrübeyi
hatırlamak bile istemeyenlere büyük bir görev düşüyor; bütün iki yüzyıl içinde
hiç başarılamamış olanı yani dünyevi düşüncenin karşısındaki bütün dinamikleri
kullanıp çözüm üretebilmek.

Dipnotlar

1. Burada semavi kavramı karşısına konulan mundane, mondial
kavramlarını hatırlatmakta fayda var. Bediüzzaman, İçtihad Risalesi’nde semavi
olanın karşısındakini tasvir ederken arzi sıfatını kullanır. Nitekim arıdilci
Prof. Cem Eroğul ilahi olanın karşısında yerselliği kullanır.

2. Konuyla ilgili ayrıntılı bilgi için bkz. Taner Timur,
Osmanlı Kimliği, Hil Yayınları, İstanbul 1994, s. 65 ve sonrası.

3. Ziya Nur Aksun, Osmanlı Tarihi, Ötüken Yayınları, I.
Cilt, s.353.

4. Tekin Akıllıoğlu, AİHS ve Anayasa, Siyasal Bilgiler
Fakültesi, İnsan Hakları Merkezi Yayını 1996, Bkz. 4. Protokol.

5. Adam Watson, The Evolution of the International Society.