“Adam adam olmadıkça adam etmez adamı.”
—Anonim

I. Türkiye’de milli eğitimin felsefi temelleri ve
dünyevileşme

Batı bilim ve teknolojisinin gelişimi karşısında, daha 18.
yüzyılın ortalarından itibaren Batı eğitim kurumlarını örnek alan okullar
açılmaya başlanmıştı. Tanzimattan itibaren geleneksel eğitim kurumları, Batı
örneğine dayanan okullar (mekteb) karşısında gerilemeye, böylece toplumsal
alanda da fonksiyonları azalmaya yüz tutmuştu. Cumhuriyet döneminde bu süreç
iyece hızlanmış, pozivitist bilim anlayışına ve Grek-Roma medeniyetiyle, Latin
kültürüne dayanan bir Türk Hümanist anlayışı oluşturulmaya çalışıldı. Milli
şefin desteğiyle uzun yıllar Milli Eğitim Bakanlığı yapan Hasan Ali Yücel ve
onun sadık tilmizi Tonguç, Köy Enstitülerinde bu düşüncenin tali-mine
giriştiler. Bir dönemin körpe beyinlerini zehirlemeyi başardılar.

Türk Hümanistleri, geleneksel inanç ve değerlerini yok
saydıkları Anadolu halkının zeki ve fakir çocuklarının beyinlerini, pozitivist
inanç ve ideolojiyle zehirlediler. Onlara göre, “akılcıl ve insancıl temellere
dayanan” Grek-Latin uygarlığına giriş için ve onun bir tezahürü olan hâl-i hazır
Batı Medeniyeti seviyesine ayak uydurmak için, tek çıkar yol bu idi. Cumhuriyet
inkılaplarının amacı da Avrupa medeniyetine ayak uydurmak olduğuna göre; doğru
yolda idiler. Oysa Avrupa uygarlığının manevi cephesini, dünyevileşmiş
Hıristiyanlık (Protestanlık), maddi cephesini ise kuvveti ve sömürüye esas alan
bilim-teknik oluşturmaktaydı: Bilim güçtü, bu anlayışa göre.

Türk Hümanistleri, milli kültür, milli tarih ve milli terbiye
yerine, evrensel bir eğitim sistemi olarak kabul ettikleri Batı Hümanist
mantığını temel aldılar. Bu mantık Cumhuriyetin ilk yıllarındaki görüş ile de
çatışıyordu aslında. Ama kendi toplumuna yabancılaşmış bir yönetici tabaka
işbaşındaydı ve onlar ne derlerse, o olurdu.

İnsanın kendine yabancılaşmasına ve içinde yaşadığı toplumun
bilincini baskı altında tutan ve bir nesne haline gelmesine yol açan pozitivist
tutum, insanlık için bir kangren, toplumsal huzursuzlukların insanlık dışı tutum
ve çatışmaların da müşevvikidir aslında. Pozitivist tutum, her türlü kutsal
değeri reddederek, bilimi bir “din” bir “kutsal” haline getirdi. Bilimi biricik
melce ve hedef haline getiren bu tutumu “scientizm” olarak ideolojileştirenler;
dünyevi-leşmenin doruk noktasına çıkmışlardı. Bilimin sekülarizasyonu, yani
dünyevi-leşmesi denilen bu süreç, tarihi tersine çevirmiştir. Gayeci-finalist
evren görüşü-nün yerini materyalist bir gayecilik almıştır. Artık bilim, ortaçağ
boyunca kilisenin elinde olan otoriteyi ele geçirmiş, adeta “din”leşmiştir.
Ancak, bilim ve onun ürünü olan teknolojinin dünyayı cehenneme çeviren
sonuçları, yani dünya savaşları, “bilimcilik” ideolojisinin temellerinden
sarsılmasına yol açmıştır. Mutlak bilgiye ulaştığını iddia eden akıl çağının
doğurduğu teknoloji, dünyayı yaşanmaz hale getirirken; karşıt bilimci
yaklaşımlar rağbet görmeye başlamıştır Batıda bu gelişmeler olurken;
“Türki-ye’deki eğitimin amacı belirsizdir. Bir yanda batıcı bir tutuculuk, diğer
tarafta, Batı karşıtı ama mahiyet olarak Batıcı ve dünyevileşmiş bir ‘gelenekçi’
anlayış sürdürülmektedir. Yani ifrat ve tefrit…”

Türk eğitim sistemindeki bu yaklaşım, toplumun, bireysel ve
toplumsal bakımdan bir çatışma yaşamasına neden olmaktadır. Kültürler arasındaki
farklılığın—hatta zıtlığın yol açtığı çatışma, bireylerin psikolojik yönden
sıkıntı ve güvensizliğe düşmelerine neden olurken; toplumsal yönden de topluma
yabancılaşmalarına ve yalnızlaşmalarına yol açmaktadır. Çatışma ve yabancılaşma
20. yüzyıl insanlarının özellikle gençlerin en önemli sorunudur. Bu sorun iki
farklı davranışa yol açmaktadır. Hayata küsme, kendine ve çevresine güvensizlik
ya da her türlü toplumsal norm ve değerlere ilgisizlik ve bunlardan etkilenmemek
için alkol, uyuşturucu ve sürekli eğlence ile kendinden ve toplumdan kaçma, içe
kapanma veya tepkisel tavır.

Oysa bizim bu gelişmeleri iyi tahlil ederek gelenekçi
tutuculuktan ve pozitivist tutuculuktan uzak bir tavır geliştirmemiz gerekiyor.
Hassas tahlillere ve sağduyulu yaklaşımlara dayanmayan, taklitçi yöntemler, taze
beyinlerin çöplüğe dönmesiyle karşı karşıya bırakmaktadır bizleri: Bilgi
çöplüğü! Değerlerine yabancı, ruhsuz bilgi yığını, eğitilen insanı içinden
çıkılmaz bir girdaba sokmaktadır.

Günümüzde egemen olan aşırı teknik-merkezli ve dünyevileşmiş
eğitim anlayışı, insanın sadece bir yönünü teçhiz etmeyi öngörmektedir. Bu
yüzden sorunun temelinde insana bakış yatmaktadır. İnsan, tekniğin gelişimi için
bir araç olarak görülmektedir. Böylece insan yaşam maratonunun mekanik bir yarış
atı haline gelmektedir. Kendi özünden uzaklaşan insan, daha uyanık ve güçlü
olanların keyfini arttırmak için çalışan birer “nesne” olmaktadırlar. Tarihsel
açıdan baktığımızda, tarihin aktif rol oynayan bireyleri değil, tarihin
nesneleri-çarkları olmaktadırlar. Davranışları ve bireyselliğini unutmaya
zorlanan insan, özünün (vicdan) uyarıları karşısında huzursuzlaşmaktadır.
Böylece sevgi, şefkat, hoşgörü ve paylaşma gibi değer yargılarına yabancılaşarak
çağımızın bunalımlı insan sürüsüne katılmaktadır.

Sonuçta uyuşturucu ve terörizme saplanmış, en genel anlamıyla
ısyanci bir genç nesil üretilmektedir.

İnsanları bunalım ve sıkıntı girdabından uzak tutacak bir eğitim
anlayışına ihtiyaç vardır. Bunun için öncelikle insanın mâhiyetini kavramak,
onun psikolojik özelliklerini göz önünde tutan bir eğitim anlayışına sahip olmak
gerekir. Ancak bundan sonra çelişkilerden, çatışmalardan, bunalımlardan uzak,
dengeli bir şahsiyete sahip insanlar yetiştirilebilir. Aynı zamanda toplumsal
sorunların da en sağlıklı biçimde altından kalkılabilir.

Oysa Türk eğitim sisteminde, mesleki ve kültürel amaçların
yanında, bireyin psikolojik ve duygusal ihtiyaçlarına yeterince yer verildiği
söylenemez. Bu eksiklik, mesleki ve kültürel amaçlara ulaşılmasının da en temel
engeli olarak aşılmayı beklemektedir. Eğiterek, bilgi deposu haline getirmeye
çalıştığımız insan, hangi duygu ve değerlerle donatılmalıdır? sorusuna açık bir
cevap bulmamız gerekiyor. Bilgiyi nasıl ve kimin yararına kullanacağının
cevabını da vermeliyiz. Çünkü sapık bir bilim adamı veya etkin bir statü
kazanmış insanlık düşmanı, sadist bir kamu görevlisinden hiç de iyi davranışlar
bekleyemeyiz.

Çağımızın psikolojik ve sosyolojik sorunları eğitimsizlikten mi
kaynaklanmaktadır? Yoksa yanlış eğitimden mi kaynaklanmaktadır? Her şeyden önce
bu soruya doğru bir cevap bulmalıyız. Ancak bundan sonra sağlam bir yöntem
geliştirebiliriz. Eğer yeryüzünde, eğitim kurumlarından geçen insanların sayısı,
bir önceki yıla göre daha fazla olduğu, ancak toplumsal problemlerde her geçen
yıl daha çok arttığına göre eğitimin kendisinde bir sorun olduğu ortadadır.

Eğitimin amacı, insanları maddi ve manevi bakımdan bütün yönüyle
“aydınlatmak” çağının kültürünü tebliğ etmek ve bireyin hayatını insanlığa
eklemlemektir. Ne var ki yüzyılımızda, insanlığın karşı karşıya olduğu olası
tehlikelere ve ihtimallere karşı korkunç bir kültürsüzlük ile yüz yüzedir
insanlar. Belki de hiçbir zaman ortalama insan, zamanının kendisinden talep
ettiklerinin bu kadar altında bir hayat standardına düşmedi. Uygar dünya hiçbir
zaman bu kadar çok sahte, yapmacık bir riyakâr hayata sahip olmadı. Hemen hiç
kimse hayattaki özgün ve olması gereken yer bakımından tam anlamıyla dengede
görünmüyor. İnsan, kendi kendini kandırdığı bahanelerle yaşamayı, etrafında
basit ve keyfi bir dünya kurgulamayı, hayallerini gerçeklerle karıştırmayı bir
alışkanlık haline getirdi. Hem de insan bilincinin uyarılarına rağmen! Fakat
insanlar teknolojinin verdiği güvene rağmen korkuyor. Yüzyılımızın insanı tüm
cesur jestlerine rağmen korkak bir yüreğe sahiptir; kendisinden büyük taleplerde
bulunacak bu gerçek dünyayı kabul etmekten korkuyor. Fakat o hâlâ, hayatını
tahrif etmeyi ve onu hayali, aşırı derecede basitleştirilmiş dünya görüşünün
kozasına hapsetmekten vazgeçemiyor. Kalabalıkların içgüdüsel yaşam arzuları,
akl-ı selimi (sağduyu) bastırdığı bu dünya, tam anlamıyla “insan dışılaştırılmış
bir dünya”dır. Dünyayı bu halden ve insanları bu psikolojiden kurtaracak nedir?
Bu soruların açık bir ceva-bını bulduktan sonra, tazecik çocukları eğitmeye aday
olabiliriz. Yoksa, yaptığımız iş, en iyimser ifadesiyle; ahmaklıktan öteye
gitmez. Ne yaptığını bilmeyen kimse başkasına nasıl yol gösterebilir ki!

II. Niçin eğitim?

Bu bölümde, “insanları eğitmekten maksadın ne olması gerektiği”
üzerinde durulacaktır. Eğitim kavramının en fazla geçtiği yazılarda ve eğitim
faaliyetinin yapıldığı yerlerde ne yazık ki en az göz önüne alınan konudur bu.
Çünkü öğretmenler ya da eğitmenler eğitim olgusunu derinlemesine kavramaktan
çoğuncalı uzak; sadece bir iş olarak görmektedirler bu faaliyeti. En iyimser
yaklaşımla onların önündeki programlarda zaten bu maksat belirlenmiştir. Ötesini
düşünmeye ne hacet!

Oysa dünyamızın içinde bulunduğu sosyal, siyasal ve ekonomik
sorunlar ve bunların doğurduğu ahlaki ve psikolojik bunalımlar, eğitimin amacını
ciddi biçimde ele almamızı gerektirmektedir. Makro plandaki sorunların
temelinde, hepsinin kesiştiği yerde insan denilen varlık bulunmaktadır. Her şey
insana bakışta düğümlenmektedir. Bunun içindir ki, önce insanın mahiyeti,
varoluş nedeni ve en son hedefinin ne olması gerektiğinden işe başlanmalıdır.
Öyleyse nedir insan? Hayvan türünden sadece daha akıllı ve biyolojik bakımdan
daha güzel görünen, fakat onunla aynı düzlemde yer alan bir varlık mıdır? Yoksa
mahiyeti hayvandan bambaşka, nitelik yönünden de hayvan türlerinin bütününün
özelliklerini üzerinde taşıdığı gibi, ondan daha fazla ve zengin duygularla
süslenmiş bir mevcut mudur? Başka bir soru: İnsanın bütün varoluş nedeni ve
hedefi bu dünya haya-tıyla mı sınırlıdır? Yoksa daha uzun ve geniş bir dairede
mi düşünmemiz gerekiyor? İnsanın varlık nedenini sorduğumuzda, varlık kaynağı,
yani nereden geldiğine de cevap aramamız gerekecektir. Bu temel sorulara cevap
bulmadan, insanı eğitme iddiasında bulunmak, boş kuyuya taş atmaktan farklı
olmayacaktır. Eğer bunda ısrar edilirse, sonuçta fazla bir kazanç elde
edilemeyeceği açıktır. Hatta bu tavır, insana hakaret anlamını içerir. Bu yüzden
önce insanın mahiyetine bakılmalıdır.

İnsanın biyolojik yönünü beden; psikolojik yönünü ise ruh
oluşturmaktadır. İnsan biyolojik açıdan dış dünyayla beş zâhiri duyu ile bağ
kurar. Bunlar; işitme, görme, koklama, duyma ve tatma duyularıdır. İnsanı bu
yönüyle bize tanıtan biyoloji bilimine başvurmak gerekir. Ancak insanın
mâhiyetini ortaya koymak için bunlar yeterli değildir. Bunun için insanın derûni
(iç) dünyasına bakmak gerekmektedir. İnsan mânâ ve mahiyet bakımından öyle bir
değerdedir ki, bütün bir kâinat ile karşılaştırılmakta ve bazı düşünürlerce
“âlem büyük bir insan, insan da küçük bir âlem” gibi görülmektedir. Bu bakış bir
mübalağa değildir. Çünkü, Allah insanı, yeryüzündeki halifesi olarak
yaratmıştır.1 Bu hüküm doğrultusunda, insan gayr-i mütenahi (sonsuz)
acizlik ve zayıflığına rağman, Cenab-ı Hakk’a olan imanı sayesinde, O’nun
verdiği kuvvet ve izzete mazhar olur. “İşte bu mazhariyetten dolayı insan,
hayvaniyetten terakki edip, halife-i zemin olmuştur.”2

İnsanın mâhiyeti, kabiliyeti ve yaratılış hikmeti, Risale-i
Nur’da da farklı yönlerden geniş bir bakış açısı ile açıklanmıştır. Mesela
Bediüzzaman Denizli hapishanesinde iken, bir Cuma gününde yazılan Meyve
Risalesi’nin Yedinci Meselesi’nde insanın uzun bir tarifini yapmaktadır.

Bu tarife göre insan şu özelliklere sahiptir:3

1- İnsan, kâinat (evren) ağacının en son ve en olgun meyvesidir.

2- İnsan, aynı zamanda kâinat ağacının temel çekirdeğidir.4

3- İnsan, Allah’ın, kâinat kitabının içinde yer alan en büyük
ayeti (delil)dir.

4- İnsan, kâinat sarayının en seçkin en fazla ikram gören
misafiridir.

5- İnsan, kâinat sarayında bulunan diğer sakinlerin üzerinde
faal bir memurdur.

6- İnsan, kâinat şehrinin yeryüzü bahçesinde ve tarlasındaki
gelir ve giderlere bakmak, ekim ve dikim işleriyle ilgilenmekle görevli bir
memurdur.

7- İnsan, bu görevi yapabilmek için bir çok fen (bilim) ve
sanatlar ile donatılmış (teçhiz edilmiş)tır.

8- İnsan, kâinat ülkesinin, dünya şehrinde ezel-ebed padişahının
sürekli gözetim altındaki bir müfettişi ve temsilcisi (halifesi)dir.

9- İnsan, küçük büyük bütün davranışları kaydedilen bir
memurdur.

10- İnsan, yer ve göğün (arz ve sema) üzerlerine almaktan
çekindikleri mesuliyet (sorumluluk) emanetini omuz-lanarak; imtihanın muhatabı
olarak mutluluk ve mutsuzluk yollarıyla karşı karşıya olan bir canlı varlıktır.

11- İnsan, bu yüzden çok geniş çaplı bir kulluk (ubudiyet) ile
mükellef bir varlıktır.

12- İnsan, bu yüzden kâinat sultanının en büyük isimlerine
mazhar en geniş aynası durumundadır. (İnsanı anlayan, onu yaratanı onun sahibini
de anlar ve(ya) insanın davranışları yaratıcısının beklediği gibi, onu gösterir
şekilde olmalıdır.

13- İnsan, kâinat sultanının mesajlarını ve konuşmalarını en iyi
anlayabilen özel bir muhatabıdır.

14- İnsan, buna rağmen kâinattaki hayat sahipleri içinde en
fazla ihtiyacı olan varlıktır.

15- İnsan, sınırsız ihtiyaç ve acizlik içinde; arzuları ve
maksatlarına tam olarak ulaşamayan; bu yolda sınırsız düşmanları olan çaresiz
bir hayat sahibidir.

16- İnsan, kâinattaki varlıkların yetenek (istidat) bakımından
en zenginidir.

17- Fakat insan, hayattan aldığı lezzetlerden dolayı en fazla
elem (sıkıntı) çeken bir varlıktır.

18- Çünkü insan, geçici lezzetlerin içindeki dehşetli elemleri
görerek, bekaya, ebede (sonsuzluğa) müştak (istekli), muhtaç ve en layık olan
varlıktır.

19- İnsan, dünyadaki sıkıntı veren lezzetlerin devamlı ve
sıkıntısız verildiği ebedi bir saadeti (mutluluğu), ibadet ve dua ile isteyen,
yalvaran; bütün dünya lezzetleriyle bile bekâ (sonsuzluk) arzusu tatmin olmayan;
kendisine bir çok nimetler veren Zâtı (Allah) hayranlık derecesinde
(taparcasına) seven, sevdiren ve sevilen harika bir mucize, garip bir
yaratıktır.

20- İnsan, potansiyel olarak bütün kâinatı içine alan; ebede,
sonsuzluğa gitmek için yaratıldığına bütün maddi-manevi cihazları (organları)
şahitlik eden bir yaratıktır.

Bütün bunlardan dolayı insan, sadece dünya hayatı için değil,
ebedi bir hayatı yaşamak üzere yeniden dirilecek ve yaptıklarından hesap
verecektir. Her şey bu dünya ile sınırlı kalmayacaktır.

İnsanı eğitmekten amaç ne olmalıdır öyleyse? Kuşkusuz insanın
tabiatındaki duygu ve yeteneklerin anlaşılıp ortaya çıkartılması eğitimin amacı
olmalıdır. Fakat insanın tabiatında kötü yola gitmesine yol açan duygu ve
istekler de vardır. İnsanın mutsuz, huzursuz ve olgunlaşamamış bir varlık olarak
kalmaması için bu duygularının da terbiye görmesi gerekir ve insanı sadece
dünyevi bir varlık olarak değil, ebede yönelmiş bir varlık olarak ele alarak bu
terbiye gerçekleşebilir. Rabb (terbiye eden), hakiki anlamda bir öğretmendir
insanlar için.5

Ve Rabb insanlara öğretmek istediklerini aktarmak ve diğer
insanlara açıklamak üzere peygamberleri öğretmen olarak gönderdi. Böylece
yeryüzünün ilk öğretmenleri peygamberler oldu. Bütün peygamberlerin en geniş
yetkilisi olarak ise Hz. Muhammed (s.a.v.) seçilmiştir.6 Bediüzzaman
bir metafor ile bu hakikati şöyle anlatır.

“ …Beniâdem (insanoğlu), büyük bir kervan ve azim bir
kafile gibi mazinin (geçmiş) derelerinden gelip, vücut ve hayat sahrasında (çöl)
misafir olup, istikbalin (gelecek) yüksek dağlarına ve müzeyyen (süslenmiş)
bağlarına müteveccihen (yöne-lerek) kafile kafile müteselsilen (peş peşe)
yürümekte iken, kâinatın nazar-ı dikkatini çekti. Şu garip ve acaip mahluklar
kimlerdir? Nereden geliyorlar? Nereye gidiyorlar? diye hallerini anlamak üzere
hilkat hükümetini ve fenn-i hikmeti (felsefe) karşılarına çıkardı. Ve aralarında
şöyle bir konuşma başladı:

Hikmet (felsefe):

-Nereden geliyorsunuz? Nereye gidiyorsunuz? Bu dünyada
işiniz nedir? Reisiniz kimdir?

Bu suale, beniâdem nâmına, emsali olan büyük peygamberler
gibi, Muhammed-i Arabi (Aleyhisselatü vesselâm), nev-i beşere vekâleten
(insanoğlunu temsilen) karşılarına çıkarak şöyle cevap verdi:

“Ey hikmet! Bu gördüğün insanlar, Sultan-ı Ezelinin
kudretiyle, yokluk karanlıklarından, ziyadar varlık âlemine çıkarılan
mahlûklardır. Sultan-ı Ezeli, bütün mevcu-datı içinde biz insanları seçmiş ve
emanet-i kübrayı bize vermiştir. Biz, haşir yoluyla saadet-i ebediyeye
müteveccihen hareket etmekteyiz. Dünyadaki işimiz de, o saadet-i ebediye
yollarını temin etmekle re’sü’l-malımız olan istidatlarımızı nemalandırmaktır.
Ve şu azim insan kervanına, bundan sonra Sultan-ı Ezeliden risalet vazifesiyle
gelip riyaset eden benim. İşte o Sultan-ı Ezelinin risalet beratı olarak bana
verdiği Kur’an-ı Azimüşşan elimdedir. Şüphen varsa al, oku!”

İnsanlara içlerinden en iyi, en merhametli en geniş kapsamlı
kişiliğiyle en iyi öğretmen Hz. Muhammed (s.a.v.) tayin edilmiştir. Çünkü kâinat
kitabını ve onlara yol gösterici olarak gönderilen “Kur’an-ı Mübin”i en iyi
okuyan ve anlayan O’dur. Hem sözleri hem fiilleriyle O, en mükemmel öğretmendir.
Bütün insanlığın dünyevi sıkıntılarının kaynağı bu hakikatin farkında
olamamalarıdır. O insanlığa en yüksek derecede ilmi ve ibadeti yaşayarak
göstermiştir. İnsanın yaratılış hikmeti de zaten ilim ve dua (ibadet)
vasıtasıyla tekemmül etmek (olgunlaşmak)tir. Eğitimin de temel hedefi, insanın
bulunduğu noktadan daha öte daha olgun hale getirilmesidir. Olgun-luğun ise
dünyevi hedefler ile gerçekleşmesi imkânsızdır. Çünkü insan bütün kâinatı
nitelik (mahiyet) bakımından içinde toplayan bir kitap olarak yaratılmıştır.

“Cenab-ı Hak, insanı kâinata câmi (kâinatı içinde toplayan)
bir nüsha ve onse-kizbin âlemi hâvi şu büyük âlemin kitabına bir fihrist olarak
yaratmıştır. Ve Esma-i Hüsnâ’dan (Allah’ın güzel isimleri) herbirisinin
tecelligâhı (yansıma alanı) olan her bir âlemden bir örnek, bir numune, insanın
cevherinde vedia bırakmıştır. Eğer insan, maddi ve mânevi her bir uzvunu
(organını) Allah’ın emrettiği yere sarfetmekle hamdin (şükrün) şubelerinden olan
şükr-ü örfiyi ifa ve şeriate imtisal ederse ( bağlanırsa), insanın cevherinde
vedia bırakılan o örneklerin herbirisi, kendi âlemine bir pencere olur. İnsan, o
pencerelerden, o âleme bakar. Ve o âleme tecelli eden (yansıyan) sıfatla, o
âlemden tezahür eden (ortaya çıkan) isme bir mir’at ve bir âyine (ayna) olur. O
vakit insan; ruhuyla, cismiyle, âlem-i şehadet (reel âlem) ve âlem-i gayba
(görünmeyen âlem) bir hülasa (özet) olur. Ve her iki âleme tecelli eden, insana
da tecelli eder. İşte bu cihetle insan, sıfat-ı kemaliye-i ilâhiyeye hem mazhar
olur, hem müzhir olur.”7

Bütün bunlardan anlaşılıyor ki, insana verilen duygular sadece
dünya hayatı için değildir. Yani insan sadece dünya hayatı için yaratılmamıştır.
Ve eğitimin amacı insanı dünyevi zenklere bağımlı hale getirmek olmamalıdır.
İnsanın ebede yönelik duygularını da tatmin etmelidir. Tamamlanmamış bir canlı
olarak dünyaya gelen insanın, eğitim yoluyla tamamlanması ve olgunlaşması, ancak
ondaki bütün duyguları geliştirmeyi hadef edinen bir eğitim felsefesiyle mümkün
olabilir.8

Ayrıca eğitimin amacı, insanı evren ile bir bütünlük içinde ele
almak olmalıdır. Eğer böyle bir bütünlük sağlanırsa, insan, psikolojik ve
ekolojik problemlere düçar olmaktan kurtulabilir. İnsanın maddi ve manevi
duygularını, yani rasyonel ve psikolojik beklentilerini gereği gibi tatmin
etmeyen bir eğitimn felsefesi, tamamlanmamış bir kişiliğin yanında bir de
sorunlu kişilik ve toplum oluşturmaktan öteye gidemeyecektir.

Dipnotlar

1. Kur’an; Bakara Suresi, Ayet: 30.

2. Bediüzzaman Said Nursi, Mesnevi-i Nuriye, 1980, s. 104.

3. Bediüzzaman Said Nursi, Meyve Risalesi, 1977, s.51-53.

4. Bu iki önerme totolojik gibi görünmektedir. Ancak insan,
kâinat ağacının yaratılmasının nedeni olarak çekirdek; kâinattaki varlıkların en
mütekâmili olarak ise onun meyvesidir.

5. Bediüzzaman Said Nursi, İşaratü’l-İcaz, 1978, s. 105.

6. Bediüzzaman, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) bütün insanlara bir
rehber ve bir öğretici olarak gönderilişi hakkında Mucizat-ı Ahmediye
Risalesi’nde şu ifadelere yer verir:

“…Şu kâinatın sahip ve mutasarrıfı …Hz. Muhammed (s.a.v.) ile konuşacak ve
konuşmuş ve resul yapacak ve yapmış ve sair nev-i beşere rehber yapacak ve
yapmış.” (Mektubat, 1981, s. 82, 83.)

“Muhammed-i Arabi (s.a.v.) Üstad-ı Ezelisinden ders alır, öyle ders verir.”
(a.g.e., s. 102.)

Hatta bir başka yerde hoca olarak nitelendirilir Hz. Peygamberi. “İşte hoca-i
kâinat olan Fahr-i Âlem (s.a.v.)…” (a.g.e., 108.)

7. İşaratü’l-İcaz, s. 17.

8. Bediüzzaman Said Nursi, Sözler, 1996, s. 245, 291.