Evet, evvelâ başta cümlesi, makam-ı cifrî ve ebcedî ile bin üç yüz elli
(1350) tarihine parmak basar ve mânâ-yı işârî ile der: Gerçi o tarihte, dini,
dünyadan tefrik ile dinde ikraha ve icbara ve mücahede-i diniyeye ve din için
silâhla cihada muarız olan hürriyet-i vicdan, hükümetlerde bir kanun-u esasî,
bir düstur-u siyasî oluyor ve hükümet, lâik cumhuriyete döner. Fakat ona mukabil
mânevî bir cihad-ı dinî, iman-ı tahkikî kılıcıyla olacak. Çünkü, dindeki rüşd-ü
irşad ve hak ve hakikati gözlere gösterecek derecede kuvvetli bürhanları izhar
edip tebyin ve tebeyyün eden bir nur Kur’ân’dan çıkacak diye haber verip bir
lem’a-i i’caz gösterir.

Şualar, s. 243.

Beşinci Söz



Namaz kılmak ve büyük günahları işlememek ne derece hakiki bir va-zife-i
insaniye ve ne kadar fıtrî, münâsip bir netice-i hilkat-i beşeriye olduğunu
görmek istersen, şu temsilî hikâyeciğe bak, dinle:

Seferberlikte, bir taburda, biri muallem vazifeperver, diğeri acemi
nefisperver iki asker beraber bulunuyordu. Vazifeperver nefer tâlime ve cihâda
dikkat eder, erzak ve tâyinâtını hiç düşünmezdi. Çünkü anlamış ki, onu beslemek
ve cihazâtını vermek, hasta olsa tedâvi etmek, hattâ indelhâce lokmayı ağzına
koymaya kadar devletin vazifesidir. Ve onun asıl vazifesi tâlim ve cihaddır.
Fakat, bâzı erzak ve cihazât işlerinde işler: Kazan kaynatır, karavanayı yıkar,
getirir.

Ona sorulsa, “Ne yapıyorsun?”

“Devletin angaryasını çekiyorum,” der. Demiyor, “Nafakam için çalışıyorum.”

Diğer şikemperver ve acemi nefer ise, tâlime ve harbe dikkat etmezdi. “O
devlet işidir. Bana ne!” derdi. Dâim nafakasını düşünüp, onun peşinde dolaşır,
taburu terk eder, çarşıya gider, alış veriş ederdi.

Bir gün, muallem arkadaşı ona dedi:

“Birâder, asıl vazifen tâlim ve muharebedir. Sen onun için buraya
geti-rilmişsin. Padişaha itimat et. O seni aç bırakmaz. O, onun vazifesidir. Hem
sen âciz ve fakirsin, her yerde kendini beslettiremezsin. Hem mücâhede ve
seferberlik zamanıdır. Hem sana, ‘âsidir’ der, ceza verirler.

“Evet, iki vazife peşimizde görünüyor: Biri padişahın vazifesidir, bâzan biz
onun angaryasını çekeriz ki, bizi beslemektir; diğeri bizim vazifemizdir,
padişah bize teshîlât ile yardım eder ki, tâlim ve harptir.”

Acaba o serseri nefer, o mücâhid mualleme kulak vermezse, ne kadar tehlikede
kalır, anlarsın!

İşte, ey tenbel nefsim!

O dalgalı meydan-ı harb, bu dağdağalı dünya hayatıdır.

O taburlara taksim edilen ordu ise cemiyet-i beşeriyedir. Ve o tabur ise şu
asrın cemaat-i İslâmiyesidir.

O iki nefer ise, biri ferâiz-i diniyesini bilen ve işleyen ve kebâiri terk ve
günahları işlememek için nefis ve şeytanla mücâhede eden müttakî Müslümandır.
Diğeri, Rezzâk-ı Hakikiyi ittiham etmek derecesinde derd-i maîşete dalıp,
ferâizi terk ve maîşet yolunda rast gelen günahları işleyen fâsık-ı hasîrdir.

Ve o tâlim ve tâlimât ise—başta namaz—ibâdettir.

Ve o harb ise; nefis ve hevâ, cin ve ins şeytanlarına karşı mücâhede edip
günahlardan ve ahlâk-ı rezîleden, kalb ve ruhunu, helâket-i ebediyeden
kurtarmaktır.

Ve o iki vazife ise; birisi hayatı verip beslemektir, diğeri hayatı verene ve
besleyene perestiş edip yalvarmaktır, Ona tevekkül edip emniyet etmektir.

Evet, en parlak bir mu’cize-i san’at-ı Samedâniye ve bir hârika-i hikmet-i
Rabbâniye olan hayatı kim vermiş, yapmış ise; rızıkla o hayatı besleyen ve idâme
eden de odur. Ondan başka olmaz!

Delil mi istersin? En zayıf, en aptal hayvan en iyi beslenir—meyve kurtları
ve balıklar gibi. En âciz, en nâzik mahlûk, en iyi rızkı o yer—çocuklar ve
yavrular gibi.

Evet, vâsıta-i rızk-ı helâl, iktidar ve ihtiyar ile olmadığını, belki acz ve
zaaf ile olduğunu anlamak için balıklar ile tilkileri, yavrular ile canavarları,
ağaçlar ile hayvanları muvâzene etmek kâfidir. Demek, derd-i maîşet için
namazını terk eden, o nefere benzer ki, tâlimi ve siperini bırakıp çarşıda
dilencilik eder. Fakat namazını kıldıktan sonra, Cenâb-ı Rezzâk-ı Kerîmin
matbaha-i rahmetinden tâyinâtını aramak; başkalara bâr olmamak için bizzat
gitmek güzeldir, mertliktir. O dahi bir ibâdettir.

Hem, insan ibâdet için halk olunduğunu, fıtratı ve cihazât-ı mâneviyesi
gösteriyor. Zîrâ, hayat-ı dünyeviyesine lâzım olan amel ve iktidar cihetinde en
ednâ bir serçe kuşuna yetişmez. Fakat, hayat-ı mâneviye ve uhreviyesine lâzım
olan ilim ve iftikàr ile tazarrû ve ibâdet cihetinde hayvanâtın sultanı ve
kumandanı hükmündedir.

Demek ey nefsim! Eğer hayat-ı dünyeviyeyi gaye-i maksad yapsan ve ona dâim
çalışsan, en ednâ bir serçe kuşunun bir neferi hükmünde olursun. Eğer hayat-ı
uhreviyeyi gaye-i maksad yapsan ve şu hayatı dahi ona vesîle ve mezraa etsen ve
ona göre çalışsan, o vakit hayvanâtın büyük bir kumandanı hükmünde ve şu dünyada
Cenâb-ı Hakkın nazlı ve niyazdar bir abdi, mükerrem ve muhterem bir misafiri
olursun.

İşte sana iki yol. İstediğini intihab edebilirsin. Hidâyet ve tevfîkı
Erhamü’r-Râhimînden iste.

Sözler, s. 28.

Bir kaç bîçare gençlere verilen bir tenbih, bir ders, bir ihtardır

Bir gün yanıma parlak birkaç genç geldiler. Hayat ve gençlik ve hevesât
cihetinden gelen tehlikelerden sakınmak için tesirli bir ihtar almak isteyen bu
gençlere, ben de, eskiden Risâle-i Nur’dan meded isteyen gençlere dediğim gibi,
dedim ki:

Sizdeki gençlik katiyen gidecek. Eğer siz daire-i meşrûada kalmazsanız, o
gençlik zâyi olup başınıza hem dünyada, hem kabirde, hem âhirette kendi
lezzetinden çok ziyâde belâlar ve elemler getirecek. Eğer terbiye-i İslâmiye
ile, o gençlik nimetine karşı bir şükür olarak, iffet ve nâmusluluk ve tâatte
sarf etseniz, o gençlik mânen bâkî kalacak ve ebedî bir gençlik kazanmasına
sebep olacak.

Hayat ise, eğer imân olmazsa veyahut isyan ile o imân tesir etmezse, hayat
zâhirî ve kısacık bir zevk ve lezzetle beraber, binler derece o zevk ve
lezzetten ziyâde elemler, hüzünler, kederler verir. Çünkü insanda akıl ve fikir
olduğu için, hayvanın aksine olarak hazır zamanla beraber geçmiş ve gelecek
zamanlarla da fıtraten alâkadardır. O zamanlardan dahi hem elem, hem lezzet
alabilir. Hayvan ise, fikri olmadığı için, hazır lezzetini, geçmişten gelen
hüzünler ve gelecekten gelen korkular, endişeler bozmuyor. İnsan ise, eğer
dalâlet ve gaflete düşmüş ise, hazır lezzetine geçmişten gelen hüzünler ve
gelecekten gelen endişeler o cüz’î lezzeti cidden acılaştırıyor, bozuyor;
hususan gayr-i meşrû ise, bütün bütün zehirli bir bal hükmündedir.

Demek hayvandan yüz derece, lezzet-i hayat noktasında, aşağı düşer. Belki
ehl-i dalâletin ve gafletin hayatı, belki vücudu, belki kâinatı, bulunduğu
gündür. Bütün geçmiş zaman ve kâinatlar, onun dalâleti noktasında mâdumdur,
ölmüştür; akıl, alâkadarlığı ile ona zulmetler, karanlıklar veriyor. Gelecek
zamanlar ise, itikadsızlığı cihetiyle yine mâdumdur. Ve ademle hâsıl olan ebedî
firâklar, mütemâdiyen onun fikir yoluyla hayatına zulmetler veriyorlar. Eğer
imân hayata hayat olsa, o vakit hem geçmiş, hem gelecek zamanlar, imânın nuruyla
ışıklanır ve vücud bulur; zaman-ı hazır gibi, ruh ve kalbine imân noktasında
ulvî ve mânevî ezvâkı ve envâr-ı vücudiyeyi veriyor. Bu hakikatin, İhtiyar
Risâlesinde, Yedinci Ricâda izahı var; ona bakmalısınız.

İşte hayat böyledir. Hayatın lezzetini ve zevkini isterseniz, hayatınızı imân
ile hayatlandırınız ve ferâizle zînetlendiriniz ve günahlardan çekinmekle
muhâfaza ediniz.

Sözler, s. 133, 134.

Leyle-i Kadirde kalbe gelen pek geniş ve uzun bir hakikate, pek kısaca bir
işaret edeceğiz. Şöyle ki:

Nev-i beşer, bu son Harb-i Umuminin eşedd-i zulüm ve eşedd-i istibdâdı ile ve
merhametsiz tahribâtı ile; ve birtek düşmanın yüzünden yüzer mâsumu perişan
etmesiyle; ve mağlûpların dehşetli me’yusiyetleriyle; ve gàliplerin dehşetli
telâş ve hâkimiyetlerini muhâfaza ve büyük tahribâtlarını tâmir edememelerinden
gelen dehşetli vicdan azablarıyla; ve dünya hayatının bütün bütün fânî ve
muvakkat olması ve medeniyet fantâziyelerinin aldatıcı ve uyutucu olduğu umuma
görünmesiyle; ve fıtrat-ı beşeriyedeki yüksek istidâdâtın ve mahiyet-i
insaniyesinin umumi bir sûrette dehşetli yaralanmasıyla; ve gaflet ve dalâletin,
sert ve sağır olan tabiatın, Kur’ân’ın elmas kılıcı altında parçalanmasıyla; ve
gaflet ve dalâletin en boğucu, aldatıcı, en geniş perdesi olan siyâset-i rûy-i
zeminin pek çirkin, pek gaddarâne hakiki sûreti görünmesiyle; elbette ve
elbette, hiç şüphe yok ki, Şimâlde, Garbda, Amerika’da emâreleri göründüğüne
binâen, nev-i beşerin mâşuk-u mecâzîsi olan hayat-ı dünyeviye böyle çirkin ve
geçici olmasından, fıtrat-ı beşerin hakiki sevdiği, aradığı hayat-ı bâkiyeyi
bütün kuvvetiyle arayacak; ve elbette, hiç şüphe yok ki, bin üç yüz altmış
senede, her asırda üç yüz elli milyon şâkirdi bulunan; ve her hükmüne ve
dâvâsına milyonlar ehl-i hakikat tasdik ile imza basan; ve her dakikada
milyonlar hâfızların kalbinde kudsiyet ile bulunup, lisânlarıyla beşere ders
veren; ve hiçbir kitapta emsâli bulunmayan bir tarzda, beşer için hayat-ı
bâkiyeyi ve saadet-i ebediyeyi müjde veren; ve bütün beşerin yaralarını tedâvi
eden Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânın şiddetli, kuvvetli ve tekrarlı binler âyâtıyla,
belki sarîhan ve işareten, on binler defa dâvâ edip haber veren; ve sarsılmaz
katî delillerle, şüphe getirmez hadsiz hüccetleriyle, hayat-ı bâkiyeyi katiyetle
müjde ve saadet-i ebediyeyi ders vermesi, elbette nev-i beşer bütün bütün aklını
kaybetmezse, maddî veya mânevî bir kıyâmet başlarına kopmazsa, İsveç, Norveç,
Finlandiya ve İngiltere’nin Kur’ân’ı kabul etmeye çalışan meşhur hatipleri ve
Amerika’nın Din-i Hakkı arayan ehemmiyetli cemiyeti gibi, rûy-i zeminin geniş
kıtaları ve büyük hükümetleri, Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyânı arayacaklar ve
hakikatlerini anladıktan sonra bütün ruh u canlarıyla sarılacaklar. Çünkü, bu
hakikat noktasında, katiyen Kur’ân’ın misli yoktur ve olamaz; ve hiçbir şey bu
mu’cize-i ekberin yerini tutamaz.

Sözler, s. 140, 141.

Üç nokta-i nazar, şu zamanın içtihadâtını, arzıye yapar, semâvîlikten
çıkarıyor. Halbuki, şeriat semâviyedir; ve içtihadât-ı şer’iye dahi onun ahkâm-ı
mestûresini izhâr ettiğinden, semâvi-yedirler.

Birincisi: Bir hükmün hikmeti ayrıdır, illeti ayrıdır. Hikmet ve maslahat
ise, tercihe sebeptir, icâba, icada medâr değildir. İllet ise, vücuduna
medârdır. Meselâ, seferde namaz kasredilir, iki rekât kılınır. Şu ruhsat-ı
şer’iyenin illeti seferdir, hikmeti ise meşakkattir. Sefer bulunsa, meşakkat hiç
olmasa da namaz kasredilir. Çünkü, illet var. Fakat, sefer bulunmasa, yüz
meşakkat bulunsa, namazın kasredilmesine illet olamaz. İşte şu hakikatin aksine
olarak, şu zamanın nazarı ise, maslahat ve hikmeti illet ye-rine ikàme edip, ona
göre hükmediyor. Elbette böyle içtihad arzıyedir, semâvî değildir.

İkincisi: Şu zamanın nazarı evvelâ ve bizzat saadet-i dünyeviyeye bakıyor ve
ahkâmları ona tevcih ediyor. Halbuki, şeriatın nazarı ise evvelâ ve bizzat
saadet-i uhreviyeye bakar, ikinci derecede—âhirete vesîle olmak
dolayısıyla—dünyanın saadetine nazar eder. Demek, şu zamanın nazarı ruh-u
şeriattan yabânîdir. Öyle ise, şeriat nâmına içtihad edemez.

Üçüncüsü:


kaidesi, yani, “Zarûret haramı helâl derecesine getirir.” İşte şu kaide ise,
küllî değil. Zarûret, eğer haram yoluyla olmamış ise haramı helâl etmeye
sebebiyet verir. Yoksa, sû-i ihtiyârıyla, gayr-i meşrû sebeplerle zarûret olmuş
ise, haramı helâl edemez, ruhsatlı ahkâmlara medâr olamaz, özür teşkil edemez.
Meselâ, bir adam sû-i ihtiyârıyla, haram bir tarzda kendini sarhoş etse,
tasarrufâtı ulemâ-i şeriatça aleyhinde câridir, mâzur sayılmaz. Tatlîk etse,
talâkı vâki’ olur. Bir cinâyet etse, ceza görür. Fakat, sû-i ihtiyârıyla
olmazsa, talâk vâki’ olmaz, ceza da görmez. Hem meselâ, bir içki mübtelâsı,
zarûret derecesinde mübtelâ olsa da diyemez ki, “Zarurettir, bana helâldir.”

İşte, şu zamanda zarûret derecesine geçen ve insanları mübtelâ eden bir
beliyye-i âmme sûretine giren çok umûrlar vardır ki, sû-i ihtiyârdan, gayr-i
meşrû meyillerden ve haram muâmelelerden tevellüd ettiklerinden, ruhsatlı
ahkâmlara medâr olup, haramı helâl etmeye medâr olamazlar. Halbuki, şu zamanın
ehl-i içtihadı, o zarûrâtı ahkâm-ı şer’iyeye medâr yaptıklarından, içtihadları
arzıyedir, hevesîdir, felsefîdir; semâvî olamaz, şer’î değil. Halbuki, semâvât
ve arzın Halıkının ahkâm-ı İlâhiyesinde tasarruf ve ibâdının ibâdâtına müdâhale
ve o Halıkın izn-i mânevîsi olmazsa, o tasarruf, o müdâhale merduddur.

Sözler, s. 444, 445.

Meselâ, nasıl ki zaman oluyor, medeniyet-i beşeriye çarşısında ve hayat-ı
içtimâiye-i insaniye dükkânında, bâzı şeylerin verdiği müthiş neticeleri ve
çirkin eserleri zehr-i kàtil gibi, herkes onu satın almak değil, bütün
kuvvetiyle ondan nefret edip kaçar ve bâzı şeylerin ve mânevî metâların
verdikleri güzel netice-ler ve kıymettar eserler, bir tiryâk-ı nâfi ve bir
pırlanta gibi, herkesin nazar-ı rağbetini kendine celb eder; herkes elinden
geldiği kadar onları satın almaya çalışır; öyle de, Asr-ı Saadette hayat-ı
içtimâiye-i insaniyenin çarşısında, kizb ve şer ve küfür gibi maddeler,
şekàvet-i ebediye gibi neticeleri ve Müseylime-i Kezzab gibi süflî maskaraları
tevlid ettiğinden, secâyâ-i âliye ve hubb-u maâlîye meftun olan Sahabelerin,
zehr-i kàtilden kaçar gibi ondan kaçmaları ve nefret etmeleri bedihîdir. Ve
saadet-i ebediye gibi netice veren ve Resûl-i Ekrem Aleyhissalâtü Vesselâm gibi
nurânî meyveler gösteren, sıdk ve hakka ve imâna en nâfi bir tiryak, en
kıymettar bir elmas gibi, o fıtratları sâfiye ve seciyeleri sâmiye olan
Sahabeler, bütün kuvvetleriyle ve hissiyât ve letâifleriyle, onlara müşteri ve
müştak olması zarûrîdir.

Halbuki, o zamandan sonra, git gide ve gele gele sıdk ve kizb ortasındaki
mesafe azala azala, omuz omuza geldi; bir dükkânda ikisi beraber satılmaya
başladığı gibi, ahlâk-ı içtimâiye bozuldu. Propaganda-i siyâset, yalana fazla
revaç verdi. Yalanın müthiş çirkinliği gizlenip, doğruluğun parlak güzelliği
görünme-meye başladığı zamanda, kimin haddi var ki, Sahabenin adâlet ve sıdk ve
ulviyet ve hakkàniyet hususundaki kuvvetlerine, metânetlerine, takvâlarına
yetişebilsin veya derecelerinden geçsin?

Geçen meseleyi bir derece tenvir edecek, başıma gelmiş bir halimi beyân
edi-yorum. Şöyle ki:

Bir zaman kalbime geldi, “Niçin Muhyiddin-i Arabî gibi hârika zâtlar
Sahabelere yetişemiyorlar?” Sonra, namaz içinde “Sübhanerabbiyelâlâ” derken, şu
kelimenin mânâsı inkişaf etti, tam mânâsıyla değil, fakat bir parça hakikati
göründü. Kalben dedim: “Keşke, birtek namaza bu kelime gibi muvaffak olsaydım,
bir sene ibâdetten daha iyi idi.” Namazdan sonra anladım ki, o hâtıra ve o hal,
Sahabelerin ibâdetteki derecelerine yetişilmediğine bir irşâddır.

Evet, Kur’ân-ı Hakîmin envarıyla hâsıl olan, o inkılâb-ı azîm-i içtimâîde,
ezdâd birbirinden çıkıp ayrılırken, şerler bütün tevâbiiyle, zulümâtıyla ve
teferruâtıyla ve hayır ve kemâlât bütün envârıyla ve netâiciyle karşı karşıya
gelip, bir vaziyette, müheyyic bir zamanda, her zikir ve tesbih, bütün mânâsının
tabakàtını turfanda ve tarâvetli ve tâze ve genç bir sûrette ifade ettiği gibi;
o inkılâb-ı azîmin tarrakası altında olan insanların bütün hissiyâtını, letâif-i
mâneviyesini uyandırmış, hattâ vehim ve hayal ve sır gibi duygular hüşyar ve
müteyakkız bir sûrette o zikir, o tesbihlerdeki müteaddit mânâları kendi
zevkle-rine göre alır, emer. İşte, şu hikmete binâen, bütün hissiyâtları uyanık
ve letâ-ifleri hüşyar olan Sahabeler envâr-ı imâniye ve tesbihiyeyi câmi’ olan
kelimât-ı mübârekeyi dedikleri vakit, kelimenin bütün mânâsıyla söyler ve bütün
letâifiyle hisse alırlardı.

Halbuki, o infilak ve inkılâbdan sonra, git gide letâif uykuya
ve havâs o hakàik noktasında gaflete düşüp, o kelimât-ı mübâreke, meyveler gibi,
git gide ülfet perdesiyle letâfetini ve tarâvetini kaybe-der. Âdetâ sathîlik
havasıyla kuruyor gibi, az bir yaşlık kalıyor ki, kuvvetli, tefekkürî bir
ameliyatla, ancak evvelki hali iâde edilebilir. İşte bundandır ki, kırk dakikada
bir Sahabenin kazandığı fazîlete ve makama, kırk günde, hattâ kırk senede
başkası ancak yetişebilir.

Sözler, s. 452, 453.

Evet, kardeşlerim, bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve hayat
ve cihanı sarsacak hadiseler içinde hadsiz bir metanet ve itidal-i dem ve
nihayetsiz bir fedakarlık taşımak gerektir.


ayetinin sırr-ı işarisiyle, ahireti bildikleri ve iman ettikleri
halde dünyayı ahirete severek tercih etmek ve kırılacak şişeyi bâki bir elmasa
bilerek rıza ve sevinçle tercih etmek ve âkıbeti görmeyen kör hissiyatın
hükmüyle, hazır bir dirhem zehirli lezzeti, ileride bir batman sâfi lezzete
tercih etmek, bu zamanın dehşetli bir marazı, bir musibetidir. O musibet
sırrıyla, hakikî müminler dahi bazan ehl-i dalâlete taraftar olmak gibi dehşetli
hatada bulunuyorlar. Cenab-ı Hak, ehl-i imanı ve Risale-i Nur şakirtlerini bu
musibetlerin şerrinden muhafaza eylesin. Amin.

Sikke-i Tasdik-i Gaybi, s. 173.

Otuz birinci ayetin işaretinin beyanında,

bahsinde denilmiş ki: Bu asrın bir hassası şudur ki, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı
bakiyeye bi-lerek tercih ettiriyor. Yani, kırılacak bir cam parçasını baki
elmaslara bildiği halde tercih etmek bir düstur hükmüne geçmiş.

Ben bundan çok hayret ediyordum. Bugünlerde ihtar edildi ki,
nasıl bir uzv-u insanî hastalansa, yaralansa, sair âzâ va-zifelerini kısmen
bırakıp onun imdadına koşar. Öyle de, hırs-ı hayat ve hıfzı ve zevk-i hayat ve
aşkı taşıyan ve fıtrat-ı insaniyede derc edilen bir cihaz-ı insaniye, çok
esbapla yaralanmış, sair letaifi kendiyle meşgul edip sukut ettir-meye başlamış;
vazife-i hakikiyelerini onlara unutturmaya çalışıyor.

Hem nasıl ki bir cazibedar sefihane ve sarhoşane şâşaalı bir
eğlence bulunsa, çocuklar ve serseriler gibi, büyük makamlarda bulunan insanlar
ve mesture hanımlar dahi o cazibeye kapılıp hakikî vazifelerini tatil ederek
iştirak ediyorlar. Öyle de, bu asırda hayat-ı insaniye, hususan hayat-ı
içtimaiyesi öyle dehşetli, fakat cazibeli ve elîm, fakat meraklı bir vaziyet
almış ki, insanın ulvî latifelerini ve kalb ve aklını nefs-i emmaresinin
arkasına düşürüp pervane gibi o fitne ateşlerine düşürttürüyor.

Evet, hayat-ı dünyeviyenin muhafazası için, zaruret derecesinde
olmak şartıyla, bazı umur-u uhreviyeye muvakkaten tercih edilmesine ruhsat-ı
şer’iye var. Fakat, yalnız bir ihtiyaca binaen helâkete sebebiyet vermeyen bir
zarara göre tercih edilmez, ruhsat yoktur. Halbuki bu asır, o damar-ı insanîyi o
derece şırınga etmiş ki, küçük bir ihtiyaç ve âdi bir zarar-ı dünyevî yüzünden
elmas gibi umur-u diniyeyi terk eder.

Evet, insaniyetin yaşamak damarı ve hıfz-ı hayat cihazı, bu
asırda israfatla ve iktisatsızlık ve kanaatsizlik ve hırs yüzünden bereketin
kalkmasıyla ve fakr u zaruret, maişet ziyadeleşmesiyle o derece o damar
yaralanmış ve şerait-i hayatın ağırlaşmasıyla o derece zedelenmiş ve mütemadiyen
ehl-i dalâlet nazar-ı dikkati şu hayata celb ede ede o derece nazar-ı dikkati
kendine celb etmiş ki, ednâ bir hâcât-ı hayatiyeyi büyük bir mesele-i diniyeye
tercih ettiriyor.

Bu acip asrın bu acip hastalığına ve dehşetli marazına karşı
Kur’an-ı Mucizü’l-Beyânın tiryak misâl ilaçlarının naşiri olan Risale-i Nur
dayanabilir ve onun metin, sarsılmaz, sebatkar, halis, sadık, fedakar şakirtleri
mukavemet edebilir. Öyleyse, herşeyden evvel onun dairesine girmeli, sadakatle,
tam metanet ve ciddi ihlas ve tam itimadla ona yapışmak lazım ki, o acip
hastalığın tesirinden kurtulsun.

Kastamonu Lahikası, s. 73, 74.

Evvelce, hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye tercih etmeye
dair yazılan iki parçaya tetimmedir.

Bu acip asrın hayat-ı dünyeviyeyi ağırlaştırması ve yaşamak
şeraitini ağırlatması ve çok etmesi ve hâcât-ı gayr-ı zaruriyeyi görenekle,
tiryaki ve müptelâ etmekle hâcât-ı zaruriye derecesine getirmesiyle hayatı ve
yaşamayı, herkesin her vakitte en büyük maksat ve gayesi yapmıştır. Onunla
hayat-ı diniye ve ebediye ve uhreviyeye karşı ya set çeker, veya ikinci, üçüncü
derecede bırakır. Bu hatasının cezası olarak öyle dehşetli bir tokat yedi ki,
dünyayı başına cehennem eyledi.

İşte bu dehşetli musibette, ehl-i diyanet dahi büyük bir vartaya
düşüyorlar ve kısmen anlamıyorlar. Ezcümle:

Ben gördüm ki, ehl-i diyanet, belki de ehl-i takvâ bir kısım
zatlar bizimle gayet ciddi alakadarlık peyda ettiler. O bir iki zatta gördüm ki,
diyaneti ister ve yapmasını sever, ta ki hayat-ı dünyeviyesinde muvaffak
olabilsin, işi rastgelsin. Hatta tarikatı, keşif ve keramet için ister. Demek
ahiret arzusunu ve dinî vezâifin uhrevî meyvele-rini dünya hayatına bir dirsek,
bir basamak gibi yapıyor. Bilmiyor ki, saadet-i uhreviye gibi saadet-i
dünyeviyeye dahi medar olan hakaik-i diniyenin fevâid-i dünyeviyesi, yalnız
müreccih (tercih edici) ve teşvik edici derecesinde olabilir. Eğer illet
derecesine çıksa ve o amel-i hayrın yapmasına sebep o fayda olsa, o ameli iptal
eder; lâakal ihlası kırılır, sevabı kaçar.

Bu hasta ve gaddar ve bedbaht asrın bela ve vebasından ve zulüm
ve zulmetinden en mücerreb bir kurtarıcı, Risale-i Nur’un mizanları ve
muvaze-neleriyle, neşrettiği nur olduğunu kırk bin şahit vardır. Demek Risale-i
Nur’un dâiresine yakın bulunanlar içine girmezse, tehlike ihtimali kavîdir.

Evet

işaretiyle, bu asır hayat-ı dünyeviyeyi hayat-ı uhreviyeye, ehl-i İslama da
bi-lerek, severek tercih ettirdi.

Hem 1334 tarihinden başlayıp, öyle bir rejim ehl-i İslam içine
de sokuldu. Evet cifir ve ebced hesabıyla 1333 veya dört ederek, aynı vakitte,
eski Harb-i Umumîde İslamiyet düşmanları galebe çalmakla, muahede şartlarını,
dünyayı dine tercih rejimi mebdeine tevafuk ediyor. İki üç sene sonra bilfiil
ne-ticeleri görüldü.

Kastamonu Lahikası, s. 77, 78.

Hakaik-i imaniye, herşeyden evvel bu zamanda en birinci maksat
olmak ve sair şeyler ikinci, üçüncü, dördüncü derecede kalmak ve Risale-i Nur’la
onlara hizmet etmek en birinci vazife ve medâr-ı merak ve maksud-u bizzat olmak
lazım iken, şimdiki hâl-i âlem hayat-ı dünyeviyeyi, hususan hayat-ı içtimaiyeyi
ve bilhassa hayat-ı siyasiyeyi ve bilhassa medeniyetin sefahet ve dalâletine
ceza olarak gelen gadab-ı ilâhinin bir cilvesi olan Harb-i Umumînin tarafgirâne,
damarları ve âsabları tehyîç edip bâtın-ı kalbe kadar, hatta hakaik-i imaniyenin
elmasları derecesine o zararlı, fâni arzuları yerleştirecek derecesinde bu
meş’um asır öyle şırınga etmiş ve ediyor ve öyle aşılamış ve aşılıyor ki,
Risale-i Nur dairesi haricinde bulunan ulemalar, belki de velîler o siyasî ve
içtimaî hayatın rabıtaları sebebiyle, hakaik-i imaniyenin hükmünü ikinci, üçüncü
derecede bırakıp, o cerayanların hükmüne tabi olarak, hemfikri olan münafıkları
sever. Kendine muhalif olan ehl-i hakikati, belki ehl-i velayeti tenkit ve
adâvet eder, hatta hissiyat-ı diniyeyi o cereyanlara tabi yaparlar.

İşte bu asrın bu acip tehlikesine karşı, Risale-i Nur’un hizmet
ve meşgalesi, şimdiki siyaseti ve cerayanlarını o derece nazarımdan ıskat etmiş
ki, bu Harb-i Umumîyi bu dört ayda merak etmedim, sormadım.

Hem Risale-i Nur’un has talebeleri, bâki elmaslar hükmünde olan
hakaik-i imaniyenin vazifesi içinde iken zalimlerin satranç oyunlarına bakmakla
vazife-i kudsiyelerine fütur vermemek ve fikirlerini onlarla bulaştırmamak
gerektir.

Cenab-ı Hak, bize, nur ve nuranî va-zifeyi vermiş, onlara da
zulümlü zulümatlı oyunları vermiş. Onlar bizden istiğna edip yardım etmedikleri
ve elimizdeki kudsi nurlara müşteri olmadıkları halde, biz onların karanlıklı
oyunlarına vazife-mizin zararına bakmaya tenezzül etmek hatadır. Bize ve
merakımıza, dairemiz içindeki ezvak-ı maneviye ve envar-ı imaniye kâfi ve
vâfidir.

Kastamonu Lahikası, s. 84, 85.

Bugünlerde benim yanıma müteaddit ayrı ayrı zatlar geldiler. Ben
onları ahiret için zannettim. Halbuki ya ticaret veya işlerinde bir kesat ve
muvaffakiyetsizlik olduğundan, bize ve Risale-i Nur’a, muvaffakiyet için ve
zarardan kurtulmak niyetiyle müracaat edip, dua ve istişare istediklerini
anladım.

“Ben, bunlara ne edeyim ve ne diye-yim?” diye tahattur ettim.
Birden ihtar edildi: “Ne sen divane ol ve ne de onları divanelikte bırakıp
divanece konuşma. Çünkü yılanlar zehirine karşı tiryak tedarikiyle ve onları
kaçırmasıyla meşgul ve vazifedar birtek adam, yılanlar içinde duran ve
sineklerin ısırmasına maruz olan ve sinekleri kaçırmak için çok yardımcıları
bulunan diğer bir adama, yılanların ısırmasını bırakıp, ona, sinekler
ısırma-masına yardım için koşan divanedir ve onu çağıran dahi divanedir. O
sohbet dahi divanece bir konuşmaktır.”

Evet, hadsiz hayat-ı uhreviyeye nisbeten muvakkat ve fâni
kısacık hayat-ı dünyeviyenin zararları, sineklerin ısırması gibidir. Hayat-ı
ebediyenin zararları, ona nispeten yılanların ısırmasıdır.

Kastamonu Lahikası, s. 90.

Evet, kardeşlerim, bu zamanda öyle dehşetli cereyanlar ve hayat
ve cihanı sarsacak hadiseler içinde hadsiz bir metanet ve itidal-i dem ve
nihayetsiz bir fedakarlık taşımak gerektir.


ayetinin sırr-ı işarisiyle, ahireti bildikleri ve iman ettikleri
halde dünyayı ahirete severek tercih etmek ve kırılacak şişeyi bâki bir elmasa
bilerek rıza ve sevinçle tercih etmek ve âkıbeti görmeyen kör hissiyatın
hükmüyle, hazır bir dirhem zehirli lezzeti, ileride bir batman sâfi lezzete
tercih etmek, bu zamanın dehşetli bir marazı, bir musibetidir. O musibet
sırrıyla, hakikî müminler dahi bazan ehl-i dalâlete taraftar olmak gibi dehşetli
hatada bulunuyorlar. Cenab-ı Hak, ehl-i imanı ve Risale-i Nur şakirtlerini bu
musibetlerin şerrinden muhafaza eylesin. Amin.

Kastamonu Lahikası, s. 151.

Bana hizmet eden küçücük bir Risale-i Nur talebesinin çoklar
namına sorduğu sualine cevaptır.

Sual: Üstadım, yağmur duası ve namazın neticesi görünmedi,
faydasız kaldı. İki üç defa bulut toplandı, yağmur vermeden dağıldı. Neden?

Elcevap: Yağmursuzluk, bu çeşit dua ve namazın vaktidir, illeti
ve hikmeti değil. Nasıl ki güneş ve ayın tutulması zamanında küsuf ve husuf
namazı kılınır ve güneşin gurubuyla akşam namazı kılınır; öyle de, yağmursuzluk,
kuraklık, yağmur namazının ve duasının vaktidir. İbadet ve duanın sebebi ve
neticesi emir ve rıza-i İlahidir, faydası uhrevidir. Eğer namazdan, ibadetten
dünyevi maksatlar niyet edilse, yalnız onlar için yapılsa, o namaz battal olur.
Mesela, akşam namazı güneşin batmaması için ve husuf namazı ayın açılması için
kılınmaz. Öyle de, bu nevi ibadet, yağmuru getirmek için kılınsa yanlış olur.
Yağmuru vermek Cenab-ı Hakkın vazifesidir. Biz vazifemizi yaptık; Onun
vazifesine karışmayız.

Gerçi yağmur namazının zahir neticesi yağmurun gelmesidir; fakat
asıl hakiki, en menfaatli neticesi ve en güzel ve tatlı meyvesi şudur ki: Herkes
o vaziyetle anlar ki, onun tayınını veren babası, hanesi, dükkanı değil; belki
onun tayınını ve yemeğini veren, koca bulutları sünger gibi ve zemin yüzünü bir
tarla gibi tasarrufunda bulunduran bir Zat, onu besliyor, rızkını veriyor. Hatta
en küçücük bir çocuk da, daima aç olduğu vakit validesine yalvarmaya alışmışken,
o yağmur duasında, küçücük fikrinde büyük ve geniş bu manayı anlar ki: Bu
dünyayı bir hane gibi idare eden bir Zat, hem beni, hem bu çocukları, hem
validelerimizi besliyor, rızıklarını veriyor. O vermese, başkalarının faydası
olmaz. Öyleyse Ona yalvarmalıyız der, tam imanlı bir çocuk olur. Bu münasebetle
kısacık altı nokta beyan edilecek.

Birinci nokta: Nimet ve rahmet-i İlahiyenin fiyatı, şükürdür.
Biz şükrü hakkıyla vermedik. Evet, rahmetin fiya-tını şükürle vermediğimiz gibi;
zulmü-müzle, isyanımızla gazabı celb ediyoruz. Şimdi zemin yüzünde zulüm ve
tahribat, küfür ve isyan ile, nev-i beşer tam tokada kendini müstahak etti ve
dehşetli tokatlar yedi. Elbette bir parça hissemiz de olacak.

İkinci nokta: Hadiste var ki: “Hatta deniz dibindeki balıklar
dahi günahkar ve zalimlerden şekva ediyorlar ki, onların yüzünden yağmur
kesilir, hatta bizim de nafakamız azalır” derler. Evet, bu zamanlarda öyle
günahlar, zulümler oluyor ki, rahmet istemeye yüzümüz kalmıyor, masum hayvanlar
da azap çekerler.

Üçüncü nokta: Ayette vardır: “Öyle musibetten kaçınız ki,
geldiği vakit za-limlere mahsus kalmaz, masumlar ve mazlumlar da içinde yanar.”
Çünkü, musibet-i ammeden masumlar harika bir tarzda, yangın içinde selamette
kalsalar, hikmet-i diniye bozulur. Çünkü din bir imtihan, bir tecrübedir. O
vakit, Ebu Cehil gibi fenalar, aynen Ebu Bekir-i Sıddık Radıyallahu Anh gibi
tasdik ederler. Onun için, musibet-i ammede masumlar da bela çekerler.

Dördüncü nokta: Şimdi, malda ve rızıkta hilelerle suistimal ile,
rüşvetle çok haram karıştığı ve ekinciler kendi malına hakkıyla sahip olmadığı
ve on adamdan iki-üçü tam rahmete müstahak ise, ekincilerin malından istifade
edenlerden beş-altısı ya zulümle, haram karıştırmakla, ya şükürsüzlükle rahmete
istihkakını kaybediyor.

Beşinci nokta: Risale-i Nur, bu Anadolu memleketine, belaların
def’ine ehemmiyetli bir vesiledir. Sadaka nasıl belayı def’ ediyor; onun
intişarı ve okunması külli bir sadaka nevinde semavi ve arzi belaların def’ine
çok emareler ve çok hadiselerle tebeyyün etmiş. Hatta Kur’an’ın işaretiyle
tahakkuk etmiş. Ve yazmasını ve intişarını menetmek zamanlarında dört defa
zelzelelerin başlaması ve intişarıyla durmaları ve Anadolu’da ekser okunması
İkinci Harb-i Umuminin Anadolu ya girmemesine bir vesile olduğu Sure-i Ve’l-Asr
işaret ettiği, bu iki ay kuraklık zamanında mahkemenin Risale-i Nur’un beraatine
ve vatana menfaatli olduğuna dair kararını Mahkeme-i Temyiz tasdik ederek tam
bir serbestiyetle Risale-i Nur’un intişar ve okunmasını beklerken, bütün bütün
aksine olarak menedilmesi ve mahke-medeki risalelerin sahiplerine iade
edilmemesi ve bizi de o cihetle konuşmaktan menetmeleri cihetiyle, belaların
def’ine vesile olan bu külli sadaka-i maneviye karşı çıkamadı, günahımız
ne-ticesi kuraklık başladı.

Altıncı nokta: Yağmursuzluk bir musibettir ve ceza-yı amel bir
azaptır. Buna karşı, ağlamakla ve hüzün ve kederle, niyaz ve hazinane
yalvarmakla ve pek ciddi nedamet ve tevbe ve istiğfar ile karşılamak ve sünnet-i
seniye dairesinde, bid’alar karışmadan, şeriatin tayin ettiği tarzda dergâh-ı
İlahiyeye iltica etmek ve dua ve o hale mahsus ubudiyetle mukabele etmektir.

Hem böyle umumi musibetler, ekser nasın hatasından geldiği
cihetle, o insanların ekseri (kısm-ı azamı) tevbe ve nedamet ve istiğfar etmekle
def olur.

Biz Risale-i Nur şakirtleri dünyaya çok ehemmiyet
vermediğimizden, dünyaya yalnız Risale-i Nur için baktığımızdan, bu
yağmursuzlukta dahi o noktadan bakıyoruz. İşte, Denizli de mahkemeye verilen cüz
i bir kısım Risale-i Nur, sahiplerine iadesinin aynı zamanında, burada dahi bir
kısım zatlar yazmaya başlamaları aynı vaktinde, bu yağmursuzlukta bir derece
rahmet yağdı. Fakat Risale-i Nur un serbestiyeti cüz’i olmasından, rahmet dahi
cüz’i kaldı. İnşaallah, yakında benim de risalelerim iade edilecek, tam serbest
ve intişarı küllileşecek ve rahmet dahi tam olacak.

Emirdağ Lahikası, s. 31-33.

Sual: Neden, ne dahilde, ne hariçte bulunan cereyanlara ve
bilhassa siyasetli cemaatlere hiç bir alaka peyda etmiyorsun? Ve Risale-i Nur ve
şakirtlerini mümkün olduğu kadar o cereyanlara temastan menediyorsun? Halbuki,
eğer temas etsen ve alakadar olsan, birden binler adam Risale-i Nur dairesine
girip, parlak hakikatlerini neşredeceklerdi; hem bu kadar sebepsiz sıkıntılara
hedef olmayacaktın.

Elcevap: Bu alakasızlık ve içtinabın en ehemmiyetli sebebi;
mesleğimizin esası olan ihlas bizi menediyor. Çünkü, bu gaflet zamanında,
hususan tarafgirane mefkureler sahibi, herşeyi kendi mesleğine alet ederek,
hatta dinini ve uhrevi harekatını da o dünyevi mesleğe bir nevi alet hükmüne
getiriyor. Halbuki, hakaik-i imaniye ve hizmet-i nuriye-i kudsiye, kâinatta hiç
birşeye alet olamaz. Rıza-ı İlahiden başka bir gayesi olamaz. Halbuki şimdiki
cereyanların tarafgirane çarpışmaları hengamında bu sırr-ı ihlası muhafaza
etmek, dinini dünyaya alet etmemek müşkülleşmiş. En iyi çare, cereyanların
kuvveti yerine, inayet ve tevfik-i İlahiyeye dayanmaktır.

Emirdağ Lahikası, s. 37.

Meyvenin Dördüncü Meselesinde denilmiş ki: “Dünya siyasetine
karışmadığımın sebebi, o geniş ve büyük dairede vazife az ve küçük olmakla
beraber, cazibedarlık cihetiyle meraklıları kendiyle meşgul eder, hakiki ve
büyük vazifelerini onlara unutturur veya noksan bıraktırır. Hem her halde bir
tarafgirlik meylini verir, zalimlerin zulümlerini hoş görür, şerik olur”
mealinde orada denilmiştir.

Şimdi ben de derim ki: Merak yüzünden ve afaki hadisatın verdiği
sarhoşane gafletten zevk alan biçareler! Eğer “İnsanın fıtratındaki merak,
insaniyet damarıyla sizin, farz ve lazım vazifeniz zararına o hadise, o geniş
boğuşmalara sevk ediyor. Bu da bir ihtiyac-ı mane-vidir, fıtridir” derseniz, ben
de derim:

Kat’iyen biliniz ki, insanın, çok mucizatlı hilkatine merak
etmeyip, dikkat etmeyerek iki başlı veya üç ayaklı bir insan görse kemal-i
merakla temaşasına daldığı gibi; aynen bu asırda, nev-i beşerin muvakkat ve
fani, tahripçi geniş hadiseleri ve zemin yüzünde yüz bin millet ve insan nev i
gibi çok hadisat-ı aci-beye mazhar o milletlerden, her baharda yalnız birtek arı
milletine ve üzüm taifesine baksan, bu nev-i beşerdeki hadisatın yüz defa daha
mucib-i merak ve ruhani, manevi zevklere medar hadiseler var. Bu hakiki zevklere
ehemmiyet vermeyip beşerin zararlı, şerli, arızi hadiselerine bu kadar merak ve
zevkle bağlanmak; dünyada ebedi kalmak ve o hadiseler daimi olmak ve herkese o
hadiseden bir menfaat veya zarar gelmek ve o hadiseye sebebiyet verenlerin
hakiki fail ve mucid olmak şartıyla olabilir. Halbuki, havanın fırtınaları gibi
geçici hallerdir. Sebebiyet verenlerin tesirleri pek cüz i. Ondaki zarar ve
menfaati, o vaziyet şarktan, Bahr-i Muhitten sana göndermez. Senden sana daha
yakın ve senin kalbin O’nun tasarrufunda ve senin cismin O’nun tedbir ve
icadında olan bir Zat-ı Akdesin rububiyetini ve hikmetini nazara almayıp, ta
dünyanın nihayetinden zarar ve menfaati beklemek ne derece divanelik olduğu
tarif edilmez.

Hem iman ve hakikat noktasında, bu çeşit merakların büyük
zararları var. Çünkü gaflet verecek ve dünyaya boğduracak ve hakiki vazife-i
insaniyeti ve ahireti unutturacak olan en geniş daire ise siyaset dairesidir.
Hususan böyle umumi ve mücadele suretindeki hadiseler, kalbi de boğuyor. Güneş
gibi bir iman lazım ki, herşeyde, her vaziyette, herbir harekette kader-i İlahi
ve kudret-i Rabbaniyenin izini, eserini görsün, ta o zulm-ü zulmette kalb
boğulmasın, iman sönmesin; akıl, tabiat ve tesadüfe saplanmasın.

Hatta ehl-i hakikat, hakikat ve marifetullahı bulmak için,
kesret dairelerini unutmaya çalışıyorlar; ta kalb dağılmasın ve lüzumlu ve
kıymetli şeye sarf etmek lazım gelen merakı, zevki, şevki, lüzumsuz fani
şeylerde telef olmasın. Hatta bu ehemmiyetli sırdandır ki, din düsturlarının bir
hadimi olmak cihetinde güneş gibi imanlar taşıyan bir kısım Sahabeler ve onlara
benzeyen mücahidinden, Selef-i Salihinden başka, siyasetçi, ekserce tam müttaki
dindar olamaz. Tam ve hakiki dindar, müttaki olanlar, siyasetçi olmazlar. Yani,
maksad-ı asli siyasetini yapanlarda din, ikinci derecede kalır, tebei hükmüne
geçer. Hakiki dindar ise, “Bütün kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i
insaniyedir” diye, siyasete, aşk-ı merak ile değil, ikinci üçüncü mertebede onu
dine ve hakikate alet et-meye—eğer mümkünse—çalışabilir. Yoksa, baki elmasları
kırılacak adi şişelere alet yapar.

Emirdağ Lahikası, s. 52, 53.

Hükm-ü Kur’âna göre, bu zamanda mimsiz medeniyetin icabatından
olarak hâcât-ı zaruriye dörtten yirmiye çıkmış. Tiryakilikle, görenekle ve
itiyadla, hâcat-ı gayr-ı zaruriye, hâcât-ı zaruriye hükmüne geçmiş. Âhirete iman
ettiği halde, “zaruret var” diye ve zaruret zannıyla dünya menfaati ve maişet
derdi için dünyayı âhirete tercih ediyor.

Kırk sene evvel, bir başkumandan beni bir parça dünyaya
alıştırmak için bazı kumandanları, hattâ hocaları benim yanıma gönderdi. Onlar
dediler: “Biz şimdi mecburuz.

kaidesiyle, Av-rupa’nın bazı usullerini medeniyetin icaplarını taklide
mecburuz” dediler.

Ben de dedim: “Çok aldanmışsınız. Zaruret su-i ihtiyardan gelse,
kat’iyen doğru değildir; haramı helâl etmez. Su-i ihtiyardan gelmezse, yani
zaruret haram yoluyla olmamışsa zararı yok. Meselâ; Bir adam su-i ihtiyarıyla
haram bir tarzda kendini sarhoş etse ve sarhoşlukla bir cinayet yapsa, hüküm
aleyhine câri olur, mâzur sayılmaz, ceza görür. Çünkü, su-i ihtiyarıyla bu
zaruret meydana gelmiştir. Fakat bir meczup çocuk cezbe halinde birisini vursa,
mâzurdur. Ceza görmez. Çünkü ihtiyarı dahilinde değildir.”

İşte, ben o kumandana ve hocalara dedim: “Ekmek yemek, yaşamak
gibi zarurî ihtiyaçlar haricinde başka hangi zaruret var? Su-i ihtiyardan,
gayr-ı meşru meyillerden ve haram muamelelerden tevellüd eden hareketler haramı
helâl etmeye medar olamazlar. Sinema, tiyatro, dans gibi şeylerde tiryaki
olmuşsa, mutlak zaruret olmadığı ve su-i ihtiyardan geldiği için, haramı helâl
etmeye sebep olamaz. Kanun-u beşerî de bu noktaları nazara almış ki, ihtiyar
haricinde zaruret-i kat’iye ile, su-i ihtiyardan neş’et eden hükümleri
ayırmıştır. Kanun-u İlâhîde ise, daha esaslı ve muhkem bir şekilde bu esaslar
tefrik edilmiş.”

Emirdağ Lahikası, s. 456.

Kardeşlerim, belki ben öleceğim. Bu zamanın bir hastalığı daha
var; o da benlik, enaniyet, hodfüruşluk, hayatını güzelce medeniyet
fantaziyesiyle geçirmek iştahı, tiryakilik gibi hastalıklardır. Risale-i Nur’un
Kur’ân’dan aldığı dersin en birinci esası benlik, enaniyet, hodfuruşluğu terk
etmek lüzumudur. Tâ ihlâs-ı hakikî ile imanın kurtarılmasına hizmet edilsin.
Cenab-ı Hakka şükür, o âzamî ihlâsı kazananların pek çok efradı meydana çıkmış.
Benliğini, şan ve şerefini en küçük bir mesele-i imaniyeye feda eden çoktur.
Hattâ Nurun biçare bir şakirdinin düşmanları dost olduğu vakit onunla sohbet
etmek çoğaldığı için, rahmet-i İlâhiye cihetinde sesi kesilmiş. Hem de ona
takdirle bakanlar isabet-i nazar hükmüne geçip onu incitiyor. Hattâ musafaha
etmek de tokat vurmak gibi sıkıntı veri-yor.

“Senin bu vaziyetin nedir?” diye soruldu. “Madem milyonlar kadar
arkadaşların var; neden bunların hatırlarını muhafaza etmiyorsun?”

Cevaben dedi: “Madem mesleğimiz âzamî ihlâstır; değil benlik,
enaniyet, dünya saltanatı da verilse, bâki bir mesele-i imaniyeyi o saltanata
tercih etmek âzamî ihlâsın iktizasıdır. Meselâ, harp içinde, avcı hattında,
düşmanın top gülleleri arasında Kur’ân-ı Hakîmin tek bir âyetinin, tek bir
harfinin, tek bir nüktesini tercih ederek, o gülleler içinde Habib kâtibine
‘defteri çıkar’ diyerek at üstünde o nükteyi yazdırmış. Demek Kur’ân’ın bir
harfinin, bir nüktesini düşmanın güllelerine karşı terk etmemiş ruhunun
kurtulmasına tercih etmiş.”

Emirdağ Lahikası, s. 459.