Bazı kavramlar yaşantımızın seyri içinde zihnimiz de kendilerine
bir yer hazırlarlar ve fıtrî gelişim içinde nasıl oluştukları konusu pek bizi
ilgilendirmez. Bu tip kavramların iç alemimizde oluşturduğu manaları çoğu zaman
kelimelere de dökemeyiz. Ama bizde bir şeyler ifade ettiğinin, hayatımızın bir
parçası olduğunun farkındayızdır "Milliyetçilik" de zannediyorum bu kategoride
ele alınması gereken kavramlardan biri. "1.Kendilerini birleştiren dil ve kültür
bağlarından dolayı ulusal bir topluluk oluşturmaları gerektiğinin bilincine
vararak bağımsız bir devlet kurmak isteyen kişilerin yarattığı siyasi hareket.
2.Ulusal çıkarların, ulusu oluşturan sınıf ve grupların veya diğer devletlerin
çıkarlarından daha önce geldiğini ileri süren siyasi kuram"1 şeklinde bir sözlük
tanımı fertlerde milliyetçilik psikolojisini anlamak yolunda bir başlangıç
noktası teşkil edebilir.

Tarifin birinci kısmında dil ve kültür bağları ve bu bağların
bir araya getirdiği fertlerin oluşturduğu topluluk "millet" olarak ortaya
çıkmaktadır. Aslında bu bağları elde etmiş fertler bir araya gelmezler; bir
aradaki fertlerde oluşan hu bağlar nesilden nesile taşınır. Yaşadığı toplulukta
düşünebilen, idrak edebilen bir çağa gelmiş her fert kendini bu bağlarla
bezenmiş bir halde bulur. Yani, çevreyi algılayabilecek çağa geldiğinde artık
fertleri arasında sıkı bağlar oluşmuş bir bütünün parçasıdır. Aile işinde anne,
baba ve kardeşler ile, okulda arkadaşlar ile arasında kurulan bağlarla gözünü
açan daha sonra aynı şehirde yaşıyor olmanın, aynı toprakları paylaşıyor
olmanın,aynı dili konuşuyor olmanın aynı kültüre sahip olmanın ve aynı türden
varlıklar olmanın ördüğü ağ ile çepeçevre sarılmış olarak bulur kendini. Bu
ağdır kişiyi boşlukta tutan ruhuna destek olan ve sonsuz kâinat boşluğunun
dehşet saçan gök cisimlerinin ve ezici çarklar gibi dönen olayların açtığı
acziyet ve fakirlik yaralarının merhemi acizliğini ve fakirliğini hissettikten
sonra, kendisini tutunmuş vaziyette bulduğu bu bağları devam ettirmek artık
ihtiyaç haline gelmiştir. Artık çıkarlarının farkındadır ve ilişkiler bir
anlamda çıkar ilişkisine dönüşüvermiştir. Şahsi çıkarlarını, ulusal çıkarlar
hâline dönüştürmek kişinin kendisini daha güçlü hissetmesini sağlar ve olaylar
karşısında dayanma gücünün arttığını düşünür. Peki bu duygu nereden kaynaklanır
ve nasıl gelişir. Psikonalitik yaklaşımı Erich Fromm şeyle ortaya koyuyor;
"Freud’un en verimli, en geniş kapsamlı bulgularından biri de narsisizm
kavramıdır. Freud kendisi de bu kavramı en önemli bulgularından bir saymış
psikoz "narsisist nevroz" sevgi, hadım edilme korkusu, kıskançlık, sadizm gibi
önemli olgularla, ezilen sınıfların yöneticilerine boyun eğmeye hazır olmaları
gibi kitlesel olguların anlaşılmasında bu kavramdan yararlanmıştır. Bu bölümde
ben Freud’un düşünce çizgisini izleyerek narsisizmin ulusçuluk ulusal nefret,
savaşın ve yıkıcılığın ruhsal dürtüleri konusundaki rolünü incelemek istiyorum"2

"Kişinin kendi benliğini sevmesi, kendisine
hayran olması, libidonun cinsel nesne olarak kendi bedenine yatırım yaptığı
ruhsal sapma"3
şeklinde anlamlandırılan narsisizm, aslında insan yaratılışında var ve onu
doğruya ulaştıracak yolda itici güçlerden biri olana kuvve-i şeheviyenin
psikonalitik dille ifadesinden başka bir şey değildir. "Menfaatleri cezb ve celb
için" insana verilen ve "tagayyür, inkılap ve felaketlere maruz ve muhtaç şu
insan bedeninde iskân edilen ruhun yaşayabilmesi için"4 verilmiş üç kuvvetten
biri olan kuvve-i şeheviyye-i behimiyye. İşte bu kuvveye dayalı bir
milliyetçilik izahında Erich Fromm başka sahalarda bunun pek çok örneğini ortaya
koymuş olan Freud’un yaklaşımı ile yola çıkıyor. "Freud şu temel fikrini hiçbir
zaman değiştirmemiştir. İnsan ilk durumunda, erken bebeklik çağında, dış
dünyayla henüz ilişki kurmadığı narsisizm "birincil narsisism" durumundadır,
sonra normal gelişmesi sırasında çocuğun dış dünyayla (libidoyla ilgili)
ilişkilerinin çapı ve yoğunluğu artmaya başlar; ama insan birçok durumlarda
(bunların en ağır olanı deliliktir.) libido bağlılığını nesnelerden soyutlayıp
kendi egosuna yöneltir. "İkincil narsisizm" Ne var kì, normal gelişme durumunda
bile insan, yaşamı boyunca bir ölçüde narsisist kalabilir"5

İnsan fıtratındaki bu gelişmenin seyri psikonalitik deyimle
"normal" bir kişide narsisizmin gelişmesi Freud’un fikirleri doğrultusunda Erich
Fromm tarafından şöyle özetlenir: "Ana rahmindeki cenin mutlak bir narsisizmden,
kendine yeterli narsisizmden değişen dış dünyanın algılanmasına, nesnelerin
keşfedilmesine doğru bir adım atarız" der.6 Bebeğin dıştaki nesneleri kendi
başlarına "ben olmayan" nesneler olarak algılayabilmesi aylar sürer.
Narsisizmine indirilen darbelerle, dış dünyayı ve bu dünyanın yasalarını
gittikçe daha çok tanıyarak insan "ister istemez" başlangıçtaki narsisizmini
"nesne sevgisi"ne dönüştürür. "Ama" der Freud, "insan, dışta libidosuna nesne
bulsa da her zaman bir õlçüde narsisist kalır."7 Gerçekten de bireyin gelişmesi,
Freud’un deyişiyle mutlak narsisizmden nesnel düşünme ve nesne sevgisi
geliştirme yetisine doğru bir evrimdir; bununla birlikte bu yeti belirli
sınırları aşmaz, "Normal", "olgun" kişi narsisizmini bütünüyle yok edemese de
toplumca onaylanan en az duruma indirebilmiş kişidir. Freud’un bu gözlemi
gündelik yaşam deneyleriyle de doğrulanır. Öyle anlaşılıyor ki her insanda, her
türlü çözülme çabasına karşı direnen narsisist bir çekirdek kalır"8 Bu konteks
içinde kullanılan narsisizm terimini bir Müslümanın iç alemini şekillendiren
dürtülerden, "nefs-i emmare" ya da kısaca "nefis" kavramı içinde toplananlara
karşılık olarak değerlendirebiliriz. Devamlı kötülükleri emreden bu nefsin de
ruhun gelişme seyri içinde terbiyeye ihtiyacı vardır. Olgun kişi, yani kâmil
insan olma yolunda nefis öldürülmeye ya da terbiye edilmeye ihtiyaç duyar. İşte
kişilerdeki bu kavram, onların teşkil ettiği toplumu da etkileyecek ve toplumun
şahs-ı manevisinin oluşumunda top yekun bu duyguların birer yeri olacaktır. Yani
psikoloji, sosyolojinin oluşmasında bir temel taşıdır. Bu noktadan hareketle
Erich Fromm "toplumsal narsisizm" kavramını ortaya atmakta ve şöyle îzah
etmektedir.

"Aşağıdaki tartışmanın özü kişisel narsisizmin topluluk
narsisizmine dönüşmesi olacaktır. Topluluk narsisizminin toplumsal işlevinin
bireysel narsisizmin biyolojik işlevine koşut olduğunu belirterek başlayabiliriz
işe. Varlığını sürdürmek isteyen örgütlü bir topluluk açısından üyelerin
narsisist enerjiyle yüklenmesi gereklidir. Topluluğun ayakta kalabilmesi,
topluluk üyelerinin buna kendi yaşamları ölçüsünde giderek yaşamlarından çok
önem vermesiyle sağlanır; dahası, o topluluğun üyeleri kendi topluluklarının
öteki topluluklardan daha erdemli, daha üstün olduğuna inandırmalıdırlar. Bu
tür narsisist birikim olmazsa, topluluğun ayakta kalmasını sağlayan gerekli
enerji ya da topluluk uğruna yapılanözveriler büyük ölçüde azalır."9

Bu duygunun insan bedeninin biyolojik ve ruhî devamlılığını
sağlamasına benzer şekilde toplum içinde bir benlik duygusunun toplumun ayakta
kalmasına gerekli olduğu ancak bunun belirli ölçüler dahilinde normal olduğu ve
belli bir seviyenin üzerinde patolojik olduğunu söyleyen Fromm, Bediüzzaman’ın
şu sözlerinde doğruluyor: "Tagayyür, inkılap ve felaketlere mâruz ve muhtaç şu
insan bedeninde iskan edilen ruhun yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas
edilmiştir. Bu kuvvetlerin birincisi, menfaatleri celb ve cezb için kuvve-i
şeheviyye-i behimiyye… ikincisi, zararlı şeyleri def için kuvve-i sebuiyye-i
gadabiyye… üçüncüsü, nef’ ve zararı, iyi ve kötüyü birbirinden temyiz için
kuvve-i akliyye-i melekiyyedir.

Lakin, insandaki bu kuvvelere şeriatça bir had ve nihayet tayin
edilmiş ise de, fıtraten tayin edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin her birisi
"tefrit, vasat, ifrat" namiyle üç mertebeye ayrılırlar. Mesela: Kuvve-i
şeheviyyenin tefrit mertebesi humuddur ki, ne helale ve ne de harama şehveti,
iştihası yoktur. İfrat mertebesi fücurdur ki, namusları ve ırzları pâyimal etmek
iştihasında olur. Vasat mertebesi ise iffettir ki; helaline şehveti var, harama
yoktur.

İhtar: Kuvve-i şeheviyenin; yemek, içmek uyumak ve konuşmak gibi
füruatında da şu üç mertebenin yeri vardır."10

Ferdî plandaki bu özellikleri topluma yansıtmak için yine
Fromm’un cümlelerini kullanalım; "Topluluk narsisizmini yaratan öğeler arasında
bireysel narsisizmle ilgili olarak ele aldığımız benzer olguları bulabiliriz.
Burada da narsisizmin tehlikesiz ve hastalıklı türleri arasında ayrım
gözetebiliriz. Topluluk narsisizminin nesnesi herhangi bir şeyin başarılmasıysa
yukarıda incelenen diyalektik süreç aynıyla yer alır. Yaratıcı bir şey başarma
gereksinmesi topluluk tekbenciliğinin yarattığı dar çemberin kırılmasını,
ilginin başarılmak istenen amaca yöneltilmesini zorunlu kılar. (Bir topluluğun
amaçladığı başarı toprak ele geçirmekse gerçekten üretici bir çabanın getirdiği
yararlı etki büyük ölçüde yok olacaktır) Öte yandan topluluk narsisizminin
nesnesi topluluğun kendisi, görkemliliği, geçmişteki başarıları, üyelerinin
bedensel sağlamlığıysa o zaman yukarıda sözü edilen karşıt eğilimler
gelişemeyecek narsisist eğitimle bunun getirdiği tehlikeler gittikçe artacaktır.
Elbette gerçek yaşamda bu iki öğe çoğu zaman birbirine karışmış olarak görülür.

Topluluk narsisizminin şimdiye dek ele almadığımız başka bir
toplumsal işlevi daha vardır. Bir toplum, üyelerinin çoğunu ya da büyük bir
kesimini yeterince besleyemiyorsa, toplumsal huzursuzluğu önleyebilmek için
hastalıklı bir narsisizmle doyum sağlamak zorundadır onlara. Ekonomik ve
kültürel açıdan yoksul olan insanlar için o topluluğun bir üyesi olmanın verdiği
narsisist kıvanç tek ve çoğu zaman çok etkili bir doyum kaynağıdır. Yaşam
kendilerine "ilginç" bir şey getirmediği, ilgilerini geliştirecek olanakları
sağlayamadığı için bu insanlar aşırı bir narsisim geliştirebilirler. Bu olgunun
en iyi örnekleri son yıllarda Hitler Almanya’sında bugün de Amerika’nın
Güney’inde görülen ırksal narsisizm’dir. Her iki örnekte de ırksal üstünlük
duygusunun özü aşağı-orta sınıftan kaynaklanmıştır. Durum bugün de aynıdır;
Almanya gibi Amerika’nın Güneyi’nde de ekonomik ve kültürel açıdan gelişmemiş
(köhnemiş, can çekişen bir toplumun kalıntıları olduğu için) hiçbir gerçekçi
gelişme umudu kalmamış olan bu geri kalmış sınıfın bir tek doyum yolu vardır:
Kendini dünyada en büyük hayranlık toplayan topluluk sayarak, aşağı ırk
damgalanan bir ırksal gruba üstünlük taslayarak kendi imgesini şişirmek. Bu geri
kalmış toplulukların üyeleri şu duygular içindedir: "Yoksul ve kültürsüz olsam
da önemli bir kişiyim ben, çünkü bugüne dek dünyanın gördüğü en üst topluluğunun
üyesiyim"11

Aynı noktaya Bediüzzaman da şöyle işaret ediyor: "Hem fikr-i
milliyette bir zevk-i nefsâni var, gafletkârane bir lezzet var; şeametli bir
kuvvet var. Onun için şu zamanda hayat-ı içtimaiye ile meşgul olanlara, "Fikr-i
milliyeti bırakınız!" denilmez. Fakat fikr-i milliyet iki kısımdır. Bir kısmı
menfìdir, şeametlidir, zararlıdır: başkasını yutmakla beslenir, diğerlerine
adavetle devam eder, müteyakkız davranır. Şu ise muhâsamet ve keşmekeşe
sebeptir."12

"Topluluk narsizmini görebilmek bireysel narsisizmi
görebilmekten daha zordu. Birisinin çıkıp da başkalarına şunları söylediğini
düşünelim: "Ben" (ve benim ailem) dünyanın en üstün insanlarıyız; bizden temiz,
bizden zeki, bizden iyi, bizden dürüst insan yoktur; öteki insanların hepsi pis,
aptal, ahlaksız ve sorumsuzdur." Pek çok kimisi bu insanın kaba, dengesiz,
giderek deli olduğunu düşünecektir. Oysa bağnaz bir konuşmacı, kitlenin
karşısına çıkıp ta "Ben" ve "benim ailem" yerine ulus (ya da ırk, din, siyasal
parti vb.) koyarak bir konuşma yaparsa ülkesini, Tanrı’yı vb.yi seven bir insan
olarak övülecek, değerli bulunacaktır. Öte yandan başka uluslardan ve başka
dinlerden olanlar hoş görüldükleri için böyle bir konuşmaya kızacaklardır.
Yüceltilen toplum ipinde her bireyin kişisel narsisizmi doğrulanacak,
milyonlarca kişinin paylaştığı bu yargılar akla uygunmuş gibi görünecektir.
(Halkın çoğunluğunun akla uygun olarak kabul ettiği şey halkın tümünün değilse
bile büyük bir kesimin kabul ettiği bir şeydir: pek çok insanın gözünde "akla
uygunluk" yargısını akıl değil toplumun onayı belirler.) Bir bütün olarak
topluluk, varlığını sürdürebilmek için narsisizme gereksinme duyduğu sürece
topluluk narsisist tutumlarını arttıracak, bu tutumları özellikle gayet haklı ve
erdemli tutumlar olarak gösterecektir.

Narsisist tutumun yayıldığı toplumun yapısı ve boyutları tarih
boyunca değişiklikler göstermiştir. İlkel kabile ya da boylarda yalnızca birkaç
yüz üye vardır; burada insan henüz "bireyliği"ni kazanmamıştır; kendi
topluluğuna, henüz koparılmamış olan "ilkel bağlar"la"13, kan bağlarıyla bağlıdır.
Bu nedenle boya olan narsisist bağlılık, üyelerin boy dışında duygusal bir
varlık geliştirememelerinden dolayı çok güçlüdür.

İnsan ırkının gelişmesinde toplumsallaşmanın gittikçe arttığını
görebiliriz; kan bağlılığına dayanan ilk küçük topluluklar zamanla ortak bir
dile, ortak bir toplumsal düzene ve ortak bir inanç dayanan daha büyük
topluluklara dönüşmüşlerdir. Topluluğun çapının büyümesi illede narsisizmin
hastalıklı niteliklerinin azalması anlamına gelmez."14

Yukarıda geçen kısımlardan da anlaşılacağı üzere menfi
milliyet’in menfiliği başkalarına karşı düşmanlık üzerine kurulmuş olmasından
kaynaklanır. Bu ise iyi ilişkilerle ancak ayakta durabilecek olan insanlık
alemine önemli zararlar verir. İslam alemi içinde "ene" üzerine bina edilmiş bir
menfì milliyet anlayışının verdiği zararları Bediüzzaman şöyle dile getirir:
"Emeviler, bir parça fikr-i milliyeti siyasetlerine karıştırdıkları için, hem
alem-i İslamı küstürdüler, hem kendileri de çok felaketler çektiler. Hem Avrupa
milletleri, şu asırda unsuriyet fikrini çok ileri sürdükleri için Fransız ve
Alman’ın çok şeâmetli ebedî adavetlerinden başka, Harb-i Umumideki hadisat-ı
müdhişe dahi, menfi milliyetin nev’i beşere ne kadar zararlı olduğunu gösterdi.
Hem bizde ibtida-i hürriyete Babil kal’asının harabiyeti zamanında "tebelbül-ü
akvam" tabir edilen "teşâub-u akvam" ve o teşâub sebebiyle dağılmaları gibi
menfi milliyet fikriyle, başta Rum ve Ermeni olarak pek çok "kulüpler" namında
sebeb-i tefrika-i kulüp, muhtelif mülteciler cemiyetleri teşekkül etti. Ve
onlardan şimdiye kadar ecnebilerin boğazına gidenlerin ve perişan olanların
halleri, menfi milliyetin zararını gösterdi.

Şimdi ise, en ziyade birbirine muhtaç ve birbirinden mazlum ve
birbirinden fakir ve ecnebî tahakkümü altında ezilen anasır ve kabail-i İslamiye
içinde, fikr-i milliyetle birbirine yabani bakmak ve birbirini düşman telakki
etme, öyle bir felakettir ki, tarif edilmez. Adeta bir sineğin ısırmaması için,
müthiş yılanlara arka çevirip, sineğin ısırmasına mukabele etmek gibi bir
divanelikle; büyük ejderhalar hükmünde olan Avrupa’nın doymak bilmez hırslarını,
pençelerini açtıkları bir zamanda, onlara ehemmiyet vermeyip, belki manen onlara
yardım edip, menfi unsuriyet fikriyle Şark Vilayetlerindeki vatandaşlara veya
Cenup tarafındaki dindaşlara adavet besleyip, onlara karşı cephe almak, çok
zararları ve mehâliki ile beraber; o cenup efradları içinde düşman olarak yoktur
ki, onlara karşı cephe alınsın. Cenuptan gelen Kur’an nuru var; İslamiyet ziyası
gelmiş; o içimizde vardır ve her yerde bulunur."15

Fertlerden oluştuğu için, toplum kendi şahs-ı manevisinde
onların ruhlarının mozaiği olacak ve bu karışımın neticesinde genel hatlar
ortaya çıkacaktır. Bir ferdin ruh yapısını şekillendiren kuvve-i şeheviyye,
kuvve-i gadabiyye ve kuvve-i akliyye mertebelerinden geçen hat, toplumda
yaşantısında da önem kazanacak ve o toplumu oluşturan fertlerin hatları bir
araya geldiğinde toplum için de bir ruh hali ortaya çıkacaktır ve toplum organik
bir özellik kazanacaktır, ki bunu Bediüzzaman, "küremiz hayvana benziyor"
sözüyle ifade eder. Teilhard de Chardin dünyada insan ruhlarının şekillendirdiği
bir atmosferi "noosfer" şeklinde adlandırırken bu atmosferde ortaya çıkan toplum
özelliklerini şu şekilde anlatır: "Biyolojik mekanizması gözden geçirildiğinde
uygarlık (uygarlıktan, toplumsal organlaşmanın tamamlanmış halini değil bu
organlaşmayı doğurucu süreci anlıyoruz), bir zoolojik gruba (insan) yayılmış
zoolojik türleşmeden başka bir şey değildir. Bu türleşmede, özel bir etki
(psişizmin etkisi) sistematik açısından o zaman kadar ihmal edilebilir derecede
kaldığı halde, birdenbire soyun dallanmasında egemen bir pay üstlenmiştir aynı
şeye başa bir planda örnek. Gerçekten uzun zamandan beri iyi bildiğimiz gibi
(mesela Böcekler, Kuşlar, Kemirgenler) birçok hayvan için sınıflandırma özelliği
sayılmıştır. Şu halde bu "psikolojik türler" kavramını neden daha ileri
götürerek çok ve çok şekilli "insan kolektif birimlerini" tarihin akışı içinde
doğmuş doğal gruplar saymayalım? Kültürün ve ırkın birlikte etkileri ile,
düşünce ve özgürlük alanlarında doğmuş bu kolektif birimler herhangi bir geviş
getirici ve yırtıcı grubunu gruplandırmada yaptığımız kadar meşrû ve doğal bir
gruplandırma sayılamaz mı? Yalnız şu farkla ki, burada ruhsal etkiler, fizyoloji
ve morfolojinin payından daha egemen bir pay üstleniyorlar. O zamana kadar
bilinmeyen veya nadir olan tiplerdeki, bazı özellikler ve davranış özgürlükleri,
canlı güçlerin etkileşmelerinde kendilerini belirtmektedirler. Bunların
birincisi, eski kromozomal kalıtımın "eğitimsel kalıtım" eklenerek
çiftleşmesidir. Birey dışı olan bu kalıtım sebebiyle "kazanılmışın korunması ve
biriktirilmesi Biyogenez’de birinci derecede bir önem kazanır.

Kabileler, uluslar ve büyük devletlerin ve nihayet Çağdaş
Devletin (bazı ek faktörlerle birlikte) hayvan türlerinden kaynaklanan
mekanizmayı sürdürdüğü görüşü açısından bakıldığında, insanlık tarihi, soyoluş
(filogenez) yasalarını incelemeye açık bir seçim alanı haline gelmektedir. Bunun
üç sebebi (dayanağı) vardır. Yakınlık veya "içsellik" nedenleri en başta gelir.
Çünkü bu dayanağı oluşturan evrimsel fenomenler son birkaç yılda iç basıncını
arttırmakla kalmayıp, son deneyimlerimizde de devam etmektedir. İkinci dayanak,
açıklık, netlik dayanağıdır. Noosferin yayıldığı süre içinde Noosferin bazı
lifleri, özel bir kültür kompleksinin kuvvetli ve parlak boyasını almış
olduğundan, bunları izlemek ve çözümlemek, herhangi bir zoolojik grubun sadece
anatomik öğelerini izlemekten daha kolaydır.

O kadar ki, Paleontolojinin Ortogenez ve farklılaşmanın büyük
yasaları üzerinde ortaya koyduğu gerçekleri ayrıntılarına kadar belirlemek ve
doğrulamak istiyorsak. uygarlıkların biyolojisi üzerine eğilmek uygun olur."16

Yine, farklılaşmaların da toplum gruplarını oluşturma üzerinde
etkilerin organik bir yaklaşımla değerlendiren yazar şöyle devam ediyor;
"Toplumsallaşma ile canlılaşma arasında bulunan ve yapay olduğu halde bugün de
(alışkanlık veya gelenekle) varlığı sürdürülen engel kaldırıldığında, insanlık
macerasının görünürdeki düzensizliği altından berrak şekilde, temel yalınlık
belirecektir. Yüzlerce halkın, ortaya çıkması, güçler, çatışmalar, birbirinin
yerine geçmeler yani bir çok şekilli ve alacalı kaynaşma, canlı şekillerin eseri
ve hep aynı, sonu gelmeyen dallanma olayının uygarlık ortamında da devam etmesi
olamaz mı?

Başlangıçta büyük ırkların bir tek yumağı, Pleitosen Çağında
belirmişti. Bunlar, beyaz, siyalı ve mongoloid ırklardır. Daha sonra bu ilk
etnikkültürel demetten yeniden, periyodik ve "nabazanlar" halinde yeni pullar
oluşmuş, yeni çizgiler ıraksak olarak ayrılmaya başlamışlardır. Bunların
davranışı herhangi bir zoolojik pul veya çizgiye tamamen benzemektedir. Tarih
ufkunda bazı illetlerin birden belirmesinin, yer etmesinin ve (nasıl doğduğu
aynı şekilde bilinmeyen) komşu bir çizgiye nöbet devrederek silinmesinin
dayanakları hep aynıdır."17

Bu, toplum olaylarını ve tarihî gelişmeleri de insan iradesinin
dışında cereyan ediyor olarak ele alan çarpıcı bir yaklaşımdır. Belki dünyayı
aynı şekilde. kâinatı küçültünce insana ve insanı büyütünce kâinata benziyor
olarak ortaya koyan cümlelerin sırlarını çözmeye doğru atılmış bir büyük adım.

Neticede insanın yapısında ve toplumun yapısında milliyetçilik
duygusu vardır. Bunu inkâr etmek veya ortadan kaldırmaya çalışmak gerçekten
uzaklaşmak olur. O halde yapılması gereken bu duyguyu veriliş maksadına uygun ve
müsbet yöne kanalize ederek kullanmaktır. Bu noktada, yukarıdaki bilgiler
ışığında daha farklı yönleri ile anlaşılacağına inandığım şu cümleler büyük önem
kazanmaktadır: "Hürriyetin başında, Sultan Reşad’ın Rumeli’ye seyahati
münasebetiyle vilâyât-ı Şarkiye namına ben de refakat ettim. Şimendiferimizde
iki mektepli mütefennin arkadaşla bir mübahese oldu. Benden sual ettiler ki;
"Hamiyet-i diniye mi, yoksa hamiyet-i milliye mi daha kuvvetli, daha lazım?" O
zaman dedim.

"Biz Müslümanlar indimizde ve yanımızda din ve milliyet bizzat
müttehittir. İtibarî, zahirî, arızî bir ayrılık var. Belki din, milliyetin
hayatı, ruhudur. İkisine birbirinden ayrı ve farklı bakıldığı zaman; hamiyet-i
diniye, avam ve havassa şamil oluyor. Hamiyet-i milliye, yüzden birisine, yani
menâfi-i şahsiyetini millete feda edene has kalır. Öyle ise, hukuk-u umumiye
içinde hamiyet-i diniye esas olmalı. Hamiyet-i milliye ona hadim ve kuvvet ve
kal’ası olmalı. Hususan biz Şarklılar, Garplılar gibi değiliz. İçimizde kalplere
hakim hiss-i dinîdir. Kader-i Ezeli ekser enbiyayı Şarkta göndermesi işaret
ediyor ki, yalnız hiss-i dinî Şark’ı uyandırır, terakkiye sevk eder. Asr-ı
Saadet ve Tabiin, bunun bir bürhan-ı kat’isidir.

"Ey bu hamiyet-i diniye ve milliyeden hangisine daha ziyade
ehemmiyet vermek lazımı geldiğini soran bu şimendifer denilen medrese-i
seyyarede ders arkadaşlarım! ve şimdi, zamanın şimendiferinde istikbal tarafına
bizimle beraber giden bütün mektepliler! Size de derim ki:

"Hamiyet-i diniye ve İslamiyet milliyeti, Türk ve Arap içinde
tamamıyla mezcolmuş ve kâbil-i tefrik olamaz bir hale, gelmiş. Hamiyet-i
İslamiye, en kuvvetli ve metin ve Arştan gelmiş bir zincir-i nûrânîdir.
Kırılmaz ve kopmaz bir urvetü’lvüskâdır. Tahrip edilmez, mağlup olmaz bir kudsî
kal’adır." dediğim vakit, o iki münevver mektep muallimleri bana dediler:
"Delilin nedir? Bu büyük davaya büyük bir hüccet ve gayet kuvvetli bir delil
lazım. Delil nedir?"

Birden şimendiferimiz tünelden çıktı. Bir de başımızı çıkardık,
pencereden baktık. Altı yaşına girmemiş bir çocuğu şimendiferin tam geçeceği
yolun yanında durmuş gördük. O iki muallim arkadaşlarıma dedim.

"İşte bu çocuk lisan-ı haliyle sualimize tam cevap veriyor.
Benim bedelime o masum çocuk bu seyyar medresemizde üstadımız olsun. İşte
lisan-ı haliyle bu gelecek hakikati der:

Bakınız, bu dabbetü’l arz, dehşetli hücum ve gürültüsü ve
bağırmasıyla ve tünel deliğinden çıkıp hücum ettiği dakikada geçeceği yolda bir
metre yakınlıkta o çocuk duruyor. Dabbetü’l arz tehdidiyle ve hücumunun
tahakkümü ile bağırarak tehdit ediyor. "Bana rastgelenlerin vay haline" dediği
halde, o masum yolunda duruyor. Mükemmel bir hürriyet ve harika bir cesaret ve
kahramanlıklı beş para onun tehdidine ehemmiyet vermiyor. Bu dabbetü’l arzın
hücumunu istihfaf ediyor, ve kahramancıklığıyla diyor: "Ey şimendifer! Sen ra’d
ve gök gürültüsü gibi bağırmanla beni korkutamazsın!"

Sebat ve metânetinin lisan-ı haliyle güya der: "Ey şimendifer,
sen bir nizamın esirisin. Senin gem’in, senin dizginin seni gezdirenin
etindedir. Senin bana tecavüz etmen haddin değil. Beni istibdadın altına
alamazsın. Haydi yoluna git, kumandanının izniyle yolundan geç!

İşte ey bu şimendiferdeki arkadaşlarım ve elli sene sonra
gelenlere çalışan kardeşlerim! Bu masum çocuğun yerinde Rüstem-i İranî ve
Herkül-ü Yunanî o acip kahramanlıklarıyla beraber tayy-ı zaman ederek, o çocuk
yerinde burada bulunduklarını farz ediniz. Onların zamanında şimendifer olmadığı
için, elbette şimendiferin bir intizam ile hareket ettiğine bir itikadları
olmayacak. Birden bu tünel deliğinden, başında ateş, nefesi gök gürültüsü gibi,
gözlerinde elektrik berkleri olduğu halde birden çıkan şimendiferin dehşetli
tehdit hücumuyla Rüstem ve Herkül tarafına koşmasına karşı, o iki kahraman ne
kadar korkacaklar, ne kadar kaçacaklar!.. O harika cesaretleriyle bin metreden
fazla kaçacaklar. Bakınız, nasıl bir dabbetü’l arzın tehdidine karşı
hürriyetleri, cesaretleri mahvolur. Kaçmaktan başka çare bulamıyorlar. Çünkü
onlar, onun kumandanına ve intizamına itikad etmedikleri için, mutî bir merkep
zannetmiyorlar. Belki gayet müthiş, parçalayıcı, vagon cesametinde yirmi aslanı
arkasına takmış bir nevî aslan tevehhüm ederler.

Ey kardeşlerim ve ey elli sene sonra bu sözleri işiten
arkadaşlarım! İşte altı yaşına girmeyen bu çocuğa o iki kahramandan ziyade
cesaret ve hürriyet veren, ve çok mertebede onların fevkinde bir emniyet ve
korkmamak haletini veren: o masumun kalbinde hakikatin bir çekirdeği olan
şimendiferin intizamına ve dizginini bir kumandanın elinde bulunduğuna, ve
cereyanı bir intizam altında ve birisi onu kendi hesabıyla gezdirmesine olan
itikâdı ve itmi’nânı ve imanıdır. Ve o iki kahramanı gayet korkutan ve
vicdanlarını vehme esir eden, onların onun kumandanını bilmemek ve intizamına
inanmamak olan-cahilâne itikatsızlıklarıdır"18

Dipnotlar

1. Dictionnaire Larousse, s.1674.

2. Erich FROMM, Sevginin ve Şiddetin
Kaynağı, s.60.

3. Dictionnaire Larousse, s.1750.

4. İşârâtü’l-İcâz, s.24.

5. Freud, Totem and Taboo, Cilt XIII,
s.88-89.

6. Freud, Group Psychology, Cilt XVIII,
s.130.

7. Freud, Totem and Taboo, Cilt XVIII, s.80.

8. Erich FROMM, a.g.e., s.62.

9. Erich FROMM, a.g.e., s.76-77.

10. İşârâtü’l-İcâz, s.24.

11. Erich FROMM, a.g.e., s.76-77-78.

12. Mektubat, s.298.

13. "Escape from Freedom"da Erich FROMM’un
ilkel bağları incelemesi.

14. Erich FROMM, a.g.e., s.78-79.

15. Mektubat, s.298-299.

16. İnsanın Tabiattaki Yeri, Teilhardde
Chardin, s.75-76.

17. Erich FROMM, a.g.e., s.77.

18. Hutbe-i Şamiye, s.71-73.