İçinde yaşadığı toplumu çok iddialı bir hedefe yönlendiren
Risale-i Nur müellifi Bediuzzaman Said Nursi’nin manevi alemdeki başarısının
unsurları kadar dünyevi/sosyal/siyasi alemdeki başarısının unsurları da derin
bir tahlile gerek gösterir.

Nur Müellifi hiç tartışmasız, döneminin en katı siyasi
taktikleri arasından sıyrılmayı başarmıştır. Eserlerinin takipçileri ve topyekün
bir milletin başarısı da bu taktiklerin arkasındaki temel değişmez prensipleri olduğu gibi tespit
edebilmelerine bağlıdır.

Eğer Bediüzzaman’ın “farklı zamanlarda”, “farklı makamlarda”
söyledikleri, yaşadıkları ve yaptıkları birbirlerinden izole edilerek ele
alınır, her bir mesajı geçmiş ve geleceğindeki benzerinden koparılarak anlaşılmaya çalışırsa
ortaya bütünleşemeyen bir tablo çıkar. Böyle bir yaklaşım bu mesajlara sahibinin
yüklediği anlamları kavramamızı zorlaştırır ve kavramları kendi zihinlerimizdeki
—çoğu zaman kişilere göre değişen— anlamlarla sınıflandırırız.

Eşyalar genellikle bulundukları konumların farklılıklarına göre
fonksiyon değiştirirler. Banyoda bulunan bir ayna ile vitrine döşenen ayna aynı
nesnenin farklı amaç ve fonksiyonlar için kullanımına bir örnektir. Bu realiteyle,
kelimelerde daha sık karşılaşırız. Çünkü olgular müşahhaslaştıkça anlamları
daralır, mücerretleştikçe (soyutlaşma) anlam yelpazesi –hatta farklılığı– genişler. Bu
durum, ibare veya yalın kelimelerin, anlamlar arasında hangi/ler/i için
kullanıldıklarının ortaya çıkarılabilmesi için ilişkili olan bütün unsurlarıyla birlikte ele alınmalarını
zorunlu kılar.

Konumuza dönelim: Bediüzzaman siyasetin neresindedir? Siyasetin
Bediüzzaman’a göre anlamı nedir? Bediüzzaman’ın akıl dilini bizim akıl dilimize
tercüme edersek mesajından neleri anlarız?

"Bediüzzaman bizim dilimizden konuşmuyor mu?" şeklinde bir
itiraz gelebilir. Çok radikal gelecek ama ne yazık ki bugün düşünüş biçimini
ilgilendiren bazı soyut kavramlar söz konusu olduğunda, neredeyse kimse kimsenin
dilinden konuşmuyor. Örneğin kimine göre başörtüsü laikliğe karşıtlıktır, ya da
tam tersine kimine göre inancını yaşamak ve savunmak laikliğin gereğidir. Kelimelere
yüklenen anlamların kişisel menfaatlerden etkilenmesi, menfaatlerin
“farklılığının etkisi altında” zihinlerde menfaat biçimleri adedince anlam biçimi doğmasına yol açmıştır.
Özetle Rus, İngiliz veya Türk demokrasisiyle Bediüzzaman’ın demokrasisi
birbirlerinin tıpatıp aynı anlamını taşıyan olgular değildir. Bu sözlerimize rağmen burada,
Bediüzzamanın siyaset kelimesine yüklediği muhtelif anlamlar üzerinde yeterince
duramayacağız.

Risale-i Nur’da siyaset kavramıyla ilişkili olarak söylenenlere
parça parça bakıldığında gözümüze farklı modellerden oluşmuş bir tablo
gözükebilir. Bir taraftan siyasetten katiyetle kaçan, bir diğer taraftan tam olarak
siyasetin içerisinde yer alan, bir diğer taraftan da iki uç çizgi arasında
ılımlı bir seyir takip eden bir Bediuzzaman görebiliriz.

Bu görüntünün Risale-i Nur’la bize bırakılan bir çelişkiler
tablosu olduğu sanılmasın. Bu çok büyük bir yanılgı olur. Dikkat edersek
Kainatın Yüce Sahibi Rabbimizin kelamı olan Kur’an-ı Kerim’de örneğin “içki” hakkında inen
ayetleri birbirinden kopararak kavramaya çalışsaydık –haşa– bir taraftan içkinin
yasaklandığını bir taraftan da yasaklanmadığını zannedecektik.

Aynı kavramların farklı şekillerde kullanılması sadece farklı
anlamlarda kullanılmasından –çelişkiyi kast ediyoruz– kaynaklanmaz. Sözdeki
zahiri farklılaşma “hangi zamanda, kime, nerede, ne maksatla” söylendiğinden de etkilenir.
Yüce Kitabımızın bugün bize hitap eden mesajı 23 yıllık bir süre içerisine
yayılan kişileri, mekanları ve maksatları ilk muhataplar olarak karşısına almıştır. Dikkat
edelim; Risale-i Nur kendini dış dünyadan tecrit etmiş bir insanın masasının
başında peş peşe kaleme aldığı bir eser değildir. Osmanlıdan Cumhuriyete kadar ferdi, sosyal ve siyasi değişimin
en karmaşık şekliyle yaşandığı bir coğrafyada medrese hocasından saf köylüye ve
ateiste kadar çok karmaşık bir platformun tamamına konuşmuştur Risale-i Nur.

Bu eserin mesajını bir çırpıda sistematize etme iddiasında
bulunmak kolaycılık olur. Çok derin bir alim bile buna kalkışamamalıdır. Kaldı
ki muhatap olduğumuz bu satırları kaleme alan çocuk böyle bir sözü hiç söyleyemez. Ancak
bizim yaptığımız ve yapılması gerektiğine inandığımız husus Risale-i Nur’dan ne
anladığımızı düşünen zihinlerin huzurunda tartışma platformuna çekmektir.
Risale-i Nur’a dayanılarak söylenen tırnak içinde olmayan sözler bu ilim
hazinesini bağlamaz şüphesiz.

Bediüzzaman’ın siyaset olgusuna yaklaşımı konusunda çok şey
yazıldı, söylendi. Yazılan veya söylenenler arasında mutlak bir birlik olmaması
şaşırtıcı değildir. Ancak sevindirici olan söylenenlerin gittikçe doğruları daha net
ortaya koyuşu, farklı anlamaların gittikçe azalışı ve bunun da Risale-i Nurun
temel mesajına gittikçe daha fazla yaklaşıldığının işaretçisi oluşudur.

Bediuzzaman tartışmak istediğimiz kavramı döneminde en etkin
şekilde kullandı. Sonuçta sürekli başarılı olduğu da gözlemleniyor. Kendisinden
sonra bir donukluk baş göstermiş midir? Bunu söylemeyelim isterseniz. Ama bilmemiz
gereken şey, Bediüzzaman gibi etkin olabilmemizin yolunun ancak yaptıklarının
temelini çok iyi kavramamıza ve gereğini yapmamıza bağlı olduğu gerçeğidir. Onun
yazı ve sözlerini slogana indirgeyerek kullanma kolaycılığıyla yetinirsek bizim
üreteceğimiz sonuç onun ürettiği sonuca hiçbir zaman yaklaşamayacaktır.

Siyaset kavramı

Bilindiği gibi siyaset felsefi boyutuyla baktığımızda,
taraflardan en az biri insan olmak şartıyla bütün ilişkili nesnelerle bağlam
kurabilen bir kavramdır. Siyaset çoğu zaman idareyle karıştırılır. İdareyle siyaset aynı şey değildir
ama idarenin yok olduğu yerde siyaset fiilen “imkansızdır.” Siyaset idare
eden/idare edilen ayrımının ortaya çıktığı yerde vardır. Gelişen sosyal süreçler “idare eden”
faktörünü mekanik bir yapıya dönüştürmüş ve siyaset “idare edilen” faktörü
karşısında idare eden faktörünün(mekanizmasının) kullanımıyla ilişkili bir noktaya
yükselmiştir.

Önce idareyi (yönetim) genel anlamda alalım: Her insan bir
yöneticidir. Kişi kendi hayatını yönetir. Biraz daha kompleks düzeyde ailesini,
çevresindeki hayvanları, nesneleri yönetir. Ya da birazdan değineceğiz, yönetimin kapsamı
devletin/toplumun ilişkilerinin yönetimine kadar “daraltılabilir” Yönetimin
kapsamı ve kişi/ler/in yönetimdeki dahil olma derecesi değişebilir şüphesiz.

Yönetimin bizatihi kendisi eylem veya işlemlerden oluşur. Eylem
veya işlemlerin gerçekleştirilmesi ile eylem veya işlemlerin kararlaştırılması
birbirlerinden ayrı iki süreçtir. Kararları alan taraf ile kararları uygulayan taraf
bazen iç içe geçer, bazen birbirinden ayrılır.

Bu temel mantığın etkisiyle biz devlet memuruna “siyasetçi”
diyemiyoruz. Memur yöneten-yönetilen ikilisi arasına girmiş, yönetileni yöneten
konumundaki yönetilendir. Bu örneğimizle siyaseti kullandığımız bağlamın kapsamını
gündelik hayatta kullandığımız anlamıyla sınırladık. Dar anlamıyla siyaset
formel bir yönetim platformu üzerinde cereyan eder. Ortada kurumlaşmış bir sosyal sistem
vardır. Alanları çizilmiş bir coğrafya içinde oturan yönetilen pozisyonundaki
bir toplum, yönetimi fiilen icra eden memurlar, memurların icraatını kararlaştıran-kendilerine
son tahlilde talim veren siyasetçiler ve bütün bu süreçlerin üzerinde işlediği
ortaklaşa kabul edilmiş kurumlarıyla devlet.

Bu harita içerisinde siyasetin konumunu iyi gözlemleyebiliyoruz.
Siyasetçi yani karar vericilerin fonksiyonlarını icra ederken çeşitli kayıtlarla
sınırlandırılmaları söz konusu olabilir. Temel prensipler ana davranış kalıplarını
belirleyebilir. Toplumun ya da yine siyasetçilerin ürettiği kurallar, ilahi
kaynaklar veya yalın şekliyle siyasetçilerin taktiri kararların ne şekilde alınacağında etkili
olabilir.

Siyasetin toplumla birlikte kaçınılmaz olarak
varlığı aşikârdır. İstisnasız her insan bu tablonun bir yerinde bulunur. Bu toplumun
iyice dışına taşmak ancak tek başına bir mağaraya çekilip delikleri tıkamakla
mümkündür.

Bediüzzaman’a gelince, bütün bir Anadolu toplumunu hatta dünya
toplumlarını saadet bildiği bir çizgiye davet endişesini taşımış bir
şahsiyettir. Bazılarının zannettiği gibi siyasetten uzak kalması şöyle dursun siyaseti fıtrat
kanunlarının gerektirdiği etkinlikte kullanmayı becermiştir. Yönetim
tablosundaki değişime paralel olarak eylem türlerinde değişim göstermiştir. Satranç bazen vurucu hamleleri,
yer değiştirmeye dönük oyalama taktiklerini gerektirir.

Siyasetten kaçış mı?

Bediüzzaman siyasetten içtinab etmiş midir? Bu tezi savunanlar
Nursi’nin “şeytandan ve siyasetten Allah’a sığınırım” şeklindeki ifadesini delil
olarak getirirler. Girişte belirtilen hatayı yaptığımızda şu tek söz bu tezi haklı
gösterebilir. Oysa şu noktalara dikkat etmemiz gerekir:

Müellif bu sözü ilk söylediği dönemde “İttihat Terakki” ile,
“İttihat-ı Muhammedi” ile doğrudan veya dolaylı ilişki içerisindeydi, yön
vermeye ve hatalı yönelimleri engellemeye çalışıyordu. Siyasetin tamamen dışında olduğu
söylenen Cumhuriyetin ilk döneminde (CHP iktidarı) siyasi unsurlarla organik
anlamda ilişkisini koparmış olsa bile idarecilere/bazı bakanlara mektuplarında veya
risalelerinde politikalar teklif ediyor, yanlış ve doğru icraatlarını ortaya
koyuyordu. 1960 sonrasındaki Demokratları desteklediği dönemde siyasetle doğrudan olmasa bile
ilişkisinin daha yoğun olduğunu görüyoruz. Örneğin talebelerinin bu parti
teşkilatında görev almalarını olumlu karşılamış, parti yöneticileriyle daha yakın
bir ilişki içerisine girmiştir.

Bediüzzaman’ın farklılık gösteren bu üç dönemde
doğrudan/dolaylı, aktif/pasif, yoğun/seyrek görüntüler taşır tarzda ama mutlaka
devamlı siyasetle ilişkili olduğunu görüyoruz. Ama bütün bu dönemler boyunca Bediüzzaman “Şeytandan
ve siyasetten Allah’a sığınırım” demeye devam etmiştir.

“Siyaset, siyaset yapmak, siyasetçilik” kavramlarından neyin
kast edildiğinin tartışılması gerekir. Ancak, Risale-i Nur namına siyasetten,
“toplumun gidişatını etkileyen yönetim sürecinden topyekün çekilmek” anlamında uzak duranlar
Bediüzzaman’a çelişki atfetmiş olurlar. Bazı düşünürler Bediüzzaman’ın
siyasetten çekilişini ortaya koyan ifadenin mutlak olduğunu, her zaman ve şarta
genellenmesinin mümkün olmadığını, Bediüzzaman’ın da böyle davrandığını
savunurlar. Bu yaklaşımların ikna edici bulunması güçtür.

Bediüzzaman’ın siyasetten kast ettiği anlam ile bizim kast
ettiğimiz anlam aynı şey midir? Ayrıca bu ifadede topyekün bizatihi siyasetin
kendisinden kaçış mı vardır?

İzin verirseniz ifadenin derununa inmeye çalışalım: Bu ifadede
siyaset şeytanla birlikte zikrediliyor. Şeytandan Allah’a sığınmamız emredilir.
Korkup Allah’a sığındığımız bizzat-binefsihi şeytanın kendisi değildir. Haşa-bunu bilinçli
olarak yaparsak şirke girmiş, şeytana Allah’ın karşısında bir güç/kudret vermiş
oluruz. Tıpkı Zerdüştlerin yaptığı gibi. Allah’a sığınmamız emredilen, şeytanın hilelerle
bizi teşvik edeceği şerlerdir. Aynı şeyi siyaset için kullanıyor Bediüzzaman.
Siyasetin bizatihi kendisi kaçınılmazdır ve hiç bir devirde kimseyi etkisinin dışında
bırakmamıştır. Allah’a sığınılacak olan siyasetin üzerinde kurulduğu
mekanizmanın sebep olabileceği şerlerdir. Eğer varsa bu şerlerden siyasetin içindeyken de dışındayken de
Allah’a sığınmaya mecburuz. Yoksa bizatihi siyasetin Kur’ani açıdan şer olması
halinde İslam uleması bunu çok daha önceden ortaya koyardı.

Bediüzzaman “siyaset” kavramını mesajının dönemindeki
muhatapları tarafından anlaşılabilmesi için içinde bulunduğu zamanın kullandığı
anlamda kullanmıştır. Çok iyi bilindiği gibi, çağlar,kişiler, makamlar, kültürler değiştikçe
kavramların anlam vizyonu kaçınılmaz olarak değişir. Siyasetin Makyavelli’nin
zihnindeki anlamı başka, Hz. Ömer (ra)’ın zihnindeki anlamı başkadır. Risale-i Nur’da geçen bu
kelimenin muhtelif kullanım anlamları ancak bu kelimelerin zaman, mekan, muhatap
bağlamlarının çok iyi çözümlenmesiyle kavranılabilir. Burada işimiz güç değil.
Çünkü Bediüzzaman bu ifadeyi önce fiili bir örnekle bütünleştirerek
kullanıyor: "Bir partiye taraftar olan kişi kendisine muhalif olan melek gibi bir insanı şeytan kadar
alçaltıyor, partisini destekleyen şeytan gibi bir insanı da melek kadar
yükseltiyor." Bu çirkin ahlak siyasetin kaçınılmaz kuralı değildir; ancak bir dönem siyasetin
bir unsuru olmuştur. Bediüzzaman’ın Allah’a sığındığı, siyasetin bu şekilde
ahlak dışı işlettirilişidir. Yoksa tarihte büsbütün siyasetin dışında kalmış bir Said Nursi
gösterilemez. Her türlü muhalefetin dondurulmaya çalışıldığı Halk Partisi
iktidarı döneminde bile.

Siyaset her zaman muhalefet gerektirir ama muhalefet her zaman
siyasetin başındaki kişilerin kullandığı aynı aletlerin kullanılmasını zorunlu
kılmaz. Ayrıca muhalefet “fiziki çatışma” şeklinde cereyan etmek zorunda değildir.

Bediüzzaman siyasetten içtinap etmemiştir; ama dönemindeki
siyaset biçiminden içtinap etmiştir. Ayrıca konjonktürdeki değişime paralel
olarak dönemindeki siyaset biçiminin müspetleşen unsurlarını derhal kullanmış; ama hiç bir
zaman kendi siyaset yapma biçimini üretip kullanmayı ihmal etmemiştir. Ne demek
istiyoruz?

Risale-i Nur’da Nursi ve talebelerini dönemin siyaset yapma
biçiminden men eden unsurları kavramamıza yardım edecek bir kısım ifadeler
vardır. Men eden sebepler arasında “ihlas, şefkat, hakikat, ahiretin unutturulması, kalbin
karartılması, tarafgirlikle zulme sebep olunması, dinin ihmal edilmesi, dünya
iştihasının kabarması gibi bir dizi sebep sayılır. (Emirdağ Lahikası adlı eserde bu konular
biriktirilmiştir.)

Yukarıda geçen kelimelerin kullanıldığı mektup veya risalelerden
açıkça anlaşıldığı kadarıyla –büyük ölçüde günümüzde olduğu gibi– siyaset
Bediüzzaman’ın içinde yaşadığı dönemde olması gerektiği doğru işleyiş biçiminden
saptırılmıştır.

O dönemde siyaset şöhret ve menfaate dayanıyordu. Oysa bir mümin
ihlasla dolu olabilir, hiçbir menfaat beklemeden şöhretten kaçarak sırf Allah
rızası için milletine hizmet edebilirdi. Siyasette şefkat yoktu. Muhalifler haklı
haksız eziliyordu. Mümin şefkat duymalı bir hayvanın incinmesinden bile rahatsız
olmalıydı. Hakikat yoktu siyasette. Düpedüz yalan sözlere, karalamalara, asılsız vaatlere
dayanıyordu. Asılsız söz, gıybet, iftira mümine haramdır. Oysa siyaset bu
şekilde işler bir hale getirilmişti. Siyasette tarafgirlik vardı ve tarafgirlik
"hak"
esasına değil "taraf" esasına dayanıyordu. Tarafgirlik doğruya taraf olmaya
dayanmazsa insanlar hiçbir suç işlemediklerini zannettikleri yerde dehşetli birer zalim olarak
yazılırlar. Hangi parti/taraf olursa olsun mümin yanlış icraata taraftar olamaz.
Ya da mümin insanları taraftar oldukları partiye/tarafa göre değerlendiremez.
Bediüzzaman’ın dönemindeki siyaset bunları yaptırıyordu. Siyasetçi dininden dini
pratiğinden uzaklaşmak zorunda değildir. Siyasetçi bütün nazarını dünyaya, dünyevi
saltanata hasretmeye mecbur değildir. Ne yazık ki siyaset böyle bir ortamda
işlettiriyordu.

İşte şerlere sebep olan siyasete kazandırılan bu tip
karakterlerdir. Yoksa yalan söyleyen siyasetçi olduğu gibi doğru söyleyen
siyasetçi de vardır. İhlaslı/şefkatli olan, ahiretini unutmayan, zihnini dünyevi kavgalarda boğmayan
siyasetçi de vardır. Hem de “hangi partide olurlarsa olsunlar” sayıları pek
çoktur bunların.

Unutmayalım ki kişilerin içerisinde bulundukları ortamın
telkininden altşuurlarını korumaları son derece güçtür. Siyasetin çirkin
işlediği yerin tam ortasına girip de zerre kadar yaralanmamış insan yoktur. Beş vakit namaz kılan
insanların arasında uyum içerisinde yaşayan bir insanın sadece görüntülerin
telkininin etkisi altında bile uzun süre namazsızlığa direnmesi güçtür.

Siyaset potası bozuksa bu potada erimek göze alınabilecek midir?
Sonucun çoğu zaman “erime” bazen de “dışlanma” olduğunu biliyorsunuz.

Bu konu üzerinde çok fazla durmayacağız. Eğer siyaset bizim için
kaçınılmaz ise nasıl bir siyasal tutum geliştirmemiz konusunda Risale-i
Nurlardan ders almaya ihtiyacımız vardır. Risalelerin yanında Bediüzzaman’ın döneminde
bizzat ortaya koyduğu tavır ve taktiklerin de çok iyi tahlil edilmesine
ihtiyacımız var.

Temel taktik ve prensipler

Bir Risale-i Nur muhatabının Bediüzzaman’ın tavrından,
yazdıklarından ve söylediklerinden çıkarabileceği dersler, temel taktik ve
prensipler oldukça ayrıntılı unsurlar taşır. Bunları bütün ayrıntılarıyla ortaya çıkarma iddiasında
değiliz. Tespit edebildiğimiz ve aşağıya çıkarabildiğimiz bir kaç temel nokta
bile önümüzü aydınlatmaya yetebilir. Özetleyerek maddeler halinde sıralayacak olursak;

1. Herhangi bir siyasal sistemin içerisinde yaşayan bir Nur
muhatabının savunmak zorunda olduğu temel prensipler vardır:

– Hukukun üstünlüğü, hürriyet (şer’i prensipler ışığında kendine
ve başkalarına zarar vermeme kaydıyla sınırlı) adalet gibi kavramların mutlak
surette ve kayıtsız geçerliliğinin uygulanırlığının sağlanması için sürekli çalışma
yapılması gerekir.

– Toplumun arzularının yönetime yansımasını sağlayan Cumhuriyet,
demokrasi, siyasi partiler, serbest seçim sistemi, etkin parlamento
Bediüzzaman’ın anladığı İslami devlet modelinin temel kurumları ve kurumlaşma biçimidir. (Bu
kavramları Bediüzzaman’ın anlamlandırışı ayrı bir tartışma konusudur.)

2. Bir Nur muhatabının destekleyemeyeceği, katılamayacağı siyasi
oluşum ve hareketler vardır.

– Irk esasına dayalı hiçbir parti kurulmamalı ve
desteklenmemelidir. Türk, Kürt, Çerkez hangi etnik kimliğe sahip olursa olsun
hiçbir unsur –özellikle Anadolu şartları ve coğrafyasında– sadece kendisini kapsayan bir parti hareketi
oluşturmamalıdır. Bediüzzaman bu hususu hem prens Sabahattin’e yazdığı mektupta
hem de Emirdağ Lahikasında geçen dört parti tahlilinde vurgular.

Etnik kimliğe dayalı partinin sakıncalarının başında etnik
parçalanma gelir. Muhalefet, mükemmelen medenileşmemiş bir toplumda cepheleşmeyi
zaruri kılar. Unsurların (ırkların) partileşmesi bunların farklı çatılar
altında karşı karşıya gelmelerine yol açar. Kişiler bu kimlikle yola çıkan
partilerle özdeşleştiklerinde tehlike iki yönde gelişir. Bir taraftan içerde muhaliflerin dışlanmasına
dönük bir tepki oluşur; diğer taraftan muhalifler kendi etnik özelliklerini,
savunma faktörleri olarak ileri sürerler. Bu sonuçların ikincisinin gelişimi daha hızlıdır ve
Türkiye şartlarında kaçınılmazdır.

Türkiye şartlarının tarihsel geçmişinde Türk unsurunun İslamla
özdeşleşmiş olması sebebiyle kültürel anlamda ön plana çıkarılması her şeyi katı
bir kayıt altına almama şartıyla birleştirici olabilir. Ancak bu konuda katılık
ve inhisar gösterilir de buna bir de ırki anlamda üstünlük psikolojisi eklenirse
alt şuurlarında kaçınılmaz olarak kendilerini farklı tanımlayan kimliklerde yükselen
tepkiler ortaya çıkacaktır.

Bediüzzaman’ın Millet Partisini olumsuzlayışının (Bkz. Emirdağ
Lahikası II, s. 132) temelinde bu sebep yatar. Hatta Kürt unsuruna dayalı
siyasal oluşumu benzer gerekçeyle daha şiddetle reddetmiştir Prens Sabahattin’e yazdığı
bir mektupta. Burada önemli bir inceliğin vurgulanması gerekir. Bir siyasal
oluşumun etnik unsurla özdeşleşip özdeşleşmediği hususunun tespitinde dikkate alınacak
kriter bu oluşumun açık deklârasyonu değil, toplumun bu oluşumu nasıl
yorumladığı, nasıl bir vizyonla algıladığı sorusuna verilecek cevaptır.

– Mezhep esasına dayalı parti kurulmamalı, desteklenmemelidir.
Mezhepler fikir farklılıkları olarak ortaya çıkarlar. Mezheplerin revacı
insanların hür kabullerinden başka bir yolla gerçekleştirilemez. Mezheplerin siyasal oluşuma
dönüşmesi, mezhep cepheleşmelerini ve sonuçta örneğin Hıristiyan dünyasında
yıllar boyu yaşanan mezhep savaşlarını doğurur. Etnik cepheleşmenin yanında
Türkiye’nin en yumuşak karnı mezhep cepheleşmelerinde yatar. Toplumsal bütünlüğe
Türk Partisi Kürt Partisi oluşumunun vereceği zarardan daha fazlasını örneğin
Alevi Partisi/Sünni Partisi oluşumu verir. Bediüzzaman’ın savunduğu bu görüşün
ayrıntılı sebepleri yine Prens Sabahattin’e yazdığı mektuptan anlaşılıyor.

– Din esasına dayalı siyasal parti oluşumuna gelince ilginçtir ki
döneminde bu konuya dikkatli ve çekinceli yaklaşan tek islami lider olarak
Bediüzzaman’ı görüyoruz.

Döneminde böyle bir oluşumun sakıncalılığına dikkat çekiyor
Bediüzzaman; ama bu sakıncayı bütün zaman ve şartlara genellemiyor. (Örn. için
Bkz. Emirdağ Lahikası, s.133) Onun endişesinin kaynağı şudur:Türk unsuru hakim olmakla birlikte
Anadolu tarihinden, farklı unsurlardan oluşan bir mozaiği devralmıştır. Bazıları
mozaik kelimesine takılmasınlar. Bu güne kadar gerçeklerimize göz yummakla onları
küçültemedik. Bu yapının mutlak hakim dini islamiyettir. Hıristiyanlar,
Yahudiler, diğer din mensupları ile ateistler çok azınlıkta kalırlar. Ancak bu islami
renk mutlak surette asr-ı saadet benzeri Kur’ani bir saflığa sahip değildir.
Sosyo-kültürel gelişmeler toplumun çok önemli bir bölümünün islami kimliğinde yozlaşmalar
oluşturmuştur. Yani toplum içerisinde islami kimliği reddetmemekle beraber,
Kuranın haram kıldığı fiilleri işleyen veya dini sorumluluklarını ihmal eden insanlar
büyük bir kesimi oluşturmuşlardır. Bu gelişmenin yanında belirli semboller adına
başörtüsünü çağdışı, faizi caiz, bazı islami gelenekleri köhne gören ve bu esasların
karşısında yer alan Müslüman tipler ortaya çıkmıştır.

Bu şartlar altında toplumda İslam’a kayıtsız şartsız imtisal ve
iltizam yoktur. Yani “Müslüman” bir toplum “şeriatın” karşısındadır. (!) Şüphesiz
bu vahim tablonun bir yığın tarihsel suçluları vardır.

Böyle bir ortamda “din namına” siyaset meydanına atılan bir
siyasi oluşumun islami inkişafı köstekleme tehlikesi vardır. Hangi amaç namına
ortaya çıkarsa çıksın her siyasal oluşum karşısında muhalifleri bulur. Muhalefet sebebi
kültürel olabilir, ekonomik olabilir, psikolojik olabilir.

Din namına ortaya çıkan partiye muhalefet bu partinin kendisini
özdeşleştirdiği ve temsil ettiği dine muhalefet neticesini doğurur. Yani İslam
adına ortaya çıkanlar –yukarıdaki şartların hakim olduğu bir toplumda–
kendilerine oy vermeyenleri İslam’ın karşısına itebilirler. Bu tabloyu
kullanmaya hazır bir yığın iç ve dış mihrak vardır. Nitekim geçmişimizde, hem de yakın geçmişimizde buna
dair örnekler yaşanmış; birçok namaz kılanı dahil önemli miktarda Müslüman, bir
partiye muhalefet ederken, bir partiyle dalga geçerken –vahimdir ki– İslam’a,
İslam’ın evrensel kanunlarına muhalefet etmiş, onlarla dalga geçmiştir.

Bir parti din namına nasıl ortaya çıkar? Parti yöneticileri ya
da dikkat çekici miktarda mensupları dini yalnızca kendilerinin temsil
ettiklerini veya savunduklarını, kendilerine oy verenlerin Müslümanların gerçek sayısını
gösterdiğini; gayrın gayr-i Müslimlerle işbirliği içinde olduklarını tavır ve
sözlerle ortaya koymaları bu sınıfa dahil olmaları için yeterli sebeptir. Bunun için bir diğer sebep de
toplum tarafından kendiliğinden veya iletişim kanallarının etkisiyle bu şekilde
tanınmalarıdır.

Yukarıdaki sözlerden parti yöneticilerinin Müslüman olmaması ya
da şahsi yaşayışları veya savundukları tezlerde İslam’ı esas almamaları
gerektiğinin söylendiği kesinlikle anlaşılmasın. Tam tersine “her partinin” yapısı böyle
“olabilmelidir”. Anlatmak istediğimiz bu kişilerin –ne olurlarsa olsunlar–
kendilerini yalnızca dindar Müslümanların partisi olarak görmemeleri ve varsa toplumda
oluşturulan bu paraleldeki imajı yıkmak için gereken meşru her şeyi
yapmalarıdır. Aksi taktirde ırk ve mezhep partilerinin yol açtığına benzer daha tehlikeli bir
toplumsal cepheleşme ortaya çıkar. Böyle bir cepheleşmenin en kötü yanı
diğerleri gibi sadece dünyevi kayıplara değil aynı zamanda uhrevi kayıplara da sebep
olmasıdır. İmanların kuvvetli tesis edilmesi ve insanların cehennemden
kurtulmasından başka bir amacı olmayan mümin için toplumsal yapı “içindeki” istisnasız her
türlü cepheleşme siyasal zafer kazanılsa bile mü’minin aleyhinde sonuçlanır. Bu
yüzden Bediuzzaman dahili cihatla harici cihat biçimini birbirinden ayırmıştır. Bu
konuda daha fazla ayrıntı diğer konuların ihmaline yol açacağı için kısa
kesiyoruz.

Bediüzzaman’ın ortaya koyduğu yukarıdaki endişe, toplumun yüzde
altmış-yetmişinin tam dindar olduğu yaklaşık homojen bir toplumsal yapı için söz
konusu değildir. (Bkz. Emirdağ Lahikası, s.132) Böyle bir partinin zararlı olmaması, partinin
kendini yeterince esnetmesi ve toplumun yeterince eğitilmesi ve gelişmesine
bağlıdır.

3. Nur muhatabının destekleyebileceği siyasal oluşumların belli
özellikleri olmalıdır:

– Yukarıda karakterleri tespit edilen siyasal oluşumların herhangi
biri “kural olarak” desteklenemez. Ancak ortada “tercih açısından değil”,
kuvvetle tahmin edilebildiği taktirde gerçekleşebilecek sonuç açısından iki alternatif varsa
ve ikinci alternatifin daha büyük zararlar vereceği görülüyorsa “ehvenüşşer
prensibi” ortaya çıkar.

Bediüzzaman şerlerin kaçınılmaz olduğu yerde, zayıf olanının
tercih edilmesinin şiddetlisini bertaraf etmesi halinde, zayıf şerrin tercih
edilmesi gerektiğini savunur. (Örn. için Son Dersi Emirdağ Lahikası, s.213, benzer mantık için 13.
Lem’a) Ancak küçük ya da büyük, her halükarda gücü elinde tutacak tek bir şer
varsa, mümin azınlıkta kalmaya mahkum alternatif siyasal oluşumlar oluşturmaya değil,
mevcut durumun yol açabileceği kötülükleri azaltmaya veya yok etmeye
çalışmalıdır.

Desteklenebilecek siyasal oluşumun adı ne ve başındaki kim
olursa olsun “hürriyeti” temel karakter ittihaz etmesi gerekir. Hiç bir şey
adına istibdat hoş görülemez. Herkese, her düşünceye (zarar verici olmamak şartıyla) hür bir
platform sunma amacını taşıyan cereyanlar mensuplarına bakmaksızın desteklenir.
Bediüzzaman desteklediği siyasal oluşum içindeki “ahrarları”(hürriyetçiler)
çok fazla ön plana çıkarmış, bu kişileri bazen “demokratlar” olarak
adlandırmıştır.

4. Risale-i Nur herhangi bir siyasal partiyle özdeşleşmeye
karşıdır. Partiye desteği, her halükarda kayırma, kayıtsız taraftar olma,
bağlanma şeklinde hiçbir dönemde yansıtmamıştır.

Müslümanın net kimliğiyle siyasi partilerin net kimlikleri her
zaman çakışmaz. Cumhuriyet döneminde bu hiç olmadı.

Risale-i Nur hiç bir partinin özel malı değildir. Dolaysıyla
Risale-i Nur’la özdeşleşen bir Nur talebesi , camiası namına asla partiyle
özdeşleşemez.. Yani bir siyasal fikrin değil de bir siyasal partinin temel destekçisi olarak
kendisini tanıtamaz. Böyle yaptığı taktirde kendisini özdeşleştirdiği partiye
muhalif olan insanları aynı zamanda özdeşleştiği Risale-i Nura muhalif yapar. Bu yüzden
Hazreti Nursi “Risale-i Nurun umumun malı olduğunu, hiçbir partiye alet ve tabi
olmadığını ısrarla yinelemiştir.

Risale-i Nur namına bir partiyle özdeşleşme Nur talebelerinin
kişisel olarak partiyle organik veya dolaylı bağ kurmasıyla gerçekleşmez. Bu
ancak bu talebelerden oluşan camianın bu ilişkiyi ortak davranış kalıbı haline
getirmeleri ve bunun toplum tarafından “yeteri kadar sıklıkla “ gözlemlenmesi
halinde gerçekleşir.

Nur talebeleri Risale-i nurdan anladıkları prensiplere dayanarak
herhangi bir partiyi destekleyebilirler, ancak “Risale-i Nur namına” hiçbir
parti desteklenemez. Risale-i Nurun emrettiği destek adı belirli siyasal partiye değil, yapısı
belirli siyasal düşünceyedir. Aksini düşünen ve aksine davrananlar
Bediüzzaman’ın Demokratları taşıdıkları siyasal düşünceden dolayı desteklerken, Halk
Partililerin Risale-i Nurları başkalarının malı sanmaları karşısında duyduğu
endişeyi görmezlikten geliyorlar. Bediüzzaman Risale-i Nurların unsuruyla, mezhebiyle,
tarikatıyla, partisiyle umumun malı olduğunu, hiç bir tarafa alet ve tabi
olmadığını tekrar tekrar söylüyorsa; bu eserleri sadece bir daireye sıkıştıranlar kendilerini haklı
görmemelidirler.

Risale-i Nur namına herhangi bir parti kayrılamaz. Partiyi
desteklemek kayıtsız taraftar olma şeklinde de gerçekleşemez. Böyle bir durum
siyaset hesabına yapıldığı zaman ortaya çıkar.

Siyasal desteğin temel ve tek amacı savunulan siyasal düşüncenin
hakim olmasına yardımcı olmaktır. Parti eğer ilgili siyasal düşünceden
politikalarıyla sapmalar gösteriyorsa, zulümler yapılıyorsa bunlara asla sessiz kalınamaz
veya bunlar çeşitli bahanelerle toplum nazarında örtbas edilemez.

Bediüzzaman Demokratları Halk Partisi karşısında yıpratmamıştır
ancak ahrar zihniyeti koruma pahasına hatalarının üzerine gitmiştir. Hatta DP
Emirdağ ilçe teşkilatının (yönetiminde Bediüzzaman’ın talebeleri vardı) 1960
da feshedilmesi üzerine Bediüzzaman merhum talebesi Hamza Emek’in huzurunda
rahmetli Menderes’i başvekillikten (manen) azlettiğini de söylemiştir. Bu son
tavrından önce de ahrar zihniyetin arasına bulaşan istibdat yanlısı masonların
şiddetli zararları ve kötülüklerini açıkça deşifre etmiştir. Hataların düzeltilmek üzere
vurgulanması desteğin çekilmesi değildir.

Bir siyasi partiye kalbiyle kayıtsız taraftar olan bütün
icraatına ortak ollar. İcraatlar arasında zulüm de varsa sempatizan Allah
indinde bu zulümlere de taraftarlığı nispetinde ortaktır.

Burada kavranılması gerçekten güç bir ayırım vardır. İnsan zihni
müşahhas pozisyonlar ve olaylar üzerinde daha kolay odaklaşır. Fikir temelli bir
düzlemde düşünme daha ileri düzey zihinlerin işidir. Risale-i Nur ahirzamanın
karmaşık şartlarında bizi buna zorluyor. Anlatmak istediğimiz, partiye destekle
partinin savunduğu fikirler ve gösterdiği icraatlara ayrı ayrı yaklaşılması arasındaki ince
ayrımdır. Somut olarak hayrı şerrinden fazla olan A partisine olan “fiili
destek” iki hayrına olan kalbi destek ve bir şerrine olan kalbi nefret üzerine bina edilmelidir. Aksi
taktirde hem Allah hem de toplum nazarında mümin zarara düşer.

– Risale-i Nur’da siyasal bağlanma yoktur. Partilerde, şahıslar
değişkendir. Fikirler asla şahısların inhisarında görülmemelidir. İslam dahisi
Bediüzzaman, eserlerini ileri sürerek mezarını bile gizlerken, mümin liderinin şahsına dayalı
bir psikolojiyle herhangi bir partiyi destekleyemez. Kalbi ilişkisini liderin
şahsında kalıplaştıramaz. Lider hem fanidir hem de hata işler.

5. Bediuzzamanın desteğinin temel vurgusu organik anlamda siyasal
partilerde odaklaşmaz ve genellemelerden kaçınır. Birçok yerde kahraman demokratlar/ahrarlar demiştir; ama hiçbir
yerde “kahraman Demokrat Partililer” dememiştir. CHP’nin zulümlerini anlatırken
de asla “CHP’liler” dememiş; CHP’nin organik yapısına dolayısıyla yöneticilerine
vurgu yapmıştır. Bu yaklaşım sakıncalı genellemeleri yok eder. Çünkü ne bütün
DP’liler masumdu ne de gerçek anlamda bütün CHP’liler zalimdi. Öyle bir denge uyguladı
ki Bediuzzaman, DP içerisindeki müstebit zihniyetin manevra kabiliyeti daraldı.
CHP’nin zulümlerini ise baştaki yüzde beşlik kısma verdi. Gerisine kalbini uzattı;
hatta fiilen kendisine zulmeden Halk Partililere de Risale-i Nurları okuyarak
imanları kurtarmaları halinde hakkını helal edeceğini söyledi.

6. Bediüzzamanın muhalefet biçimi kişilerin şahsiyetlerini
yıpratma değil, eylemlerini veya zararlı fikirlerini yıpratma şeklinde
gerçekleşti.

Risale-i Nurda en şiddetli zalimlere karşı bile isim
belirtilerek bir küfür ve ahlaksızlık isnadı yoktur. Bu unsurların kullanıldığı
yerlerde ise Bediüzzaman muhataplarını gizlemiştir.

Bir Nur talebesi de yazıyla/sözle muhalif olduğu bir lideri
ismen alaya alma/hakaret etme alışkanlığına sahip olamaz. Ayrıca şiddetli
saldırı gelmeyen bir muhalefet çevresine tepkici/agressif bir tutumla yaklaşılamaz. Bediuzzaman
kendisini ziyarete gelen CHP’li mebusları bile şefkatle kucaklamış, onları
karşısına almadığı gibi partilerini değiştirmeye de zorlamamıştır. Hatta bazı
mektuplarında İslam’a savaş açtığını göre göre Halk Partisinden bile İslam’a
hizmet etmesini istemiştir. Hiçbir dünyevi menfaati olmayan ve Allah rızası için insanların
imanlarının kurtulması uğrunda gözyaşı döken insanın yapabileceği tek şey budur.
Önemli olan İslam’a hizmetse iktidar ya da muhalefette neden her parti buna teşvik
edilmesin? Hizmet hiç bir partinin inhisarında değildir. Savuna geldiği
fikriyatı ne olursa olsun hiç bir parti kötü kalmaya mahkum bırakılmamalıdır. Son tahlilde partiler de
destekçileri de sürekli değişen insanlardan oluşur.

7. Diğer davalar batıl olabilir ancak “davasını diğer davaların
batıllığı tezine” bina edenlere Risale-i Nur itibar etmez. Risale-i Nurda İslam’a hizmetle ilgili bir prensip olarak
zikredilen bu husus genelliği itibariyle siyasi partileşmeler için de
geçerlidir. Parti ya da partiyi destekleyen bir Nur talebesi haklılık ve doğruluğunu muhalif olanın
yanlışlıklarını ortaya koyma esasına bina etmemelidir. Yanlışlık muhalif
partiyle özdeşleştirilerek verilirse savunulmak zorunda kalınır, revaç bulur. Bu yüzden Nursi kötü fiillere
hücum ederken bu fiilleri işleyenleri –muhataplar tarafından bilinse bile–
tasrih etmemiş; buna karşılık hayırları, daha fazla sahip çıksınlar diye failleriyle birlikte ifşa
etmiştir.

Onun bir diğer önemli yaklaşımı da siyasetçiler arasında
dönüşsüz derecede akrepleşmemiş olanlara bile ulvi hasletler atfetmeyi ihmal
etmemesidir. Nitekim bu yüzden Halk partili bakanlar arasında “milliyetperver,
hamiyetperver” şeklinde vasıflandırdığı kimseler bile vardır. (Bkz. Emirdağ
Lahikası s. 140 ve 215) Bu tavrının sonucunu da hiç tartışmasız istediği şekilde elde etmiştir.

8. Risale-i Nur siyasal iktidarı ele geçirme endişesine şiddetle
karşıdır. İktidar kimin elinde olursa olsun İslam’a hizmet eder hale
getirilmelidir. Ayrıca İslam’a fiilen hizmeti birinci ve temel vazife
addedenlerin doğrudan/fiilen siyasetin başında bulunması sakıncalı
görülür. (Bkz: Emirdağ Lahikası, s.38) Bediüzzaman siyasi saltanatla manevi saltanatın Hz. Ali (ra) efendimizden sonra
kader-i ilahiyece birbirinden ayrıldığını; bu suretle siyasi saltanatın
çirkinliklerinin dini hizmeti bulandırmasının engellendiğini söyler Mektubat’ında. Siyasi
saltanatın bizzat din hizmetkarlarınca ifa edilmesinin zararlı olmasının sebebi
siyasetin İslam’ın emrettiği esaslardan uzak bir süreçte işler hale gelmiş olmasıdır.

Siyasi iktidarı temel hedef haline getiren mümin değişmez/nihai
hedefinden iman hizmetinden gaflete düşer. Çünkü zihin binlerce sosyal-siyasi
boğuşmaları takip ederek pozisyon yakalamaya çalışırken dağılır ve ortamın
akıntısına kapılıverir. (Emirdağ Lahikası II, s. 57) Siyaset amacın kendisi oluverir. Hani
eskiden insanlar peygamberlerin heykellerini yapıp yanlarında Allah’a ibadet ederlerdi. Sonra
Allah unutuldu ve ibadetleri bizzat heykellere döndü. “Siyaset için siyaset”
böyle bir dönüşümün sonucu olduğu için çok zararlı görülür. (Emirdağ Lahikası, s. 157)

9. Bir Nur talebesi siyasete girebilir. Ancak bunu Risale-i Nur
namına, Risale-i Nurun temsilcisi imiş gibi yapamaz. (a.g.e.,s.157) Ne toplum tarafından böyle algılanmalı ne de kendisini böyle
deklare etmelidir. Aksi taktirde hem hataları Risale-i Nura mal edilebilir, hem
de şahsi muhalifleri dolayısıyla Risale-i Nura muhalif olabilirler. Siyasete ancak
kendi namına kişiliğiyle girebilir bir Nur talebesi, temel amacı siyaseti dine
hizmet eder hale dönüştürmek olmak şartıyla…

Sonsöz

Buraya kadar yapılan tartışmalarda Bediüzzaman’ın siyasetle
ilişkisi üzerinde duruldu. Siyasete yaklaşımı ve bu kavrama yüklediği anlamlar
çözümlenmeye çalışıldı. Az şey söylendi bu konuda ve bununla yetinildi. Konunun daha
sistemli bir şekilde irdelenerek ortaya konulmasına olan ihtiyaç hala ortadadır.

Yukarıda geçen siyasi tespitlere gelince bunlar bizim temel ve
en can alıcı davranış kalıplarımızı belirleyecek hususlardır. Ancak bütün bunlar
değişen sosyo-kültürel, siyasal ortamda bugün “siyasi tercihin ne olması gerektiğinin
belirlenmesi” için yeterli olmayabilir. Bu prensipler temel kriterlerdir. Bize
düşen değişen şartlar altında partilerin ve toplumun yapısını her defasında yeniden belirlemek
ve sonuca varmaktır.

Siyasi tercihin arkasında kalan diğer hususların ciddi şekilde
ihmal edilmesi doğru tercihin getireceği hayrı gölgede bırakabilir. Siyasetle
ilgilenmeyi/ya da Müslümanların içinde bulunduğu siyasi sorumluluğu bir partinin,
tespit edilerek desteklenmesine bağlayanlar, yani siyaseti parti tercihi
sorununa indirgeyenler Müslümanları kötülüklerin daha kapsamlı engellenmesine dönük
çalışmalardan alıkoymuş olabilirler.

İslam topyekün bir hayatı düzenler. Siyaset topyekün bir hayata
bakar. Müslüman’ın siyaset sahasındaki temel görevi siyasetin kendi içinde
topyekün islamileştirilmesi için çırpınmak olmalıdır. Bu da bir partiye
oy vermekle, bir partiyi desteklemekle gerçekleşmez.

Not: Yukarıda tartışılan konularda daha ayrıntılı olarak zihin
yormak isteyenler için Emirdağ Lahikası I :122, 123, 140, 149, 151, 157, 177, 191,
204, 205, 206, 214, 215, 216, 219, 230, 243, 250, 260, 266, 272-277, ve Emirdağ Lahikası II:
9-11, 16-20, 26-30, 38, 39, 2, 44, 55-57, 76, 101, 110 nolu sahifelerin incelenmesi tavsiye
edilebilir.