Tarihin ilk devletlerinden bu yana yöneticiler her zaman için
dinsel gücü elde bulundurmak istemişlerdir. Burjuva devrimlerine kadar Batıda
dinle devlet içiçe olmuştur. Bu içiçelik ülkemizde Kemalist devrime kadar
sürmüş, daha sonra laik bir düzen benimsenmiştir. Ancak benimsenen bu laik
düzende tüm dinsel grup, eğilim veya mezhepler aynı oranda inanç ve vicdan
özgürlüğünden çağdaş boyutta yararlanamamaktadır. Laiklik kavramı da değişik
yorum ve görünümlerle günümüze gelmiştir. Bu yazımızda dünyadaki din-devlet
ilişkilerini değişik yapısal ve hukuksal yorum ve görünümlerine değinmek
istiyoruz.

I. Hıristiyan Batı Dünyası

Büyük Fransız Devrimine kadar aristokrasi
ile ruhban kol kola devleti idare etmekteydi. Laiklik söz konusu değildi. Güçlü
bir Katolik baskı tüm halkı ezdiği kadar diğer din ve mezheplere de yaşam hakkı
tanımıyordu. Devrimden sonra Fransa’da kilisenin ayrıcalıklı konumu kaldırılmış
ve 1905’ten itibaren de keskin bir laisizm uygulanmıştır. Bu tarihte devlet ile
kilise ipleri tamamen koparmış; devletin bütçede din işlerine ayırdığı paraya
artık yer verilmemiştir. Daha sonra kiliseye bütçeden pay ayrılmış ve kilise
böylelikle bir anlamda özerk bir kuruluş olarak cemaatin de yardımlarıyla
varlığını sürdürmüştür.

Diğer Batı devletlerinde de benzer bir görünüm vardır;
hiçbir din veya mezhep ayrıcalıklı bir statü ile devlet tarafından
korunmamaktadır. Her mezhep veya din kendi cemaatinin gücüyle varlığını
sürdürmektedir. Devlet vergi gelirlerinin bir bölümünü (8-10 civarında) nüfus
ölçütünün oranını göz önünde bulundurarak dağıtmaktadır.

Din ve devlet
işlerinin, burjuva devriminden sonra böyle ayrılmasını burjuva düşünürleri
Hazreti İsa’nın "Tanrıya ait olanı Tanrıya, Sezar’a ait olanı Sezar’a veriniz"
(Mathieu İncili, 21-22.) sözüne dayandırmaktadırlar. Büylelikle Hırıstiyanlığın
laikliğe elverişli bir din olduğunu iddia ederler. İncil bütünlüğü içinde ele
alındığında Hazreti İsa’nın bu sözü dünyevi iktidarı küçümsemek için söylediğini
anlamanız olanaklıdır. Hıristiyanlığın laik bir devlet anlayışını benimsediğini
söyleyemeliz. İncil’in birçok yerinde dünyasal iktidar küçümsenir ve onadan
kalkması gerektiği ifade edilir. "Tanrısal" halk ve ilişkilerin "Sezarcı"
ilişkiler alanına nazaran üstünlük taşıdığı ben yerde vurgulanmıştır. Hazreti
İsa, dünyasal devletin yıkılmasından yanadır; çünkü "Civitatae Terrana"da (Dünya
Devleti) baskı, güç, gaddarlık vardır. Bu bakış açısı içinde ilk Hıristiyanlar
yaşamlarını sürdürmüşlerdir. Ancak güçlü bir "paien" Roma İmparatorluğu
karşısında "boyun eğmekten" başka çareleri olmadığından dünya işlerine
karışmamışlar, kendi kabuklarına çekilmişlerdir. Devlet te onları ezmiştir. M.S.
313 yılında Büyük Konstantin’in yayınladığı Milano Fermanı ve M.S. 380’de
Theodosius Fermanı ile Hıristiyanlık imparatorluğun resmi dini olmuştur.
Bundan böyle burjuva devrimlerine kadar devlet dinin hegemonyası altına onun
hizmetine girmiştir. Ünlü din savaşlarından sonra din ile devlet özdeşleşmiştir.

Burjuva devrimleri ile birlikte Batıda kilise burjuva devleti ile "barış içinde:
bir sırada yaşamak" mecburiyetinde kaldığı için laik devleti benimsemiştir.
Bugün Katolik kilise "din özgürlüğü" ile ilgili olarak aşağıdaki temel ilkeleri
kabullenir:

Din özgürlüğü, tıpkı diğer hak ve özgürlükler gibi mutlaktır. Bu
bağlamda yapılacak her türlü politik ve sosyal baskı insan haklarına aykırıdır.
Din ve mezhep seçimi ve değiştirme hakkı üzerinde maddi ve manevi baskılar
ortadan kalkmalıdır.

Din ve devlet birbirinden bağımsız olmalıdır. Ancak kamu
yararını gerektiren konularda işbirliğine gidilebilir.

Özerkliğini koruyabilmek
için kilise, devletin sağlayabileceği ayrıcalıkları reddetmelidir.

Yöneticiler çoğunluğun din veya mezhebine bağlı iseler;
azınlıkta kalanların inanç özgürlüğünc daha özenli bir dikkat göstermeleri
gerekir.

Protestan devletlere
gelince, din-devlet ayırımı laik düşünce Protestan âleme daha 16. yüzyılda
girmiştir. ABD mezhep çokluğunun cennetidir ve her mezhep özerktir. ABD
Anayasasında 1787 tarihinde yapılan değişiklikte, inanç ve ibadet özgürlüğünün
tüm boyutları ile tanımıştır. Böylelikle Protestanlığın güçlü olduğu ABD’de de
değişik eğilimler özerk kuruluşlar halinde sosyal yapı içinde yerlerini
almaktadırlar. Benzer durum, Protestanlığın çoğunlukta olduğu diğer ülkelerde de
söz konusudur.

Ortadoks Yunanistan’da da özerk kilise esastır, ancak diyebiliriz
ki, bu özerklikte kilise devlet üzerinde büyük baskılar yapabilmektedir.

Demek
ki, Hıristiyan ülkelerde dindevlet işlerinde özerkliğe dayalı gerçek bir laiklik
söz konusudur. Kişiliksiz sosyolojik açıdan azınlıkta olan din ve mezhepler
güçsüz olmaları nedeniyle zaman zaman mağdur duruma düşmektedir; ancak ülkemizde
olduğu gibi tek çatı altında birleşerek çoğunluğun eğilimi içinde kaybolması
kanımızca daha sakıncalıdır.

II. Müslümanlık

Kur’ân da İncil gibi her şeyden önce
dinsel bir mesajdır. Hıristiyanlıkta dünya devletini küçümseyip, yerine "Tanrı
devleti"ni geçirmek nasıl varsa; Müslümanlıkta da aynı amaç mevcuttur. Ancak
dünya devleti, İslâmda küçümsenmez. Çünkü ilk vahiyden on yıl sonra Hz. Muhammed
(a.s.m.) tarafından Allah’ın iradesine uygun bir dünya devleti kurulmuştur.
Amaç, onu sürdürebilmektir. İki dinin değişik tarihsel koşullar içinde ortaya
çıkması, sanki laiklik anlayışlarında farklılık varmış gibi bir yorumu gündeme
getirmektedir. Oysa, her iki dinin laiklik açısından da özü ve esası aynıdır.

Kur’ân’ın amacı inananlar topluluğunu kurmaktır, ancak bu topluluğun yapısına
ilişkin ayrıntılı düzenleme yoktur. Birkaç genel ilke sayılmıştır ki, bunlar da
temelde adalet değerini deyimlemektedir. Hukuksal nitelikteki âyetler 6236 âyet
içinde yoruma göre 2080 ile 500 arasındadır. Bunların hepsi de belli olaylara
bağlı olarak inmiştir. Tarihsel süreç içinde her olay aynı olamayacağından
bunlar sadece örnek teşkil eder. Yeni yorumlar insan tarafından her yeni olayın
ortaya çıkışında, o olaya göre yapılacaktır. Dünya işlerine ilişkin bir
ayırımın olması gerektiği hususu bazı yorumcular için önem taşımaktadır. Şöyle
ki, "ulu’l-emr"e (dünyevi gücü elinde bulunduranlara) Hz. Muhammed’in Medine’de,
"Siz bu dünya işlerinde benden fazla uzmansınız" dediği söylenir. (Entüm alamü
bi emri dünyaküm) Dünya işlerinin dinsel esaslara bağlı düzenlenmesi Hz. Ömer
zamanında başlamıştır. Örneğin Hz. Muhammed zamanında düzenlenen bazı kurumları
değiştirdiği de rivayet olunur. Başka bir anlatımla laikliğe elverişli bir
yoruma gitmek olanaklıyken, tam tersi benimsenmiştir. Özellikle Emeviler
Döneminde, Muaviye ve ondan sonrakiler devlete kayıtsız-koşulsuz bağlılığı
içeren Cebriyeci yorumlarla fanatizmi özde özgürlükçü olan İslâm’a sokmuşlardır.

Abbasiler Döneminde, bir din bilgini olan Halife Me’mun değişik yorumlar içinde
özgürlükçü Mutezile’yi benimsemiştir. Bunu din âlemine empoze etmeye kalkınca,
bir grup âlim reaksiyon göstermiş; böylelikle devlet karşısında ulema, düşünsel
bir başkaldırı gerçekleştirmiştir. Abbasi İmparatorluğunun gerileme döneminde
"dünya devletini" Selçuklular ele geçirmiş ve kendi dinsel yorumlarıyla
din-devlet içiçeliğine bağlı bir yönetim uygulamışlardır. Daha sonra halifelik
Eyyubiler tarafından Kahire’ye götürülmüş ve 1517’ye kadar orada kalmıştır.
Yavuz Sultan Selim’in Memlük Devletini yıkmasından sonra halifelik kurumunu ele
geçiren Osmanlı sultanları, bu sıfatı 1774’e kadar kullanmamışlardır. Din ve
devlet işlerinin tam olarak birleşmesini bu tarihe götürmek, kanımızca yerinde
olur. Bu tarihten önce Osmanlı sultanları Kureyş Kabilesinden veya Arap
olmamalarından dolayı "halife" sıfatını kullanmaktan çekinmişlerdir. Öte yandan
din ve devletin içiçelik ortamına girişi "yumuşak bir füzyon" içinde zaman
almıştır. Osmanlıdaki din-devlet birleşmesi ne Kur’ân’ın, ne de hadiselerin
buyruğudur. Tarihsel zorunluluk Osmanlıyı bu yola götürmüştür. Özellikle Anadolu
Alevileri üzerinde hegemonya kurmak için devletin kendi dinsel yorumunu, devlet
doktrini olarak öne sürmesi ve "Tanrı da böyle istiyor" zihniyetini yayması, güç
ilişkileri açısından zorunluydu… Bu anlayıştır ki, "Halife, Tanrının bu dünyada
gölgesidir" ilkesini empoze etmiştir.

Getirilen hukuk sistemi içinde dinsel
nitelikten fazla dünyevi kaygılar daha ağırlıklıdır. 1925’te, halifeliğin
Mustafa Kemal tarafından kaldırılması, yalnız Türkiye’de değil, tüm İslâm
dünyasında büyük çalkantılara yol açmıştır.

Bugün İslâm nüfusunun ağırlıkta
olduğu ülkelerde din-devlet ilişkileri açısından üç eğilim vardır:

1. Şeriatın
uygulanmasını isteyen radikal Müslümanlar.

2. Katı, jakoben laikler.

3. Batıda
olduğu gibi her din, eğilim ve mezhebin kendi özerk örgütlerinin kurulmasını
isteyenler.

Kanımızca Batının getirdiği sistem daha sağlıklı ve çağdaş
görünmektedir. Böylelikle çeşitli mezhep ve dinler daha özgürlükçü bir ortam
içinde gelişebilirler ve diğer mezhepler karşısında güç dengesini sağlarlar. Bu,
ayrıca çoğunluğun elinde bulunan din örgütüne, azınlıkta olan mezhep veya dinin
vergileriyle destek vermesi gibi mantıksız bir-olayı da ortadan kaldırır. Bu tür
bir yaklaşım ancak jakoben laiklerle fanatik dincilerin işine gelmez, çünkü onlar
sosyal ve hukuksal baskılarla herkesi kendileri gibi düşünmeye ve inanmaya
zorlamaktadırlar. Böyle bir düzenlemede şu ana ilkeleri benimsemek gerekir:

1.
Plüralizme saygı: Her türlü din ve mezhebin inanç, ibadet ve örgütlenme
özgürlüğünü güvence altına almak, saygı göstermek. Bu sadece din alanında değil,
kültür ve ideoloji açısından da zorunlu bir demokrasi ilkesidir. Sosyal devlet
anlayışı içinde bu saygıyı daha da ileri götürmek zorunludur. Sosyal devlet
inanç, ibadet, kültür ve ideolojik farklılıkları içinde olan tüm eğilimlere ve
özellikle güçsüz olanlara destek vermek mecburiyetindedir.

2. Devletin din;
dinin devlet karsısında özerkliği: Tarih göstermiştir ki, devlet dini her zaman
içinde kendi politik çıkarlarına alet etmiştir. Öte yandan resmi din her zaman
için tutucudur. Resmi dinin yanında olan eğilim ve tarikatlar da tutucu olur.
ÜIkemizde de resmi din yandaşı olan tarikatler tutucuyken, resmi din dışında
kalanlar daha özgürlükçüdür. Bu nedenle din ve devletin birbirinden ayrılması
gerekir. Devlet, önerdiğimiz alternatif içinde kamu yararı anlayışıyla tüm özerk
kurumları denetlemeli, ülke kültürüne aykırı hareketle karşılaştığında yasal
önlemleri almalıdır. Tüm özerk kuruluşları denetleyen, onların üstünde olan bir
devlet objektiviteyi de sağlar. Devlet din işlerinin uzmanı değildir. O bu dünya
ile ilgilenir. Din "bu dünya" işlerine karışmaya kalkarsa devletin "Dur!" demesi
gerekir. Devletle din içiçe olduğunda kim kime "Dur!" diyecektir.

3. Din eğitimi
Kur’ân kursları gibi konularda da devlet tamamiyle tarafsız olacaktır: Cemaatler
kendi din eğitimi biçim ve sistemini kendileri düzenlemelidir. Devlet, ancak bir
denetim gücü olmalıdır.

4. Devlet okullarında din dersleri secimlik ders haline
getirilmeli ve içeriklerinde karşılaştırmalı din ve mezhep görüşlerine yer
verilmeli: Din-devlet işleri laik çağlar boyunca toplumların temel sorunlarından
biri olmuştur. Her din, tarihsel süreç içinde bu ilişkiyi sosyal ve kültürel
koşullara göre değişik şekilde ele almıştır. Dinler, siyasal iktidarları
etkilemeyi ve yönetmeyi pek sevmişlerdir. Oysa iktidarların dinsel esaslara
dayanması özgür ve demokratik ortamı ortadan kaldırır. Dünyasal iktidar
"gökyüzünü" de yanına destek alırsa, itiraz ve eleştiri yok olur.

Batı özerk
sistemle sorunu çözümlemiştir. Orada ordu, basın, sendikalar gibi kilise de bir
baskı grubudur. O da belli bir siyasal partiyi destekler, sosyo-politik yaşamda
tavrını ortaya koyar. Ancak ülkemizde olduğu gibi devlet çatısı içinde değildir.
Devlet çatısı altında olan Diyanet İşleri, laik devlet anlayışına aykırıdır.