Kırk sene ömrümde, otuz sene tahsilimde yalnız dört kelime ile
dört kelâm öğrendim,"1 diyen Bediüzzaman Said Nursi, bu kelimeler ve cümleler
ile altı bin sayfa külliyatın bir nevi özetini ortaya koymaktadır. Bu kelimelerde
risalenin nuru, olaylara bakış açısı gizlidir. Zaten bakış açısı değil midir,
olayları iç âlemimizde şekillendiren; kâinat kitabının sırlı anlamlarını
ruhumuza taşıyan? "Mânâ-yı harfi, mânâ-yı ismi, niyet, nazardır,"2 şeklinde
sıralanan bu sırlı anahtarlar bölümün devamında açılır ve varlıklarda gizli
definelerin açılmasında, varlık, problemlerinin çözümünde mucizevî formüller
olarak önümüze şöyle konur: "Cenab-ı Hakkın masivasına (yani kainata) mânâ-yı
harfi ile ve Onun hesabına bakmak lâzımdır. Mânâ-yı ismi ile ve esbap hesabına
bakmak hatadır.

"Evet, bir şeyin iki ciheti vardır: Bir ciheti Hakka bakar.
Diğer ciheti de halka bakar. Halka bakan cihet, Hakka bakan cihete tenteneli bir
perde ve şeffaf bir cam parçası gibi altında Hakka bakan cihet-i isnadı
gösteren bir perde gibi olmalıdır. Binaenaleyh, nimete bakıldığı zaman Mün’im,
sanata bakıldığı zaman Sâni, esbaba nazar edildiği vakit Müessir-i Hakiki zihne
ve fikre gelmelidir.

"Ve keza nazar ile niyet mahiyet-i eşyayı tağyir eder;
günahı sevaba, sevabı günaha kalp eder. Evet, niyet âdi bir hareketi ibadete
çevirir ve gösteriş için yapılan bir ibadeti günaha kalp eder. Maddiyata esbap
hesabıyla bakılırsa cehalettir, Allah hesabıyla olursa marifet-i İlâhiyedir."3

Nelere Allah hesabına bakılacaktır? Bu soru çoğunlukla akla çiçekleri,
kelebekleri yıldızları, galaksileri getirir ve bu alanlarda mânâ-yı harfi ile
bakma işlevi oldukça maharetle başarılır. Peki iki insanın kavgası, terör,
savaşlar, diplomasi ve siyaset gibi kavramlar ve bunların zihinde çağrıştırdığı
aynı cinsten diğer kavramlar söz konusu olduğunda "mânâ-yı harfi" ile bakmak
gereğini duyuyor muyuz? Aynı bakış açısı bu kavramlar için de geçerli inidir?
"Her şeyin iki ciheti vardır," cümlesi bu bakış açısı içine girecek şeyleri
sınırlamadığına ve mut(ğ)lak bıraktığına göre "her şey" kelimesinin anlamı
şumulüne giren yukarıdaki kavramlar ve benzerleri de aynı bakış açısı ile ele
alınmalıdır. Mesela, siyaset bir nimet, bir sanat, bir sebep olarak
değerlendirilmeli ve gerisinde Mün’im, Sani ve Müessiri-i Hakiki
bulunabilmelidir.

"Dünyada cereyan eden ve husule gelen her bir şeyin iki vechi
vardır: Biri âhirete bakar ki, nefsü’l-emirde en sabit, en ağır bu vecihtir.
İkincisi dünyaya, nefsine ve hevaya bakar. Bu vecih hakaret, hiffet ve zevalden
öyle bir mevkidedir ki, kalbin teessürüne, teellümüne, ıstırabın düşüncelerine
bais olacak bir kıymette değildir,"4 cümlesini "siyaset " kavramına
uyarladığımızda, siyasetin dünyaya, nefse ve hevaya bakan yönüyle kıymetsizliği;
hakaret, hiffet ve zevale mahkumiyetini gösterecek misaller hemen aklımıza
geliveriyor. Zaten yukarıda sıraladığımız kavramların zihindeki kötü anlamları
dünyaya, nefse ve hevaya bakan yönleri ile olmalı. Dünya ve içindeki olayların
üç yüzü olduğu Mesnevi-i Nuriye’de belirtilirken "Birisi ahirete bakar çünkü
onun mezrasıdır"5 cümlesi siyaset konusunda ele alındığında, bu işlevin ne kadar
Allah namına ve âhiret hesabına ortaya konduğu önem kazanır. Dünya tarlasına
ekilen siyaset tohumlarının âhirette nasıl meyveler vereceği tamamen niyetlere
ve nazarlara bağlı "İkincisi, Esmâ-i Hüsnâ’ya bakar. Çünkü onların mektep ve
tezgahlandır"6 ki, bence bir Nur Talebesini (inanan bir kimseyi) en çok
ilgilendiren de dünyanın ve olayların bu yüzü olmalıdır. Siyaset, diplomasi,
uluslar arası ilişkiler gibi hayatımızın içine girmiş dünyada açıkça tesirleri
görülen bu faaliyetlerin gerisinde hangi isimlerin tecellilerini görebiliriz? Bu
alanlarda sebep ve sonucun arasını açtığımızda hangi isimler ufukta
belirecektir. Siyasete milyarlarca zerrenin Şeriat-ı fıtriye kanunlarına ek
olarak milyonlarca insanın yaratılışında yer alan kuvvelerin şekillendirdiği
istek ve arzular doğrultusunda beliren ve külli iradeyi arkasına alan cüz’i
iradelerle belli kalıplara girip her an değişen kalıp şekilleriyle ortaya konan
muhteşem bir faaliyet olarak bakamaz mıyız? İşte biz bunun gayreti içinde olmak,
bu idrakin verilmesini niyaz etmek anlamında bu yazıya niyet ettik. "Kasten ve
bizzat kendi kendine bakan insanların keyiflerine ve bu fani hayatın tekâlif ne
medar olan"7 dünyanın üçüncü yüzü ve bu bakış açısından doğan siyaset kavramını
biraz daha asli ve özüne yönelik ele alma çabası içinde olacağız.

"Her şeyi
tahrik eden zerrat-ı müteharrikenin muayyen hadlerine kadar hareket ettikten
sonra tevakkuf ve durmalarına dikkat eden adam anlar ki; her şeyin hududunda
daima harekette bulunan zerratı durdurup geri çeviren bir hudut bekçisi vardır.
O zerrati taşmaktan men ediyor. O bekçi ise muhit bir ilmin tecellisidir ki, o
tecelli kadere, kader de miktara, miktar da kalıba tahavvül eder. Demek her şey
içerisindeki zerrata bir kalıptır."8

Atom içi partiküller arası ilişkiden
yıldızlar, gezegener, galaksiler arası ilişkilere ve bunların en küçük zaman
dilimindeki değişimine uzanan bir ilim. Mutlak olan, yani kainatın her tarafını
kuşatan bir ilim. Bu ilmin ortaya koyduğu düsturlar ki, bunlara "Şeriat-ı
fıtriye, adetullah, sünnetullah" diyoruz, varlıkların kalıplarını belirliyor.
Yani "Nerede, ne zaman, ne kadar?" sorularının cevabını kader tayin ediyor.
Tayin edilen kalıplardan bir kısmı "levh-i mahv, ispat"da, yani "sabit ve daim
olan levh-i mahfûz-u âzamın daire-i mümkinatta, yani mevt ve hayat ta vücud ve
fenaya daima mazhar olan eşyada mütebeddil bir defteri ve yazar-bozar bir
tahtası"9 olan zaman hakikati içinde değişime uğramazlar. Her yeni zaman
diliminde, her bir levhada bunlara takdir edilen miktar aynıdır, kalıbın şekli
aynıdır. Bu türden kalıbı olan varlıklara cansız diyoruz. Bazı varlıkların
kalıpları ise her bir zaman diliminde ya da uzun zaman süreçleri içinde değişime
uğrar ki, bu türden varlıklara da canlı diyoruz. Her ne kadar böyle keskin
sınırlarla ayrılamazlarsa da canlı ve cansız varlıkları, bulundukları zerrelere
kalıp olma özelliklerinden yola çıkarak, böyle tasnif edebiliriz. İste bu
tasnifte canlılar gurubuna giren ve her bir zaman diliminde farklı olan insan
kalıbının şekli, yalnızca kaderin tayin ettiği miktarla Şeriat-ı fıtriyenin
çizdiği hatlarla belirlenmez. Şuur sahibi ve "teklif’ altında olan bu varlık
için cüz’-i ihtiyari de işin içine girer. "İrade-i cüziyye-i insaniye ve cüz’-i
ihtiyariyesi, çendan zayıftır, bir emr-i itibaridir; fakat Cenab-ı Hak ve
Hakim-i Mutlak o zaif cüz’-i iradeyi, irade-i külliyesinin taallukuna bir şart-ı
âdi yapmıştır."10 İşte şu muhteşem kâinat çarkları dönerken en ufak zerrenin, en
ufak hareketi dahi umumi nizamı etkilemekte iken, milyarlarca insanın cüz’-i
iradelerine bağlı değişikliklerden sonra da her an kainatı ayakta tutmak, ancak
Kayyum-u Mutlaka mahsustur. Bir tarafta "insan-ı ekber olan âlemin harekat ve
sekeratını tanzim eden sıfat-ı iradeden gelen Şeriat-ı kübra-yı fıtriye"11 ile
bütün zerrelerin hareketi nizam altına alınıp "bir ümmet-i azime"12 olan
melekler "sıfat-ı iradeden gelen ve Şeriatfıtriye denilen evamir-i
tekviniyesinin hamelesi, mümessili ve mütemessili"13 olurken, diğer taraftan
"âlem-i asgar olan insanın efal ve ahvalini tanzim eden sıfat-ı kelamdan gelen
bildiğimiz Şeriat"14 ile devamlı değişen insan kalıbındaki cüz’-i ihtiyariye
etkisi belli bir nizam altına sokulmaya çalışılır. İnsandaki "cüz’-i ihtiyarinin
üssü’l-esası olan meyelân"15 yani "eşya, vücut ve teşahhusatlarında nihayetsiz
imkânât yolları içinde mütereddid, mütehayyir, şekilsiz bir surette iken"16 külli
iradenin hükmünü ortaya koymasında ve kudretin icrasında belirleyici olacak
insandaki bu yollardan hirine daha meyilli olma duygusu bu safhada farazi ve
izafi kabul edilmiş ve kula verilmesinde bir mahzur görülmemiştir. Hakiki vücudu
olan bir şeyin kula verilmesi ile ortaya çıkacak şirkten de bu şekilde
uzaklaşılmıştır. Maturidice bu meyelân, Eş’ariyece bu meyelândaki tasarruf bir
emr-i itibaridir.17

İmkândan vücuba ve vücuda giden yolda farazi emr-i itibari olan
şeyler için gerçek hir sebep, illet-i tamme gerekmez.18 Böyle olunca, bu
meyillerin neticesinde lüzum, zaruret ve vücub ortaya çıkmaz. İlm-i usül ve
hikmette "Bir şey vacip olmazsa, vücuda gelmez," kaidesi gereği henüz imkân
dairesindeki meyillerin yönü cüz’-i ihtiyar ile değiştirilebilir ve o anda onu
terk edebilir. Kur’ân ona, o anda diyebilir ki, "Şu şerdir, yapma!"19 Kur’ân’ın
emirlerine uyan ya da uymayan milyarlarca cüz’-i ihtiyariye, iyice
şekillendikten sonra zamanın yeni bir diliminde, yeni bir kâinat levhası
vücuduna çıkmak için artık hazırdır ve "birdenbire, gayet muntazam hakimâne bir
teşahhus vechi"20 verilir eşyaya. Bu meyillerle kâinattaki tekvini kanunlarla
"Tagayyür, inkilâp ve felâketlere maruz ve muhtaç şu insan bedeninde ruhun
yaşayabilmesi için üç kuvvet ihdas edilmiştir. Bu kuvvetlerin birincisi
menfaatleri cezb ve celp için kuvve-i şeheviye-i behimiye; ikincisi zararlı
şeyleri def için kuvve-i sebuiye-i gadabiye; üçüncüsü nefy ve zararı, iyi ve
kötüyü birbirinden temyiz için kuvve-i akliye-i melekiyedir.

Lâkin insandaki bu
kuvvelere Şeriatça bir had ve nihayet tayin edilmişse de, fıtraten tayin
edilmemiş olduğundan, bu kuvvetlerin her birisi tefrit, vasat, ifrat namiyle üç
mertebeye áyrılırlar. Mesela kuvve-i şeheviyenin tefrit mertebesi "humut"tur ki,
ne helâle, ne de harama şehveti, iştihası yoktur. İfrat mertebesi "fücur"dur ki,
namusları ve ırzları payimal etmek iştihasında olur. Vasat mertebesi ise
"iffet"tir ki, helâline şehveti var, harama yoktur.

İhtar: Kuvve-i şeheviyenin
yemek, içmek, uyumak ve konuşmak gibi fürüatında da bu üç mertebe mevcuttur. Ve
keza kuvve-i gadabiyenin tefrit mertebesi "cebanettir" ki, korkulmayan şeylerden
bile korkar. İfrat mertebesi "tehevvür"dür ki, ne maddi ve ne de mânevi hiçbir
şeyden korkmaz; bütün istibdatlar, tahakkümler, zulümler bu mertebenin
mahsulüdür. Vasat mertebesi ise "şecaat"tir ki, hukuk-u diniye ve dünyeviyesi
için canını feda eder; meşru olmayan şeylere karışmaz.

Ve keza kuvve-i akliyenin
tefrit mertebesi "gabavet"tir ki, hiçbir şeyden haberi olmaz… İfrat mertebesi
"cerbeze"dir ki, hakkı batıl, batılı hak suretinde gösterecek kadar aldatıcı bir
zekâya malik olur. Vasat mertebesi ise "hikmet"tir ki, hakkı hak bilir, imtisal
eder; batılı batıl bilir; içtinab eder.

Hülâsa, şu dokuz mertebenin altısı
zulümdür, üçü adl ve âdalettir. Sırat-ı müstakimden murad, şu üç mertebedir."21
İnsanı; iffet, şecaat ve hikmet noktalarından geçen hatta tutmaya çalışan
Şeriat-ı kelâmiye fert ve toplum ilişkilerinde de bu yolla yaradılışa en uygun
olanı ortaya koyar.

Dünyaya, nefse ve hevaya bakan yüzü ile siyaset şer ve
çirkin olarak görülebilir. Bu yönüyle siyasetten kaçan Bediüzzaman, "Dünyanın
siyasetine karşı ne için bu kadar lâkaydsın?" sorusuna cevap verirken, "Hizmet-i
Kur’ân, beni, hayat-ı içtimaiye-i siyasiye-i beşeriyeyi düşünmekten men ediyor.
Şöyle ki, hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Su zamanda Kur’ân’ın nuruyla gördüm
ki, o yol bataklığa girdi. Mülevves ve ufunetli bir çamur içinde kafile-i beşer
düşe kalka gidiyor. Bir kısmı selâmetli bir yolda gider. Bir kısmı mümkün
olduğu kadar çamurdan, bataklıktan kurtulmak için bazı vasıtaları bulmuş. Bir
kısm-ı ekseri ufunetli, pis, çamurlu bataklık içinde karanlıkta gidiyor. Yüzde
yirmisi sarhoşluk sebebiyle o pis çamuru misk ü amber zannederek yüzüne gözüne
bulaştırıyor. Düşerek kalkarak gider, tâ boğulur. Yüzde sekseni ise bataklığı
anlar; ufunetli, pis olduğunu keşfeder; fakat mütehayyirdirler, selâmetli yolu
göremiyorlar"22 diyor ve yüzde seksen kararsız, istikametini tayin edememiş
insanın, siyaseti topuz olarak gördüğünü ve onu elinden tutanlardan ürktüğünü,
dolayısıyla bu kesime nur göstermek gerektiğini söylüyor. İşin aslında
menfaatlere, ihtiraslara, dünyaya, nefse, hevaya bakan bir siyasetten insanların
ürkmesi kadar doğal bir şey yok. Kuvve-i şeheviye, kuvve-i gadabiye ve kuvve-i
akliyenin mertebelerinden zulüm olan altısı civarında dolaşan insan ilişkileri,
özellikle dünya siyasetinde kendini belli ediyor. Âlem-i şehadete, dâire-i
esbaba bakan yönleriyle olayları şekillendiren zulüm hakimiyeti hak ve âdalet
olan sırat-ı müstakimden uzaklaşmışlık, olayların zahiri yüzünü
çirkinleştiriyor, şerleştiriyor. Ancak "Halk-ı şer şer değil, belki kesb-i şer
şerdir. Çünkü halk ve icad bütün netâice bakar; kesp hususi bir mübaşeret olduğu
için hususi netâice bakar. Kâinattaki şerlerin, zararların, beliyyelerin ve
şeytanların ve muzırların halk ve icatları şer ve çirkin değildir. Çünkü çok
netâic-i mühimme için halk olunmuşlardır."23

Aslında yaradılışın özünde
güzelliğin görülmesi ve gösterilmesi hakikati yattığı için yaratılmış her şey
güzeldir. Ancak her yaratılmış hem görülür, hem gösterilir. İşte yaratılmışların
tarafı olan dâire-i esbabda, yani her şeyin sebep-sonuç ilişkisi içinde ortaya
konduğu tarafta nisbilik vardır. Bu yüzden varlıkların birbirine kıyasla
durumlarını ortaya koyacak olan büyüklük-küçüklük, hayır-şer, güçlülük-güçsüzlük
gibi pek çok zıtlıklar bir arada yer alır. Güzellikleri görmek için yaratılan
varlığın aklı, bu düzene ve ortaya konan düzen de bu şekliyle akla uygundur.
Ancak Yaratana bakan yönleriyle her şey eşittir; zıtlık yoktur ve her şey
güzeldir. İnsanın yaradılış maksadı ise varlıkların Yaratana bakan güzel yönünü
görmektir. Çünkü kainat güzellikler görülsün diye yaratılmıştır. O zaman güzel
görmek, güzel düşünmek, hayattan lezzet alabilmek için "doğrudan doğruya
zahirden hakikate geçip akrebiyet-i İlâhiye’nin inkişafına bakan bir velâyet"e24
yani Sahabe mesleğine ihtiyacımız var. Onların bakış açılarına ve keskin
nazarlarına ihtiyacımız var. Bu bakış açısı bizi, içinde yaşadığımız varlıkların
ve olayların gerisinde, aslında ve özünde olan güzelliklere taşıyacak; iç
âlemimiz nurlanacaktır. İşte o zaman en süfli şeyler bizim âlemimizde
güzelleşecek, bizim aynamızdaki dikenler gül olacaktır. Burada önemli olan neye
ve nerede baktığımız değil, bakış açımızdır. Caminin ortasında, Kabe’nin
göbeğinde, minberde okunan ve Asr-ı Saadetten ibret verici bir kıssayı halka,
yaratılmışlara bakan yönüyle, yani dünyaya bakan yönüyle ele alıyorsanız; bu
kıssa Hakka bakan yön önünde tenteneli bir perde olacaktır. Hatta Hazret-i
Peygambere (a.s.m.) onda görünen güzellikleri, mucizeleri kendisinden bilerek
bakarsanız, o zat ta (a.s.m.) sizin âleminizde Yaratana bir perde olacaktır.
Halbuki yaratılmışlar içinde Yaratana en parlak âyine odur. Diğer taraftan en
süfli olaylara, en çirkin siyaset entrikalarına Yaratan hesabına, Onun
tarafından görüldükleri şekliyle baksanız iç âleminizde, sizi Ona yaklaştıran
manzaralar şekillenir. Bir anda trilyonlarca zerrenin kaynaşması, milyarlarca
insanın eğilimleri, binlerce insanın diğerlerini etkileyişi küçük bir kainat
olan insanda kuvveler, büyük bir insan olan kainattaki kuvvetler kargaşasından
ortaya çıkan bu karışımla yoğrulan muhteşem bir ahenk, şaşmaz bir düzen, harika
ve her an şekil değiştiren hareketli bir tablo çıkıverir karşınıza. O zaman
siyaset entrikaları da, savaşlar da, kavgalar da güzelleşir iç âleminizde.

Hemen
akla şu sorular gelebilir: O zaman niçin savaşlara, siyasi entrikalara karşı
susuyoruz? Neden Cenab-ı Hak, Kur’ân-ı Kerim’inde insanları iyi olan şeylere
teşvik ediyor? Madem her şey güzeldir, bütün bu teşviklere ne ihtiyaç var?

İnsan
cismen ve yaratılış itibariyle sebepler dairesine, yani olayların zıtlarıyla
bilindiği, sonuçların sebeplerin ardından yaratıldığı, güzellik ve çirkinlikler
ayırımının olduğu varlıklar âlemine mahkûmdur. Üşüyecektir, acıkacaktır, ısınmak
ve karnını doyurmak için sebepler dairesinin şartlarını yerine getirmek
zorundadır. Aynı şekilde siyaset entrikalarına, savaşlara, yoksulluklara karşı
olmak; bunların karşısında mücadele vermek de bu dairenin şartlan içerisindedir.
Cismi bu dairede bulunduğu, maddi varlığı devam ettiği sürece bu şartlara uymak
zorundadır. Kendi arzusu dışında ortaya konan bu şartların dışına çıkamaz.
Daire-i esbapta iken daire-i itikad şartları ile yaşayamaz. Yani karnını doyurmak
için kudretin tecellisine gerekli şartları yerine getirmelidir. Bu noktada
"Rızık Allah’tandır" hükmüne bina edilmiş bir yaklaşımla tembellik edemez. Çünkü
bu rızık temin etmede ortaya konan işleyişin daire-i itikattan, yani Cenab-ı Hak
tarafından görünüşüdür. O tarafın hükümleri ile sebepler âleminde yaşanmaz. O
yüzden siyaset entrikalarına, savaşlara, kötülüklere karşı olmak sebepler
âleminin gereğidir ve bu âlemde yaşayan varlıklar olarak bunu yapmalıyız. Ancak
bakış açımız da sebepler âlemine sınırlı kalmak zorunda değildir. Bedenimiz
sebepler içinde yaşarken ruhumuz itikad dairesine rahatlıkla geçebilir. Asıl
marifet canla başla rızık teminine çalışırken, ruhumuzun itikat dairesindeki
işleyişi görmesi ve rızkı Allah’tan bilmesi; hayatın, siyasetin kötülükleri ve
çirkinlikleri ile mücadele ederken, bunların gerisindeki güzellikleri
görebilmesidir.

Bir kez şunu deneyin: Sabalı kalkmak, kahvaltı etmek, işe gitmek
gibi cümlelerle ifade ettiğimiz günlük yapılanlara aynen devam edin. Yiyin,
için, meşru dairede kalmak şartıyla bedeninizin ihtiyaçlarına cevap verecek
arayışlarınıza devam edin. Kötülüklerle mücadele edin, savaşlara karşı olun,
yoksullara acıyın ve yardım edin. Kısacası sebepler dairesinde bulunan cisminiz
için bu dairenin şartlarını yerine getirin. Ancak, bakış açınızı itikat
dairesine atın, yani bakış açınızda her şey güzel olsun. Bedeniniz sebepler
dairesinde iken, ruhunuz itikad dairesinde olsun. Sonra haberlerde izlediğiniz
içinizi karartan bir olayı, bu bakış açısı ile değerlendirin. izlediğiniz siyasi
haberlere bu gözlükle bakın. Artık güzel görebiliyor, güzel düşünebiliyorsanız,
hayatınızdan da lezzet alıyorsunuz demektir. Dolayısıyla hidayeti veren Allah’ a
şükredin.

Dipnotlar

1. Mesnevî-i Nuriye, s. 46

2. a.g.e., s. 46.

3. a.g.e., s. 46.

4. a.g.e., s. 95.

5. a.g.e., s. 72.

6. a.g.e., s. 72.

7. a.g.e., s. 72.

8. a.g.e., s. 126.

9. Sözler, s. 514.

10. a.g.e., s. 437.

11. Mektûbat, s. 450.

12. a.g.e., s. 450.

13. a.g.e., s. 450.

14. a.g.e., s. 450.

15. Sözler, s. 436.

16. a.g.e., s. 611.

17. a.g.e., s. 436.

18. a.g.e., s. 436.

19. a.g.e., s. 436.

20. a.g.e., s. 611.

21. İşârâtü’l-İcâz, s. 29-30.

22. Mektûbat, s. 45.