Doğan her yeni bebek, göğü yıldızlarla, zemini çiçeklerle
süslenmiş güzelim bir dünyaya açar gözlerini. Her biri günün her bir anında,
eşsiz bir âlem önümüze sunulur. Dağı deresi, gölü denizi, yıldızı ayı, kelebeği
arısı ile, eşsiz bir âlem bize gülümser durur.

Bu hâliyle, kâinat muhteşem bir
sarayı andırır bize. Tavanı gökyüzüdür. Güneş lâmbası, ay kandili, yıldızlar
mumlarıdır. Ve yeryüzü, eşsiz nimetler serili bir sofrası, bin bir çiçekle süslü
bir tarlası, bin bir meyveyle dolu bir bahçesidir.

Bu muhteşem sarayda, her bir
şeyin ayrı bir yeri vardır. Her bir şey varlığı ile saraya ayrı bir renk katar,
ayrı bir desen olur, ayrı bir güzellik verir. Her biri, kendi diliyle sarayın
Sahibini bildirir. Dağlar, denizler ve yıldızlar, Onun haşmetini haykırırlar.
Arılar, kelebekler ve kuşlar Onun rahmetinden haber getirirler.

İnsanoğlu, işte
öylesi bir kâinatta celâl ile cemâlin, haşmet ile rahmetin eşsiz cilveleşmesinin
şahidi olur. Bakar, görür ve tıpkı Bediüzzaman Said Nursî gibi der:

"Güneş ve
Arş gibi büyük cirmler, haşmet lisanıyla ‘Ya Celîl, ya Kebîr, yâ Azîm’ dedikleri
vakit, sinek ve semek gibi gibi o küçücük zihayatlar dahi, rahmet lisanıyla ‘Ya
Cemîl, ya Rahîm, ya Kerîm’ diyerek, o musika-i kübraya latif nağamatlarını
katıyorlar, tatlılaşıyorlar."1

Öylesi bir diyardır kâinat. Orada en gür bir
sada, en tiz bir nağmeyle karışarak, haşmetli bir güzellik sunar. O haşmet ve o
güzellik içinde, en büyük yıldızın da, en küçük böceğin de yeri vardır.
Herşeyin, her bir şeyin bir görevi, bir var oluş sebebi vardır. Ne devâsâ gök
küreleri arıyı ve sineği görmezden gelmeyi gerektirir; ne de arılar ve sinekler,
yıldızları görmemeyi.

Ne var ki, insan hem görmezden gelir; hem de görmez. Göğe
bakar, yeri unutur. Yere bakar, göğü unutur. Göklerin azamet ve haşmet delilleri
karşısında hayrete düşer; ayak bastığı yeri unutur. Yere dönüp gündelik işlerin
har-gürü içine dalar, göklerin varlığını bile unutuverir.

Ve bilhassa, bunu
yapar. Kendi küçük dairesinde küçük küçük hesapların içinde boğulur; yaşadığı
yeri, yaşadığı dünyayı, yaşadığı kâinatı var Edeni unutur gider. O kâinat
sahibinin-kendi küçük dünyası dahil-bütün kâinata hükmeden misilsiz saltanatını
düşünmez olur. Öylesi bir halde, gün gelir, küçük bir dalgalanma o küçük daireyi
sarsar. ve küçük dünyalar alt-üst oluverir.

Meselâ, 1908’de, pek çok Anadolu
insanı için olduğu gibi…

Sene 1908, aylardan Temmuz. Osmanlı toprağında
meşrutiyet ilân edilmiştir. Koca kâinatın içindeki küçücük dünyanın bu yerinde,
bir rejim değişmesi yaşanmıştır. Kâinatın azameti ile mukayese edince topu topu
bir zerrecik mesabesinde bir değişmedir bu. Ama pek çok Anadolu insanını telaşa
düşürmeye yeter de artar bile. Milyonlarca insana, o anda sanki "Din elden
gidiyor"muş gibi gelir.

O telâşla Bediüzzaman Said Nursî’ye derler: "Dine zarar
gelmesin, ne olursa olsun!" Meselâ, "varsın istibdad devam etsin."

Bediüzzaman,
"Her bir adam vatanıyla, milletle, hükümetle alâkadardır"2 tesbitinin sahibidir.
Bu alâkadarlığın, insanın fıtratı icabı olduğunu tesbit etmiştir. Bunca insanın
vatanla, milletle ilgili öylesi bir değişmeyle alâkadar olmasında bir problem
görmez. Ama "Ne olursa olsun"un ardında bir problem vardır. Vatan ve hükûmet
âlemini, kâinatla beraber düşünememe; kâinat içindeki her bir daireye kâinat
Sahibinin varlığının şuurunda olarak bakamama problemi vardır.

O yüzden,
Bediüzzaman, "Dine zarar gelmesin, ne olursa olsun" diyenlere öncelikle kâinatı
nazara verir. Arı vızvızları ile yıldız uğultularının iç içe karıştığı koca
kâinata dikkatleri çeker. Cemiyet hayatını, hükûmeti, rejimi, devlet idaresini,
işte öylesi bir kâinat tablosuyla tahlil eder.

"Evet, evet.. neam, neam.
sivrisinek tantanasını kesse, balarısı demdemesini bozsa, sizin şevkiniz hiç
bozulmasın, hiç teessüf etmeyiniz. Zira, kâinatı nağamatıyla raksa getiren
hakaikın esrarını ihtizaza veren musika-i ilâhiye hiç durmuyor. Mütemadiyen güm
güm eder."3

Şevki bozulanlar, o güm güm’leri işitmeyenlerdir. Oysa, güm güm’ler
o kadarla sınırlı da değildir üstelik. Evet, Kur’ân, kâinatı nağmeleriyle raksa
getiren hakikatların esrarını titreştirmektedir. Ama dahası da vardır. O
"musika-ı ilâhiye," insanlık âlemini de ihtizaza vermektedir.

"Padişahlar
padişahı olan Sultan-ı Ezelî, Kur’ân denilen musika-i ilâhiyesi ile umum âlemi
doldurarak, kubbe-i âsumanda şiddetli ses getirmekle, sadef-i kehf-misal olan
ulema ve meşayih ve hütebanın dimağ, kalb ve fehmlerine vurarak, aks-i sadâsı
onların lisanlarından çıkıp seyr ü seyelân ederek, çeşit çeşit sadalarla dünyayı
güm güm ile ihtizaza getirir."4

Âlimlere, evliyaya, hatiplere maddî-manevî onca
eseri ilham eden, kâinatı da raksa getiren o ilâhî "musika"dır. Onca eseri,
insanlık âleminin onca büyüğünün dimağ, kalb ve kulağında o sadanın aksetmesi
meyve vermiştir. Ki o eserler, bütün o "kütüb-ü İslâmiye," âdeta "bir tanbur ve
kanunun bir teli ve bir şeridi hükmünde"dirler.5 O semâvî sadayı yere ve göğe
ilân ederler.

Bediüzzaman bu tabloyu sunduktan sonra, sorar:

Kâinatı, yeri-göğü
raksa getiren; dimağ, kalb ve kulaklara vurarak milyonlar İslâmî eseri meyve
veren "o sada-yı semâvî ve ruhânîyi kalbin kulağıyla işitmeyen ve dinlemeyen,
acaba o sadaya nisbeten sivrisinek gibi bir emîrin demdemelerini ve karasinekler
gibi bir hükûmetin vızvızlarını işitecek midir?"6

Ne mümkün! Padişahlar padişahı
olan Sultan-ı Ezelînin o muhteşem "musika-i ilâhiye"sini işitmeyen, karasinekler
gibi bir hükümetin adamlarının vızvızlarını hiç işitir mi?

Bediüzzaman’ın "Dine
zarar gelmesin, ne olursa olsun" diye gelişen bir soruya verdiği cevabın düğüm
noktası işte budur.

Din bütün siyasetlerin üstündedir

Bediüzzaman Said Nursî,
söz konusu iktibasta, sivrisinek ile karasineği, kâinatın ayrılmaz bir parçası
olarak nazara veriyor. Ardından sivrisineği hükûmete, karasineği bürokrasiye
misal getiriyor. Böylece, şu mesajı veriyor: "Karasinek" de, "sivrisinek" de
kâinatın bir parçasıdır. Yani hükümet de, bürokrasi de, insanlığın fıtrî gelişme
seyri içinde vücut bulmuşlardır. Onların vızvızları, demdemeleri kâinatı saran
sadanın içinde ayrı bir yer tutar. Onların varlığı elzemdir. Ve var olmalarında
bir mesele yoktur. Mesele, kâinatı raksa getiren Kur’ân’ın bildirdiği ilâhî
hakikatlara, onların perde yapılmasındadır. Yani, o hakikatların varlığının
onlara tâbi imiş gibi sanılmasındadır.

"Elhasıl, inkılâb-ı siyasî cihetiyle
dininden havf eden adamın dinde hissesi, beytü’l-ankebût gibi zayıf düşmüş
cehalettir, onu korkutur, takliddir, onu telâşa düşürttürür. Zira, itimad-ı
nefsin fıkdanı ve aczin vücudu cihetiyle, saadetini yalnız hükûme-tin cebinden
zannettiğinden, kalbini, aklını da hükûmetin kesesinden tahayyül eder, korkar.7

Burada, iki nirengi noktası söz konusudur: (1) "inkılâb-ı siyasî," yani rejim
değişmesi; (2) o siyasî devrime muhatap olan kitle. Bu kitle, rejim
değişmesinden dolayı, din namına korkuya kapılmıştır. Bediüzzaman, bu korkunun
ardında "iman zaafı"nı görür. Bu kitlenin dinde hissesi vardır; ama bu hisse
örümcek ağı gibi son derece cılızdır, incedir. Çabucak dağılabilir. Dinin
hakikatından cehâlet, bahis konusudur. Allah’ın bütün kâinatı saran kudreti,
ilmi, iradesi tam kavranmış değildir. Bu kitle, iman sahibidir. Ama bu "taklidî"
bir imandır. Tahkikle, özüne inerek, sarsılmaz bir imana erişilmiş değildir.
İşte o yüzden, bir "inkılâb-ı siyasî" söz konusu olduğunda korkar. Telâşa düşer.
"Dine zarar gelecek" diye endişe eder.

Halbuki, zarar gelmez. Din, Allah’ın
dinidir; ona ilişmeye kimsenin gücü yetmez. Ama din ehline zarar gelebilir. Bu
zararın sebebi, "inkılâb-ı siyasî"nin kendisi değildir. O "inkılâb"ı icraya
koyacak olanlar ile, o kitlenin kendisidir. Meşrutiyetin, yahut cumhuriyetin
gelişi bizatihî hiçbir zarar vermez. Ama öylece işbaşına geçen zümrenin, eğer
"dini tağyir etme" gibi bir hesabı varsa ve bunun için devlet güçlerini
kullanırsa, ancak o zaman zarar gelebilir. Burada da, yine inanan kitlenin
"esbab"a bir derece tesir veriyor oluşu rol sahibidir. İnanan kitle, tam bir
iman ile Allah’a dayanıp Ona güvense "saadetini yalnız hükûmetin kesesinden"
zannetmese; "koyununa kendisi sahip çıksa" hiçbir zarar gelmez.

Nitekim, hakiki
bir mü’min "saadetini hükûmetin kesesinden" zannetmez. "Aklını, kalbini de
hükûmetin kesesinden" tahayyül etmez. Bilakis, hiçbir esbaba tesir vermeyip,
yalnız ve ancak Allah’a dayanır. Acziyle, Onun kudretine teslim olur. İmanına,
dinine bizatihî sahip çıkar.

Bu gerçek, Bediüzzaman’ın Risale-i Nur’la yaşanan
hayatının temel esaslarından birini teşkil eder. Nitekim, tam bir iman sahibi
olarak, nice insanı telâşa düşürten "inkılâb-ı siyasî"den, o korkmamıştır.
Bilakis, o "inkılâb"ın İslâmın hizmetine yönlenmesi için çalışmıştır. İslâmın
varlığını, hiçbir zaman belli bir rejim, kişi veya kadronun varlığına bağlı
görmemiştir.

Çünkü, "İslâmiyet güneş gibidir," Bediüzzaman’a göre. "Üflemekle
sönmez. Gündüz gibidir, göz yummakla gece olmaz. Gözünü kapayan, yalnız kendine
gece yapar."8 İslâmiyet güneşi, yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Ve âlet
yapmak, İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir cinayettir."9

Hükûmetler ve rejimler, Bediüzzaman’ın âleminde "yerdeki ışıklar"dır. Yerdeki
ışıklar, İslâmiyet güneşine tâbi olabilirler ve olmalıdırlar; ama İslâmiyet
güneşi yerdeki ışıklara âlet ve tâbi olamaz. Semavî olan "hakikat-ı İslâmiye,
bütün siyasâtın fevkindedir."10

Bediüzzaman’a göre "siyaset" nedir?

Bediüzzaman’ın "siyaset"e dair tesbitlerine yön veren, işte bu hakikattır.
Bediüzzaman, siyasî hadiselerdeki tavrını işte "İslâmiyet, bütün siyasâtın
fevkindedir" hakika-tına uyarak almıştır. O yüzden, "Bediüzzaman’a göre
siyaset"i, işte bu hakikat ışığında incelemek gereği ortadadır.

Böylesi bir
incelemeye geçerken de, öncelikle "siyaset"in ne olup, ne olmadığını tarif
gerekir.

Lûgatler, "siyaset"i şöyle tarif eder:

Yeni Lûgat: "Memleket idare etme
sanatı. Devlet idare tarzı." TDK Sözlüğü: "Devlet işlerini düzenleme ve yürütme
sanatı." Devellioğlu: "Memleket idaresi." Longman: "Bir devleti yönetme bilimi
ve sanatı." Websters: "Yönetim sanatı." Littre: "Devletleri yönetme bilimi."
Robert: "İnsan toplumlarını yönetme sanat ve faaliyetleri." Larousse: "Devlet
işlerini düzenleme ve yürütme sanatı." R. Digest: "Yönetim bilimi ve sanatı."
Chambers: "Hükûmet etme sanatı veya bilimi." Collins: "Bir ülke, toplum veya
örgüt içinde iktidarı hedefleyen insanların eylem ve faaliyetleri."

Bir siyaset
bilimci, Maurice Duverger, bu tariflere bir yenisini eklemiştir: "İktidar
bilimi."

Bediüzzaman Said Nursî’nin, "siyaset"i bu aslî mânâsı içinde ele
aldığı, Risale-i Nur’da "siyaset"in geçtiği pasajlarda açıkça görülür. Nitekim,
Münazarat’ın az önce söz konusu ettiğimiz yerinde, Bediüzzaman, "inkılâb-ı
siyasî" tabirini bir "rejim değişikliği"ni ifade için kullanmaktadır. Yine
Münazarat’ta, hükûmeti kastederek, ". Üssülesas-ı siyaseti de şu düsturdur: Bu
devletin dini, din-i İslâmdır"11 demektedir.

Said Nursî, Divan-ı Harb-i Örfî’de
de bu mânâyı ihsas eder. Meselâ, "Şeriat da, yüzde doksan dokuz ahlâk, ibâdet,
âhirete ve fazilete aittir. Yüzde bir nisbetinde siyasete mütealliktir" der.
"Onu da ululemirlerimiz düşünsünler."12

Mektubat’ta ise, Emevîler bahis konusu
iken, "siyaset" ve "saltanat" beraberce zikredilir. İlgili tahlil, "siyaset ve
saltanat" ile başlar. "Tam muvaffakiyet-i siyasiye ve tamam saltanat," "zahirî
ve siyasî hilâfet," "saltanatın bir kısım kanunları ve siyasetin merhametsizce
mukteziyatı" ile devam eder. Ardından, "saltanat siyaseti" tabiri gelir.13 Hemen
ardındaki sayfada "Hükûmetin ve asayişin devamı için eşhas fedâ edilir"
anlayışı, "merhametsiz siyasetin bir düsturu" olarak nazara verilir."14

Bediüzzaman, Emirdağ Lâhikası’nda da "siyaset" ile ne anlaşılması gerektiğine
ışık tutar. âhirzamanda geleceği hadisle bildirilen Hz. Mehdi’nin "hilâfet-i
Muhammediye ve ittihad-ı İslâm ordularıyla zemin yüzünde saltanat-ı İslâmiyeyi
sürmek cihetinde"ki üçüncü vazifesi için "siyaset mânâsını ihsas eder" der.15

Bütün bu iktibaslardan, "siyaset"in hangi mânâda kullanıldığı ortadadır.
Hepsinde "siyaset" derken, hükûmete, idareye, iktidara dair fiiller
sözkonusudur. Yani, Bediüzzaman’ın lûgatinde "siyaset," umumî mânâsı
istikametinde, "hükûmet etme"ye, "iktidar"a, "devlet idaresi"ne dair fiiller
bütününü ifade eder. "Siyasî faaliyet" de, bu hedefe matuf olan faaliyettir.

Bu
noktayı anlamadan, Risale-i Nur’un "siyaset"e dair tesbitlerini doğru anlamanın
mümkün olmayacağı ortadadır. Yine bu noktayı anlamadan, Bediüzzaman Said
Nursî’nin imanla yaşanmış 87 yıllık hayatını hakkıyla idrak etmenin imkânı
yoktur.

Zira, 1918’de-Sünuhat’ında yazdığı üzere-"siyasetin ve şeytanın
şerrinden Allah’a sığınırım" diyen Bediüzzaman, dört yıl sonra davet edildiği
Ankara’ya gitmiştir. Kasım 1922’de gittiği Ankara’da meb’uslarla görüşmüştür.
Beyanname dağıtıp, Mecliste de okutmuştur. Tek parti iktidarının yumuşadığı bir
devirde, parti genel sekreteri Hilmi Uran’a mektup yazarak, ikaz ve tavsiyelerde
bulunmuştur. Çok partili idareye geçildiğinde, reyini Demokrat Parti lehine
belli etmiştir. Demokrat Parti Emirdağ ilçe teşkilâtını talebeleri kurmuştur.
Sonrasında, "O iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz"
demiştir. Bazı Demokrat bakanlarla görüşmüştür. Cumhurbaşkanı Celâl Bayar ile
Başbakan Adnan Menderes’e muhtelif mektuplar göndermiştir.

Dikkate değerdir,
Bediüzzaman Said Nursî, bütün bu kabil fiilleri, "Siyasetin ve şeytanın
şerrinden Allah’a sığınırım" dediği bir vasatta işlemiştir. Nur Talebeleri
"ehl-i siyasete karışmadığı"nı, 1957’de, Demokratlara açıkça destek verdiği bir
vasatta söylemiştir.

Çünkü, bütün bu fiiller ile "siyasetten Allah’a sığınma"
ifadesi arasında bir tezat yoktur. Çünkü, söz konusu fiillerin hiçbiri
"iktidar"ı hedefleyen bir faaliyet değildir. Hiçbiri "siyaset"e, yani "iktidar
olma"ya, yani "devleti yönetme"ye yönelik bir fiil değildir. Hiçbirinde "devlete
hâkim olma" hedefi yoktur.

Yani, ne oy verme, ne bir partiyi destekleme, ne bir
parti teşkilâtına şahsen üye olma, ne mitinge gitme, iktidar olmayı hedef tutan
bir "siyaset"in şümülünde değildir. Bu fiillerin hiçbirinde, yönetimi ele
geçirme gibi bir amaç yoktur. Onun için "istiaze" edilen bunlar değildir. Peki,
ya nelerdir?

Üç tarz-ı siyaset

Bediüzzaman Said Nursî, Risale-i Nur’da, siyasete
dair üç ayrı tavırdan söz eder:

[1] "Siyaseti dinsizliğe âlet;"

[2] "Dini
siyasete âlet;"

[3] "Siyaseti dine âlet."

[1] Siyaseti dinsizliğe âlet fikri,
yeni bir fikir değildir. Daha Osmanlı zamanında, bu fikri taşıyanlar vardır.
Bediüzzaman, o devirde "siyaseti dinsizliğe âlet etmeye teşebbüs niyetleri ve
fikirleri olan "bazı münafık zındıklar"dan söz eder.16 Bir eserinde, bunları
"İttihadçıların yüzde on olan mason kısmı"17 olarak tarif eder. Bu zümre, "o
zamandan yirmi sene sonra" devlete hâkim olmuştur. "Garplılaşmak bahanesiyle
siyaseti dinsizliğe âlet" etmeye teşebbüs etmiştir.

Tek parti dönemi boyunca
"istibdad-ı mutlakı rejim telâkki eden" bu "gizli komite," onca sene "vatan ve
milletin dehşetli zararına, siyaseti mutaassıbane dinsizliğe âlet etmiştir.18
Böylece "beşerdeki en dehşetli vahşet ve bedeviyet kanun-u esasîsine irticaa
çalışmış"tır.19 "Dinsizlik düsturlarını kanuna bağlamış"tır. Ama başına hamiyet
maskesini takmayı da ihmal etmemiştir. Dahası, "dessasane dini tezyif etmek
için," önce dindarları siyasete itip, onları iktidar kavgasına sevkedip
üstlerine gitmeyi; sonra da "siyaseti dinsizliğe âlet etme"yi plânlamıştır.20

Dikkati çeken husus şudur: Bu zümrenin asıl gayesi, iktidarı ele geçirmek
değildir. İktidar, bu "gizli İslâmiyet düşmanları" için sadece bir vasıtadır.
Dinsizliği neşretmenin âletidir. "Gizli İslâmiyet düşmanları"nın niyeti,
iktidarı ele geçirip, nimetlerinden şahsen istifade ile sınırlı değildir. Sadece
zevk ü safa sürmek değildir. Asıl niyet, başa geçip devlet güçlerini dinsizliğe
âlet etmektir. Siyaseti dinsizliğe âlet etmek için iktidarı ele geçirmişlerdir.

Ve ederler de… Çeyrek asır boyunca devlet güçlerini dini yok etme, dinsizliği
yayma hedefi için kullanırlar.

[2] Bediüzzaman, buna mukabil, "dini siyasete
âlet etme
"yi kesinlikle reddeder. Velev ki, "Biz İslâmı istiyoruz. İslâmı
iktidara getirip, İslâma hizmet edeceğiz" desin, böyle bir hareketi kat’iyyen
kabul etmez. "İnkılâbcı bir siyaset-i İslâmiye" fikrine, kendi mesleği açısından
muhalefetini açıkça ortaya koyar. Nitekim, öyleleri çıkmış; ve Bediüzzaman
onlara karşı tavır koymuştur. Gerek şu ülke içinde, gerek sâir İslâm ülkelerinde
böylesi bir anlayışla ortada kalmanın zararları konusunda uyarıda bulunmuştur.

Meselâ Meşrutiyet devrinde, "siyaseti dinsizliğe âlet" niyetine karşı, "bir
kısım dindar ehl-i siyaset, dini siyaset-i İslâmiyeye âlet etmeye çalışmışlardı"
der Bediüzzaman. Bunu tenkid eder. "İslâmiyet güneşi yerdeki ışıklara âlet ve
tabi olamaz" çünkü. "Ve âlet yapmak, İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir,
büyük bir cinayettir."21 Hem, "Hakikat-ı İslâmiye bütün siyasâtın fevkindedir.
Hiçbir siyasetin haddi değil ki, İslâmiyeti kendine âlet etsin."22

Bediüzzaman
Said Nursî’nin, dini siyasete alet edenler için "dindar ehl-i siyaset" demesi
manidardır. Evet, bu insanlar dindardırlar. Ama dini siyasete tâbi
görmektedir-ler. Yaptıkları ise "siyaset-i İslâmiye"dir; yâni önce iktidara
gelme, sonra o iktidarı İslâm adına kullanmadır. Bediüzzaman, bunun şiddetle
karşısındadır. Çünkü, bir kere din siyasete tâbi ve âlet olamaz. Din, devlet ile
kâim değildir. İkincisi böylesi bir hareketle "bâki elmaslar" hükmündeki ilâhi
hakikatları "kırılacak âdi şişeler hükmüne" düşürme; iktidar kavgasının oyuncağı
yapma tehlikesi vardır. Ki bu, "İslâmiyetin kıymetini tenzil etmektir, büyük bir
cinayettir."

Bediüzzaman bu noktada ikinci bir hükmü daha ortaya koyar: "Din
dahilde menfî tarzda istimal edilmez."23 Bunun örneği, Osmanlı zamanında
görülmüştür. Meşrutiyeti askıya alan "Sultan Hamid’in mecbur olduğu istibdad"a24
bazı alimler İslâmî kılıflar uydurmaya çalışmışlardır. Bu da, İslâma zarar
vermiştir. Zira, istibdada hücum edenler, bu arada İslâma da hücum durumuna
düşmüşlerdir. Bu açıdan, Bediüzzaman "Otuz sene halife olan bir zat, menfî
siyaset namına istifade edildiği zannıyla şeriata gelen tecavüzü gördünüz"25
der.

Aynı hataya, Cumhuriyet sonrasında düşenler de olmuştur. Meselâ, iktidara
hâkim olan zümrenin dinsizliği neşir gayretine karşı silâha sarılan, kuvvete
başvuran kimi insanlar neticede dine zarar vermişlerdir. Bu hareket ile, "husulü
meşkuk bir maksad için binler günaha girilmiş"tir. "Birinin yüzünden çoklar
belâya atılmış"tır. "On ihtimalden bir-iki ihtimale binaen günahlara girilip,
masumlar günaha atılmış"tır.26 Sonuçta, elde zarardan başka birşey yoktur.
Üstelik, sadece şahıslar zarar görmüş değildir. Bu hareket, zaten dine hücum
için bahane arayan "siyaseti dinsizliğe âlet" edici güçlerin eline fırsat
vermiştir. Dine yönelik birçok hücum, bu bahane edilerek başlamıştır. Dindarlara
yönelik en büyük zulüm, bundan sonra olmuştur. Tekke ve zaviyeler bundan sonra
kapatılmış; tarikatlar, Kur’ân öğrenimi, dinî eğitim bundan sonra
yasaklanmıştır. Velhasıl, böyle böyle, siyaseti dinsizliğe âlet edenlerin
elinde, memleket bir bataklığa girmiştir. Şu ülke dahil, Dârü’l-İslâm’ın birçok
cüz’ünde yaşanan budur.

Bediüzzaman Said Nursî, içinde bulunduğumuz asra dair şu
umumî tabloyu çizer: "Hayat-ı beşeriye bir yolculuktur. Şu zamanda, Kur’ân’ın
nuruyla gördüm ki, o yol bir bataklığa girdi."27 O bataklığa giren iki grup
insandan söz eder Bediüzzaman. Yüzden yirmisi, bataklığı misk ü amber zannedip
yüzüne gözüne bulaştırır. Yüzden sekseni bataklığı anlar, ufunetli, pis olduğunu
hisseder, ama çıkamaz. "İşte bunlara karşı iki çare var. Birisi, topuz ile o
sarhoş yirmisini ayıltmaktır. İkincisi, bir nur göstermekle mütehayyirlere
selâmet yolunu irâe etmektir."28

Bediüzzaman, ikinciyi tercih eder. "Topuz"a
benzettiği "siyaset"e girmez. "Siyaset topuzu"nu29 kullanmaz. Yani, iktidarı
hedef alan bir harekette bulunmaz. Bir siyasî parti kurma veya iktidarı hedef
alan bir örgütlenmeye girme veyahut belli bir partiye veya partilere girip
kadrolaşma gibi tavırlar sergilemez. Ki böylesi bir hareketin akîm kalması
mümkün olduğu gibi; bir elde topuz varken nurun insanlara yol göstermesine mani
olma tehlikesi de vardır. Bediüzzaman, sadece ve sadece nur göstermeye çalışır.
Bu noktada, tesbiti şudur:

"Hakaik-ı imaniye ve Kur’âniye birer elmas hükmünde
olduğu halde, siyaset ile âlûde olsa idim, elimdeki o elmaslar iğfal olunabilen
avam tarafından ‘Acaba taraftar kazanmak için bir propaganda-i siyaset değil
mi?’ diye düşünürler. O elmaslara adi şişeler nazarıyla bakabilirler. O halde
ben o siyasete temas etmekle, o elmaslara zulmederim ve kıymetlerini tenzil
etmek hükmüne geçer."30

Burada, "siyaset" ile kast edilenin, meselâ oy vermek,
bir siyasî partiye destek olmak olmadığı açıktır. Kast edilen iman hizmeti ile
beraber, bir iktidar hedefinin de güdülmesi ve ona da çalışılmasıdır. Bu hedefe
ister partileşerek veya devrimci birtakım yapılanmalara girerek doğrudan, ister
kadrolaşarak dolaylı şekilde ulaşmak amaçlansın; ikisi de, Risale-i Nur’un
yolunda yoktur. Zira, her halde, Risale-i Nur, siyasete âlet ve tâbi edilmiş
olacaktır. Oysa, verilen "ders-i Kur’ân," "bütün siyaset cereyanlarının ve
tarafgirliklerinin fevkinde"dir.31

Bediüzzaman, bu noktada şöyle der:

"Hakaik-ı
imaniye-i Kur’âniye başka cereyanlara, başka kuvvetlere tâbi ve âlet edilmemek
ve elmas gibi o Kur’ân’ın hakikatlarını dini dünyaya satan veya âlet eden
adamların nazarında cam parçalarına indirmemek ve en kudsî ve en büyük vazife
olan imanı kurtarmak hizmetini tam yerine getirmek için, Risale-i Nur’un has ve
sadık talebeleri, gayet şiddet-i nefretle siyasetten kaçıyorlar."32

Burada kast
edilen mânâ da açıktır. Risale-i Nur Talebeleri "siyasetten kaçıyorlar," yani
hükûmeti ele geçirme gibi bir hedeften kaçıyorlar. İktidar olma gibi bir
faaliyetten kaçıyorlar. Böyle bir neticeyi hedef edinmiyorlar. Çünkü, İslâmiyet
güneşini yerdeki ışıklara tâbi ve âlet etmiyorlar. Semavî olan iman
hakikatlarını, dünyevî bir mücadeleyle sunmuyorlar.

Bu mânânın kast edildiği, şu
sözle de açığa kavuşmaktadır:

"Risale-i Nur, dünyada her cereyanın fevkinde
bulunması ve umumun malı olması cihetiyle, bir tarafa tâbi ve dahil olmaz. Belki
mütecaviz dinsizlere karşı haklı tarafa yardımcı olur ve dost olur ve ihtiyat
kuvveti hükmünde onlara bir nokta-i istinad olur."33

Yani, dine saldıran
dinsizlere karşı, onlara muhalif bir siyasî harekete destek olmanın, yardımcı
olmanın; ona oy vermenin, ona oy verilmesi için çalışmanın, Risale-i Nur
ölçüleri içinde yeri vardır. Yeri işte budur. Ve bu kabil faaliyetler "Nur
Talebeleri siyasetten kaçıyorlar" hükmü ile çelişmez. Çünkü, bu faaliyetlerde
hedef, "Nur Talebeleri" olarak iktidara geçmek değildir.

Siyaset dine âlet
edilir!

[3] "İslâmiyet bütün siyasâtın fevkindedir. Bütün siyasetler ona
hizmetkâr olabilir"34 der Bediüzzaman. "Eğer mümkün ise," "siyaset vasıtasıyla
dine hizmet" meşrudur, makbuldur. Yapılabilir, hatta yapılması "vazife"dir.35
"Ehl-i İslâmiyet, hamiyet-i diniye ve kuvvet-i imaniye cihetiyle, siyaseti dine
âlet yapabilir."36

Nitekim Said Nursî, "Eski Said" olarak "bütün kuvvetiyle
siyaseti dine âlet etmeye çalışmış"tır.

"Ve derdi ki, ‘dinin bir hakikatını bin
siyasete tercih ederim.’ Evet, o zamanda kırk-elli sene evvel hissetmiş ki, bazı
münafık zındıkların siyaseti dinsizliğe âlet etmeye teşebbüs niyetlerine ve
fikirlerine mukabil, o da bütün kuvvetiyle siyaseti İslâmiyetin hakaikına bir
hizmetkâr, bir âlet yapmaya çalışmış."37

Bu hal, bir "siyasete girme" hali
midir? Hayır. Çünkü, hedef devlet idaresi değildir. Hedef, "dine hizmet"tir.
Kendisi yönetimde bir yere oturmaksızın, idarî kademelerde yer almaksızın,
yönetimi dine hizmet etmeye yöneltmek hedefi vardır. Asıl maksat, budur.
Siyasetin dine hizmet edeceği yerde bunun için çalışmak makbuldür, makuldür,
meşrudur.

Bediüzzaman da, mümkün göründüğü vasatta buna çalışmıştır. Ama vakta
ki, siyaseti dinsizliğe âlet eden güçler devlete hâkim olur; bunu terkeder.
Zaten, terketmemiş olsa bile, siyaseti dine hizmetkâr etmeyi başarması o
şartlarda mümkün değildir. Böylesi bir halde, bilakis söz konusu güçlerin
kontrolüne girmiş devlet güçlerini üstüne çekip, dine zarar verme tehlikesi
vardır.

Yani, "İslâmiyeti siyasete âlet etme"ye asla kalkışmamış olan
Bediüzzaman Said Nursî, "siyaseti dine âlet etme" tavrını ise, yanlış olduğu
için terk etmiş değildir. Yeni halde bu mümkün olmadığı için bunu terk etmiştir.
Ama ne zaman ki dinsizliği hedefleyen güçlere karşı muhalif ve dine hürmetkâr
bir diğer hareket siyaset sahnesine çıkar; ağırlığını bu defa o yöne verir.
Siyaseti dinsizliğe âlet edenlere karşı yine siyaseti dine hizmetkâr etmeye
çalışır. Ama hemen vurgulayalım: Ehl-i siyasete bunu söyleyerek, yoksa, kendisi
ehl-i siyaset olarak değil!

Bir lâhikada, "Vatan ve milletin dehşetli zararına
siyaseti mutaassıbane dinsizliğe âlet edenlere karşı bizim siyasete bakmamıza
mecburiyet-i kat’iye olduğu zaman"dan38 söz eder Bediüzzaman. Ve işte o zaman,
siyaset âlemine bakar; dinsizliği hedef alan güçlere karşı, onlara muhalif olan
Demokratları görür ve "siyaseti dine âlet ve dost yapma vazifesini" bildirir.

Bediüzzaman, bu vazifeden asla geri kalmayacaktır.

Bediüzzaman’ın bu noktada
"vazife" tabirini kullanması, bilhassa dikkate değer. Bu, "Siyaseti dine âlet ve
dost yapmaya çalışılabilir de, çalışılmayabilir de. Ben bu işle
ilgilenmeyebilirim" demek değildir. Yani, mümkün olduğu yerde buna çalışmaktan
kaçınmak, bir vazifeden kaçmak demektir. Hürriyeti yok eden, İslâma hücum eden,
genç dimağları dinsiz fikirlerle dolduran, her kesime dinsizliği neşre çalışan
bir tehlikeli harekete karşı; hürriyet ve demokrasi taraftarları lehinde
çalışmak, Bediüzzaman’a göre, İslâmî bir vazifedir. Bunu yapmamak, bu vazifeyi
ihmal etmektir. Bunun mazereti de yoktur. Zira bu ihtimalle, bilmeyerek de
olsa, dinsizliği hedef bilen siyasî harekete güç verilmektedir. En azından
belinin kırılmasına mani olunmaktadır.

Siyaset ve ubudiyet

İşte bu nokta,
siyaset dairesinin de, "ubudiyet dairesi"ne dahil olduğu noktayı temsil eder.
Böylesi bir halde, dinin lehinde olan için yardımcı olup, dinin aleyhine olanın
aleyhine çalışmak, siyaset dairesinde kulluğu yaşamanın ifadesidir. Zira, hedef,
her dairede olduğu gibi, dine hizmettir. İman hakikatlarının inkişafının önüne
çekilen kalın zulmet perdesinin yırtılması hedefi vardır. Böylece iman
hakikatlarının inkişafına vesile olma hedefi vardır.

Evet, hakikî dindar "Bütün
kâinatın en büyük gayesi ubudiyet-i insaniyedir"39 diye bilir. âyetü’l-Kübra’da
ifade edilen şu hakikatın şuurundadır: "İnsanın bu dünyaya gönderilmesinin
hikmeti ve gayesi, Hâlik-ı kâinatı tanımak ve Ona ibâdet etmektir."40 Her
mü’min, buna çalışır. Hedefi, gayesi budur. Ve bu gaye, "eğer mümkün ise,"41
siyaseti de bu gayeye âlet etmeye engel değildir.

Bediüzzaman, bu konuda şu son
derece berrak hükmü verir:

"Hakiki dindar ise, ‘bütün kâinatın en büyük gayesi
ubudiyet-i insaniyedir’ diye siyasete, aşk-ı merak ile değil, ikinci üçüncü
mertebede onu dine ve hakikata âlet etmeye-eğer mümkünse-çalışabilir."42

"Hakiki
dindar" için "birinci mertebe"de önemli iş, kulluğudur. Mü’min, hayatının her
ânını, her hal ve şartı buna göre yaşama durumundadır. Yemeğini buna göre yer;
işinde buna göre çalışır. Çiçeğe de buna göre bakar; siyasete de. Siyaset
dairesinde alması gereken tavrı, "Şöyle bir ülkede, şu şartlarda, hikmet
dairesinde, kulluğum icabı nasıl bir siyasî tavır almam gerekiyor?" diye sorarak
belirler. O noktada aldığı tavır da imanının bir tezahürüdür.

Kulluğunu hatıra
getirmeden, boşu boşuna, gayesizce, sırf lüzumsuz bir merak ile veya dünyevî bir
gaye ile tavrını almayı hakikî bir mü’min için düşünmenin ise, imkânı yoktur.

"Şerrinden Allah’a sığınılan siyaset" nedir?

Buraya kadar yaptığımız tahlili
özetlersek:

"İslâmiyet, umumun mukaddes malıdır. Bütün siyasî cerayanların
üstündedir. Mevcudiyeti için şu veya bu siyasî cereyana tâbi görülemez.
İslâmiyet, hiçbir siyasete tâbi olamaz. Semavî, ilahî "hakikat-ı İslâmiye"yi
siyaset cereyanlarına âlet etmeye kimsenin hakkı yoktur. Nitekim, Bediüzzaman’ın
"istiaze" ederek "şerrinden Allah’a sığındığı" bir hal, budur. Bediüzzaman,
"maksad-ı aslî"43 olarak, yani "dini ona tâbi kılma ve âlet etme" pahasına
siyasetle iştigalden her zaman Allah’a sığınmıştır.

Eski Said devrinde de; Yeni
Said devrinde de…

Ama siyaset, "eğer mümkün ise" dine âlet ve dost ve hizmetkâr
yapılabilir. Yapılmalıdır da. Bunun için yapılan herhangi bir fiili, "şerrinden
Allah’a sığınma"yı gerektiren bir fiil olarak göremeyiz. Çünkü, burada, "dini
siyasete âlet etmek" söz konusu değildir. Bizatihî ehl-i siyaset olmadan, ehl-i
siyaseti dine hizmet ettirmek söz konusudur. Bediüzzaman, mümkün olduğu her
zamanda, buna çalışmaktan geri durmamıştır.

Eski Said devrinde de; Yeni Said
devrinde de…

Bediüzzaman Said Nursî, Hutbe-i Şamiye’de, "şerrinden Allah’a
sığındığı" husus olarak "dini siyasete âlet" tavrına dair paragrafın devamını
şöyle getirir:

"… Hatta, Eski Said o çeşit siyaset tarafgirliğinden gördü ki,
bir sâlih âlim kendi fikr-i siyasîsine muvafık bir münafıkı hararetle senâ etti
ve siyasetine muhalif bir salih hocayı tenkid ve tefsik etti.

"Eski Said ona
dedi: ‘Bir şeytan senin fikrine yardım etse, rahmet okutacaksın. Senin fikr-i
siyasiyene muhalif bir melek olsa, lânet edeceksin. Bunun için Eski Said
‘Siyasetin ve şeytanın şerrinden Allah’a sığınırım’ dedi ve otuz beş seneden
beri siyaseti terk etti."44

Burada, "ehl-i siyaset"in-velev ki dindar
olsun-düşebileceği tehlikeli hal nazara verilir. Siyaseti asıl maksat yapanlar,
ölçüyü muhafaza edemeyebilir. Tarafgirlik nazarıyla haklıyı haksız, haksızı
haklı görebilir. "Şeytan birisine yardım etse melek der, rahmet okutur.
Ötekisinde melek görse, libasını değiştirmiş şeytandır der, lânet eder."45
Gayesi "siyaseti dine âlet;" niyeti "dine hizmet;" ölçüsü "din" olmayan böyle
biri, aynı siyasî görüşteki siyasetdaşı için hep hüsn-ü zan eder; herşeyini
iyiye yorar. Muhalifi için ise, daima su-i zan eder; hep kötüye yorar. "Su-i zan
ve hüsn-ü zan nazarıyla, dürbünün iki tarafı gibi leh, aleyhdar. Vâhi emareyi
bürhan, bürhanı vahi emâre görür."46

Oysa gayesi "siyaseti dine âlet;" niyeti
"dine hizmet;" ölçüsü "din" olan biri, bu hataya düşmez. Doğruya doğru, eğriye
eğri der-velev ki doğru öbür tarafta; eğri bu tarafta olsun. Bediüzzaman’ın
hayatı ile gösterdiği gibi, siyasetini dine âlet etmek üzere destek verip
yardımcısı olduğu siyasî hareketin yanlışını görse, onu da ikaz eder.

Bu tavırda
sakınılacak birşey yoktur. Ama diğeri, tehlikeli bir haldir. Hakka karşı
işlenmiş bir zulümdür. Nitekim, "İşte şu zulümdür; ‘Muhakkak ki, insan zâlimdir’
sırrını gösterir"47 der Bediüzzaman. Kurân’ın haber verdiği bu dehşetli halden
Allah’a sığınır. "İnad, bazan müfrit fırka mutâassıplarına dalâl ve batılı
iltizam ettirir"48 der ve bu hale düşmekten Allah’a sığınır.

Bu noktada,
Bediüzzaman’ın "fırka mensupları" tabirini kullanmadığı görülür. "Müfrit fırka
mutâassıpları" der Bediüzzaman. Hakkı bâtıl, bâtılı hak gören; doğruyu yanlış,
yanlışı doğru gösteren onlardır. Yani, "siyasetten Allah’a sığınmanın"
şümulünde, şahsen "parti mensubu" olmak yoktur; "müfrit fırka mutaassıbı" olmak
vardır. Sığınılan, "ifrat" ve "taassup" halidir. Hakkı bâtıl, bâtılı hak görme
halidir. Ama bir parti mensubu kendi siyasetdaşının yanlışını da görebiliyorsa;
bâtılı hak imiş gibi tevile çalışmıyorsa asıl ölçüsünü "siyaset" kılmıyorsa,
bunda korkulacak bir hal yoktur.

Ki, meselâ, Bediüzzaman’ın hayatta olduğu
1950’lerde, Demokratların Emirdağ ilçe teşkilatı başkanı, onun bir talebesidir.
Bir milletvekili de. Zira, "bazı kardeşler Nur’lar namına değil, belki kendi
şahısları namına girebilirler."49

Bu son hüküm, son derece önemli noktaları
içermektedir. Bir kere, eğer aslolan ehliyet ve liyakat ise, kim o liyakatı
gösteriyorsa, o tercih edilir. Yoksa, birisi, "Ben filâncayım. Ben filân dinî
kesimin temsilcisiyim. Şu kadar oyum var" diye siyasete giremez. Çünkü, kimsenin
oyu kimsenin cebinde olamaz, olmamalıdır. Ki, devlet yönetiminde yer almak bir
"selâhat" işi olmaktan önce "mahâret" işidir; ehil ellere ulaşması gereken bir
iştir. Bir kişinin çok mütedeyyin olması yahut meselâ Risale-i Nur’u çok iyi
okuyup düşünüyor olması ayrıdır; iyi bir yönetici olmak ayrıdır. (Zaten, bir
mektupta Bediüzzaman’ın tespit ettiği gerçeğe bakılırsa, ilk halifeler ve de
sonraki bazı ender hükümdarlar hariç, iki meziyeti aynı anda koruyabilen
olmamıştır.)

Konu siyasî tercihse, o naktada, hak ölçüler içinde ve de hikmet
dairesinde en ehliyetli görünen tercih olunur. Kaldı ki, meselâ "Ben daha
dindarım" veya "Ben filân cemaat adına buradayım" tavrının ardında, dolaylı da
olsa, dinî hassasiyetin oya tahvili gayreti vardır; ki bu "dini siyasete âlet
etme" şümulûne girer. Dahası, siyaset âleminde "dindarlar," "Nur’lar," v.s.
adına diye ortaya çıkılırsa, o tek kişinin-veya bir zümre-nin-yanlış bir
hareketi doğrudan "din"e, "dindarlar"a, "Nur’lar"a mal edilecektir; ve kimsenin
buna sebebiyet vermeye hakkı yoktur.

Kısacası, bir ehl-i din siyasete girse,
yalnız kendi namına girebilir. "Din" namına; "hakka hizmet" namına girdiğini
söyleyemez-velev ki niyeti bu olsun!

Siyasette ölçü

Herhangi bir gün birisi
çıkıp, "Ben [veya biz] siyaseti dine âlet etmek istiyorum. Dini siyasete âlet
etmeyeceğim. Bu ölçüleri bilerek meydana çıktım" diyebilir. Bu sözün o kişinin
gerçek niyetini aksettirip ettirmediğini anlamanın yolu var mıdır? Ölçü nedir?

Bediüzzaman, bu bakımdan, (a) ortaya çıkan şahıs; (b) ortaya çıktığı vasat
açısından ölçüler getiriyor.

Sünuhat’ta Bediüzzaman’a yöneltilmiş şöyle bir soru
vardır. "Dinsizliği görmüyor musun, meydan alıyor. Din namına meydana çıkmak
lâzım."

Bediüzzaman, bu soruya şu cevabı vermiştir:

"Evet, lâzımdır. Fakat kat’î
bir şart ile ki, muharrik aşk-ı İslâmiyet ve hamiyet-i diniye olmalı. Eğer
muharrik veya müreccih siyasetçilik veya tarafgirlik ise, tehlikelidir.
Birincisi hata da etse, belki ma’fuvdur. İkincisi, isabet de etse, mes’uldür."50

Ne var ki, bu "enfüsî" bir ölçüdür. O kişinin bileceği birşeydir. Onun niyeti
İslâmiyet aşkı mı, siyasetçilik mi, biz bilemeyiz. Hatta o kişi kendimiz dahi
olsak, iç dünyamızda hangi saikle harekete geçtiğimizi tam olarak kestirmek pek
kolay değildir.

İşte o yüzden Bediüzzaman Said Nursî iki ölçü daha veriyor:

"Kim
fasık siyasetdaşını mütedeyyin muhalifine su-i zan bahaneleriyle tercih etse
muharriki siyasetçiliktir. Hem, umumun mâl-i mukaddesi olan dini, inhisar
zihniyetiyle kendi meslekdaşına daha ziyade has göstermekle, kavi bir
ekseriyette, dine aleyhdarlık meyli uyandırmakla nazardan düşürmek ise,
muharriki tarafgirliktir."51

Meselâ, bir siyasî partiye mensup bir insan
düşünelim. Aynı parti içinde, siyasî tercihteki isabetine mukabil, başka
noktalarda yanlışları ve dine aykırı halleri olabilir. Başka bir partide ise,
siyasî tercihi isabetsiz, ama sair cihetlerden dinin övdüğü meziyetlere sahip
biri olsun. Eğer, siyasî tercih farkı yüzünden ikincisi hepten kötüleniyor;
diğerinin ise yanlışı da doğru gibi görülüyorsa, burada "aşk-ı İslâmiyet"
yoktur. "Siyasetçilik ve tarafgirlik" vardır.

Kezâ, siyasî tercihi belirtirken,
"Ben daha dindarım. Biz dindarız" gibi sloganlar ile yola çıkılamaz. Din,
kimsenin tekelinde değildir. Bilâkis, bütün insanlığın mukaddes malıdır. Belli
bir partinin inhisarına alınamaz. Kendi partisine, ya da partilerine has
gösterilemez. Çünkü, böylesi bir tavır, diğerleri için "Biz Müslüman değil
miyiz? Bizi Müslüman saymıyor musun?" gibi itirazları getirecek; söz konusu
tekelci tavra yönelen itiraz, o tavır devam ettikçe, dine aleyhtarlığa dahi
dönüşebilecektir. Bundan en başta zarar görecek olan, dindir.

Kaldı ki,
"Zihniyet-i inhisar, hubb-u nefisten geliyor"52 der Bediüzzaman. Meselâ bir kişi
eğer dini kendi partisinin tekeline alma temayülü gösteriyorsa, bunun gerisinde
"nefis sevgisi" vardır; "aşk-ı İslâmiyet" değil.

Bediüzzaman, bunu bir örnekle
açıklar:

"Meselâ, iki adam döğüşürler. Biri zaif düşeceğini hissederken,
elindeki Kur’ân’ı kaviye uzatmakla himayesini davet edip kavi bir ele vermek
lâzımdır. Tâ beraber çamura düşmesin. Kur’ân’a muhabbetini, hürmetini göstersin.
Kur’ân’ı Kur’ân olduğu için sevsin.

"Eğer kavinin karşısına siper etse, himayet
damarını tahrik etmeye bedel, hiddetini celb eder. Kur’ân’ı kavi bir hadimden
mahrum bırakmakla zaif bir elde beraber yere düşerse, o Kur’ân’ı kendi nefsi
için sever demektir."53

Böylesi bir hal, hiç şüphe yok, şerrinden Allah’a
sığınmayı gerektirir bir haldir!

Siyaset tarafgirliğinin bu hali nasıl
doğurduğunun acı örnekleri, maalesef görülmüştür. Dün de, bugün de görülmüştür.
Meselâ, Meşrutiyet döneminde böylesi acı hale şahit olunmuştur. "İstibdat"
tarafgirliği ile İttihad ve Terakkiye düşman olan kimi dindarlar, o fırkayı
"masonluk"la karalamaya çalışmıştır. Bediüzzaman’a göre, "yüzde on edepsiz, çok
sefih mason kısmı"nı,54 İttihad’ın tamamı öyle insanlarmış gibi sunmuşlardır.
"Yüzde doksanı mu’tekid Müslimler"i55 de "edepsiz, çok sefih mason kısmı" gibi
göstermek istemişlerdir. Böylece, çoğunluğun nefretini ve hiddetini
çekmişlerdir.

Aynı durum, yakın geçmişte de yaşanmıştır-ve hâlâ yaşanmaktadır.
"Din namına" ortaya çıkan; ama dinsizliğe karşı gelişen bir diğer siyasî
hareketi baltalayan bir parti, işi "Müslüman sayımı"na kadar götürmüştür. Aldığı
oya bakarak, "Türkiye’de şu kadar Müslüman var" diyebilmiştir. Kendisi dışındaki
herkesi dinin dışında sayma cür’etini gösterebilmiştir. Böylesi bir anlayış,
velev ki siyaseten başarıya ulaşsın, velev ki iktidar olsun, hâlâ tehlike
vardır. Zira, kendisini "İslâmın temsilcisi" gördüğü ölçüde, her yanlışı İslâmın
hanesine yazılacaktır. İlgili parti değil, İslâm karalanacaktır.

Âlet olmamanın
ölçüsü nedir?

Bediüzzaman Said Nursî, Meşrutiyetin ilânı sırasında, siyâseti
dine âlet etmeye çalışmıştır. 1917’de esâretten dönüşünde ise, siyasetle hiç
iştigal etmemiştir. Tek parti devrinde siyasete bakmamıştır. Ancak, çok partili
demokrasiye geçilirken, yine "Kur’ân menfaatına" siyaset âlemini tahlil ederek
Demokratları dine yardımcı kılmaya çalışmıştır.

Bütün bu tavırlar ayrı ayrı
mülâhazaların mı ifadesidir? Yoksa, hepsi aynı ölçü tatbik edilerek mi
belirlenmiştir?

Bediüzzaman Said Nursî, işte bu noktada, her zaman ve zemin için
tatbik olunabilir umumî ölçüler getiriyor.

Esâretten dönüşünde, sorarlar
Bediüzzaman’a: "Neden geldin geleli siyasete karışmıyorsun?" Cevap şöyle
gelişir:

"Biz müteharrik-i bizzat değiliz, bilvasıta müteharrikiz. Avrupa
üflüyor, biz burada oynuyoruz. O tenvim ile telkin eder, biz kendimizden hayal
edip, asammâne tahribimizde eser-i telkini icra ederiz."56

Devamla, Bediüzzaman
"müteharrik-i bizzat" oluş ile "bilvasıta müteharrik" oluşun ölçüsünü verir:

"Müteharrik-i bizzat," kendisi hareket ediyor demektir. Hareket kaynağı,
kendisidir. "Hareketi kendinedir." Hariçten birinin âleti değildir. Bilâkis
"harici kendine âlet-i lâyeş’ur edebilir."57

"Bilvasıta müteharrik" ise, başkası
onu harekete geçiriyor demektir. Başkasının tahrikiyle hareket etmektedir.
Başkası üfleyip, o oynamaktadır. Bütün harekâtı, bizzat hariç hesabına geçer.
Çünkü iradesi hükümsüzdür."58

Bu umumî ölçü, siyaset-din ikilemesi için de
kullanılır bir ölçüdür. Yani, eğer siyaseti dine âlet etmek mümkünse buna
çalışılır. Burada, hareket noktası dindir. Muharrik, dindir. Yok, eğer dinin
siyasete âlet olması ihtimali varsa, bundan kesinlikle kaçınmak gerekir. Çünkü,
burada hareket kaynağı siyaset olacaktır ve din, siyasete âlet durumuna
düşecektir.

Nitekim, Bediüzzaman, "İttihad-ı İslâm Partisi" diye isim verdiği
muhtemel bir siyasî hareket için bu ölçüyü şöyle tatbik eder:

"İttihad-ı İslâm
Partisi, yüzde altmış-yetmiş tam mütedeyyin olmak şartıyla şimdiki siyasetin
başına geçebilir. Dini siyasete âlet etmemeye, belki siyaseti dine âlet etmeye
çalışabilir. Fakat çok zamandan beri terbiye-i İslâmiye zedelenmesiyle ve
şimdiki siyâsetin cinayetine karşı dini siyasete âlet etmeye mecbur olacağından
şimdilik o parti başa geçmemek lâzımdır."59

Bediüzzaman, burada "yüzde
altmış-yetmiş tam mütedeyyin olmak" şartını bilhassa koyar. Öylesi bir vasatta,
zaten çoğunluğun tercihi ile, siyaset dinin hizmetinde olacaktır. Dini siyasete
âlet etme tehlikesi bahis konusu değildir. Ama bugünün şartları buna müsaade
etmez. Zira, "terbiye-i İslâmiye zedelenmiş" haldedir. Seneler süren bir aşılama
ile, kafalar bulanıktır. Akıllarda şüphe tohumları ekilidir. Kalbler, şüphe
okları ile yaralıdır. Doğru ile yanlış; hak ile bâtıl kolay ayırd edilemez
haldedir. Fazilet ve rıza-yı İlahînin yerine "menfaat;" birbirine yardımın
yerine "mücadele" hâkim fikir olmuştur.

Bu vasatta, ortaya çıkarak, "dini
siyâsete âlet etme" tehlikesi vardır. Dolayısıyla, bugün öyle bir hareket olsa,
en başta dine zararı olacaktır. Zira, bu şartlarda "bilvasıta müteharrik"
olacak; merhametsiz siyasetin çarklarına girecek; dini siyasete âlete mecbur
olacaktır. "Hulûs-u niyet" de pek fayda vermez. Niyeti hâlis olsa da, dine zarar
verdirdiği için mes’ul duruma düşer.60

Neden demokratlar?

Said Nursî, 1920’ler
ve sonrasının Türkiye tablosunu şu berrak çizgilerle tasvir eder: İslâmî
ölçüler, hem de "çok zamandan beri" dumura uğramıştır. "Hükûmet laik cumhuriyete
dönmüştür."61 Bu halde, ancak ve ancak "mânevî bir cihad" yürütülebilir.
Zedelenen "terbiye-i İslâmiye," ancak "iman-ı tahkikî kılıncıyla" tedavi
edilebilir. Dinin hak ve hakikatını gözlere gösterecek derecede kuvvetli
bürhanlara, delillere ihtiyaç vardır.

Bediüzzaman, Risale-i Nur’u bu tahliller
ışığında te’lif eder. Ve, yukarıda özetle sunduğumuz tabloya atıfta bulunarak,
"İşte bu sırr-ı azim içindir ki, Risale-i Nur şakirtleri dünya siyasetine ve
cereyanlarına ve maddî mücadelelerine karışmı-yorlar ve ehemmiyet vermiyorlar ve
tenezzül etmiyorlar"62 der.

Buna mukabil, dinin lehine bir siyasî hareket
gelişme isitidadı gösterdiğinde, Bediüzzaman, "bu vatan ve İslâmiyet ve Kur’ân
menfaatına" ona yardımcı olacaktır; destek verecektir:

"Mâdem siyasetçilerin bir
kısmı Risale-i Nur’a zarar vermiyor, az müsaadekârdır; ehvenüşşer olarak
bakınız. Daha a’zamüşşer-den kurtulmak için onlara zararınız dokunmasın; onlara
faideniz dokunsun."63

Bediüzzaman, gerek bu tavrını, gerek 1950 öncesi tavrı, şu
tahlilin ışığında almıştır:

"Şimdi Kur’ân, İslâmiyet, bu vatan zararına üç
cereyan var.

"Birincisi: komünist, dinsizlik cereyanı. bu yüzde otuz-kırk adama
zarar verebilir.

"Birisi de: Eskiden beri müstemlekâtların Türklerle alâkalarını
kesmek için Türkiye dairesinde dinsizliği neşretmek için ifsad komitesi namında
bir komite. Bu da on, yirmi adamı bozabilir.

"Üçüncüsü: Garplılaşmak,
Hıristiyana benzemek ve bir nevi Purutluk mezhebini İslâmlar içinde
yerleştirmeye çalışan ve dinde hissesi olmayan bir kısım siyasiler heyetidir. Bu
cereyan yüzde, belki binde birisini Kur’ân ve İslâmiyet aleyhine çevirebilir."64

Bu üç hareket, Cumhuriyetin ilk devresinde, tek parti CHP’nin bünyesinde yer
edinmiştir. Bilhassa ilk iki cereyanın 27 yıl boyunca, dine ve dindarlara büyük
zararı olmuştur. Burada, dikkat edilmesi gereken bir nokta şudur: Dinsizliği
hedef tutan tek bir güç var değildir. İki ayrı akım bunu hedef bilmektedir.
Birinin ana ideolojisi, komünizmdir. Diğeri, varlığını ve hedefini gizlediği
için Bediüzzaman "gizli komite" der. O da, kitleleri ifsad ederek hedefine varma
gayretindedir.

Bu iki akımın Cumhuriyetin ilk onyıllarında siyaset sahnesine
hâkim olarak büyük tahribatlara yol açtığı bir sır değildir. İkisi, onca sene
devlet güçlerini dinsizliğin lehine, dinin aleyhine kullandırmışlardır.
Okullarda, dini reddeden; Allah’ı inkâr fikrini aşılayan; Peygamberi
"yalancı"lıkla itham eden; İslâmı tahkir eden bir müfredat, onca sene tatbik
edilmiştir. Ders kitapları, inkâr zehirleri saçan satırlarla dolmuştur. İnsanlar
maddeci yapılmak istenmiştir. Bu yolda, sadece dinsiz fikirler yaymakla ve din
lehine her bir şeyi en gaddar şekilde bastırmakla da kalınmamıştır. Dahası,
insanların zayıf damarlarından girilmiştir. Müstehcenlik alabildiğine teşvik
edilmiştir. "Kazanmak," "daha fazla kazanmak," "daha fazla kazanmak" kafalara
kazınmıştır.

Çünkü, verilen eğitime göre, "âhiret" yoktur; "Allah’a iman"
yoktur; "Allah’a karşı kulluk borcu" yoktur. Sadece ve sadece dünya, ve
heveslerinin esiri insan vardır. "Keyfince yaşa!"

Bediüzzaman, bilhassa körpe
dimağların zehirlendiği o devir için, "cebrî bir serbestiyet"65 tabirini
kullanır. Güya insanlar serbest bırakılmıştır. Ama gerçekte, heveslerinin
kölesidirler artık. Ayrıca, "istibdad-ı mutlak"ı getiren rejimin de
kölesidirler. Çünkü, hedeflerini tatminin yolu, onun verdiği "rüşvet"lerden
geçer-mevki-makam gibi, maddî imkânlar gibi…

Bu dehşetli, dessas ve ustaca
hazırlanmış dinsizce icraatın gerisindeki iki güce karşı, Bediüzzaman her zaman
mücahede etmiştir. "İman-ı tahkikî" kılıncıyla, "manevî bir cihad-ı dinî" ile66.
Nitekim, "Biz Kur’ân hizmetkârları ve Nurcular" der, "evvelki iki cereyana karşı
daima Kur’ân hakikatlarını muhafazaya çalışmışız. Mümkün olduğu kadar dünyaya ve
siyasete bakmamaya mesleğimiz bizi mecbur ediyor."67

Bir mü’min, "dünyaya ve
siyasete" ancak din namına bakabilir. O dairenin dine hizmete sevk olunması
imkânı varsa, siyasete bakar. Yani, siyasete "siyaset" hesabına değil, "dine
hizmet" hesabına bakar. Ama "istibdad-ı mutlak"ın rejim bilindiği, "siyasetin
dinsizliğe âlet" edildiği bir ceberut devrinde, bunun temini mümkün olamaz.
Siyaseti dinsizliğe âlet edenlerin Kur’ân’a hücum ettiği bir devirde yapılacak
olan, bu hücuma karşı "Kur’ân hakikatlarını muhafaza"dır. Siyaset sahnesinde
ise, bu hizmete yardımcı olacak bir güç, bir karşı ağırlık o devirde yoktur.

1950 Türkiye’sinde ise, durum değişmiştir. Artık siyaset sahnesinde, dinsizliğe
muhalif bir hareket de vardır. Eskiden beri her iki kanattan dine hücum eden iki
dinsizlik akımına karşı, bir üçüncü ağırlık belirmiştir. İşte o yüzden, istibdad
devri için, "Mümkün olduğu kadar dünyaya ve siyasete bakmamaya mesleğimiz bizi
mecbur ediyormuş" diyen Bediüzzaman, şöyle devam eder:

"Şimdi mecburiyetle
bakmaya lüzum oldu. Gördük ki, Demokratlar evvelki, iki müthiş cereyana karşı
bize yardımcı olabilirler. Hem onların dindar kısmı daima o iki dehşetli
cereyana mesleklerince muarızdırlar. Demokrat Partisi, meslek itibarıyla öteki
iki cereyan-ı azimenin durmasında ve def etmesinde mecburî vazifeleri olmasında,
bu vatana ve İslâmiyete büyük bir faidesi dokunabilir."

"Bu cihetten biz
Demokratları iktidar yerinde muhafazaya Kur’ân menfaatına kendimizi mecbur
biliyoruz."68

Bediüzzaman Said Nursî’nin, Demokratlara dair tesbitte bulunurken,
"meslek itibarıyla" tâbirini bilhassa kullanması dikkate değer. Bu "meslek"
nedir ki, Demokratları evvelki iki din düşmanı cereyana muhalif etmektedir?
Demokrat Parti adı üstünde, "demokrasi"den yanadır. Hürriyetçidir. Millet
iradesini üstün tutmaktadır. Millet ne derse, ona tâbi olmaya ahdetmiştir.
Meselâ, dinsizce icraatların görüldüğü tek parti devrinin partisi CHP gibi,
milleti zorla bir yöne sevketme niyeti yoktur. Onun gibi, millet istemese de,
jandarma zoruyla, dipçikle, hapisle, akıl almaz vahşiliklerle kalplerin
reddettiği icraatı kabul ettirme düşüncesi yoktur. Bilakis, "Halk
benimsememişse, jandar-ma zoruna dayanacaksa, o inkılâbları değiştirmek,
demokratik idarenin baştan gelen vazifesi olmak icap eder"69 demektedir.

Gariptir, bu sözleri söyleyen bir başbakana mukabil, toplumdan ezanın aslına
tevdii gibi belli şeâir-i İslâmiye hariç, net ve yoğun bir "inkılab" sorgulaması
çıkmamıştır. Meselâ, laikliği ve milliyetçiliği netlikle sorgulayan; ya da
Kur’ân yazısına olan iştiyakı sergileyen umumî bir tablo ortaya çıkmamıştır.
Dolayısıyla başbakanı bu sözleri söyleyen bir hükûmeti mutlak bir dinî tablo
sunmadığı için iğnelemeden önce, çuvaldızı toplum hanesinde kullanmak
gerekmektedir.

Kaldı ki, Demokratlık toplumun önünde değil, arkasında olmayı
tercih eder. Bir toplumu istemediği halde dinsizleştirme tavrı da; zorla
İslâmlaştırma tavrı da, bu anlayışın özünde yoktur.

Bediüzzaman, din lehine kimi
icraatları Demokratlık ve hürriyetçilik ve millî iradenin üstünlüğü diye
özetlenen "mesleği itibarıyla" kabul ve tatbik eden Demokratlar için, işte "bu
cihetten biz Demokratları iktidar yerinde muhafazaya Kur’ân menfaatına kendimizi
mecbur biliyoruz"70 demektedir.

Yani, bu açıdan bakılırsa, Demokratların
iktidarı için yardımcı olmak, neticede "Kur’ân menfaatına"dır; dinin lehinedir.
Neticesi "dine hizmet"e varmaktadır. Fakat, yanlış anlaşılmasın; Bediüzzaman
onları "hayr-ı mahz" olarak görüyor değildir. Bilâkis, tercihini "ehvenü’ş-şer"
ölçüsüyle yapmaktadır. Demokratları siyaseti dinsizliğe âlet eden bir
yapılanmaya karşı, dine mesleği itibarıyla hürmetkâr olan ama esasen "dindar"
diye tanımlamadığı bir yapılanma olarak görmektedir. Onların da menfî yönleri
vardır, zaten "ehvenü’ş-şer"dir. Ama "a’zamü’ş-şerr"in olduğu bir vasatta,
"ehvenü’ş-şerr"i ihtiyar, mü’minin boynuna borçtur. Bediüzzaman, buna "Kendimizi
mecbur biliyoruz" der. Bu hüküm, son derece nettir. Demokratlara yardımcı olmak,
destek olmak; bu yolda her ne faaliyet lâzımsa onu yapmak, bu mecburiyetin
ifasından başka birşey değildir. Bunlar yapılabilir, yapılmalıdır da. Aksi
takdirde, hâkim olan, din aleyhtarı güçler olacaktır; istibdad taraftarları
olacaktır; hürriyet düşmanları olacaktır.

Tekrar ifade edersek, dinsizliğe
mesleğince muarız ve ona âlet olmayan bu harekete, Bediüzzaman, "Kur’ân, vatan
ve İslâmiyet hesabı"na71 yardımcı olmuştur; onun iktidarı için çalışmıştır. Buna
çalışmayı bir "mecburiyet" ve bir "vazife" addetmiştir. Ve bu çalışmayı,
"siyaset" diye adlandırmak mümkün değildir. Çünkü, hedef bizatihî iktidar olmak
değildir; ama iktidarda olanı dine hizmete yöneltmektir. Yani, maksat bizatihî
"devleti yönetme" değil, "dine hizmet"tir.

O günden günümüze

Emirdağ
Lâhikası’nda, 50’ler Türkiye’sini tahlil ederken, "Bu vatanda şimdilik dört
parti var" der Bediüzzaman, "Biri Halk Partisi, biri Demokrat, biri Millet,
diğeri İttihad-ı İslâmdır." Ardından, siyaset sahnesinde "bilkuvve" var olup da
bilfiil bulunmayan "İttihad-ı İslâm" Partisi için, "yüzde altmış-yetmiş tam
mütedeyyin olmak şartıyla" kaydını koyar. Şu şartlarda "dini siyasete âlet
etmeye mecbur olacağından, şimdilik o parti başa geçmemek lazımdır"72 der.

Geri
kalan üç siyasî hareketten CHP, tek parti devrinin hâkim unsurudur. 27 yıl
boyunca, devleti kendi ideolojisine âlet etmiştir. Her türlü imkânı, din
aleyhine kullanmaktan geri kalmamıştır. Demokratlar ise, CHP’ye hâkim olan ve
dinsizliği hedefleyen iki akımın da karşısındadır.

Bazı safdil dindarlar ile
Türkçülerin kurduğu Millet Partisini tahlil ederken, Bediüzzaman, o parti
mensuplarının "millet"ten anladığı "esas olan İslâmiyet milliyeti" ise, "o
Demokratın mânâsındadır. Dindar Demokratlara iltihak et-meye mecburdur"73 der.
Yok eğer dinden arınmış bir milliyet fikri ise, ırk asıl alınıyorsa, bunun
"İslâmiyet aleyhine" sonuçlar vereceğini belirtir. Zira, ırkı esas alan biri
için, ölçü hak değildir; kendi milliyetinden olmayan birini, haklı da olsa
haksız görebilir. Başka milletten tek bir kişinin hatasını, aynı adaletten
sapmış tavırla, o milletin sair mensuplarına yöneltebilir.

Bediüzzaman, bu
noktada, Halk Partisi ile Millet Partisinin ortaklaştığı bir noktayı tesbit
eder: nefisleri tatmin. Biri, memura bir hâkimiyet vermiş; her bir devlet
memurunu millet karşısında âdeta kral durumuna getirmiştir. Nefislerin pek
sevdiği bu hal dolayısıyla sivil ve askerî bürokrasi, CHP’nin yanındadır. Diğeri
de, kendi milliyetini daha üstün göstermekle nefislerin gururunu kabartmaktadır.
Bediüzzaman bu noktayı tahlil ile, iki partinin Demokratlara muhalefette
ortaklaşacağını hisseder ve şu tesbite ulaşır:

"Halkçılar ırkçılığı elde edip,
tam sizi mağlup etmeye bir ihtimal-i kavi hissettim. Ve İslâmiyet namına telâş
ediyorum."74

Nitekim, 1960’ta bir ihtilâl vuku bulur. Maamafih, Demokrat çizgi,
başka bir parti ismi altında varlığını sürdürür. Yine milletin isteği üzere, din
lehinde çalışmaya devam eder. Zira, Demokratlara göre "Siyaset din ve vicdan
hürriyetini savunursa, din siyasete âlet edilmiş olmaz. Siyasetin görevi odur.
Başka hakların kullanılmasına yaptığı gibi, siyaset dine hizmet edecek. Bunda
yadırganacak birşey yok."75 Yine onlara göre, "gerçekleştirilmiş olan bütün
inkılâplar devlet baskısı ve kanun gücü ile yaşatılmaya çalışılmış"tır; ama
onlar "halkın desteği" olmayan yerde, "devlet baskısı"na başvurmazlar.76 Zira
hürriyetçidirler. Demokrattırlar. Millet iradesinden yanadırlar.

Maamafih, işte
bu yüzden, Demokrat hareket iki yeni ihtilâle de maruz kalacaktır. Bu arada,
"din namına" ortaya çıkıp da, işi kendine oy vermeyenleri dinin dışında saymaya
vardıran; "dini siyasete âlete mecbur" kalan bir partinin hücumlarına muhatap
olacaktır. Demokrat harekete hücum eden, ona karşı üç ihtilal düzenleyen
zihniyetin, bu partiyle dost olması; ona karşı hiç yaygara çıkarmaması
manidardır.

Ve bugün, zahirde 50’lere nisbeten siyasî tablo hayli karışmış
görünüyor. Ama sadece görünürde. Zira, Bediüzzaman’ın sunduğu ve buraya kadar
ortaya koyduğumuz ölçülere bakarsak:

Mevcut partilerden ikisi, Halk Partisi
zihniyetinin devamıdır. Bir Parti, "dini siyasete âlet"e sebebiyet veren bir
partinin devamıdır. Bir grup parti, "Millet Partisi" mantığını, nüanslarıyla
yaşatmaktadır. Ve diğer iki parti, Demokrat çizginin devamı gibi görülmektedir.

Yani, elli yıllık çok partili süreç içinde, ihtilâllerin de tazyikiyle birtakım
nüanslar ortaya çıkmakla birlikte, ana çatı, zannımızca aynı durmaktadır.
İslâmiyet ve Kur’ân aleyhine iş gören üç ayrı tehlikeli cereyan hâlâ
berdevamdır. Dört ana siyasî oluşum da hâlâ devam etmektedir.

Ne var ki, mevcut
bazı siyasî dalgalanmalar eşliğinde, Risale-i Nur’daki tavır alışı "pragmatik,"
"konjonktürel" ya da "artık yetersiz kalan" bir tavır alış olarak gören
anlayışlar da söz konusudur. Meselâ, "dini siyasete âlet" tavrıyla âlûde ve
esasen Millet Partisi eksenine oturan bir parti, kimilerince "kitle partisi"
ölçüsü gibi Risâle-i Nur’dan alınmamış ölçülere uyarlanarak, kimilerince "yüzde
altmış-yetmişin artık mütedeyyin olduğu" gerekçesiyle tercih edilebilmektedir.

Bir kez daha belirtelim, T.C. devleti hâlâ daha Kemalizmin hâkimiyetindedir.
Rejim, hâlâ Kemalist dinamiklere dayanmaktadır. Kemalizmin partisi olan CHP’nin
ise şimdi iki ayrı partide vücut bulduğu görülmektedir. Dinsizlik, ifsad ve
Batılılaşma cereyanları faaliyetini sürdürmektedir. Toplum, "yüzde
altmış-yetmişi mütedeyyin" tanımından hayli uzaktır.

Bu tablo içinde,
"dindarlık" vurgusuyla ortaya çıkan bir parti hem dini siyasete âletin amacı
olmakta; hem de siyaseti dinsizliğe âlet olanlar karşısında bir cephe
bölünmesine yol açmaktadır. Dinin bir partinin inhisarında görünmesine yol
açacak bir teşekküle ise, Risale-i Nur ölçüleri içinde dahil ve destek olunamaz.
Nüansları olsa bile, CHP mirasının partilerine de-sonuçta, aynı kritik konularda
benzer tepkiler vermektedirler-destek olunamaz; bilakis karşılarında olmak
gereği vardır. Milliyetçiliği öne çıkaran partilere de-ki, milliyetçilik,
Kur’ân’ın adalet ölçülerine zıt düşen ve de CHP’nin okları arasında yer alan bir
anlayıştır-destek olunamaz. Herşeye rağmen, geriye, Demokrat Parti mirasını
temsil ettiği söylenen partiler kalmaktadır.

Bu partiler içinde ise, birisi, 12
Eylül Kemalist ihtilâliyle kan bağı taşımaktadır. 80’lerin Kemalizmin
restorasyonu politikasının uygulayıcısı olmuş; öte yanda vahşî kapitalizme ve
dünyevîleşmeye varan bir "iktisadî liberalizm"e karşılık, siyasî yasaklara arka
çıkan "siyasî despotluk"lar sergileyebilmiştir. Bu tablo, sözkonusu partiyi,
Demokrat Parti çizgisinin devamı olma hususunda şaibeli bir konuma
getirmektedir.

Diğer partinin son dönemlerdeki sicilinin de pek parlak olmadığı
söylenebilir. Karşı-ağırlık olarak geliştiği CHP zihniyetiyle ortaklık yahut 12
Eylül partisinin politikalarına yatkın politikalar, bir kenarda tutulması
gereken hususlardır.

Nitekim, "kayıtsız-şartsız" destek anlayışıyla konuya
bakmanın Risale-i Nur çizgisine dahil olmadığı söylenebilir. En başta,
Bediüzzaman’ın ilk oyunu Demokrat Parti iktidarı akabinde, 1954’te kullandığı
belirtilmektedir. Her seçim zamanı, yeni baştan değerlendirme zamanı da
demektir.

Ve bu satırların yazarına göre, son dönemde sergilediği kimi
olumsuzluklara mukabil, sözkonusu parti hâlâ daha "ehvenü’ş-şer" kalmaktadır.
(Bediüzzaman’ın oy verdiği DP’nin başında, dine karşı tavrının bilinen, Kemalist
Celal Bayar’ın bulunduğu, yine aynı partinin Atatürk’ü Koruma Kanunu’nun ve
Anıtkabir’in mimarı olduğu; ama bunun Said Nursî’nin genel tavrını
değiştirmesine yol açmadığı unutulmamalıdır. Bu husus, daha detaylı bir
araştırmayla açıkla-nabilir.)

Siyaset, imanı yaşamanın dışında değildir

Bediüzzaman Said Nursî’nin "siyaset"e dair lâhikaları, bu daireye de imânî bir
nazarla bakmanın metodunu verir. Meselâ, Bediüzzaman, siyasî tavrını hikmet
ölüçüleri içinde alırken; "siyaset hesabına" adalet ölçülerinden taviz vermez.
Kırşehir’in ilçe yapılması gibi haksız icraatlar karşısında, "Kur’ân menfaatına"
lehinde tavır aldığı Demokratları ikazdan geri kalmaz. Onlara "Birisinin
hatasıyla başkası mes’ul olmaz."77 âyetini hatırlatır. Bu örnekte görüldüğü
gibi, ne tercih edilen siyasî hareketin haksız fiilini savunur, ne de bir
diğerinin hakkını görmezden gelir? Parti tercihi vardır; ama bu tercihte
iktidar, hesabı yoktur. Parti tercihi vardır; ama bu tercihte "ifrat" ve
"taassup" yoktur.

Zira, Bediüzzaman, hayatının her ânında ve her hal ve şartta
Kur’ân’ı rehber edinmiş bir mü’mindir. Onun için dünya parça parça değildir. Yer
ayrı, gök ayrı; ev ayrı, sokak ayrı; cemiyet hayatı ayrı, siyaset sahnesi ayrı
değildir. Her bir daireye imanî nazarla bakar; ona göre tavır alır.

Bu, her
mü’minin ölçüsü olmalıdır. Mü’min, hakkıyla kuldur. Hayatının her anında
kulluğunu yaşama durumundadır. Göğe bakarken de, yemek yerken de, oy atarken de.
Bu açıdan, siyaset dairesini imanı yaşamanın dışındaymış gibi gören
"imanî-siyasî" ayrımını kabul, bir mü’min için mümkün değildir. Mü’minin
"siyasî" tavrı da imânidir. Siyasî tavrı, "imanî" tavrının zıddı değil, aynıdır.
Her mü’min, siyasete dair tavrını da hikmet ve adalet ölçüleri içinde, imanıyla
belirleme durumundadır.

Meyve Risâlesi’nin "Dördüncü Meselesi" bunun ölçüsünü
verir:

"Birbiri içinde mütedahil daireler gibi, her insanın kalb ve mide
dairesinden ve cesed ve hane dairesinden, mahalle ve şehir dairesinden ve vatan
ve memleket dairesinden ve küre-i arz ve nev-i beşer dairesinden tut, tâ zihayat
ve dünya dairesine kadar, birbiri içinde daireler var."78

Bu cümleden, "vatan ve
memleket dairesi" ile yahut "yeryüzü ve dünya dairesi" ile ilgililenmenin
reddedildiği kanaatine ulaşmak mümkün değildir. Bilâkis, "Her bir adam,
vatanıyla, milletle, hükûmetle alâkadardır."79 Bu fıtrî bir haldir. Siyaset
dairesi ile meşgul olmak da icap eder. Zira "her bir dairede, her bir insanın
bir nevi vazifesi bulunabilir."80 Bu vazifeyi ifa, gereklidir. Bu vazife ile
meşgul olmak; siyaset dairesine dair vazifeleri yerine getirmek, kaçınılacak bir
hal değildir; aksine yapılması gereken bir fiildir. Yalnız, bu, şu ölçü ihmal
edilmeden yapılmalıdır: "Fakat en küçük dairede en büyük ve ehemmiyetli ve daimî
vazife var. Ve en büyük dairede en küçük ve muvakkat arasıra vazife
bulunabilir."81

Bediüzzaman, bu iç içe dairelerin birini birine tercih etmez.
Her birinin yeri ayrıdır. Her birinde ifası gereken vazifeler vardır. Ancak,
meselâ "küçük dairedeki lüzumlu ve ehemmiyetli hizmeti bırakıp,"82 "en geniş
olan" siyaset dairesi ile meşgul olunamaz. Yani, "küçük ve lüzumlu ve
ehemmiyetli hizmetine devam" ile beraber, gerektiği takdirde ve asıl vazifesine
halel vermeme şartıyla siyaset dairesi ile meşgul olunabilir!

Kastamonu
Lâhikası’nda, bu hususa şöyle açıklık getirir Bediüzzaman:

"Evet, her bir adam,
vatanıyla, milletle, hükûmetle alâkadardır. Fakat bu alâkadarlık muvakkat
cereyanlara kapılıp millet ve vatanı ve hükûmetin menfaatini bazı şahısların
muvakkat siyasetlerine tâbi etmek, belki aynını telâkki etmek çok yanlış olmakla
beraber, o vatanperverlik, milletperverlik hissinden ve vazifesinden herkese
düşen vazife bir ise, kendi kalb ve ruhundan idare-i şahsiye ve beytiye ve
diniye hâkeza.. çok dairelerden hakikî vazifedar olduğu hizmet ve alâka ve merak
on, yirmi, belki yüzdür. Bu ciddî ve lüzumlu bu kadar alâkaların zararına
olarak, o bir tek lüzumsuz ve ona göre mâlâyani olan siyaset cereyanlarına feda
etmek divanelik değil de nedir?"83

Dikkat edilirse, burada "Siyaset cereyanları
ile alâkadar olmak divaneliktir" gibi bir mânâ yoktur. Siyasî olaylarla
ilgilenmeyi reddeden bir hüküm yoktur. Bilâkis, siyaset dairesi, insanın
alâkadar olduğu bir daire sayılmaktadır. Tenkit konusu husus, siyasî olaylarla
ilgilenmek değildir. Bu olaylarla, "diğer alâkaların zararına olarak"
ilgilenmektir.

Yoksa, bu daireler arasında denge temin edilip, siyaset
dairesiyle de ilgilenilir. İlgilenmek de gerekir. Nitekim, Bediüzzaman,
hayatıyla bunun ölçüsünü vermiştir. Bediüzzaman siyaset dairesine bakmamış
değildir; ama imanî bir nazarla bakmıştır. Diğer dairelerin "zararına olarak"
değil. Siyasî cereyanlarla ilgilenmiştir; "Kur’ân menfaatine" ilgilenmiştir. Oy
vermeyi reddetmiş değildir; bilakis Emirdağ DP ilçe teşkilatını talebeleri
kurmuştur. Bir siyasî parti lehine çalışmayı reddetmiş değildir; bilakis "O
iktidar partisinin lehinde ehl-i dini yardıma davet ediyoruz" demiştir. Ama
"Risale-i Nur, dünyada her cereyanın fevkınde bulunması ve umumun malı olması
cihetiyle bir tarafa tâbi ve dahil olmaz. Belki mütecaviz dinsizlere karşı haklı
tarafa yardımcı olur ve dost olur ve ihtiyat kuvveti hükmünde onlara bir nokta-i
istinad olur-fakat siyaset hesabına değil"84 kaydını unutmadan…

Gaflet ehlinin
"rahmet-i umumiye-i İlâhiyeden ve hikmet-i tâmme-i Sübhaniyeden" habersiz
olduğunu söyler Bediüzzaman. Gaflet ehli, Allah’ın herşeyi kuşatan rahmetinden,
mutlak hikmetinden bîhaberdir. O yüzden, "afâkî ve siyasî boğuşmalara ve
kâinatın hadisatına" karışarak ruhlarını sersem, akıllarını geveze etmişler"
der.85 Burada, ruhları sersem ve akılları geveze eden, dış dünyadaki olaylar
değildir. Onlara bakan kişinin, rahmet ve hikmet nazarıyla onlara bakamayışıdır.

Çünkü, aynı hadiselere "hakikî ehl-i iman," "Risale-i Nur’dan aldıkları iman-ı
tahkikî derslerinin nuruyla ve gözüyle" bakarlar. "Herşeyde rahmet-i İlâhiyenin
izini, özünü, yüzünü görüp, herşeyde kemâl-i hikmetini, cemal-i adaletini
müşahede ettiklerinden," aynı duruma maruz kalmayacaklardır.86 Bilâkis, o
dairede de, hikmet, adalet, rahmet tecellîlerini göreceklerdir.

Netice

Bediüzzaman Said Nursî, "siyaset"i "iktidar"a, "devlet
idaresi"ne, "hükûmet"e dair fiiller bütününü ifade için kullanır. Lûgatlerin
siyaset tarifi de odur. O yüzden, Bediüzzaman’ın siyasete dair tesbitlerine bu
açıdan bakmak gerekir. Meselâ, "Siyasetin ve şeytanın şerrinden Allah’a
sığınırım" sözüne…

Nitekim, Bediüzzaman iktidarı hedefleyen bir hareketten daima
kaçınmıştır. Hiçbir zaman "dini siyasete âlet" etmemiştir. Ama "siyaseti
dinsizliğe âlet" edenlere karşı, "siyaseti dine âlet" etmeye çalışmıştır. Ki bu,
"siyaset" değildir. Çünkü, muharriki "siyaset" değildir. Hareket noktası
"hizmet-i diniye"dir. Bu yolla, meselâ dinsizliğe karşı dine hizmetkâr
olabilecek bir partiye "yardımcı" olmak; onu desteklemek, onun kazanması için
çalışmak, onun lehine yayın yapmak, şahsı namına onun mensubu olmak, Risale-i
Nur ölçüleri içinde yeri olan fiillerdir. Bunlar, tekrar belirtelim, "siyaset"
olarak isimlendirilemez. Çünkü bunlarda, doğrudan veya dolaylı biçimde iktidar
olma hedefi yoktur.

Mü’min insan, hayatının her anını imanıyla yaşar. Her
daireye olduğu gibi, siyaset dairesine de imanıyla bakar. Bu açıdan, siyaset
âdeta imanı yaşamanın dışında imiş gibi, "imanî-siyasî" ayrımını yapmak mümkün
değildir. Mü’min, siyasî tavrını da imanî ölçüler içinde, hikmet dairesinde
belirleme durumundadır.

Bediüzzaman’ın tezatsız, pürüzsüz, hep imana adanmış 87
yıllık hayatı, işte bunun nasıl olacağını gösteriyor. Bediüzzaman, bu noktada da
bize ışık tutuyor, yol gösteriyor.

Not: Bediüzzaman’ın bütünüyle Risale’ye yayılan ve
hususan "Lahikalar"da ifadesini bulan "siyaset" yorumunu, uzun da olsa bir
makale içinde özetlemek bir hayli zor. "Siyaset"in şefkat, âdalet gibi fıtrî ve
semavi ölçüler muvacehesinde tahlili, hususan İçtihad Risalesi temelinde Asr-ı
Saadet ile bugünün mukayesesi gibi bir dizi önemli husus, bu makalede
çalışılamamıştır. Bu yıl içinde tamamlamayı umduğumuz "İki Devir, Bir İnsan:
Eski Said-Yeni Said" başlıklı kitabımızda, konuyu bu eksende yeniden çalışmak
istiyoruz. Tevfik Allah’tan…

Dipnotlar

1. Mektubat, s. 216.

2. Kastamonu Lahikası, s. 31.

3.
Münazarat, s. 9.

4. a.g.e., s. 9.

5. a.g.e., s. 9

6. a.g.e., s. 9.

7. a.g.e., s.
9.

8. a.g.e., s. 7.

9. Hutbe-i Şamiye, s. 40.

10. a.g.e., s. 50.

11. Münazarat,
s. 14.

12. Divan-ı Harb-i Örfî, s. 19.

13. Mektubat, s. 51.

14. a.g.e., s. 52.

15. Emirdağ Lahikası, 1:260.

16. Hutbe-i Şâmiye, s. 40.

17. Münazarat, s. 33.

18. Beyanat ve Tenvirler

19. a.g.e., s. 38.

20. a.g.e., s. 11.

21. Hutbe-i
şâmiye, s. 40.

22. a.g.e., s. 11.

23. Sünuhat, s. 51.

24. Münazarat, s. 18.

25.
Sünuhat, s. 51.

26. Mektubat, s. 58.

27. a.g.e., s. 45.

28. a.g.e., s. 45.

29.
a.g.e., s. 46.

30. a.g.e., s. 46.

31. a.g.e., s. 46.

32. Kastamonu Lâhikası, s.
104.

33. Beyanat ve Tenvirler, s. 91.

34. Hutbe-i Şâmiye, s. 50.

35. Beyanat ve
Tenvirler, s. 20.

36. a.g.e., s. 105.

37. Hutbe-i Şâmiye, s. 40.

38. Beyanat ve
Tenvirler, s. 39.

39. Emirdağ Lahikası, s. 57. Bu Risale’nin hemen her yerinde
vurgulanan bir husustur. Örnek olarak bkz. "Otuzunçu Lem’a," "İsm-i Kayyum"
kısmı…

40. Şualar, s 84.

41. Emirdağ Lahikası, 1:57.

42. a.g.e., s. 57.

43.
a.g.e., s. 57.

44. Hutbe-i Şâmiye, s. 40-41.

45. Sünuhat, s. 52.

46. a.g.e., s.
52.

47. a.g.e., s. 52.

48. a.g.e., s. 51.

49. Beyanat ve Tenvirler, s. 91.

50.
Sünuhat, s. 50.

51. a.g.e., s. 50.

52. Sözler, s. 671.

53. Sünuhat, s. 50.

54.
Münazarat, s. 33.

55. a.g.e., s. 49.

56. Sünuhat, s. 49.

57. a.g.e., s. 49.

58.
a.g.e., s. 49.

59. Beyanat ve Tenvirler, s. 24.

60. Sünuhat, s. 49.

61. Şualar,
s. 229.

62. a.g.e., s. 229.

63. Emirdağ Lahikası, 2:217.

64. Beyanat ve
Tenvirler, s. 16.

65. Şualar, s. 498.

66. a.g.e., s. 229.

67. Beyanat ve
Tenvirler, s. 16.

68. a.g.e., s. 17.

69. Köprü, Ekim, 1987.

70. Beyanat ve
Tenvirler, s. 17.

71. a.g.e., s. 17.

72. a.g.e., s. 24.

73. a.g.e., s. 25.

74.
a.g.e., s. 27.

75. Köprü, Mart 1987.

76. Köprü, Ekim 1987.

77. Bu ilâhi hüküm,
Kur’ân’da tekrar be tekrar vurgulanmaktadır. Örnek olarak, bkz. İsrâ Sûresi,
âyet:15.

78. Şualar, s. 170.

79. Kastamonu Lahikası, s. 31.

80. Şualar, s. 170.

81. a.g.e., s. 170.

82. a.g.e., s. 170.

83. Kastamonu Lahikası, s. 31.

84.
Beyanat ve Tenvirler, s. 91.

85. Kastamonu Lahikası, s. 85.

86. a.g.e., s. 85.