Teknolojik gelişmelerin en ileri düzeye ulaşmış olduğu çağımızda
tekno-eknomik gelişmeler konusunda bir müslüman olarak yine kendimizden
kaynaklanan nedenlerden dolayı gönül rahatlığıyla konuşamayabiliriz. Fakat
insanlık, kardeşlik, fazilet sevgi, hoşgörü ve adelet adına dünden bugüne gönül
rahatlığıyla konuşma hakkının bize ait olduğunu söylemek isterim. Çünkü dünden
bugüne uzanan tarihi çizgisiyle bizim medeniyetimiz sevgi-gözyaşı fazilet
yarışıyla örgülenen bir medeniyet olup, bu konuda yeterli birikim, veri ve
muhkem kaynağa sahib olmak gibi bir ayrıcalığımız var. Hele katı mataryalizmin
ve pozitivizmin insanın iliklerine kadar işleyip onu anlam ve amçtan
soyutlayarak basit bir obje derekesine indirgeyen bir modern dünyada yaşıyor
isek bu ayrıcalığın farkının ve bu üstünlüğün yüklediği sorumluluğu daha iyi
anlamış oluruz
Böyle bir konuyu ele alıp incelerken hangi çağda, insanlık nasıl
bir arayışta olduğunu kendi konumuz eşliğinde hatırlamamız gerek. Mikhail
Gobaçov ‘Yeni Bir Medeniyet’ adını verdiği bir tezi var. " İdeolojiler tükendi,
gününümüz sorunlarına çözüm bulamıyor, sorulara cevap veremiyor, bu tamam ama
‘kominizim yenildi, kapitalizm galip’ türü basit tesbitlerde geçersiz. Yeni
Çözüm arayışları yerel değil global ölçekte. Yeni medeniyet ekolojik ve global
olacak; etnik kültürleri yok ederek değil, çok seslilik ve çok renklilik
içerisinde yeşereçek" ve Gorbaçov, ‘Yeni Bir Medeniyet’ içine maneviyatı, dini
değerleride titizlikle yerleştiriyor… (Kıvanç, s. 3) İlahi Kanun ise bütün
tazeliğiyle önümüzde ve davetimiz onadır, yani evrensel olana…
İnsanda ve sosyal hayat düzleminde denge unsuru olarak adalet
Bilindiği üzere Allah’ın, insanı, hayatını sürdürebilmesi için
bir çok şeye muhtaç olarak ve çevresindeki şeylerden ancak onları bir üretim
işleminden geçirdikten sonra yaralanacak şekilde yaratmış olması, insanları bir
araya gelerek belli üretim dallarında, zanaatlarda işbölümüne gitmeye zorlamak,
böylece toplumlar halinde ve işbirliği, yardımlaşma ve dayanışma içinde yer
yüzünü imar etmeye yöneltmek içindir. Çünkü en basit ve ilkel seviyedeki
ihtiyaçlarını karşılamak için bile insan başkalarıyla işbirliği ve yardımlaşmaya
gitmek zorundadır.(Kozak, 1984, s. 46) Kişinin arzularını karşılamak için her
girişimi bir tepki meydana getirir ve böylece toplumsal ilişkiye yol açar ve
toplumda bu ilişkinin tanımına ve geliştirlmesine dayanır.(Malik, s.79) İnsan
kendi kendine değil ancak diğer insanlarla ilişki içine giridiği zaman sosyal
bir varlık olabilmektedir.
"Fakat insandaki kuvve-i şehevviye, kuvve-i gadabiyye, kuvve-i
akliyye Sani tarafından tahdit edilmediğinden ve insanın cüz-i ihtiyarisiyle
terakkisini temin etmek için bu kuvvetler başı boş bırakıldığından , muamelatta
zulüm ve tecavüzler meydana gelir. Bu tecavüzleri önlemek için, cemaat’ı
insaniyye, çalışmalarının semerelerini mübadele etmekte adalete muhtaçtır." (
Bediüzzaman, İ.İ. s, 93). İnsanlar yaratılışları itibariyle bir yönden sosyal
bir varlık olmasının yanında tabi varolan dugularının tabiatı gereği bir o kadar
da bencildirler. Bu bencilliği, kötü bir ahlak ölçüsünden hayatın devam
ettirilmesinin asgari şartına kadar olan bir çerçevede anlamak gereklidir. İşte,
adalet insanın bu özelliklerinin dengelendiği bir ölçü işidir (İslam,s,136).
Adalet, bir toplumun , her hangi bir üyesinde varolan ve onu tam bir tabilik
ile, toplumda birlik (kardeşlik ve dostluk)bağlarının güçlendirilmesi için
çalışmaya yönelten kavramdır. (Cornelius,s, 280)
Adalet, ahlaki olarak adil olma derecesidir Temel olarak iki
anlamda kullanılır. Her insana hakkını vermek ve yanılışı yapana cezayı
gerektiren yanlışın derecesinini tam tesbit etmektir(Musliddin,s,174) . Yani,
adaletin iki fonksiyonu vardır; Biri hak sahibine hakkını vermek, diğeri
haksızları terbiye etmek Adalet zulmün zıddıdır.Zulmetmeyerek herkese hakkını
vermek ve her şeyi akıl ve mantığa hikmet ve maslahata uygun olarak yerine
koymak da adalet demektir(Tatlısu,1982,89) Yani adeletin olmadığı yerde
hikmetsizlik , haksızlık ve zulüm vardır. Haksızlık ve zulmün olduğu yerde
kargaşa ve çıkar çatışması vardır ki o ortamda uyum ve huzur yok demektir.Böyle
bir güvensiszlik ortamı toplumsal yaşantının hiçte anlamlı olamadığını söyler.
"Mülkün temeli, sosyal hayatın temel düzenleyicisi olan adalet (hukuk) in
varlığı elzem olduğu anlaşılıyor. İyi ama adeletin varsayıldığı günümüz
dünyasında zulüm ve tecavüzlerin olmasına ne denmeli? Bu problemin cevabını
probleme neden olan kaynağa rampalayarak aynı cüzi akılla düşünmek çaremi dir?
Bu bazda düşünelim ançak düşünmek insanı nereye götürüyor? Ne kadar çöçüm
üretebiliyor? " Her sosyal sorunun çözümü bir başka sorunu doğuruyor". Yani
beşeri sistemler içinde hiç bir çözüm nihai çözümü getirmiyor. Her çözüm başka
bir çözümü getiriyor.(Meriç,27)
O halde değerler düzeninin bir göstergesi olan adaletin kaynağı
ve niteliği ihmal götürmeyecek bir önem kazanıyor. Diğer mahlukattan imtiyazlı
olarak iç varlığını meydana getiren duygulara yaratılıştan bir sınır
konulmadığına göre bu haliyle insan ahlakın ve toplumsal değerlerin (adeletin)
kaynağı olabilir mi? Böylesi bir durumda haliyle bütün zaaflarını eserine
yansıtan insan kendi esri olacak “adalet” te bundan payını alması muhakkatır.
Hangi şartlar içerisinde yapılırsa yapılsın, bütün insani gözlem ve akıl
yürütmeleri gerçek ahlakî ve toplumsal yasaları keşfetmeye kesinlikle uygun
olmaz. Çünkü bu gözlem ve akıl yürütmeler, onları yapanların eksikliklerinden,
mükemmel olmamalarından etkilenmekten kesinlikle kurtulamaz. (Paşa, s,26) Kaldi
ki insan yaratılışı gereği ben merkezli olduğu; herşeyi kendi payına “pay
umarak” yorumladığı için, yani taraflı olduğundan orada adaletten söz etmek
mümkün olmaz.. Duygularına had konulmayan insanın ifrat sapma veya tefrit
sapması göstereceğinden her iki düzlemde ele alınan, oluşturulan “değer”,
bilinen anlamda bir değerden çok değersizlik özelliği taşır. Ben merkezli,
çıkara endeksli galeyana gelmiş duguların sahibi kişiler, insanlığın geneline
ait evrensel değerler sistemi üretmelerinden bahsedilemez ve bu temele dayanan
yapılanmalarda adalet beklenmez. Öyle ise “.. her ferdin aklı, adaleti idrakten
aciz olduğundan , külli bir akla ihtiyaç vardır ki, ferdler, o külli akıldan
istifade etsinler. Öyle külli bir akılda ancak kanun şeklinde olur. Öyle bir
kanun ancak şeriattır.”(Bediüzzaman, İ.İ. s,93)
Şeriat kelimesi yol anlamına gelen bir kökten türer . O, Allah’a
götüren yoldur. Geniş anlamıyla Şeriat insanın sosyal ve kişisel hayatını
uydurmak mecburiyetinde olduğu İlahi iradenin somutlaşması anlamına gelen İlahi
Kanun’dur. İrade şu veya bu tarzda tezahür eder ve her dinin emirleri İlahi
kaynaklıdır. Fakat İslam’da İlahi irade yalnız bir genel öğretiler bütünü değil,
aynı zamanda somut kurallar şeklinde kendini gösterir. İslam yalnızca insanı
merhametli, alçak gönüllü veya adil olmaya çağırmaz, hayatın değişik şartları
içinde nasıl böyle olabileceğini de gösterir. Şeriat, İlahi İrade’nin hayatın
her durumunda uygulanacak buyruklarını içerir. O, Allah’ın genelde tüm
insanlardan, özelde müslümanlardan kendi rızasına uygun olarak yaşamasını
istediği Yasa’dır. Bu yüzden o, insan aksiyonunun kılavuzu olup beşeri hayatın
her yönünü kuşatır. Şeriat beşeri eylemin her yönünü gözönüne almakla, tüm
hayatı kutsallaştırmış ve en dünyevi görünen davranışa dini bir anlam
vermiştir.(Nasr, 19985, s,107)
İbn-i Haldun “Mukaddime”sinde beşeri hukukun dini hukuk yerine
ikame olunamıyacağını şöle izah eder.: “Devlet ve uyruk, siyasetin ve siyasi
olan hükümlerin icabına göre idari olunur ise, bu da yerilmiş olur. Çünkü
Allah’ın nurundan ibaret olan şeriat hükümleri ihmal edilmiş oluyor.. Beşerin
bütün işi, gerek devlet işi gerek başka işler olsun iyiliği ve kötülüğü ahirette
kendisine aittir. Yani iyi ise ecirli ve sevaplıdır. Kötü ise cezaya çaptırılır.
Allah Elçisi(a.s.m.): “ Ancak dünyada ki iyi ve kötü bütün amelleriniz ahirette
kendinize reddedilir. Yani hayır ise ecir ve sevap kazanır , kötü ise cezaya
çaptırılırsınız!” der. Siyasî hükümlerde ise ancak dünyevî fayda ve maslahatlar
göz önünde bulundurulur . Siyasî kanunları koyanlar, ancak dünya hayatının dış
görünüşünü görür ve bilirler. Şari ‘in maksadı ise , insanların ahiret
saadetidir. İşte bundan dolayı , bütün insanların gerek dünyevî ve gerek ahiret
işlerinde şeriatlara uygun olarak görmeye sevketmek vaciptir. Bu vazife
kendilerine şeriat indirilmiş olan Peygamberlere onlardan sonra onların yerine
geçenlere ( devlet başkanlarına) yükletilmelidir. Siyasetçi demek , aklî delil
ve hükümlere dayanarak dünya maslahat ve faidelerini elde eden, zarar ve
ziyanları defetmeye sevkeden insan demektir. Halifelik ise , umumiyetle ahiret
fayda ve maslahatlarını göz önünde bulundurarak şeriat ile iş görmeye sevkeder.
Şari’e göre dünya iş ve amellerinin hepsi de (sonucu bakımından) ahirete
raci’dir. Halifelik ise ,dini korumak ve dünya siyasetinin dine uygun olarak
idare etmek hususunda şeriat sahibine naiblik etmek demektir.” (Haldûn, 1954.,
s. 508-510,)
Bencil İnsan ve Materyalist Ahlakın Adaleti
Üstad Bediüzzaman, İslam klasiklerinde de yer alan, insan ile
ilgili üç kuvveti çok yönlü incelemeye tabi tutmuştur. O şöyle demektedir.
"Tagayyür, inkılab ve felaketlere maruz insan bedeninde iskan edilen ruhun
yaşaya bilmesi için üç kuvvet verilmiştir. Bu kuvvetlerin birincisi; insana
menfaati ve faydası dokunan şeyleri celbetmek için kuvve-i şeheviyye-i
behimiyye, ikincisi; insana menfaati ve faydası dokunan şeyleri defetmek için
kuvve-i gadabiyye, üçüncüsü; iyi ile kötüyü , zararlı ile faydalıyı birbirinden
ayırt etmek için kuvve-i akliyye-i melekiyyedir. Bu duygulara şeriatlar
vasıtasıyla belli bir hudud çizilse bile yaratılıştan bir sınır konulmadığı için
her birisi ifrat (çok aşırı) , tefrit ( geri) ve vasat (orta yol- denge-normal)
olmak üzere üç mertebeye ayrılır.(Bediüzaman,-İ.İ. s.24) Bu üç temel duyguya
yaratılıştan bir kısıtlama getirilmemesi ama şeriat ile bir ölçü ve sınır tayin
edilmesine havale edilmiştir.Çünkü bu duygular ancak bu yönlendirme ile
kendilerinden umulan neticeleri verecektir. Değilse, başı boş kalmaları
durumunda, ferdî hayata zararlı olacağı gibi sosyal hayatta zulüm ve tecavüzler
meydana gelebilirdi.Bir de bu duyguların teşvik edilmesiyle onları ifrat
sapmasının en uç noktalarına tırmandırılması durumunda zulüm ve tecavüzlerin
önlemez boyutlara ulaşacağını kestirmek zor değil. Asıl işin vahimiyeti ifrat
sapma düzleminde canavarlaşan bu duyguların doymak bilmeyen ihtiraslarına
dayanarak sosyo- ekonomik hayata değerler üretmektir. İşte günümüz modern
dünyanın hakim olduğu değerler düzeni böyle bir kaypak düzlemin ürünüdür. Böyle
bir ifrat düzlemde, adalet denilen şeyin arka planı fücûr-tehevvür-cerbeze üçlü
sacayağından oluşan zulüm ve tecavüzdür.Burada “fücûr’; namus ve ırzları payimal
etmek, helal- haram tanımadan her şeye karşı şehvetli ve iştihalı olmak
demektir”; Tüketime dayanan ve bir israf ekonomisi olan vahşi kapitalizm şehevî
duguların ifrat sapmasıyla fücûr konumunda bir tezahürüdür. Maddî tatminden
başka şey düşünmeyen bencil insan ilgili sistemin “homo economicus” olarak
tanımlanmış şeklidir . Tehevvür; ne maddî ne de manevî hiç bir şeyden korkmamak,
hiç bir kayıt tanımamamaktır. Bütün zulümler anarşiler, istibdatlar, ihtilaller
aynı zamanda totaliter rejimler bu mertebenin mahsulüdür. Cerbeze, hakkı batıl,
batılı hak gösterecek derecede aldatıcı bir zekaya sahip olmaktır. Materyalist
felsefenin tüm versiyonları ve onları temsil eden filozoflar, kuvve-i akliyyenin
ifrat sapmasının bir uç noktası olan cerbezenin insandaki ve hayattaki
tezahürleridir.
Hemen ifade edelim ki insandaki temel duyguların ifrat sapmasını
belirleyen ana etkenlerden biri yine onların bu yöndeki eğilimleridir. Sınır
ötesi olan ifrat sapmanın yöneldiği saha, insanın daha çok hayvanî yönünün ön
plana çıktığı ve maddi objelere duyarlı olduğu bir alandır. Onun ile ilgili
temel duygularının, özellikle ifrat sapma düzleminde ele alınışı ile insanın
anlamı, hayvan ekseninde tanımlanacaktır. Yani bu alanda en iyimser tanımlama
ile insan doğrudan bir hayvan teki yerine “sosyal hayvan” gibi yumuşatmalar
yapılsada hep “hayvan “vurgusunu üzerinde taşır. Bu seyirde tek mesele olan
ekonomi, aynı materyalist ahlaka sahip zihniyet için “insan insanın kurdudur”
görüşü hiçte tuhaf kaçmayacaktır. İfrat sapmasının maddî çıkarına endeksli bir
zihniyetin, başka türlü insana yaklaşması sahte, riyakâr ve yanlış olurdu zaten.
Mesela “İnsan insanın kardeşidir” görüşü ifrat sapmasının maddî çıkara endeksli
durumunda pişmiş tavuğu bile güldürecek komiklik taşır. İnsanın kurt kesildiği
bir felsefe ikliminde “kardeşlik ve adalet” ancak Hoca Nasreddin’nin “kavuğuna”
anlatılabilecek bir masaldır. İnsan insanın kurdu kabul edildiğinden fizyolojik
ihtiyaçlar aşkına “ hayat bir mücadeledir” hükmü kendiliğinden kaideleşmemesi
için bir engel yoktur. Bu mücadelenin dayandığı ifrat düzlem yaklaşımı açısından
“zayıflar elenir, kuvvetliler kalır”, veya kuvvetli zayıf olanı kovar” veya
“büyük balık küçük balığı yutar” ve “kuvvetli olan haklıdır” “hak kuvvettedir”
türü esprilerini anlamak ta zor olmayacaktır. Kendisinden başka hesap
verebileceği bir kanuna (adalete) tabi olmayan bu hayvan insan, kurt olmasının
ve kuvvetin tabiatı gereği, tecavüz yürürlükte hüküm sürmektedir.Kapitalizmin
öngörüsüne göre sosyal hayatta, tabii düzen ve uyumun gerçekleştirilmesi için
fertler kendi çıkarlarını düşünerek yaşayan iktisadî hayvan olmalıdır. Herkes
ferdî çıkar için çalışarak , refahın maksimize edilmesini
sağlamalıdır.(Elibol,1980, s. 119) Kapitalizmden önce “Semanın çoğusu olan insan
yeryüzünün kurdu olmuştur artık” Daha açık ifadesiyle insan bir hayvan konumuna
indirgenmiştir. Şöyle ki; ihtiyaçlar hiyerarşisi düzleminde yiyen, içen, uyuyan,
soğuktan ve sıcaktan korunan, çiftleşen,cinsel haz duyan, toplum içinde faaliyet
gösteren, fakat diğer hayvan türlerinden farklılığı konuşma yeteneği, dili,
düşünme ve el üretimi, estetik eğilimlerinin olmasıdır.(Bulaç,1990, ss.63-64) Bu
şekilde insan ile hayvan arasında kalite farkı değil derece farkı kalmıştır.
Konu genel hatlarıyla düşünüldüğünde vasatın olmadığı yerde
ifrat yada tefrit gibi iki şık mevcuttur. Vasat yolun hesaba katılmadığı bir
denklem diğer şıkların aralarında paslaşması sonucu kısır döngü seyri oluşur.
Ahlak ve fazilet adına batının şimdiye kadar olan tarihi, ifrat-tefrit arası
kısır döngünün “reziletler” tarihidir. Modern Batı medeniyetinin sadece maddî
bir medeniyet olduğunun söylenmesi tamamen haklıdır. . Batı medeniyeti salt bu
yönde gelişmiştir ve hangi bakış açısndan ele alınırsa alınsın, bu
maddîleştirmenin az çok doğrudan sonuçları karşısında buluruz
kendimizi.(Guenon,1986, s.135) A.Carrel yıllar önceki materyalist temele dayanan
modern yaşantının bedbahtlığını şöyle dile getiriyordu; “Birçokları modern
hayatın kaba zevk ve eğlencelerini yavaş yavaş beğenmemeye başladılar. Bazen,
her çeşit disiplinsizliğin onları sürüklediği aşırı yemek ,içmek ve cinsî
münasebete sıhhatleri müsade etmiyor. Bundan başka işlerini, tasarruflarını,
servetlerini, varlık sebeplerini, varlık sebeplerini yitirmek endişelerinden
kurtulamıyorlar. Bir türlü, güven ihtiyacından tatmin olamıyorlar. Sosyal
sigortalara rağmen endişe içinde bulunuyorlar. Düşünme kabiliyeti onları çok
defa bedbaht ediyor”.(Carrel, s.38) Keskin sirkenin kendine zarar verdiğinde
olduğu gibi, Batı dünyasının çağdaş çehresinden şehvetin “fücûr” boyutunu ezbere
okumak gayet kolay. Örneklendirmek gerekirse, “Almanya’da her üç saatte bir
cinayet, her yirmi dakikada bir soygun” olduğu gibi, (5.1.1984, Tan) “
Amerika’da her 24 dakikada bir cinayet işleniyor. Yılda toplam 21.900 cinayete
kurban gidiyor. Her 7 dakikada bir ırza geçme hadisesi meydana geliyor. Yılda
toplam 75.190 ırza geçme vakası oluyor.”(23.7, 1984, Milliyet) “Sadece Newyok
şehrinde bir günde ortalama 10 cinayet, 20 ırza geçme, 300 silahlı soygun, 800
hırsızlık hadisesi oluyor. (1.4. 1984, Hürriyet)
Gelişmiş diye nitelendirilen aynı medeniyetin ülkeleri içinde
bile fakirlik yenilenmiştir. Sosyal ve doğal ağır maliyetler pahasına
gerçekleştirilen iktisadî bir büyüme ve sürmekte olan teknolojik gelişmeler
nimetlerin adaletsiz bir gelir ve iktidar paylaşımı sonucu, servetlerin mahdut
grupların elinde toplanmasına yol açarak refahın yaygınlaşmasına imkan
vermemiştir. (Hamitoğulları, s.11) Demek modern Batı toplumlarının, kendi
içerisinde “hak” noktasından, sosyal adaletin gerçekleştiği elbette ki
söylenemez.Batı toplumlarında taraftan ifrat sapmanın organize olmuş imtiyazlı
seçkinleri(burjuvazi, filozoflar, idareciler) halklar için vadedilen ama bir
türlü gerçekleşmeyecek olan yer yüzü cennetininin kaymağı, kendilerine aittir.
Mesela Fransa’da mali servetinin yarısını nüfusun % 6’sı, diğer yarısını ise %
96’sı paylaşıyor. ABD ‘de ise durum daha da kötü, nüfusun % 5’i , milli servetin
% 90’nı elinde bulunduruyor İşte bu tablo, burjuvazi sınıfın imtiyazlığının açık
bir göstergesidir.(Özfatura,22,) Çıkar (baskı) grupları , ahlakî değerlerde
değilde iktisadî değerlerde arslan payının kendi yönlerine akması ilkesine göre
topumu düzenlerler. Böylece toplumlarda ister istemez gerçek ahlakî değerler,
kağıt üzerinde kalmaya başlar.(Hatemi, 1987, s.186) Bu sermaye ve çıkar sahibi
yüksek burjuvazi hukuk, idare, ekonomi ve yöntem bilimlerinin temel esprisini,
maddî mülkiyetlerini koruyan ve kazançlarını arttırmaya duyarlı bir mantıkla
oluşturmuşlardır. Sermayenin tahakkümü ve yönlendirmesi, bilim üzerinde
sermayedarlar lehine belirleyici rol oynamıştır. Yer yer burjuvazi kılıklı
filozoflar veya paranın satın aldığı bilim adamları tarafından, bilimin
objektifliği yerine, çıkarın önceliğini tanıyan çalışmalar ortaya konmuştur.
Bunun sonucu olarak, politikada mezkûr amaçlar için bütün araçlar meşru
sayılırken, hukuk insan onuru yerine servetin korunmasını esas almıştır. Mesela
Batı’dan kopye ettiğimiz ceza kanununa göre, bir kadına silahla saldırıp
bileziklerini alan soyguncu 495. maddeye göre 15 yıl hapis cezasına çarptırılır.
Aynı kadının bileziklerini alacağına ırzına geçse 461/1’e göre 7 yıl, kadının
kolunu kesip koparırsa 465/3’e göre 5 yıl hapis cezasına çarptırılır.(Yürük,
s.270) Çünkü, bilezik maddî değerdir ve imtiyazlı sınıfın malını temsil eder.
Irz ve namus, manevi değerlerdir ve onlar için sıradan halkın değerleri
olmaktadır. “ Toplumsal ilişkilerde şaşmaz ilke ve ölçüt olarak “adalet”i alan
tek dünya görüşü İslam’dır. Bu temel ve değişmez değer yerine “çıkar” alınınca ,
kurulan yapı “değer üzerine değil", “değersizlik üzerine” kurulmuştur ve bu
yapıdan artık “adl” in karşıtı olan “zulüm” beklenir.(Hatemi 1987, s.57)
Üçüncü dünya ülkeleri, görkemli modern dünyanın arka
sokaklarıdır. Arka sokaklar ana caddelerin şa’şaalığını temin eden yardımcı
harcialem malzemeleridir. Aynanın ön yüzünün parlatıcı olması için arkasının o
denli karanlıklı olması gerekir. Bugün, Avrupalı teknik ve sistem bazında önemli
düzeye çıkması, artı değer olarak değerlendirilebilir. Fakat önemli olan,
gelinen bu düzeyin kendine ve diğer toplumlara yani insanlığa neye mal
olduğudur. Özellikle Avrupalının bu görkemliliğinin arka planının anlaşılması
için, hangi zulümlerin tasallutuyla, inleyen nice mazlumun kederine ve ahına
rağmen, gerçekleşmiş olduğuna bakılması ve bunun sorgulanması gerekir. Konumuz
açısından, insanın temel duygularının ifrat sapmasıyla insan ve toplumlara neye
mal olduğunu anlamak ve adalete rağmen zulmün nasıl cari olduğunu anlamak
bakımından da yardımcı olacaktır. Mesela, Hindistan’da İngilizlerin kendi
tekstil mallarını, pazarda Hint kumaşlarına karşı rakipsiz kılmak için 40 bin
Hintli kumaş imalatçısı ustanın kollarını kestiklerini biliyoruz.(Bulaç, -T.S.-
s.92)….Kuzey’in Güney’i sömürmesinin neticesi her yıl 25 milyon insan açlıktan
, kötü beslenmekten dolayı ölmektedir. Yani Batının bu gelişme şekli, her gün
bir Hiroşimaya mal olmaktadır. Yine Dünya nüfusunun ancak % 15’ni oluşturan bu
emperyal güçler, dünya kaynaklarının tam % 80’ni sömürmektedirler. İşte bu
durum, “hak” olgusuna kodlanmış adalet mihengini çatlatan, sosyal adaletin
esamesinden uzak seküler- modern yönteminin, evrensel adalet anlayışının tam bir
kahredici harikasıdır.
İnsanlık yaratılış ve tabiat bakımından o tarihten bugüne
herhangi bir değişikliğe uğramamıştır. Miladî altıncı asırda, toplum maddî
zevklerini tatmin etmek için düştüğü alçak seviyeye, duyusal tatmin peşinde
koşan günümüz toplumu da düşmüştür. Bir takım dış belirtiler , dış şekiller veya
içine daldığı kötülüklerin adı değişikte olsa, insanın temel hastalığının
niteliği farklı değildir. Denilebilir ki Roma imparatorluğu ahlakî çöküntüde
çağdaş uluslardan aşağı değildi. Yine Sasanilerde ahlak anarşisi, modern
dünyanın her tarafında olduğu gibi bütün ülkede yaygındı. Bugünün diktatörleri,
geçmişin diktatörlerinden hiç de farklı değildir.(Nasr,-t.y.-, s.341)Ortaçağ
zihniyeti, tefrit sapmasının humud- cebanet- gabavet durumlarının temerküzü olan
skolastik bir adalet anlayışına sahipti. Modernizm, tefrit sapması karşısında
ifrat sapmasının fücûr -tehevvür- cerbeze durumlarına kodlanmış seküler/profan
bir adalet anlayışına sahiptir. Böyle bir adalet anlayışına sahip
sistem-yönetim, olması gereken beklentilere cevap veremeyecektir, nitekim
verememektedir de. Tabiat gereği dayandığı dinamiklerin ve bunlardan sudur eden
“adalet” anlayışı böyle bir kabiliyete sahip değildir. Çünkü tefrit ve ifrat
sapmasının “denge”si olmadığı için, “denge” nin olmadığı bir anlayıştan adaletin
gerçekleşmesi beklenilemez.Bunun ifratlar düzleminde insanı insanın kurdu olarak
tanımlayan zihniyetin, adaleti zulüm olarak algılamasından daha tabii ne
olabilir. Modern insan kendi “ben”inden başka, hiç bir otoriteye hesap vermekle
yükümlü görmemektedir. Böyle olunca Dosteyevski’nin ünlü kahramanı İvan’a
söylettiği gibi “eğer Allah yoksa her şey meşrudur”
Dayandığı dinamikler itibariyle materyalist ahlak öğretisi iflas
etmiş durumdadır. Çünkü bu öğreti temelde “Hakk” a ve dolayısıyla “Adalet” e
değil “çıkar”a dayanır. Allah’ı kabul etmeyen bir öğreti, kendisine somut
çıkarından daha sağlam bir temel bulamaz.(Hatemi, 1987, s.58) Garaudy’nin de
altını çizdiği gibi, insanın İlahi boyutunu, insanın mutlak değerlere imanını
yok sayan ve inkar eden bir kültür, fertleri mutsuzluğa ve toplumları bozulup
parçalanmaya sürükler. Çünkü bu boyut kaybedilince geriye artık sadece fertlerin
,zümrelerin ve milletlerin büyüme hırsları ile hakimiyet ihtirasları arasında
bitip tükenmek bilmeyen çatışmalar kalır.(Garaudy,1995, s.201)
3. İlahi kanuna(adalete) ayine olma eylemi
Konu genel telakki içerisinde ele alındığında, sosyal bilimlerde
hukukun en yakın olduğu disiplinlerden ilkinin din olduğu görülür. Zira her
ikiside normatif (kaideci) dir. İkisinin sahasıda değerleridir. Yani hukuk ta
din gibi iyi fiilleri emreder, kötü fiilleri yasaklar. Diğer sosyal
disiplinlerde olduğu gibi hukuk ve din kanunları “tasvir” değil “buyurucu” dur.
Mesela psikoloji, sosyoloji veya davranış bilimleri “olanı” incelerken; hukuk ve
özellikle de din “olması gereken”i inceler. İslam dini açısından ifade edecek
olursak, din güzel ahlak olma manasında aynı zamanda hak ve adelettir..İnsan
için, ahlaklı olmak adil olmanın diğer bir ifadesidir.Üstad Bediüzzaman
Kur’an’ın ana hatlarıyla üzerinde durduğu dört unsuru sıralarken bunlardan,
“Adalet ve ibadet” i birlikte, tek şık halinde belirtmiş(Bediüzzaman, -İ.İ-.,
s.11)olması hukuk ile dinin ayrılmaz bir bütün olduğunun bir ifadesidir.
Hukuk ve din, insanın tabiatında saklıdır. Hukukun özü adalet,
dinin özü ise iman (tevhid) olup "inanma” duygu şeklinde insanın özündedir.
Adalet, hak duygusu şeklinde nitelenen, insanın tabiatında varolan bir
“meleke”dir.(Kıllıoğlu, s.2) Adalet duygusunu kuşatıcı bir boyut görünüşüyle
insanın tabiatında gizlidir.İnsanda nisbî adalet duygusu olmasaydı, Allah’ın bu
ismini bilemez, Allah’ın adaleti hakkında bir bilgi edinemezdik. Bizdeki bu
duygu, Allah’ın adaletini görmek için bir aynadır. Allah, adaletini bildirmek
için bize bu duyguyu “ihsan” etmiştir.(Tatlısu,1982,s.89) Allah adildir.Mutlak
ve kemal manada Allah’tan başka “ADL” yoktur. Adl Allah’ın güzel isimlerinden
biridir. Allah’ın ezelî takdirine göre yapıp durmakta olduğu her iş, tam bir
adalet ve hikmettir.(Tatlısu,1982,92) Üstad Bediüzzaman Allah’ın “Adl” ismini
“Hâkim” ismi ile irtibatlandırarak kainattaki İlahi dengeyi bu isimlerin bir
tezahürü olarak örneklendiriyor.”İşte cesed-i hayvanînin hüceyratından ve
kandaki küreyvat-ı hamra ve beyzadan ve zerratın tahavvülatından ve cihazat-ı
bedeniyenin tenabüsünden tut , ta denizlerin varidat ve masarifine… ta zemin
altındaki çeşmelerin gelir ve sarfiyatlarına … ta hayvanat ve nebatatın
tevellüdat ve yıldızların hidemat ve harekatlarına … ta mevt ve hayatın ziya
ve zulmetin, hararet ve bûrûdetin değişmelerine ve döğüşmelerine ve
çarpışmalarına kadar o derece hassas bir mizan ve o kadar hassas bir ölçü ile
tanzim edilir ve tartılır ki, akl-ı beşer hiç bir yerde hakiki olarak hiç bir
israf, hiç bir abes görmediği gibi, hikmet-i insaniye dahi her şeyde en mükemmel
bir intizam, en güzel bir mevzuniyet görüyor ve gösteriyor. Belki, hikmeti
insaniye o intizamın ve mevzuniyetin tezahürüdür, ve
tercümanıdır.”(Bediüzzaman,-Lem’alar-, s.291) Kozmik düzende cari olan İlahi
adaleti bu şekilde okuyarak, insan kendi içindeki “hak” duygusunundan da atıfla
Allah’ın “Adl”iyetini hayatında şaşmaz ölçü kabul edebilecektir. Zira temel
değer, gerçek ahlakî değerlerin kaynağı olan tek mutlak değer, tek mutlak varlık
olan Allah’tır. Bu değer, insana yansıyan ilk değer de Allah’a yönelen sevgidir.
Birey kendi iç aleminde bu ilk değeri bilebiliyorsa, Allah’tan ona yönelen
sevgiyi duyar.(Hatemi, 1987, s.186) Gerçek anlamda her ilim doğrudan Esma-i
İlahiyye dayandığı hakikatinden (Bediüzzaman,-Sözler, s.263) hareketle hukukun
gerçek anlamda varlığı Allah’ın "ADL" isminin tezahüründen başkası olamayacaktır
ve böyle olması bir zorunluluktur Yine Üstad Bediüzzaman’ın ifadesiyle "İsm-i
adl’in cilve-i azamından gelen kainattaki adalet-i tamme, umum eşyanın
muvazenelerini idare ediyor. Ve beşere de adaleti emrediyor."(Bediüzzaman,
Lemalar-, s.291) Çünkü; "Fıtrat aleminde nizamı temin için adaletin tecellisi
lazım olduğu gibi beşer aleminde de asayişin temini için bîtaraf adlî merciler
gereklidir”.(Bediüzzaman -T.H.-, s. 228)
Günümüz modern dünyasında insan, toplum ve devlet düzeyinde; hak
ve inanma duygusuyla bağlantısı olan hayat olgusu tabiiliğini yani kaynağıyla
bağlantısını koparmış durumdadır.Hak ve adalet duygusunun , adalet teşkilatında
tatmin edileceğini sanıyorum kimse beklememektedir.(Kıllıoğlu, s,2 ) Adalet
dugusu, bizim içimizde doğan, Rab’le irtibatı soncu kemaline ulaşan, yani vicdan
ve inancımızla ilgili bir durumdur.Ubudiyet konumundaki insan içindeki
“hak”duygusunu bir kul olma şuuru ve ibadet işleyişi içerisinde Rububiyet
dairesine çizgisinde “Adl ü Hakim” e yönelik kılmak sadedinde, bir çok fazilet
değerlerinin eşliğinde adaleti içselleştirmiş olacaktır Tabiatıyla ibadet,
adaletsizliğe sevkeden duyguları terbiye ederek makûl konuma getirir. Bir
anlamda ibadet,Allah’ın ahlakı ile ahlaklanma” ve İlahi Kanun’a ayine olma
eylemidir.
Kınalızâde Ali Efendinin “Ahlak-ı Ala’i” sinde geçtiği
gibi(Kınalızade; s.95) bir çok İslam alimi adaleti "iffet, şecaat, hikmet" in
oluşturduğu bir bütün olarak değerlendirmişlerdir. Üstad Bediüzzaman ‘da benzer
şekilde adaleti bu üç fazilet değerinin mezci olarak değerlendirmiş adaleti.
Fatiha’yı tefsir ederken "sırat-ı müstakim; şecaat, iffet, hikmetin mezcinden ve
hülasasından hasıl olan adl ve adalete işarettir" (Bediüzzaman, -İ.İ.-kitabında
hem adaleti hem sırat-ı müstakim’i bu şekilde tarif ediyor.) Kınalızade’de
“Adalet, vasattır. Her nesne ki vasattan çıkıp bir tarafa ( ifrat veya tefrit)
dönerse, ona adalet isminin verilmesi hatadır.Adaletin vasat mertebesi fazilet
olup icrasında , hiç bir tarafa meyletmeden vasatı korumak gerek. Her işte bu
mertebeye akıl yoluyla ulaşmak mümkün olmadığından, Allah kullarına rahmet ve
beldeleri himaye için mizan inzal buyurdu ki bu İlahi (şeriat)
yoldur.(Kınalızade, s.136)
Burada konunun ifade edilmesinin kolaylığı ötesinde bir zorluğa
sahip olduğu ve adaletin tahakkuku için bu zoru aşmanın önemi ve gerekliliği
kendini gösteriyor. Çünkü sırat-ı müstakim adalete, adalet iffet, şecaa ve
hikmete bağlı olmakta. Bu ise insanın iç aleminde iskân edilen üç kuvvetin vasat
noktada anlamlandırılmasına bağlı olmaktadır. Bu zor olanın gerçekleşmesi
doğrudan insanın iç disiplinin gerekliliğine bizi götürür ki buna ibadet diyoruz
. Üstad Bediüzaman ibadetin, insanın tüm derûnî duygu,kabiliyet ve eğilimleri
üzerindeki yaptırımını şu şekilde vurgulamaktadır. İnsanın o yüksek ruhunu
inbisat ettiren,istidatlarını inkişaf ettiren, meyillerini temyiz ve amellerini
tahakkuk ettiren, fikirlerini tevsi ve intizam altına alan , şeheviyye ve
gadabiyye kuvvelerini had altına alan, zahirîve batınî uzuvlarını ve duyularını
kirleten tabiat paslarını izale eden, insanı mukadder olan kemalatına yetiştiren
ibadettir; abd ile Ma’bud arasında en yüksek ve en latif olan nisbet ancak
ibadettir.(Bediüzzaman -İ.İ-, s.94) İlahi varlığın iradesine uygun olarak kişiyi
değişime zorlayan, benlikten daha geniş bir alana yayılan, içten doğma bir
değerdir bu. Hatta ibadetin bir iç boyutunu ifade eden tasavvuf, fazilet
değerlerin içselleştirilmesiyle insanın disiplinize edilmesinde etkin bir
disiplin dalı olması bu bakımdan ayrıca hatırlanmalıdır. Yapılan ibadetler,
insandaki ibadet sayesinde insandaki aşırılıkların önüne geçer. Böylece insan
bir inanç esasında iffetli, hikmetli şecaatkâr yani ahlaklı ve adaletli bir
davranış sergilemesine sevkedecektir. Daha doğrusu İslamın ibadet anlayışı
insanın duygularını terbiye edip , müsbet yöne eğilimli kılması gibi çok yönlü
gönüllü eğitim ile olabilecek kötü davranışlara önceden mani olur. Haksız
davranışlarda bulunan suç ve günah işleyenleri manevi bir rehabilitasyon ile
tekrar topluma kazandırır. Bu uygulama aynı zamanda İslam hukunun önemli bir
prensibidir.
Gerçekte, ibadet ve adalet içiçe, biri diğerin lazımı olarak
gelişmektedir. Konumuz şayet adalet ve bu bir “hakk” temeline dayanan ihkak-ı
hakk”ın tahakkuku ise insan ibadet yapmakla yaratıcıya karşı olan hakkını yerine
getiriyor, adaletli davranıyor demektir. Eylemin özü itibariyle ibadet ve adalet
"hakk"ın ifasıdır. İnsanın yoktan varlığa çıkarılarak bin bir ihtimaller
içerisinde mahlukatın en eşrefi statüsünde, yer yüzünün halifesi olarak
yaratılıp mikro kozmos ve makro kozmos evrenin nimetlerinde tasarruf etmeye
yetkili kılınması, bir hak ve sorumluluğuda beraberinde getirdiği
unutulmamalıdır. Açıktır ki; inkârı mümkün olmayan “hukukullah” ı ihmal eden
kişi en büyük adaletsizliği işleyeceğinden böyle bir insan için, çevreye ve
diğer insanlara karşı hakkaniyetli davranmamakta en küçük bir tereddüdü
olmayacaktır. Denilebilir ki adalet Allah’a ibadetle başlar. Daha sonra insan
hakkı ve çevre hakkı gelir. İnsanlık tarihine eğildiğimiz zaman şunu görüyoruz;
insan ve “hukukulah”a riayet etme, O’na ibadet etme, kul olma keyfiyetine göre
insan, insan ve çevre haklarına saygılı olur.. Tersinden düşünüldüğünde Allah’ı
tanımayan her şey meşru olacaktır. İbadeti geniş manasıyla “Allah’ın emirlerini
yapmak ve nehiylerinden sakınmak” olarak düşündüğümüzde insan, benzer şekilde
hukukun emredici ve yasaklayıcı esasını ibadet, bir gönül eğitimi şeklinde
insanda içselleştirip ve hayata yansıtmış olacaktır. İnsan ibadet ederken İlahi
bir geri besleme sistemi ile her iki dünya saadeti “saadet-i dareyn “ olarak,
büyük bir fayda şeklinde yine insana dönecektir. O halde insan haklarına ve
çevre haklarına saygının, yeryüzünde adaleti hakim kılmanın ön şartı
“hukukullah”a riayet olduğu şaşmaz bir hakikat olarak karşımıza çıkar.
İnsanın, sözü edilen üç temel duygunun, ibadetle vasat
düzlemdeki ifadelendirilişi iffet-şecaat-hikmet şeklinde oluşumları aynı zamanda
adaletin kendisi olmaktadır. Adaleti oluşturan bu unsurların tarifleri adaletin
anlamıyla karşılaştırıldığında fonksiyonellik bakımından aynı amacı yönelik
değerler olduğu anlaşılır. Mesela iffet; helala karşı şehvet duymak, harama
karşı ise şehvetsiz ve iştihasız olmak, şecaat; dinî ve dünyevî hukuku için
canını feda eder, meşru olmayan şeylere ise karışmamak,hikmet; hakkı hak görmek
ve ona uymaya çalışmak; batılı batıl olarak bilmek, ondan kaçmaya
çabalamaktır.(Bediüzzaman,-İ.İ, s.24.) Şu halde Adaletin varlığı, tefrit ve
ifrat sapma ile ilgisi olmayan, vasat-denge sistemi ile ilgilidir. “ Böyle bir
vasat- denge sistemi, vasat-dengede iffet-şecaat- hikmet durumlarının bileşimi
olan adaletin varlığını gerekli kılar. Bu adalet ( iffet-şecaat-hikmet)
anlayışının diğer bir ifadesi “sırat-ı müstakim” , yani İslam dinidir. İslam,
“Allah’ın emirlerini yapmaktan ve nehiylerinden sakınmaktan ibaret olan
ibadetle” temel duyguları intizam altına alıp vasat-dengede anlamlandırır.
İslam her alanda devamlı vasat (orta) noktada duran, şaşırtıcı
ve eşsiz denge unsurunu ortaya koymuştur. Kur’an-ı Kerim bu adil ve olumlu
noktadan bahsetmiş ve müslümanların dünya üzerindeki rollerine dair nihaî
hükmünü şu şekilde ortaya koymuştur. “Böylece sizi insanlara şahid ve örnek
olmanız için tam ortada bulunan bir ümmet kıldık. Peygamber de size şahid ve
örnektir.(Halil, s.23) İslamın öngördüğü "vasat"ı bulmak ve o "vasat"ta yaşamak
da günümüzde son derece önemli meselelerden biri olsa gerektir. Öncelikle
İslamın emrettiği “vasat” ın mahiyeti hakkında sağlıklı bir anlayış düzeyine
ulaşılmalı ki, söz konusu vasatı bulmak adına, ifratla ifrattan kaçınmamız
mümkün olsun. Meselâ Müslümanlara fakirlikten kaçınmaları emredilmektedir. Fakat
biz bu emrin mefhumu muhalifine bakarak; demek ki sırf zengin olmak için
çalışmalıyız gibi bir sonuca varırsak, pek muhtemeldir ki, bir yanlışa düşeriz.
Çünkü fakirlik korkusuyla cimriliğe düşmek, takvadan uzaklaşmak da mümkündür.
(Özdenören, 1985, s.132)
İslam’ın değer düzeni, tabii ve değişmeyen insanın keyif ve
iradesine bağlı olmayan, ahlakî ve toplumsal yasaların değer düzeni demektir. Bu
kanunların bütün evrene hakim olan kanunlar (tekvînî şeriat) dan bir farkı
yoktur.(Paşa, s.22) Kur’nı Kerim’de sıkca geçtiği (41/9-10-11) gibi evren,
doğrudan Allah’ın vahyettiği doğal (Fıtrî) kanunlara, boyun eğmiştir Bu
kanunların evrenin düzenini sağlaması gibi vahyedildiği Resuller aracılığı ile
insana tebliğ edilen Şeriat da insan ,toplum ve hayat ilişkilerini düzene koyar
Bu nedenle maddî dünyaya hakim olan ve “Allah’ın sünneti” de denilen fizikî
kanunlar ile insan ve toplumlara Şeriat’in teklif ettiği ahlakî ve toplumsal
kanunlar ve değerler, aynı kaynaktan gelmeleri ve Allah’ın yüce iradesini temsil
etmeleri bakımından uyum içindedirler. Bu ilişkiyi, bu manayı işleyen bir
tefekkür yaklaşımı hakim olan Nur Risalelerinden örneklendirebiliriz. Meselâ “
Sanî-i Zülcelal, İsm-i Hâkimin muktezasıyle, her şeyde en hafif sureti, en kısa
yolu, en kolay tarzı, en faideli şekli ehemmiyetle takip ettiği gösteriyor ki;
israf abesiyet, faidesizlik fıtratta yoktur. İsraf ise İsm-i Hâkimin zıddı
olduğu gibi; iktisad, onun lazımıdır ve düstur-u esasıdır . Ey iktisatsız ve
israfsız insan! Bütün kainatın en esaslı düsturu olan iktisadı yapmadığından, ne
kadar hilaf-ı hareket ettiğini bil! “Yiyiniz,içiniz, israf etmeyiniz “ ayeti ne
kadar esaslı, geniş bir düsturu ders verdiğini anla!…(Bediüzzaman,-Lem.- , s.
297). Bütün bu açıklamalardan şunu anlıyoruz ki; en mutlu insan toplumu, ahlakî
ve toplumsal kanunları (Şeriat-ı garra) ve doğal fiziksel kanunları (Şerat-i
fıtriye) en iyi uygulayan , diğer bir deyişle, İlahi iradeye en iyi boyun
eğmesini, itaat etmesini bilen toplumdur. (Paşa, s. 27)
I. Adalet, İslam’ın dayandığı esasların en büyüğüdür.
Çünkü; “Muhakkak ki Allah adalet ve ihsanı emreder.” (16/90) Hayatta vasat bir
yolda gidip bütün şekilleriyle adaletin tahakkukunu istediğimiz zamanda, sosyal
adalet daima fert hesabına hareket etmez. O fert için olduğu kadar cemiyet
içindir de. (Kutup, s.150) Müslüman için adalet aynı zamanda bir inanç motifi ve
sahip olunan imanın, hayatının her safhasına bir uygulanış biçimidir. Çünkü bu
inanç onun inandığı manevî kaynağın kesin bir öğretisidir. Kişi hayatın her
kesitinde aşırılıklara sapmadan kaçınarak, denge çizgisinde yürümeyi öngören bu
adalet anlayışı ile hareket eder.
Çalışma hayatında adalet denildiğinde, “Müslüman insan” başta
gerekli teşebbüs ruhunun iç motifi olan şecaat prensibinin kararlılığı ile
üretim için gerekli girişimde bulunur. Şecaat prensibi gereği fert, gayret ve
ideal yüceliği ile, kâr ve olgunluk içerisinde güçlüklere karşı sabır göstererek
hak davası için feraset ve fedakârlıkla ilgili girişimde bulunmasıdır. Üretim
için harekete geçilerek, üretimin tüm safhalarında hikmet prensibinin bir gereği
olarak “her şeyde en hafif sureti, en kısa yolu, en kolay tarzı, en faideli
şekli önemle takip eder. İşte “Onlar ki inandılar ve iyi işler yaptılar.
Elbetteki biz işi güzel yapanların ecrini zayi etmeyiz.”(18/30) ayetinin
muhatabıdırlar. Hikmet prensibi gereği iyi iş yapmanın önemi kadar işi iyi
yapmakta önemlidir. İffet prensibi gereği şahsî çalışma hayatında ahlaklılık,
ölçü ve olgunluk, disiplinli yaşamak, kötülüğe ve olumsuzluklara karşı tahammül,
arzuları dizginlemek, nimetlere şükretmek,incelik ve samimi kulluk kendini
gösterecektir. Bu, adaletin gerçekleşmesinin kendisi demektir. Adalet, vasat
olduğu için onun uygalaması sonucu oluşan eylemde vasatı netice verir.
Şecaat-hikmet-iffet prensipleri gereği tefrit ve ifrata sapmadan vasat yani
adaletli davranacaktır ki “iktisadî adalet” gerçekleşsin. Çünkü iktisad
vasattır. Tefrit sapması cimrilik, ifrat sapması "israf"tan uzaktır. Yani
"iktisad"kelime olarak "vasat yolu" olan islami bir kavramdır Bugünkü çağdaş
ekonominin temeli menfaate, tüketime , israfa dayalı, vahşi ve bencildir. Onun
için bizim “iktisad” tabirimiz, gerçekte Batı’nın kullandığı “ekonomi bilimi”
tabirinden çok daha değişik bir kavram. Mesela İbn Haldun “kasd” tabirini
kullanıyor; iktisad kelimesi bu kökten geliyor. Kasd, itidal, orta yol, ne ifrat
ne tefrit anlamına geliyor Bu bakımdan cimrilik iktisat etmek değildir.
Cimrilikte israfta iktisada manidir. (Kozak, s. 61) Maddî ve manevî ihtiyaçlarda
karşılıklı denge içinde hareketlerini düzenleyebilen insan, iktisadî adam yerine
“müslüman insan” (homo-Islamicus) modelini oluşturur.(Zaim, s. 61)
II. İslamda çalışma, bugün çokça gündeme getirilen rızık
için çalışma değildir. İslam için, toplum için çalışmadır. Bilinen bir kaidedir;
İnsan evvela kendi nefsini, sonra akrabalarını ve sonra milletini sever. Önem
sırasına göre insanın sorumluluğu vardır. İnsan sosyo-ekonomik çevresinin
niteliğini yükseltmekle açıkça sorumlu tutulduğuna göre, bireyin tüketime dayalı
davranışı yalnızca kendi gelirinin bir fonksiyonu olmayacaktır. O toplumun diğer
üyelerininde gelir tüketim düzeylerini dikkate almak zorundadır.(Nakvi, s.82)
Eğer bir fert, hayatı yalnız kendi kişisel menfaatları açısından
kıymetleniyorsa, bu onun kişisel menfaat gayesine yöneldiğini gösterir ki, bu
gayeyi geçekleştirecek ferdî tutum ve davranışlar hem meşru hemde gayrimeşru
alanlarda icra edilebilir. Negatif unsurlarıda beraberinde taşıyan böyle bir
eğilimin dengelenmesi gerekir. Öyle ise toplumun sulh ve istikrarı için ,
fertlerin hem şahsi menfaatini nihai gaye haline getirmemesi; hem de günlük
hayatını devam ettirebilmesi için verilen menfaatini gözetme duygularını olumlu
dairede tatmin etmesini sağlayacak bir iç disipline sahip olması gerekir. İslam
bu konuda insanın sorumluluğunu hatırlatarak çalışmasını anlamlaştırmak
suretiyle kişiyi içsel olarak motive etmektedir .Mesela, “Çoluk çoçuğunun
geçimini temin için helal yolda çalışan, Allah yolundadır.” Daha ileri bir
kesime yönelerek "Kendisi için istediğini kardeşi için istemedikce gerçek mümin
olamaz” denilmektedir.İslami eğitimi, iyi işlerden kişinin zevk alması neticesi
yanında başkaları için sevgi ve kardeşlik hislerini ona uyandıran, insanın bütün
kalbiyle temas edebileceği bir metot geliştirir. Bencillikten doğan hastalıkları
tedavi ederek ferdin davranış tarzının her yönüyle iyi olmasını temin eder.
(Muslihiddin,126)
Özel çıkar duygusunun insanları faaliyetlerinde motive eden çok
temel bir faktör olduğu bilinmektedir. İslam bunu inkâr etmez; “Allah’ın kulları
için yarattığı, zinet ve temiz rızıkları haram kılan kimdir?”(7/32). Fakat bu
hususu ahlaki vasıflarla birleştirir ve toplumların diğer menfaatleriyle
destekler. Müslüman insan, iktisadi hayattaki davranışların da, kendisinde
yaratılışta mevcut olan nefsini tatmin ve menfaatlerini maksimize etme
duygularını, Allah’ın emir ve yasaklarıyla makul ölçülerde düzenlemeye çalışan
insandır.(Zaim, s. 59) İslam ahlakının kendine özgü karekteri büyük ölçüde
insanın Yaratıcı ile, kendisiyle, evrenle ve toplumla ilişkisi içinde
kavranmasında yatar. Söz konusu kavrayışta kazanılan oto-kontrol ile
sorumluluğunun bilincinde hareket eder. Çünkü aynı zaman da işveren de bir
mükâfat veya cezanın muhatabıdır.(Nakvi, s. 68)
İnsan dışında diğer bütün canlılar hareketlerinde
sınırlandırılmışlardır. Burada sözü edilen hareket herkes için dengeli bir hayat
temini amacıyla düzenlenmiş harekettir ki, sonuçta Allah’ın yaratttıkları için
dilediği , sürekli iyiye gidiş isteği gerçekleşsin. Tabiattaki her şeyin
kontrolüne sahip olmaya hak kazanmış olan insan, bu isteğin gerçekleşmesinde en
önemli elamandır.(Cornelius, s. 279) Ferdi adalet, ferdin fikri ve bedeni
emeğinden, güç ve takatından, alın terinden elde ettiği neticelerin mükâfatını
cemiyete zarar vermeyecek sınırlarda, arzu ve meyillerini tatmin edecek şekilde
kullanılmasını gerekli kılar. İnsanın kendi öz hürriyetini ve hareketini
kısıtlamak adalet olmadığı gibi, isanların güdülerinin, ihtiyaçlarının,
girişimlerinin ve faliyetlerinin maddi ve manevi ihtiyaçlarının bir kenara
itilmiş veya en azından doyurulmamış bırakılması da adalet değildir. Hele
insanın yaratıcı güçlerini, geri plana atmak ve kendisinin istediği değil,
başkası için planına uygun olarak şekillenmeye zorlamak da adalet
olmamalıdır.(Halil, 1987, s. 20) Kur’an da “Ey iman edenler ! Allah’ın size
helal kıldığı temiz nimetleri, kendinize haram etmeyin. Aşırı da gitmeyin. Çünkü
Allah, aşırı gidenleri sevmez. Allah’ın size verdiğini helal ve hoş olarak
yeyin!.” (5/87/88) şeklinde olması gereken ölçü belirtiliyor. Bununla beraber
fayda ve menfaat denilen şey sırf maddi bir çıkardan dolayı değil, islam bize
insanın sadece ekmekle yaşayamayacağını ve günlük ekmeğimizi almamızın bizim
bütün benliğimizin biyolojik, fiziksel, sosyal, entellektüel, ahlaki ve ruhsal
fonksiyonun sadece bir parçası olduğunu ve toplumsal ve doğal durumumuz içindeki
bütün faaliyetlerimiz için Yaratıcı’ya karşı sorumlu olduğumuzu haber
vermektedir. (Davies,1991, s.198) İnsan, islam ile kendi hakikatının idrakine
erişir. Sadece terbiyenin basit bir parçası olmaktan daha öteye gider. İslam
cemiyetinde insan kendi önemini kaybetmez. Onun şahsiyetine saygı duyulur ve o,
birçok sosyal münasebetlerin önemli bir merkezi olur. Ne ferdiyettcilikte olduğu
gibi sadece fert, ne de soyalizmdeki gibi yalnızca cemiyetin önemi vardır. Ve
bunun gibi islam, fert ve cemiyetin her ikiside hayatı geliştirme hususunda eşit
(vasat) önemde olduğundan birinin diğerine baskı yapması fikrini kabul
etmez.(Muslihiddin, s.183)
III. İslam açısından ister işveren olsun, ister işçi
olsun , aynı Yaratıcı’nın kulu, birbirine kardeş, birbirine emanet, görülen
görülmeyen her davranışlardan, dünyada ve ahirette sorumlu olduklarını bilmekte,
davranışlarını bu şuur içinde yürütme durumundadırlar. Eğer o bir işveren ise
“Kimin elinin altında bir kardeşi (din kardeşi, işçi vb.) bulunuyorsa ona
yediğinden yedirsin, giydiğinden giydirsin. Kaldırmıyacakları işleri yüklemesin,
yüklerse kendilerine yardım etsin” şeklinde bir sorumluluğun sahibidir.(Karaman,
s.179) Tabii ki işverenlerle işciler arasında mutlaka tüketim açısından bir
eşitliğin bulunması gerekmez. Bununla beraber ilke olarak işveren kendisi için
istediğini işciler için, işcilerde kendileri için istediklerini işveren için
istemedikce ağır bir sorumluluğun altına girmektedirler. (Aydemir, s.68) Hazreti
Peygamberin “kıyamet gününde hesaplaşacağım” dediği üç zümreden birinin de “bir
işçi çalıştırıp hakkını vermeyenin …” olması manidardır. Burada çalıştırdığı
halde işçinin hakkını vermemekle hakka tecavüz durumu vaki olmaktadır. Halbuki
ücretin değil verilmemesi; tam ve süratle verilmesi gerekmektedir. Öyle ki
“İşçinin ücretini henüz teri kurumadan veriniz.” ilkesi esastır. İslam bu fikri
ile işçinin hayatındaki manevi ve maddi ihtiyaçlarını ifade etmiştir. İnsan
psikolojisi açısından önemli bir durum sözkonusudur. İşçinin manen muhtaç olduğu
şeylerin başında kendisine değer atfedildiğini ve kıymet verildiğini duyması
gelir. Ücretinin sür’atle verilmesi bu duyguyu gerçekleştirir. Aynı zamanda
onda, işcinin takdir gören bir güce ve toplumda sayılı bir mevkiye sahip olduğu
kanatı gerçekleşir. Bu durum onu tatminsizlikten koruduğu gibi; ücretinin
istenilen şekilde verilmemesi işgörenin işe karşı şevkinin kırılmasına neden
olabilecektir. (Kutup, s.162)
Müslüman işveren yönetimde adil davranır, işleri ehline verir,
yani işe en uygun insanları seçer ve adam kayırmaz. “Allah, size, işleri ehline
teslim etmenizi ve insanlara hükmettiğiniz zaman adaletten ayrılmamanızı
buyurur.” Müslüman işveren, insanlar arasında kazanç ve gelirde mutlak eşitlik
olmayacağını kabul eder. (Zaim, s.68.) Bu ölçüye göre iş ehliyete, ücret
liyakate tabidir. Eşit işe eşit ücret uygulanır ücretler adama göre değil, işe
göre belirlenir (Şafak, s.166) Gereken belirlemeden sonra işgören, işçisini
gözetir, kalbini hoşnut eder, ücretini hakkı ölçüsünde ve vaktinde, anlının teri
kurumadan tam olarak öder. Bunun yanında işgörenin iş yükünü makul ölçüde
düzenler ve “Onları, güçleri yetmediği şeylerle mükellef kılmayınız” sözünü
hatırlar (Zaim, s.66) ve bu doğrultuda hareket eder. İşveren konumunda ki
yöneticiye düşen önemli görev, kişilerin özelliklerini değerlemede objektif ve
hakkaniyetli olmasıdır. Ehliyet ve liyakat esasına göre öngörülen adalet
prensibini içinde duyarak hareket etmesidir
IV. İslam, insanların usulsüz yollarla birbirlerinin
haklarına tecavüz etmelerini kesinlikle yasaklamıştır. Kim olursa olsun
“Yaptıklarınızdan elbette sorumlu olacaksınız” beyanın muhatabıdır. Bu sebeple
işgören, kendi haklarına, karşı taraftan beklediği saygıyı, aynı şekilde
kendiside göstermeli; işveren gibi o da bu konuda hakkaniyet esaslarına uygun
olarak ve karşılıklı rıza ile düzenlenmiş sözleşme esalarına ve şartlarına
uymalıdır. (Çağrıcı, s.275) İşveren , çalıştırdığı işçinin ücretini eksik
vermesi adaletsizlik olduğu gibi; işci de işinde veye iş saatinden çalarsa iş
sahibine zulmetmiştir, yani, adaletsizlik yapmıştır.(Şeriati, s.169) Nasıl ki
işveren yönetimi altında olan işgörenden sorumlu ise, iş gören de denetimi
altında olan iş ve benzeri şeylerden yana bir sorumluluğu vardır. Çünkü,“İşçi,
işverenin malının çobanıdır(emanetcisidir) ve bundan sorumludur” Böyle bir
sorumluluğun muhatabı olan işgören ilgili faaliyetlerin yerine getirilip
getirilmemesi yönünde bir hesap verme durumuyla karşı karşıyadır. İslam, işçinin
hakkında gösterdiği koruyucu dikkat karşılığında onunda, temiz ve dikkatli
olmasını ister. Elde edilen “En iyi kazanç işine özen gösteren ve işverenine
saygı ile bakan işçinin elde ettiği kazançtır.” Bu da çalışma ve mükâfatı
arasındaki denklik yönünden tabii olduğu gibi İslamın üzerinde durduğu hayatın
esasını teşkil eden ahlak cihetinde de tabiidir.(Kutup, s.163) Sahip olduğu
ahlak anlayışı ile adalet duygusunu içinde duyan işçi, kurulmuş olan inanca
dayanan bu oto-kontrol mekanizması ile beklenen performansı gösterecektir.
Kaynakça
1. KIVANÇ,Taha, “Gorbaçov İle sohbet” (Zaman.1.5.1995)
2. KOZAK, İ.Erol .İnsan Toplum İktisat, (İbn. Haldun’a
Göre), Pınar yay.,İst.1984.
3. MERİÇ, Ümid, “2000’e 5 Kala Köklerden İstikbale, Kon:
Cafer Aydın, (Zaman. 1.5.1995)
4. MALİK, F,” İslam’da İnsan Hakları”, İnsan Hakları
Müslümanca Bir Yaklaşım. Çev. T. Yunt. Akabe, 1987.
5. İSLAM, Nadir,.Latif, Hürriyetin Alfabesi, Yeni Asya yay.
İstanbul.1977.
6. BEDİÜZZAMAN, S. Nursi . Risale-i Nur Küliyatı,(İlgili
Kitaplar) Sözler Yayınevi, İst.
7. MUSLUHİDDİN, Muhammed, İslam ve Sosyoloji, Akabe, İst.
1987.
8. PAŞA,S: Halim, İslam ve Batı Toplumlarında Siyasal
Kurumlar, Pınar Yay. İst. 1987
9. NASR,S. Hüseyin, İslam İdealler ve Gerçekler, Çev. A.
Özel,Akabe, İst, 1985
12. Haldun, İbn, Mukaddime. c ı, Maarif Basımevi,
İstanbul,1954)
13. ELİBOL, Saadettin, Sınıfsız Dünya, Birlik Yay. Ank.1980
14. BULAÇ,Ali , İnsanın Özgürlük Arayışı, Endlüs
Yay.İst.1990
15. GUENON, Rene, Modern Dünyanın Bunalımı, Risale
Yay,İst,1986.
16. CARREL, Alexis, İnsan Denen Meçhul, Çev. R. Özdek,
Yağmur yay. İst.1983.
17. HAMİTOĞULLARI, B.”İktisadi – Vahşi Büyümenin bunalımları
ve İslam kalkınma Modelinin Vadettikleri”, İktisadi kalkınma ve İslam, İslami
İlimler Araştırma Vakfı Yayınlar, İstanbul, 1987.
18. ÖZFATURA, Burhan, (Zaman 22,12,1995)
19. HATEMİ, Hüseyin, Batılılaşma, Bir Yay. İst. 1987.
20. YÜRÜK, Ali, Türkiye Neden Böyle, Kuşak Ofeset,
Ankara,-t.y.-
21. BULAÇ, Ali, “Tarihin Sonu mu?” Üzerine Tartışma, Rey
Yay. Kayseri, -t.y-
22. NASR,S.Hüseyin, “Batı Dünyası ve İslam’a karşı
Mücadeleler”,Çağdaş İslam Düşünürlerinden Makaleler ,Çev. İ.Sarmış, Selam Yay.
Konya,-t.y-
23. GARAUDY, Roger, İslam ve İnsanlığın Geleceği, Çev:
C.Aydın, Pınar Yay. İst,1995.
24. TATLISU, A.Osman Esma’ül Hüsna Şehri, Yağmur Yan. İst.
1982.
25. Bediüzaman, S. Nursi, Lemalar, Sözler Yay. İst.
26. KILLIOĞLU İsmail, “Hukuk Din ve Tıp”, ( Zaman, 8.4.
1996)
27. KINALIZADE, A.Efendi, Ahlak’ı Ala’i, Tercüman 1001 Temel
Eser, İst
28. HALİL, Ümadiddin.,Sosyal Adalet Üzerine, Çev. M.Erdoğan
ve V.Akyüz, Akabe yayınları İstanbul., 1987.
27. ÖZDENÖREN, Rasim, Müslümanca Düşünme Üzerine Denemelr,
İnsan Yay. İst.1985.
28.. KUTUP, Seyyid, İslamda Sosyal Adalet, Çev, Y.Tunagür ve
Mansur,Çağaloğlu yayınevi, İst.1982.
29. .KOZAK,İbrahim,E.,”İbn Haldun’un İktisadi gelişmede
Psikolojik Faktörlere Verdiği Yer” İktisadi Kalkınma ve İslam, İslami İlimler
Araştırma Vakfı Yayınlar, İstanbul, 1987.
32. ZAİM, Sabahattin, İslam- İnsan- Ekonomi, Yeniasya Yay,
İst. 1992.
33. NAKVİ, N.H. Ekonomi Ve Ahlak, Çev.İ.Kutluer, İnsan yay.,
İst. 1985.
34. CORNELIUS, A.R. “İslam’da Adalet Kavramı” , İnsan
Haklarına Müslümanca Bir Yaklaşım. Çev. T. Yunt. Akabe, 1987.
35. DAVİES, Merrly, İslam Antropolojisinin Oluşturulması,
Çev., T.Doğukargın Endülüs yay., İst., 1991.
36. KARAMAN, Hayreddin, “İşci- İşveren Anlaşmazlıklarında
Çözüm Yolları” İşci İşveren Münasebetleri, İslami ilimler Araştırma Vakfı Yay.
İstanbul, 1990.
37. AYDEMİR, Süleyman, “İşci- İşveren İlişkileri Mukayeseli
Sistem Analizi”, İşci- İşveren Münasebetleri, İslami İlimler Araştırma Vakfı,
(İlmi Neşr.), İst., 1990.
39. ŞAFAK, Ali, “Ücret Sistemleri ve Ücretle İlgi Bazı
Öneriler”, İşci- İşveren Münase betleri, İslami İlimler Araştırma Vakfı, İlmi
Neşriyat, İst.,1990.
40. ÇAĞRICI, M. İslam Ahlakı, Ensar Neş. İstanbul, 1991.
41. ŞERİATİ, Ali. İslam Ekonomisi, Çev. K.Çamurcu, Dünya
yay. İst. 1994.