Kur’ân’a Adanmış Bir Hayat

Risale-i Nur hakkında araştırmaya girişen herhangi bir insanın
kolaylıkla görebileceği bir husus vardır: Kur’ân’ın vazgeçilmez önceliği. Tüm
risaleler Kur’ân denizinden süzülmüş katreler, Kur’ân bahçesinden devşirilmiş
çiçekler sunar. Risale-i Nur’u bütünüyle kuşatan bu Kur’ânî iklim, müellifinin
dünyasında Kur’ân’ın taşıdığı önemin ve değerin de habercisidir. Said Nursi
hakkındaki en güçlü ve en otantik hayat tarihçesi mahiyetini de taşıyan Risale-i
Nur, Kur’ân ikliminden râyihalar sunarken, bu râyihaların müellifine nasıl bir
hayat, nasıl bir tefekkür sonucunda ihsan edildiğini de gösterir. Risaleleri
okurken elde ettiğimiz kimi ipuçlarıyla, Said Nursî, daha bebekliğinden itibaren
Kur’ân’ın talimi ve dersiyle hemhal olmuş bir insan olarak karşımıza çıkar.

Gerek kendi eserleri, gerek hakkındaki biyografiler, onun aile
ve medrese çevresinde geçen bebeklik, çocukluk ve ilk gençlik günlerinde
teneffüs ettiği Kur’ânî havaya dair yeterince fikir verir. Fakat, Van’da henüz
yirmisinde genç bir alim olarak bulunurken yaşadığı bir olay, bir bakıma
hayatının en kritik noktasını teşkil edecektir. Yaklaşık olarak 1899-1900
yılında vuku bulan bu olayın onun dünyasında yol açtığı dönüşümü, “Birinci Şua”
adlı eserinde, kendi ifadeleriyle şöyle okumaktayız:

“Risaletü’n-Nur müellifi bir üçyüz onaltı sıralarında mühim bir
inkılâb-ı fikrî geçirdi. Şöyle ki:

O tarihe kadar ulûm-u mütenevviayı, yalnız ilimle tenevvür için
merak ederdi, okurdu, okuturdu. Fakat birden o tarihte merhum vali Tahir Paşa
vasıtasiyle Avrupa’nın Kur’ân’a karşı müthiş bir su-i kasdları var olduğunu
bildi. Hattâ bir gazetede İngilizin bir müstemlekât nâzırı demiş:

‘Bu Kur’ân, İslâm elinde varken biz onlara hakikî hâkim
olamayız. Bunun sukutuna çalışmalıyız’ dediğini işitti, gayrete geldi. Birden
makam-ı cifrîsi bin üçyüz onaltı olan ‘fa’rid anhum’ fermanını mânen dinliyerek
bir inkılâb-ı fikrî ile merakını değiştirdi. Bütün bildiği ulûm-u mütenevviayı
Kur’ân’ın fehmine ve hakikatlarının isbatına basamaklar yaparak hedefini ve
gaye-i ilmiyesini ve netice-i hayatını, yalnız Kur’ân bildi. Ve Kur’ân’ın
i’caz-ı manevîsi ona rehber ve mürşid ve üstad oldu. Fakat maatteessüf o gençlik
zamanında çok aldatıcı arızalar yüzünden bilfiil o vazifenin başına geçmedi. Bir
zaman sonra Harb-i Umumînin tarraka ve gürültüsü ile uyandı. O sabit fikir
canlandı, bilkuvveden bilfiile çıkmaya başladı.”

Bu ifadeler, özellikle Eski Said’e dair genelde çizilen
portreden farklı bir tasvir sunmaktadır. Said Nursî’nin yaşadığı “inkılâb-ı
fikrî” sonucu hayatının gayesini yalnızca Kur’ân bildiği dönemin yaklaşık yirmi
yılı, zahirde başka meselelerle uğraşır göründüğü bir devredir. Daha 1899’da
yegâne gayesini ve hedefini Kur’ân’a talebe olup ona hizmet etmek şeklinde
belirleyen Said Nursî, dışarıdan bakıldığında, özellikle 1920’lere kadar,
Medresetü’z-Zehra, hürriyetin gelişi, Şarkın intibahı, İslâm dünyasının
terakkisi gibi meseleler etrafında yoğunlaşmış gibidir. Bu nokta, onun iç
dünyası ile dış dünya arasında o dönemde ciddi bir çatışma yaşandığının
habercisidir. Anlaşıldığı kadarıyla, bu ara dönemde iç dünyası Kur’ân’a yönelik
çok ciddi bir muhatabiyet gayretiyle şekillenmiş; ama bu gayreti “bilkuvve”den
“bilfiil”e çıkarma noktasında ciddi engellerle karşılaşmıştır. Kendisinin “o
gençlik zamanında[ki] çok aldatıcı arızalar” diye ifade ettiği bu engeller başlı
başına bir araştırma konusudur. Ama Risale-i Nur’un değişik bahislerinden
hareketle, belli ipuçları edinmek de mümkündür.

Bu “arızalar”ın, enfüsî ve âfâkî olmak üzere, iki ana başlık
altında toplanabileceğini sanıyoruz. Dış dünyaya ilişkin âfâkî engellerin ilki
ve en önemlisi, içinde bulunduğu ortamdır. Genç Said başında halifenin
bulunduğu, Meşihatın ve yüzlerce alimin halifenin yanında yer aldığı, ve “şer’-i
şerîf”i anayasası olarak kabul eden bir hilâfet devletinde yaşamaktadır.
Hilafete yüklenen en önemli görev ise, iman hakikatlerinin talim ve neşridir. Bu
görev, esasen halifeye aittir. Said Nursî, muhtemelen bu temelden hareketle,
kendi iç dünyasında Kur’ânî bir terbiye yaşarken, bunu dış dünyaya taşıma gibi
bir görevi haklı olarak üzerinde hissetmemiştir. Bunda o günkü toplumun
“millet-i hâkimesi İslâm” diye özetlediği görüntü de önem taşımış olabilir. Her
hâlükârda, dış dünyadaki gayreti Medresetüzzehra, istibdadın son bulması,
hürriyetin gelmesi gibi, iman çalışmasına göre ikinci, üçüncü derecede önem
taşıyan siyasî, idarî ve içtimaî teşebbüslerde yoğunlaşmıştır. Kısacası, kendi
ifadesiyle “siyaseti dine hizmetkâr yapma” gayesini güderek “hayat-ı içtimaiye-i
İslâmiye” ile meşgul olmuştur. Bu ise, daha 1899’da yaşadığı “inkılâb-ı
fikrî”nin fiilî ürünlerinin ortaya çıkmasını engellemiş, yahut geciktirmiştir.

İç dünyaya ilişkin en önemli arıza ise, sanırız, bir
“dönüştürme” problemiyle ilgilidir. Said Nursî’nin çocukluk ve gençlik
döneminde, düzenli bir medrese eğitiminden geçmese de, yoğun bir öğrenim
faaliyeti gerçekleştirdiği bilinmektedir. Öncelikle medreselerde okutulan hadis,
tefsir, fıkıh gibi “dinî ilimler” ve de mantık, gramer, edebiyat gibi “âlet
ilimler” alanında ciddi bir birikim edinmiştir. Akabinde, fen ve felsefe
alanında yoğun bir okuma faaliyetine giriştiği bilinmektedir. Risale-i Nur’un
değişik bahislerindeki ilgili notlar biraraya getirildiğinde, Said Nursî’nin
uzunca bir dönem, edindiği bu “ilmî mâlûmat”ı “imanî marifet”e dönüştürmenin
formülünü aradığı anlaşılmaktadır. “Mâlûmat” odunlarını “marifet” nurlarına
dönüştürme zorunluluğunu hissetmiş; ve bunun formülünü buluncaya dek bu odunları
taşımak durumunda kalmıştır. Bu, onun sözkonusu gayretini ilk anda “bilfiil”e
çıkarmasını engelleyen önemli bir “arıza”dır. (Öte yandan, bunun, Mesnevî’nin
Türkçe önsözünde belirtildiği gibi, başkalarının akıl gözünü kapadığı yerde gözü
açık gitme imkânını sağladığını da belirtelim. Sonuç bu açıdan semereli olmuş;
ama zaman almıştır).

Bir Kur’an talebesinin ilk notları

Velhasıl, buna benzer arızalar onun daha yirmisinde yaşadığı
“inkılâb-ı fikrî”nin fiilî ürünlerinin ortaya çıkmasını geciktirmiştir. Ama,
bununla birlikte, yaşanan “inkılâb-ı fikrî” sonucunda Kur’ân’a mutlak anlamda
yönelişin habercisi olan kimi işaretlere Eski Said’de de rastlamak olasıdır.
Muhakemat, bunun bir örneğidir. Bu eserin daha ilk sayfasındaki “hamdele”
kısmında, Kur’ân’a dair, Said Nursî’nin tüm hayatı boyunca işleyip geliştirdiği
tahlilin anahatlarını görmek mümkündür. Bu eserde Kur’ân’ı, taşıdığı anlama
ilerleyen sayfalarda değineceğimiz bir vurguyla “Kur”ân-ı Mu’ciz” olarak
tanımladıktan sonra, Said Nursî şöyle der:

“Öyle kitab ki: Kaideleri ile hilkat-ı âlemin kitabından dest-i
kader ve kalem-i hikmet ile mektub ve cari olan kavânîn-i amîka-i dakîka-i
ilahiyeyi izhar ettiğinden; ahkâm-ı âdilânesiyle nev’-i beşerin nizam ve
muvazenet ve terakkisine kefîl-i mutlak ve üstad-ı küll olmuştur.”

Bu tarifte, daha sonraları Risale-i Nur’da durmaksızın
vurgulanan bir hususun izlerini tesbit etmek mümkündür: Kâinatın Kur’ân’ın
şahidi oluşu, ve Kur’ân’ın “fıtrat-ı selime cihetiyle de musaddak” oluşu…
Kur’ân’ın âlem-i şehadette âlem-i gaybın lisanı oluşu ve şu büyük kâinat
kitabının tercümanı oluşu… Kur’ân’la gelen şeriatın fıtrî şeriatla mutabık ve
muvafık oluşu…

Bu tanımlama, Risale-i Nur’un en önemli özelliklerinden birinin
habercisidir. Kur’ân âyetlerini “izah” eden pek çok sayıda eser mevcuttur.
Özelde tefsir kitapları hep bu çerçevede yer almaktadır. Oysa Risale-i Nur,
Kur’ân âyetlerini “izah” sadedinde kalmayıp, “teslimi bozulmuş” bu asırda bu
âyetlerin hakkaniyetini “isbat” gibi bir görev de üstlenmiştir. Bu isbatın
vasıtaları ise, kâinat ve insan fıtratıdır. Fenden ve felsefeden gelen
itirazlara karşı, gerek kâinat ve gerek fıtrat, Kur’ân âyetlerinin gerçekliğine
şahit tutulmaktadır. Muhakemat’ın daha başındaki bu tarif, işte bu boyutun ilk
işaretlerini taşımaktadır. Aynı eserin ilerleyen sayfalarında, Kur’ânî bir
tefekkürün anahatlarını tesbite çalışan, İslâm düşünce tarihini de bu çerçevede
değerlendiren muhakemelerle yüzyüze gelmekteyiz.

İşârâtü’l-İ’caz: i’caz neden önemli ?

Muhakemat’ın neşrinden üç yıl sonra, Said Nursî’nin
İşârâtü’l-İ’caz adlı bir tefsir yazmaya başladığını görüyoruz. Bu eser, taşıdığı
isimle, Muhakemat’ın başında yer alan “Kur’ân-ı Mu’ciz” ifadesinin açıldığı ve
açıklandığı çağrışımını uyandırır. Eser, “Kur’ân’ın mucize oluşunun
işaretleri”ni sunan bir tefsir olmayı hedeflemektedir.

Gerçekten, İşârâtü’l-İ’caz, klasik tefsir usulünü zorlamakta,
alışılmış tefsir kalıplarını aşmaktadır. Tefsirlerde, genel olarak Kur’ân
âyetlerinin birbiri ardınca sıralandığı; müfessirin ise tüm âyetlerin tüm
cümlecik ve kelimelerini değil, yalnızca dikkatini çeken âyet ve ibareleri
açıklamakla yetindiği görülür. Bu eserde ise, önce temel bir çerçeve
çizilmektedir. Müellifinin ifadesiyle okuyalım:

“Kur’ân’daki anâsır-ı esasiye ve Kur’ân’ın takip ettiği
maksadlar, tevhid, nübüvvet, haşir, adalet ve ibadet olmak üzere dörttür. Bu
dört unsuru beyan edeceğiz.”

Bunun üzerine, klasik tefsir usulüne dair telmihler barındıran
şöyle bir soru gündeme getirilir: “Şu makasıd-ı erbaa, Kur’ân’ın hangi
âyetlerinde bulunuyor.”

Verilen cevap, İşârâtü’l-İ’caz tefsirinin metodik bir özeti
hükmündedir:

“O anâsır-ı erbaa, Kur”ân’ın hey’et-i mecmuasında bulunduğu
gibi; Kur’ân’ın sûrelerinde, âyetlerinde, kelamlarında, hatta kelimelerinde bile
sarahaten veya işareten veya remzen bulunmaktadır.Çünkü, Kur’ân’ın küllü
cüz’lerinde göründüğü gibi, cüz’leri de Kur’ân’ın küllüne âyinedir. Bunun
içindir ki, Kur’ân, müşahhas olduğu halde, efrad sahibi olan küllî gibi tarif
edilir.”

Ardından “Bismillâhirrahmanirrahîm” ile başlayan tefsirde, her
bir âyet, her bir âyetteki her bir kelam, hatta her kelime ve harf tek tek bu
dört temel maksat ekseninde ele alınır. Kur’ân’ın i’caz’ı, yani lâfz ve mânâ
cihetiyle insanı âciz bırakması, yani beşer kelâmı olmayıp Kelâmullah oluşu kırk
ayrı açıdan çalışılır. Bir âyet üzerinde, harflere dek uzanan böylesi bir
yoğunlaşma bazılarına gereksiz gözükebilir; oysa, Kur’ân’ı “ilm-i muhît” sahibi
Zât-ı Zülcelâle has kılıp Kelâm-ı Ezelî olarak hayatımızın ve tefekkürümüzün
mihverine yerleştirmenin anahtarı buradadır. Kur’ân’ın zihnimizde ve kalbimizde
vazgeçilmez bir önceliğe sahip olması, onun Allah kelâmı olduğuna aklen ve
kalben ikna olmamızla mümkündür. İşte bu zaruri neticeyi i’caz hâsıl etmektedir.

Bu tefsirin, ileride, Said Nursî tarafından “Risale-i Nur’un
başlangıcı” olarak tanımlanması anlamlıdır. Çünkü Kur’ân’ın her bir âyetinde
gerek nazm ve lafz yönündeki i’caz vecihlerini keşfe yönelen, hem de anlam
açısından i’caz vecihlerini araştıran yoğun bir dikkat iledir ki, Risale-i Nur
doğmuştur.

Haşir Risalesi bunun bir örneğidir. Bu risale, Rûm sûresinin 50.
âyetinin bir dersi hükmündedir. “Fenzur ilâ âsâri rahmetillâhi…” diye başlayan
âyet, gerek nazmı, gerek mânâsı itibarıyla, sözkonusu risalenin temelini
oluşturur. Ayet, ölmüş arzın baharda dirilişini nazara verip, bunu ölülerin
dirilişine, zira Allah’ın Kadîr-i Külli Şey olduğuna delil ve şahit kılmaktadır.
Sözkonusu risale, “madem dünya var, elbette âhiret var” cümlesiyle özetlenen
muhakemesini, işte bu âyetten alır. Bu âyetten aldığı dersle, şu kâinatı
Allah’ın güzel isimlerini ve sıfatlarını gösteren ve tanıttıran bir ayna olarak
okur. Ve, her birine tüm kâinatın şahit olduğu bu isim ve sıfatların her birinin
haşri gerektirdiğini isbat eder. Bu, sözkonusu âyetin tevhid penceresiyle haşrin
isbatı için nasıl bir yol açtığının göstergesidir.

İşârâtü’l-İ’caz müellifi, bu âyette yalnız tevhid penceresiyle
haşrin isbatına dair bir usul bulmakla kalmayacaktır. Ayetin verdiği dersle,
nübüvvet ve “adalet ve ibadet” hakikatının da haşri gerektirdiği isbat
edilecektir.

Tüm bunlar, mânâ cihetinden i’caz vecihlerini arıyor olmanın
meyvesidir. Lafz ve nazm cihetindeki i’cazı takip ederek de aynı noktaya
ulaşılmaktadır. Ayet, daha ilk kelimesiyle insanı bir bakış, bir “nazar”
eğitimine tâbi tutmakta; ikinci kelimeyle bu bakışın ilk adresini
göstermektedir: âsâr, yani eserler. Hem bildiğimiz “eserler” anlamını, hem de
“izler, işaretler” anlamını taşıyan bu kelimenin seçilmesi başlı başına bir
i’cazdır. Varolan bir eser, insana o eserin Müessirini tanıtır, Ona işaret eder,
Onun alemi olur. Ki, âsâra bakan rahmeti görecek; bu muhît ve mutlak rahmet onu
Rahîm-i Mutlak olan Zât’a ulaştıracaktır. Ayet, nazm açısından, böylesi i’caz
vecihlerini yüklenmiş biçimde akıp gitmektedir. Ayetin lâfzındaki bu mucizane
diziliş gibi i’caz vecihleri de, İşârâtü’l-İ’caz müellifinin, sözkonusu âyetten
aldığı dersle Haşir Risalesi’ni yazmasında anahtar bir rol sahibidir.

Yalnızca Haşir Risalesi’ni örnek olarak aldığımız böylesi bir
umumî bakış dahi, Risale-i Nur’un telifinin neden İşârâtü’l-İcaz müellifine
nasip olduğunu açıkça göstermektedir. Böylece, İşârâtü’l-İ’caz’ın “Risale-i
Nur’un başlangıcı” olarak tanımlanmasının sırrı da açılmaktadır. En önemlisi,
Kur’ân’a “i’caz’ı cihetiyle muhatap olmanın, Kur’ânî bir tefekkürün kurulmasında
taşıdığı vazgeçilmez önem, açıkça anlaşılmaktadır.

Müellifi açısından Risale-i Nur’a, tüm ehl-i imanın açısından
ise Kur’ânî bir tefekkürün inşasına giden yolda böylesine önemli bir yeri
bulunan İşârâtü’l-İ’caz, henüz Kur’ân’ın ilk sayfalarında, Bakara sûresinin 32.
âyetinde son bulmaktadır. Said Nursî’nin “İ’caz-ı Kur’ân’ı beyan et” emrini
işittiği manidar bir rüyadan sonra, I. Dünya Savaşı hengâmında, Doğu cephesinde
Ruslara karşı sıcak çatışmalar içindeyken gülle ve mermi sesleri arasında
yazılan bu çok değerli tefsir, müellifinin esir düşüp Sibirya’ya sürgün edilmesi
yüzünden devam edememiş, 2:32. âyette kalmıştır.1

Risale-i Nur’a doğru

Rusya esareti dönüşü, Said Nursî’yi ciddi bir iç muhasebe içinde
buluyoruz. Son derece sıcak ve samimi bir üslupla yazılmış “Yirmialtıncı Lem’a”
adlı eserinden anlaşıldığı kadarıyla, bu iç muhasebe dış dünyada meydana gelen
devâsâ değişimlerle de ilgilidir. Hem kendisinin ihtiyarlığa adım atmaya
başladığı, hem de hilafet saltanatının çökmeye yüz tuttuğu bir sırada yaşanan bu
muhasebe esnasında, dünyasının merkezinde yine Kur’ân yer almaktadır.
“İhtiyarlığın alâmeti olan beyaz kılların saçına düştüğü” o zamanda, İstanbul’da
halife ve şeyhülislâmdan tâ medrese talebelerine kadar herkesten ve her kesimden
iltifat ve teveccüh görmekte; ama o saçındaki beyaz kılların verdiği mesajı
değerlendirerek, fani bir dünyadaki fani insanların iltifatı yerine, Bayezid
Camiinde ihlaslı hafızların okuduğu Kelâm-ı Ezelîyi dinlemeyi tercih etmektedir.
Onun Kur’ân’a her bir âyetiyle nasıl bir yoğunluk ve derinlik içinde muhatap
olduğunun bir örneği, Yirmialtıncı Lem’a’nın “sekizinci rica”sında görülür.
Bayezid Camiinde dış dünyadan gelen iltifatlar, hilafet saltanatının inkırazı,
saçına düşen beyaz kıllar arasında gel-gitler yaşarken duyduğu “Küllü nefsin
zâikatül mevt” âyetinin getirdiği sorgulama Said’in Kur’ân’a muhatap oluşundaki
ciddiyetin, derinliğin ve enginliğin manidar bir delilidir:

“…Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan, semavî yüksek hitabiyle beşerin
fenasını ve zîhayatın vefatını haber veren gayet kuvvetli bir surette “Küllü
nefsin zâikatül mevt’ fermanını, hâfızların lisaniyle ilan etti. Kulağıma girip,
tâ kalbimin içine yerleşip, o pek kalın gaflet ve uyku ve sarhoşluk tabakalarını
parça parça etti. Camiden çıktım. Daha çoktanberi başımda yerleşen o eski
uykunun sersemliğiyle birkaç gün başımda bir fırtına, dumanlı bir ateş ve
pusulasını şaşırmış gemi gibi kendimi gördüm. Aynada saçıma baktıkça, beyaz
kıllar bana diyorlar: “Dikkat et!” İşte o beyaz kılların ihtariyle vaziyet
tavazzuh etti. Bakdım ki, çok güvendiğim ve ezvâkına meftun olduğum gençlik
elveda diyor.. ve muhabbetiyle pek çok alâkadar olduğum hayat-ı dünyeviye
sönmeye başlıyor.. ve pek çok alâkadar ve âdeta aşık olduğum dünya, bana uğurlar
olsun deyip, misafirhaneden gideceğimi ihtar ediyor. Kendisi de,
“Allahaısmarladık” deyip, o da gitmeye hazırlanıyor. Kur’ân-ı Mu’cizü’l-Beyan
“Küllü nefsin zâikatül mevt” âyetinin külliyetinde: Nev-i insanî bir nefisdir,
dirilmek üzere ölecek. Ve küre-i arz dahi bir nefisdir, bâki bir surete girmek
için o da ölecek. Dünya dahi bir nefisdir, âhiret suretine girmek için o da
ölecek!” mânâsı âyetin işaretinden kalbe açılıyordu.”

Bu uzun iktibas Said Nursî’nin Kur’ân’a muhatabiyetindeki
ciddiyeti ve derinliği göstermenin ötesinde, İşârâtü’l-İ’caz’dan Risale-i Nur’a
giden yolun önemli bir ipucunu da verir. İ’caz üzerindeki vurgusu itibarıyla
Risale-i Nur’un başlangıcı olan İşârâtü’l-İ’caz, yine de Eski Said’in
tefsiridir. Bu tefsirde ilmî ve aklî bir ele alış tarzı öne çıkmaktadır. Bu
eseri telif eden Eski Said Kur’ân’a çok ciddi bir talebe olmuştur; ama bu
talebelikte akıl ve ilim boyutu ön plandadır. Oysa, iktibas ettiğimiz bahiste,
yalnız akıl değil, insanın tüm duyguları, tüm donanımları konuşturulmaktadır.
Bir bakıma Kur’ân âyetleriyle gelen mesajın “içselleştirilmesi,” tüm duygularca
özümsenmesi, kelimenin tam anlamıyla “benimsenmesi” süreci başlamıştır. Bu
enfüsî boyut, Eski Said ile Yeni Said arasındaki en önemli farklardan birini
teşkil eder. Aynı zamanda, onun son tahlilde İşârâtü’l-İ’caz’ı neden “Eski
Said’in tefsiri” diye tanımladığını da açıklar. Mektubat’tan alacağımız, Eski
Said’in Yeni Said’e dönüştüğü sürecin sözkonusu edildiği bir bahsin ardından
gelen şu ifadeler, bu açıklamayı daha da anlaşılır kılmaktadır:

“… Demek Kur’ân’dan gelen o Sözler ve o nurlar, yalnız aklî
mesâil-i ilmiye değil, belki kalbî, ruhî, hâlî mesâil-i imaniyedir. Ve pek
yüksek ve kıymetdar maarif-i ilâhiye hükmündedirler.”

Eski Said’in Yeni Said’e dönüştüğü bu süreçte, Said Nursî’nin
yalnız aklını değil, tümüyle iç dünyasını Kur’ân’ın i’cazına açmasıyla gelen
birçok manidar hakikat vardır. “Na’büdü”deki “nun”a dair bahis, “dağların,
taşların yüklenmediği emaneti insanın yüklenmesi”ne dair âyetin meyvesi olan
“ene” bahsi, “Fâtiha’nın âhirindeki üç yol” bahsi, bu noktada parlak birer örnek
hükmündedir.

Bu dönemin en önemli yönü, Said Nursî’nin her açıdan Kur’ân’ın
talebesi olmasıdır. Artık gençlik zamanındaki “arızalar” ortadan kalkmıştır. O
güne dek çizgisini izlediği selef-i sâlihînden hangi ferdi üstad edineceğine
karar verememiş olan Said, İmam-ı Rabbanî’nin Mektubat’ından aldığı bir derse
binaen, üstadlarının üstadı olan Kur’ân-ı Hakîm’de “tevhid-i kıble” etmeye karar
kılmış, ona yapışmıştır. ‚ok yoğun, çok bunaltıcı ama çok verimli bir
sorgulamayla gelen bu dönüşümün hemen akabinde yazdığı Mesnevî-i Nûriye, Eski
Said’den Yeni Said’e geçişin manidar bir meyvesidir. Bu eser, Muhakemat veya
İşârâtü’l-İ’caz’da gördüğümüz o güçlü muhakemeden vazgeçilmeksizin, tefekkürün
boyutlarını enfüsî âlemlere de taşımakta; “harita-i insaniye”deki keşifleriyle
vicdanı, ruhu, kalbi ve duyguları da konuşturmaktadır. Kur’ân ikliminden gelen
tatlı esinti, yalnız aklı değil, kalbi, ruhu, sair duyguları da kuşatan bir usul
ve üslub içinde çalışılmaktadır. Mesnevî, bu özelliğiyle, gerek asıl ve gerek
usul açısından, “Risale-i Nur’un fidanlığı” hükmündedir. Bu eserden anladığımıza
göre, Said’in daha yirmi yaşında başlayan “i’caz-ı Kur’ân” yolculuğu, şimdilerde
onu çok yüksek bir tefekkür yoluna ulaştırmıştır. Onu gözü kapalı olarak değil,
“ehl-i istiğrakın akıl gözünü kapadığı yerlerde, o makamlarda gözü açık olarak
gezdiren” bir yoldur bu. Böylesi bir yol, “Cenab-ı Hakka hadsiz şükür olsun ki,
Kur’ân’ın dersiyle, irşadiyle” bulunmuştur. Yine Mesnevî’deki bir pasaj, bu yola
dair daha ayrıntılı bir izah getirmektedir:

“Kur’ân’dan, hakikat-ı tarikatı -tarikatsız-feyiz suretiyle
gördüm ve bir parça aldım. Ve keza, maksud-u bizzat olan ilimlere ulûm-u âliyeyi
okumaksızın isal edici bir yol buldum.”

Bu yol, muhtemelen, İslâmî düşüncenin iki önemli geleneğinin
ayrıştığı bir noktayı birbirine bağlıyor olsa gerektir. Tasavvuf geleneğinde
kâinat, maddiyat, cismaniyat, neredeyse her zaman, marifetullah ve huzur-u
daimînin bir engeli olarak görülmüştür. Bu “perde”yi aşmak üzere vahdet-i vücud
ve vahdet-i şuhud gibi seyr-i sülûk yolları bulunmuş; enfüsî tefekkür yoluyla
marifete ve huzur-u daimîye ulaşma cihetine gidilmiştir. Gereğinde, huzuru
bozmamak için, akıl gözünün kapatıldığı bir yoldur bu. Öte yandan, kelâm
geleneğinde âfâkî daireye uzanan, inayet delili, gaye delili gibi araçları
kullanarak kâinatı “isbat-ı Sâni”in bir vesilesi kılan ciddi bir âfâkî tefekkür
gayreti mevcuttur. Fakat burada da enfüsî tefekkür ihmale uğramakta; akıl
istimal edilirken, kalb gereğince işlettirilmemektedir. Kur’ân’dan bulunan yol,
bu iki yarım küreyi bir bütün halinde biraraya getirmektedir. Artık kâinat
marifetullahın önündeki bir “perde” olmaktan çıkıp, marifetullaha ulaştıran
“pencere”lere dönüşmektedir. Akıl istimal edilirken, kalb de
işlettirilmektedir.2

Mektubat’ta yer alan bir mektup, bu hususu Muhyiddin-i Arabî ve
Fahreddin-i Râzi örneğinde ele alır. İbn Arabî, tasavvuf mesleğinin en büyük
simalarındandır. Muasırı olan ve kelâm ilminin en gözde isimleri arasında yer
alan Râzi’ye yazdığı mektupta, kelâm ilmi vasıtasıyla alınan marifetullahın ne
denli noksan olduğunu belirterek, onu tasavvuf mesleğine davet etmektedir. “öyle
de” der Said Nursî, “tasavvuf mesleğiyle alınan marifet dahi, Kur’ân-ı Hakîm’den
doğrudan doğruya veraset-i nübüvvet sırrıyla alınan marifete nisbeten o kadar
noksandır.” ‚ünkü, “Kur’ân-ı Hakîm’den alınan marifet ise, huzur-u daimîyi
vermekle beraber, ne kâinatı mahkûm-u adem eder, ne de nisyan-ı mutlakta
hapseder. Belki başıbozukluktan çıkarıp, Cenab-ı Hak namına istihdam eder.
Herşey mir’at-ı marifet olur… Herşeyde Cenab-ı Hakkın marifetine bir pencere
açar.”

Mesnevî-i Nûriye’de yer alan “Katre” adlı risalenin girişinde
sözü edilen “dört kelime ile dört kelam”da, Kur’ân’dan bulunan bu yolun
anahatlarını ve anahtarlarını bulmaktayız.3 İlerleyen yıllarda yazılacak
risaleler, bu temel çizgide gelişecektir.

“Reşha” mesleği

Said Nursî’nin, Eski Said’in Yeni Said’e dönüştüğü, ve Kur’ân’ın
i’cazına tüm insanî özellikleriyle talebe olmaya başladığı andan itibaren,
hayatının sonuna dek, yanında yalnız Kur’ân’ı bulundurması bu dönemde yaşanan
muhasebe ve muhakemelerle doğrudan bağlantılıdır. O, tasavvuf ve kelâm gibi
asırlar boyu pek çok insanın marifetullah ve huzur-u daimî yolunda yürümesine
imkân tanımış meslekleri çizgi dışına atmamakta; ama doğrudan doğruya Kur’ân’dan
alınan ve en önemli anahtarı “i’caz” olan “reşha” mesleğine göre, her ikisini de
dar, hususî, uzun ve yorucu bulmaktadır.

Risale-i Nur’un, değişik bahislerde “velâyet-i kübra,”
“veraset-i nübüvvet,” “sahabe mesleği” diye de adlandırılan bu mesleğinin
mantığını ve esasını anlatan en önemli risale, belki de “Yirmidördüncü Söz”dür.
Bu risale, müellifinin ifadesiyle, Allah’ı “bütün güzel isimler kendisinin olan”
Zât olarak tanıtan “Allahu lâ ilâhe illâ huve lehül esmâül hüsnâ âyet-i
celilesinin şecere-i nuraniyesinin çok hakikatlerinden bir hakikatının beş
dalına işaret” etmektedir. Birinci dal, âyetin “lehül esmâül hüsnâ” vurgusunu
ele alır. Bu vurguyla, dikkatimiz, Allah’ı bir ismiyle değil, tüm isimleriyle
tanımanın kritik önemine çekilmektedir. İnsanın Allah’ın her bir ismini azamî
mertebede tanıması; öte yandan bir isimden diğerine intikal etmesi gerekir. Bunu
başaramazsa, zarar eder. Meselâ Kadîr ve Hâlık isminin eserini görse, Alîm
ismini görmezse, gaflet ve tabiat dalâletine düşebilir. Böylesi sapmalar
yaşaması mümkün olduğu gibi, hakikat yolunda en azından güdük kalabilir. İşte bu
âyet, bu tehlikelerden uzak olmak, tüm güzel isimler Onun olan Allah’a lâyıkınca
abd olmak için, Onu tüm isimleriyle tanımaya çağırmaktadır.

“İkinci Dal,” âyetin bu birinci dersi üzerine temellenen bir
meslek tahlilini sözkonusu eder. Neden ehl-i fikir ve nazar, hak telâkki
ettikleri fikirlerinde hakikatı birbirine zıt surette göstermektedir? Neden
hakikî arif olan evliyânın bir kısmı, imanın yalnız bir erkânında ileri
gitmiştir? Neden ehl-i hakikat bazısında çok ileri, bir kısmında çok geri
kalmıştır? İleride onlara tâbi olanlardan bir kısmının, geri kalınan iman
esaslarına lâzım olan ehemmiyeti vermemesinin, hatta sapmasının izahı nedir?

Bu sorular eşliğinde, bu dal, bizi “zühre,” “katre” ve “reşha”
olarak özetlenen üç ayrı meslekle yüzyüze getirir. Bu böyledir; çünkü insanın
iktidarı cüz’î, ihtiyarı cüz’î, istidadı muhtelif, arzuları değişiktir. Hakikatı
binler perdeler, berzahlar içinde aramaktadır. Bu yüzden, bir perdeyi aralasa,
diğerine takılıp kalabilir. Bir iman esasında inkişaf gösterse, diğerinde geri
kalabilir. Hem bir ismin cilvesine mazhar olan kişi, diğer isimlerin cilvesine
mazhar olamayabilir. Bunun için, yalnız o ismin nazarıyla bakar, “tüm güzel
isimler” nazarıyla değil. O ismin nazarıyla bakışta dahi, küllî, has ve cüz’î
mazhariyet dereceleri vardır. Bazıları küllî bir mazhariyete ulaşamayıp hususî
veya cüz’î bir düzeyde kalabilir.

Bu ön hatırlatmadan sonra, hakikat arayışında olan tüm yolların
genel bir tahlili sunulur. Madem problemin temeli Allah’a tüm güzel isimleriyle
muhatap olamamak, ve her bir isme de “azamî mertebe”sinde mazhar olmamaktır; o
halde, nihaî ve mutlak çözüm tüm isimlere “mertebe-i a’zam”larıyla muhatap
olmayı temin eden meslektedir. İşte bunu temin eden, “Lehül esmaül hüsna”
sırrını ders veren Kur’ân’dır. Bu sırrın mübelliği ve bütün isimlerin mertebe-i
a’zamlarının mazharı olan Resul-i Ekrem aleyhissalâtu vesselâmdır. Said’in
“reşha” mesleğini seçmesi, işte bu sırdandır. “Kur’ân’ın i’caz-ı manevîsi ona
rehber ve mürşid ve üstad oldu” ise, işte bu sırdandır. Keza, İbn Sina gibi
dahilerin ancak takliden kabul ettiği, pek çok âlimin ise “Naklî bir meseledir,
delili nakildir. Akıl o yolda gidemez” dediği haşri, kâinatı şahit kılarak,
kâinatın her bir cüz’üyle cilvelerini gösterdiği Esma-i Hüsnaya dayanarak izah
ve isbat eden Haşir Risalesi ona nasip olmuşsa, yine bu sırdandır.

Nitekim, hakikate ulaşmayı hedefleyen mesleklerin Esma-i Hüsna
temelinde tahlil edildiği “İkinci Dal”ın sonunda şöyle denilmektedir:

“Veraset-i Ahmediye (a.s.m.) ile Kadîr ve Muhyî gibi isimlerin
mertebe-i uzmasına yetişmiyen, Haşr-i A’zamı ve Kıyâmet-i Kübrâyı taklidî olarak
kabul eder, ‘Aklî bir mesele değildir’ der. ‚ünki: Hakikat-ı Haşir ve Kıyamet,
İsm-i A’zam’ın ve bazı esmanın derece-i a’zamının mazharıdır. Kimin nazarı oraya
çıkmazsa taklide mecburdur. Kimin fikri oraya girse, Haşir ve Kıyameti, gece
gündüz, kış ve bahar derecesinde kolay görür, itminan-ı kalb ile kabul eder.

“İşte şu sırdandır ki: Haşir ve Kıyameti, en a’zam mertebede, en
ekmel tafsilâtla Kur’ân zikrediyor. Ve İsm-i A’zam’ın mazharı olan Peygamberimiz
aleyhissalâtu vesselâm ders veriyor.”

Çünkü, Kur’ân İsm-i A’zam’dan, Arş-ı A’zam’dan, her ismin
mertebe-i a’zamından gelmektedir. Allah’ı, kâinatı ve fıtratı şahit kılarak, tüm
isimleriyle tanıtmaktadır. O, bütün âlemlerin Rabbi itibarıyla Allah’ın
kelamıdır. Hem bütün mevcudatın ilahı ünvanıyla Allah’ın fermanıdır. Hem semavat
ve arzın Hâlikı haysiyetiyle bir hitabdır. Hem, mutlak rububiyet cihetinde bir
konuşmadır. Hem, bütün kâinatı kuşatan umumî ve küllî saltanat-ı sübhaniye
hesabına bir ezelî hutbedir. Hem muhît, geniş ve sonsuz bir rahmet noktasında,
bir rahmanî iltifat defteri hükmündedir. Kur’ân’da, Cenab-ı Hak, uluhiyetin
azamet-i haşmeti haysiyetiyle konuşmaktadır.

Birçok risalesinde dikkatleri bu hususa çeken Said Nursî, en
başta kendi dikkatini Kur’ân’da yoğunlaştırdığı için, gerek iç dünyasına, gerek
dış dünyasına ilişkin her konuya, her hususa ve her meseleye, kendi iç dünyası
dahil tüm âlemlerin Rabbinin konuşması olan Kur’ân’ın rehberliğinde bakacaktır.
İç dünyasında ve dış dünyada karşılaştığı her mesele, onun Kur’ân önünde diz
çöküp cevap araması için yeni bir vesile olacaktır. Sonuçta, birbiri ardınca,
enfüsî ve âfâkî âlemleri Cenab-ı Hakkın marifet ve muhabbetine ulaştıran bir
aynaya, bir pencereye dönüştüren risaleler doğacaktır.

Her bir risalenin, bir âyetin veya bir dizi âyetin verdiği ders
üzerine kurulduğunu görmek, hiç de zor değildir. Her bir risale, o risalede
sunulan tefekkürün esası ve mihveri olan bir âyetle başlamaktadır, âyetin
verdiği dersle gelişmekte ve doğrudan yahut dolaylı olarak yine Kur’ân’a yönelik
bir atıfla son bulmaktadır.

Tüm risaleleri kuşatan bu özellikten ayrı olarak, birçok risale,
doğrudan Kur’ân’a münhasırdır. En kapsamlı risalelerden biri olan “Mu’cizat-ı
Kur’âniye Risalesi” bu risalelerin şaheser bir örneğidir. Ayrıca, “Onikinci
Söz,” “Onüçüncü Söz,” “Onbeşinci Söz,” “Yirminci Söz” gibi risaleler de,
doğrudan doğruya Kur’ân’ın hakkaniyetini isbata hasredilmişlerdir. Bazı
risalelerin bazı bahisleri de, “Yirmidokuzuncu Mektub”un birinci ve üçüncü
kısımları gibi, hususan Kur’ân’a dairdir. “Yirmiikinci Söz,” “Otuzüçüncü Söz,”
“Ayetü’l-Kübra,” “Otuzuncu Lem’a” gibi, özelde tevhidin isbatına dair birçok
risale de, nihayetinde, tevhidin en parlak delili olarak, sözü Kur’ân’a
getirmektedir. Özellikle nefis ve şeytanın desiselerinin çalışıldığı birçok
risale de, son tahlilde sözü “Kur’ân kalesine sığınma”ya dayandırmaktadır.

Bütün bunları gördükten sonra, denilebilir ki, Risale-i Nur,
baştan sona Kur’ânî hakikatlerle örülmüştür. Kur’ân’dan alınan ders ve ilhamlar
çıkarılacak olsa, geride hiçbir şey kalmayacaktır.

Bu apaçık gerçek, Said Nursî’yi haklı olarak şu sözü söylemeye
sevketmiştir:

“… Resâili’n-Nur, ne Şarkın mâlûmatından, ulûmundan; ve ne de
Garbın felsefe ve fünunundan gelmiş bir mal ve onlardan iktibas edilmiş bir nur
değildir. Belki, semavî olan Kur’ân’ın, Şark ve Garbın fevkındeki yüksek
mertebe-i arşîsinden iktibas edilmiştir.” (bkz. Şuâlar, s. 580).

Pazardaki silik sözler

Ortada böyle bir realite varken, ne yazık ki etrafta bir dizi
silik söz dolaşıyor. Said Nursî”nin Kur”ân”a talebe olma azmiyle yaşanmış
hayatına, özelde Risale-i Nur”un baştan sona Kur”ân âyetlerinden süzülmüş
hakikatlerle dokunmasına rağmen, Risale-i Nur”a dair yakışıksız iftiralar kol
geziyor. Sözgelimi, Risale-i Nur dairesine mensubiyet gayretindeki bazı
kişilerin dahi anlaşılmaz bir gaflet ve dikkatsizlik eseri olarak “Risale-i Nur
hakkında en doyurucu araştırma”yı yapmış olduğunu söyledikleri Şerif Mardin,
onun için “deizm” yakıştırmasına cesaret edebiliyor. Dini bir sosyal gerçeklik
olarak kabul eden, Kemalizmin başarısızlığını bu gerçekliğin ihmalinde arayan,
ama dinin semavîliğini -özelde vahiy ve nübüvvet gerçeğini- kendi seküler
projelerinin en ciddi engeli olarak gören “sosyal mühendis”lerin mantığına uygun
biçimde, muhtemelen kendi kafasındaki seküler din projesine “pilot bölge”
arayışı içinde, Risale-i Nur’un “deistic mood”undan dem vurabiliyor. Tanrıyı
kabul, ama vahyi ve nübüvveti reddeden deizm yakıştırması, ona elverişli bir yol
olarak gözüküyor. Kendisi buna dair satırlar iliştirirken, başka
araştırmacılardan, bu konudaki tahlili geliştirmelerini umabiliyor. Semavî olan
Kur’ân’ın getirdiği nurlar çıkarılsa geriye Risale-i Nur namına birşey
kalmayacağı gerçeğine rağmen bu cesareti gösteriyor.

Öte yanda, anlaşılmaz bir inatla Risale-i Nur’a karşı hep soğuk
durmuş Müslüman entellektüellerde, buna benzer bir kanaat gözlüyoruz.
Wittgenstein’ın dil oyunları üzerine değil saatlerini, aylarını ve yıllarını
harcayan bu entellektüeller, Wittgenstein’a ayırdıkları zamanın yüzde birini
Risale-i Nur’a ayırıp şöyle kuşbakışı bir okuma dahi gerçekleştirmedikleri
halde, Risale-i Nur’a muhatap olanların kimi kusurlarını bu zanna dayalı
kanaatlerini mesnet kılmaya girişiyorlar.

Konuya bu kadar katı ve soğuk bir nazarla bakmayan çevrelerde
ise, Risale-i Nur’un olsa olsa Elmalılı tefsiriyle kıyaslandığını; ona yakın ve
hatta ondan biraz düşük bir konumda tutulduğunu görüyoruz. Özelde ilahiyat
fakülteleri ve Diyanet etrafında kümelenen “resmî” ulemanın sergilediği bu
tavrın ilmî gerçekliği başlıbaşına bir inceleme konusu. Ama, herşeyden önce, “O
halde, devlet eliyle ve emriyle yazdırılan Elmalılı tefsiri ile aynı tarihlerde
telif edilen Risale-i Nur aynı devlet eliyle ve emriyle neden yirmi küsur yıllık
bir sürgün, hapis, kovuşturma ve eziyete konu kılındı?” sorusuna açıklık
getirmekten kesinlikle âciz bulunuyor.

Kaderin verdiği dersler

Peki, yazımızda ancak bir derece ifade edebildiğimiz, Risale-i
Nur’a doğrudan muhatap olunduğunda daha berrak bir şekilde ortaya çıkan bir
hakikate rağmen, neden karşımıza böyle bir sonuç çıkıyor? Neden Kur’ân
pınarından süzülen “reşha”lar sunan Risale-i Nur, vâkıanın tam tersi olan
“deistik” yakıştırmalarla yüzyüze kalıyor?

Konuya bu soruyla birlikte yaklaşıldığında, kaderin manidar
derslerini okuyoruz. Kimileri seküler hülyaları uğruna, kimileri ilmî enaniyetin
sevkiyle haksızlık etse de, beşer zulmederken kaderin nasıl adalet ettiğini
görüyoruz.

Bu noktada, açık yüreklilikle, bazı itiraflarda bulunma
durumundayız.

Kaderin böylesi bir durumla bizi yüzyüze getirerek verdiği ilk
ders, Risale-i Nur dairesine mensup bulunan fertler olarak bugüne dek Kur’ân’a o
denli yoğun ve ciddi bir âyine olan Risale-i Nur’dan beslenen özgün bir Kur’ânî
tefekkür modeli ve örneği sunamayışımızdır. Bu yapılamamıştır. Tam aksine, zaman
zaman, Risale-i Nur’un Kur’ân’a bakışı hakkında günün ilcaatına göre derdest
edilmiş aceleci sonuçlar sunulmuştur. Daha ziyade “günü kurtaran” bu sonuçlar,
uzun vadede gerek Risale-i Nur’a, gerek Risale-i Nur’un tüm hakikatlerini
kendisinden aldığı Kur’ân’a bakışta ufkumuzu daraltmış, hatta yer yer yanıltıcı
olmuştur. “Mu’cizat-ı enbiya” ve “teknoloji” ilişkisi bunun bir örneğidir.
“Yirminci Söz”de peygamber mu’cizelerinin her birinin bir terakkinin nihayetini
gösterdiği, beşerin nazarını kâinata dercedilmiş bir âdetullaha çevirip o âdetin
keşfine yönelttiği anlatılır. Ama bu anlatım, “Nasıl kalkınabiliriz?” gibi dar,
sığ ve bir bakıma seküler bir perspektif taşımaz. Bilakis, konu bir ubudiyet
perspektifi içinde ele alınır. Meselâ Süleyman aleyhisselâmın mazhar olduğu
mu’cizeler, şu anlatım içinde bir keşfin, bir terakkinin, bir tekniğin nihayeti
olarak sunulur:

“… İşte Cenab-ı Hak şu âyetlerin lisan-ı remziyle manen diyor
ki: “Ey insanlar! Bana tam abd olan bir hemcinsinize, onun nübüvvetinin ismetine
ve saltanatının tam adaletine medar olmak için mülkümdeki muazzam mahlukatı ona
musahhar edip konuşturuyorum ve cünûdumdan ve hayvanatımdan çoğunu ona hizmetkâr
veriyorum. Öyle ise, herbirinize de madem gök ve yer ve dağlar, hamlinden
çekindiği bir emanet-i kübrayı tevdi etmişim. Halife-i zemin olmak istidadını
vermişim. Şu mahlûkatın da dizginleri kimin elinde ise, Ona râm olmanız
lâzımdır. Tâ Onun mülkündeki mahluklar da size râm olabilsin ve onların
dizginleri elinde olan Zât’ın namına elde ebedilseniz ve istidatlarınıza lâyık
makama çıksanız…”’

Bu ifadelerin devamında, teknolojiye yalnız dünyevî bir
yaklaşımla talip olup dünyevî bir terakkiyi amaçlayanların tavrı “mânâsız bir
eğlence”, “insaniyetin iktiza ettiği makamdan insanı düşürten lehviyyat” olarak
yorumlanır.

Süleyman aleyhisselâma ilişkin bu tek örnek dahi, onun konuya
yaklaşımındaki çizgiyi açıkça gösterir. Bu mu’cizelerden alınan ders, “ubudiyet”
dersidir, Allah’a tam abd olmaktır. Mucizeler, bu ubudiyete karşılık birer ilahî
ikramdır. Böylesi bir bahsin “Nasıl kalkınabiliriz?” sorusu ekseninde ele
alınması; seküler bir teknoloji problematiğine hasredilmesi açık bir yanılgıdır.
Fakat, bu bahis İslâm’ın “irtica” ithamına maruz bırakıldığı ve de Müslümanların
iki yüzyıldır “Neden geri kaldık?” diye hayıflandığı bir sosyal ortamda, bu
yanılgıdan payını almış; asıl ekseninden, asıl vurgusundan önemli ölçüde
soyutlanarak anlaşılmış ve de o şekilde sunulmuştur. “Yirminci Söz”deki
bahislerin başına gelen bu problem, başka birçok risalenin de başına gelmiştir.
Böylesi bir sunuş tarzı ise, Risale-i Nur’a zaten soğuk duran kesimlerin onu
“pozitivist,” “ilerlemeci” gibi yaftalarla tanımlamalarına zemin hazırlamıştır.

Ele aldığımız örnek, bu tanımlamanın Risale-i Nur için ne denli
yakışıksız düştüğünü gösterir. Ama, Risale-i Nur dairesine mensup birçok insanın
onu sunuş tarzı için, aynı şeyi söylemek imkânsızdır. Sonuçta, mensuplarının
Risale-i Nur harici paradigmalarla Risale-i Nur’a yaklaşmaları hem kendilerinin
Risale-i Nur’a bakışlarını gölgelemiş, hem de sair insanların Risale-i Nur’a hak
etmediği bir önyargıyla bakmalarına yol açmıştır.

Benzer bir durum, Risale-i Nur’un kâinata bakışıyla ilgilidir.
Risale-i Nur, baştan sona, kâinattan söz eder. Bazı ehl-i dinin akıl almaz bir
bedbahtlıkla onu “çiçek-böcek muhabbeti” diye hafife almalarına yol açan bu
ısrar, esasen Kur’ân’ın malıdır ve onun dersidir. ‚içeği de, böceği de, sineği
de, yıldızı da Allah’ın âyetleri olarak nazarlara veren Kur’ân-ı
Mu’cizü’l-Beyan’dır. Risale-i Nur onlardan söz ediyorsa, üstadı olan Kur’ân
onlardan söz ettiği için söz etmektedir. Ve Kur’ân onları hangi bağlamda hangi
maksatla sözkonusu ediyorsa, Risale-i Nur da o bağlamda o maksatla sözkonusu
etmektedir. Fakat, Risale-i Nur dairesine mensup olan bizlerin, risalelerdeki bu
kâinat vurgusunun Kur’ânî bağını yeterince güçlü bir biçimde ortaya
koyamadığımız; bu kâinat vurgusunu Kur’ân’ın bir emri ve dersi olarak
sunamadığımız da bir vâkıadır.4

Ayetü’l-Kübra’nın öğrettiği

Buna dair şöyle bir şahsî bir gözlemime değinmek isterim.
Değişik vesilelerle, Risale-i Nur’u şu veya bu düzeyde okuyan belli kişilere şu
soruyu sormuşuzdur: “Ayetü’l-Kübra ne ile başlıyor?” Alınan cevap, genelde şu
olmuştur: “Yıldızlarla.” Bu cevap, ilk anda küçük gözüken, ama Risale-i Nur’un
hak ettiği muhatabiyeti göremeyişinin, üstelik hak etmediği iftiralara konu
edilişinin belki en önemli sebebi olan bir dikkatsizliğin habercisidir.
Gerçekten Ayetü’l-Kübra ne ile başlar?

Elcevap: el-âyetü’l-kübra ile. Bu büyük âyet, İsra sûresinin 44.
âyetidir. Bu âyet, yedi kat sema, arz ve bunlarda bulunan herşeyin Onu tesbih
ettiklerini, Onu hamd ve tesbih etmeyen hiçbir şey olmadığını belirtmekte;
“Lâkin siz onların tesbihini kavramıyorsunuz” demektedir. İşte, âyet-i kübra
budur. Ayetü’l-Kübra ise, i’caz anahtarıyla bu âyetten alınan bir ders
hükmündedir. Müellifinin kendi ifadesiyle, “el âyetü’l-kübranın bir alâmet-i
kübrası ve bir tefsir-i âzamı”dır; “menbaı olan âyetü’l-kübranın azametini”
göstermektedir (bkz. Şuâlar, s. 615). Bu âyetin zikriyle başlayan sözkonusu
eser, nazarları ilk önce yıldızlara çeviriyorsa, âyet ilk önce yedi kat
semavâtın Onu tesbih edişine dikkat çektiği içindir.

Risale-i Nur’un Kur’ân’la olan bu rabıtası Risale-i Nur’a mensup
olanların dikkatinden şu veya bu düzeyde kaçarsa, başkalarının nazarından da
elbette kaçacaktır. Sözgelimi Ayetü’l-Kübra, bu semavî üstadının zikri
unutularak sunulursa, Risale-i Nur’un kâinat vurgusunu “deizm”e yormak
isteyenler de, “pozitivizm” yaftasıyla onu karalayıp okuma zahmetinden kurtulmak
isteyenler de elbette bu cür’etlerine cesaret bulacaklardır.

Kur’ân’a ayna olan Risale-i Nur’a perde olmamak

Ayrıca, Risale-i Nur’dan temellenme iddiasındaki birçok eser,
Risale-i Nur’un önündeki ciddi birer perde hükmündedir. Bugün, değişik
yayınevlerince değişik yazarlarca yazılmış bir dizi kitap “Risale-i Nur
ışığında,” “Risale-i Nur’a göre,” “Risale-i Nur açısından” gibi birtakım alt
veya üst başlıklarla sunulmaktadır. Bir eseri böylesi bir başlığa lâyık
görebilmek için, o eserin Risale-i Nur’un tümüne nüfuz edebilmesi gerekir. Oysa,
sözkonusu eserlerin hemen hepsi, kendi yazarının bakışı ve paradigmasıyla
Risale-i Nur’u değerlendirmekte; bu bakış ise Risale-i Nur’u kuşatmaktan âciz
görünmektedir. Bu satırların yazarı, Risale-i Nur’a bir şekilde muhatap olmuş
insanların kendi anladıklarını yazmalarını elzem bulmakla birlikte; bu
çalışmaları Risale-i Nur’un bakışı tam da kendi yazdıklarıymış gibi sunan
sözkonusu başlıkları Risale-i Nur’a karşı işlenmiş ciddi bir kusur olarak
görmektedir.

Yazar ve yayınevi ismi vermeksizin ele alacağımız bir eser, bu
“kusur”un Kur’ân’la ilgili boyutunu rahatça görmemizi sağlamaktadır. Eser,
“Bediüzzaman ve Milliyetçilik”le ilgilidir. Ama, eserin başından sonuna dek,
Said Nursî’nin milliyetçiliğe bakışını hangi temel referansların belirlediğine
dair hiçbir kayda rastlamak mümkün değildir. Said Nursî, milliyetçiliğe Kur’ânî
bir perspektif içinde bakmakta; meselâ “Yirmialtıncı Mektup”taki milliyetçilik
bahsini Hucurat sûresinin 13. âyeti ekseninde yazmaktadır. “Otuzuncu Söz”deki
milliyetçilik bahsi Lokman: 13’e, özellikle lâhikalardaki milliyetçilik
bahisleri ise Necm: 38’e bakmaktadır. Bu hususî âyetlerin yanısıra, onun bu
konudaki bakışının Kur’ân’ın umumundan aldığı dersler ile de mutlak bir bağı
vardır. Fakat, “Bediüzzaman ve Milliyetçilik”i çalışan sözkonusu eserde, onun
Kur’ânî referanslarından hiçbirini bulmak mümkün değildir.

Risale-i Nur’un bu semavî üstadla bağlantısının kopması ise,
feci bir yanılgıya yol açmaktadır. Kur’ân aradan çekilince, ortaya konulan
tefekkür Said Nursî’nin kendi aklınca ürettiği bir tefekkür olarak
görülmektedir. Sonuçta, çokları eğer bu tefekkürde isabet görürlerse bunu Said
Nursî’ye mal edip övgüyü onun şahsına yöneltmekte; bu tefekküre bir şekilde
kalbini kapamış olanlar ise, mahrum kaldıkları şeyin Kur’ân’ın bir nuru olduğunu
görememektedir. Açıkçası, sonuç, her iki açıdan da hüzün vericidir.

Sonuç, en nihayeti Said Nursî takdir ediliyor olsa da hüzün
vericidir. Zira, takdirin şahsına yöneltildiği kişi, “Yazılan bütün Sözlerdeki
bütün hakikatlar Kur’ân’ın malıdır; ben bir ilancıyım; aczime ve ihtiyacıma
binaen dellâlı olmak bana nasip oldu. Güzellik ve kemal, Kur’ân’ındır”
mealindeki uyarılarla, şahsında takılıp kalan bir muhatabiyeti sürekli kırmaya
çalışmıştır. Zaten, daha Risale-i Nur’un ilk filizlerinin kalbinde çimlenmeye
başladığı bir dönemde yazdığı Sünuhat’ta, bu konuda geçmişe dönük bir
muhasebeyle birlikte kendine ait dersler çıkarmaktadır. Bu eserde, o,
“Müctehidînin kitapları vesile gibi, cam gibi Kur’ân’ı göstermeli, yoksa vekil,
gölge olmamalı” der. Halbuki vâkıa bu olmamıştır. Kur’ân’ın gölgesinde yazılan
kitaplar, zamanla Kur’ân’ı gölgeler bir hal almışlardır. “Şeriat kitapları,
birer şeffaf cam mahiyetinde olmak lâzım gelirken, mürur-u zamanla mukallidlerin
hatası yüzünden paslanıp hicab olmuşlardır. Evet bu kitaplar, Kur’ân’a tefsir
olmak lâzım iken başlıbaşına tasnifat hükmüne geçmişlerdir…” İslâm dünyasının
asırlardır yaşadığı imanî ve amelî zaafı, “me’hazdaki kudsiyet”in önemine dair
bir tesbit eşliğinde bununla doğrudan doğruya ilgili gören Said Nursî, çözümü
şurada görür: “hâcât-ı diniyede cumhurun enzarını doğrudan doğruya cazibe-i
i’caz ile revnekdar ve kudsiyetle hâledar ve daima iman vasıtasıyla vicdanı
ihtizaza getiren Hitab-ı Ezelînin timsali bulunan Kur’ân’a çevirmek.”

Risale-i Nur böylesi bir gayenin ve gayretin neticesi olarak
doğmuştur. Ama maalesef, daha önceki pek çok imanî eserin sonradan karşılaştığı
problemin bir benzeriyle o da yüzyüze kalmıştır. Said Nursî Risale-i Nur’daki
hakikatlerin Kur’ân denizinden alınmış damlalar olduğunu söyleyip nazarları
Kur’ân’a çevirdiği halde, Risale-i Nur’a dair birçok araştırmada, bu vurgu
ihmale uğramaktadır. Risale-i Nur Kur’ân’a ayna olmak istediği halde, o aynadaki
güzelliğin hangi güneşten aksettiği gereğince ortaya konulmamaktadır. Bu tavrın
aşılması, Risale-i Nur’un kudsî kaynaklarıyla olan rabıtasının zihinlerde,
dillerde ve kalemlerde asla ihmale gelmemesi gerekmektedir.5 Tâ ki, Risale-i Nur
müellifinin amacı gerçekleşsin. Tâ ki, Risale-i Nur, “Bendeki güzellik
Kur’ân’dandır” mesajını daha yüksek bir sadayla söylemiş olsun. Tâ ki, Risale-i
Nur nazarları Kur’ân’a çevirip Kur’ânî bir tefekküre hazırlasın.

Sözünü ettiğimiz bu son probleme paralel diğer bir problem,
terminoloji ile ilgilidir. Risale-i Nur, önümüze Kur’ânî ve nebevî bir kaynaktan
süzülen bir kavram haritası sunmaktadır. Fakr, iktisat, ibadet, nefs, şükür,
hamd, tesbihat, şirk, tuğyan, hidayet, dalalet, mânâ-yı ismî, mânâ-yı harfî,
niyet, ene.. gibi bir dizi terim, bunun örneğidir. Bu terminolojiyi Said
Nursî’ye has kılmakla, kudsî kaynaklarını vurgulayarak sunmak arasında elbette
muazzam bir fark vardır.

Bir diğer husus, Risale-i Nur müellifinin Kur’ânî bir tefekkür
sergilerken, “âyetin hadsiz denizinden bir katre”, “bu âyet-i uzmânın binler
hikmetinden bir hikmeti” gibi ifadeler kullanmasıdır. Bu ifadeler, kendi aklını
âyetin dersine talebe kılan, ama âyeti kendi aklının kalıplarıyla
sınırlandırmayan dikkatli ve tutarlı bir tavrın sonucudur. Gerçekten, Ezel ve
Ebed Sultanının Kelâm-ı Ezelîsini hangi fani tümüyle ihata edebilir? O, bir
fani, ve Kur’ân’ı hakkıyla seven bir Kur’ân talebesi olarak, âyetlerin anlamını
kendi anlayışıyla sınırlama bedbahtlığına düşmez. Hatta birçok yerde bir âyetin
veya sûrenin anlaşılmasına dair ipuçları vererek, devamını okuyucuya bırakır.
Meselâ “Yirmibeşinci Söz”de, İhlas sûresinin i’cazına temas ederken üç örnek
verir, ardından “Daha sen buna göre kıyas et” der. Böylece bizleri Kur’ânî bir
tefekküre ve sunduğu yaklaşımı geliştirmeye çağıran bir müellife yönelik en
ciddi mukabele, onun istediği gibi, bu “kıyas”ı sürdürmek olurdu. Ne var ki,
Risale-i Nur dairesine mensup olan bizlerin, bu konuda manidar bir ürün ortaya
koyamadıklarını itiraf etme durumundayız. Onun Kur’ân’a muhatabiyet usulü ve
üslubu lâyıkınca özümsenebilseydi, ihtimal Risale-i Nur’dan alınan dersle,
bugüne kadar çok özgün Kur’ânî tefekkür örnekleri sergilenmiş olurdu. Said
Nursî’nin “…inşaallah Risale-i Nur’un bir şakirdi, sûre-i Rahmanı tefsir edip
bu meseleyi de halleder” gibi ifadelerle Risale-i Nur talebelerini açıkça teşvik
etmesine rağmen, henüz bu açılım gerçekleşebilmiş değildir.

Bu açılımın gerçekleşmesi, en başta bu açılıma olan ihtiyacın
farkına varılması; ardından bu yönde ciddi bir gayret ve dikkatin
sarfedilmesiyle mümkündür.

Bu aşamada, yukarıda sözünü ettiğimiz hususlara ilaveten,
zihnimize ekilmiş lâdinî tohumların da bertaraf edilmesi gerekmektedir. Bilginin
kaynağına ilişkin pozitivist şartlanmalar bunların en başında gelir. İnsanlık
tarihini felsefî ve nebevî olmak üzere iki keskin çizgiye ayıran problem budur.
İnsan aklı kendi başına bir bilgi kaynağı mıdır, yoksa bir mürşidin irşadıyla
işgören bir aracı mı? Risale-i Nur’un bu noktadaki cevabı nettir. Aklın
kullanılması konusundaki o derece yoğun ısrarıyla birlikte, aklı bir âlet olarak
görmektedir. Akıl, ancak vahyin irşadıyla insanı hakikate ulaştırır.

Risale-i Nur’un bu konudaki ısrarı, çok değişik risalelerde
görülür. “Ene” bahsinde felsefe bu temelde bir sorgulamaya konu edilir. “İ’caz-ı
Kur’ân” risalesinin sonunda, Mu’tezile imamları aklı hâkim kıldığı için
eleştirilir. Aynı risalede, Tûr sûresinin 32. âyetini tefsir bâbında, Kur’ân’a
hitaben şu ifadeler kullanılır: “Acaba akıllarına güvenen akılsız feylesoflar
gibi, ‘Aklımız bize yeter’ deyip sana ittibadan istinkâf mı ederler? Halbuki:
Akıl ise, sana ittibaı emreder. Çünki: Bütün dediğin mâkuldür. Fakat akıl kendi
başıyle ona yetişemez.”

“Bilginin kaynağı” probleminin Risale-i Nur’a bakan bir boyutu
daha vardır. Said Nursî bir mütefekkirdir; ama kendi aklınca tefekkür eden bir
mütefekkir değildir. Kur’ân’a talebe olmuş; hikmet ve hakikat dersini ondan
almış bir mütefekkirdir. Nitekim, meselâ Esma-i Hüsna Risale-i Nur’da bu denli
merkezî bir yer tutuyorsa, bu, Said’in kendi icadı değildir; esma-i hüsnanın
Kur’ân’da merkezî bir yer tutmasına binaendir. Risale-i Nur “Ehadiyet” üzerinde
yoğunlaşıyorsa, bu, Kur’ân âyetleri Ehadiyet dersi verdiği içindir. Risale-i Nur
kâinatı bu denli yoğun bir biçimde çalışıyorsa, Kur’ân nazarları Allah’ı tanıtan
âyetler olarak kâinata yönelttiği içindir.

Öte taraftan, Risale-i Nur’un Kur’ân’la modern bilimleri kolkola
ele aldığı iddiası tutarsız bir iddiadır. Kur’ân ile bilimi aynı düzeyde ve
düzlemde görmeyen; Kur’ân’ı efendi ve mürşid, bilimi ise köle ve öğrenci olarak
tarif eden bir külliyat, bu ikisini nasıl eşit düzeyde, kolkola ve yan yana
görebilir?

Diğer yanda, Kur’ân’a muhatap olmak, Kur’ân’dan başka herşeyi
hiçe sayan kuru bir mealcilik yapmak değildir. Bilakis, bu muhatabiyet,
Kur’ân’ın “usve-i hasene/en güzel örnek” olarak tanımladığı; Allah’ın sevgisini
kazanmayı ona ittibaya bağladığı Resul-i Ekrem’in sünnet-i seniyyesine
muhatabiyeti de gerektirir. Kur’ân’ın en büyük ve nuranî müfessiri odur. Keza,
Kur’ân’a muhatap olmak, Kur’ân’ın övgüsüne mazhar olan sahabeye; ayrıca,
Kur’ân’ın “râsihûne fi’l-ilm” tanımına mâsadak olan selef âlimlerine
muhatabiyeti de içerir. Kur’ân’ın neyi ifade ettiğinin ve beyan ettiği
hakikatlerin nasıl yaşanacağının en birinci ve en yüksek örneğini Resul-i Ekrem
sunmuştur. Sahabiler ondan bu dersi almış ve sonraki kuşaklara aktarmışlardır.
Selef-i sâlihînin çizgisi işte bu temelde; Kur’ân, sünnet ve sahabi mesleği
üzere oluşmuştur. Kur’ân’ın nasıl anlaşılacağını anlamak, bu yolda ömür ve mesai
sarfetmiş sayısız nuranî kalbin ve münevver aklın yolunu elinin tersiyle iterek
değil, onların açtığı yolda yürüyerek gerçekleşir. Risale-i Nur müellifinin
kendi hayat çizgisi bu çizgide şekillenmiştir. Tüm risaleler, onun Kur’ân’ı
anlama yolunda Resul-i Ekrem, sahabe ve selef-i sâlihînden aldığı manidar
dersleri ve talimleri de yansıtmaktadır. Dolayısıyla, Risale-i Nur’un Kur’ân’ı
öne çıkarma çağrısı, Kur’ân’a ayna olmuş o nuranî halkayı atlayarak değil,
onların yolunu izleyerek gerçekleşebilir. Kuru bir mealcilik, Kur’ân’ı öne
çıkarma kılıfıyla kendi aklını öne çıkarmaktan öte bir gayretkeşlik değildir.

Risale-i Nur’un Kur’ân’a bakışını hakkıyla yansıtmaktan hayli
uzak da olsa, bu çalışmamız, Risale-i Nur’un Kur’ân’a bir hazırlık okulu
olduğunu da zannımızca hissettirmektedir. O, nazarları kendine değil Kur’ân’a
yöneltmekte, zihinlerimizi ve kalblerimizi Kur’ân’a hazırlamaktadır. Said
Nursî’nin, Risale-i Nur hakkındaki “Dava değil, dava içinde bürhandır” ifadesi,
bu çerçevede ciddiyetle tahlil edilmesi gereken manidar bir söz hükmündedir.

Bir diğer husus Risale-i Nur’un Kur’ân’ı yalnız lâfz ve mânâ
itibarıyla değil, usul ve üslub itibarıyla da üstad edinmesidir. Onun,
Kur’ân’dan alınan ders ile “temsil” ve “tekrar” üzerine kurulması, bunun bir
delilidir. Hitabında havassın değil, avâmın anlamasını esas alması da, Kur’ân
bunu ders verdiği içindir. Yalnız aklı muhatap almayıp kalb ve ruha hitab etmesi
de bu sırdandır.

Rahmet-i Rahman’dan umulur ki, bizleri Kur’ân’ın nuranî iklimine
hazırlayan Risale-i Nur’a karşı ciddi bir muhatabiyet gerçekleşir. Bir yanda
Risale-i Nur’a talip olan bizlerin tenbelâne ve kusurlu yaklaşımı, öte yanda
kimi ehl-i dinin kayıtsız ve yer yer yanıltıcı tavrı, umulur ki son bulur.

Şu karanlık çağda Kur’ân’ın nuruna her asırdan daha ziyade
muhtaç olan bizlerin buna o kadar ihtiyacı var ki…6

Dipnotlar

1. Müellifin, eserin Türkçe çevirisinin sonuna düştüğü not,
manidar bir nükte yüklüdür. Burada, sonraki hemen hemen tüm risalelerin de bu
âyetle bittiğine atıfla şu sözlere yer verilir: “Şimdi anladım ki: tefsirim de,
şu âyet ile hitam buluyor. Demek inşaallah bütün Sözler, hakikî bir tefsir ve şu
âyetin bahrinden birer cedveldir. En nihayet, yine o denize dökülüyorlar. Şu
tefsirin hitamında, gûya her Söz, manen şu âyetten başlıyor. Demek o
zamandanberi, yirmi senedir daha şu âyeti tefsir ediyorum, bitiremedim ki
tefsirin ikinci cildini yazayım.”

Yine Türkçe çeviri için yazılan “İfadetü’l-Meram”da, bu
tefsirin devam etmemesinin diğer bir gerekçesi şöyle açıklanır:

“Şu İşârâtü’l-İ’caz adlı eserimi, hakikî bir tefsir
niyetiyle yapmadım; ancak ulema-yı İslâmdan ehl-i tahkikin takdirlerine mazhar
olduğu takdirde, uzak bir istikbalde yapılacak yüksek bir tefsire bir örnek ve
bir me’haz olmak üzere o zamanların insanlarına bir yadigâr maksadıyle yaptım.”

Bu sözleri muhterem müellifin manevî bir vasiyeti olarak
algılamak gerektiğini düşünüyorum. Bu “örnek” tefsirin Ezher’de tefsir usulü
ders kitabı olarak okutulmaya başlanması, “o zamanların” artık o kadar “uzak bir
istikbal” olmadığı ümidini veriyor.

2. Resul-i Ekrem aleyhissalâtu vesselâmın “Allah’ım, bana
eşyayı olduğu gibi göster” duası burada özellikle hatırlanmalıdır. Bu nebevî
dua, kâinatın olduğu gibi görüldüğü takdirde Rabbimizi bildirdiğini; esasında
bir marifetullah penceresi hükmünde olduğunu; onun marifetullah önünde bir
perdeye dönüşmesinin bizim hatamızdan kaynaklandığını ihsas eder.

Said Nursî’nin semavî ve nebevî bir asla dayandırdığı
“mânâ-yı harfî” yaklaşımı, bu çerçevede ele alınmalıdır. Bu yaklaşımın, İbn
Arabî gibi büyük mutasavvıfların huzur-u daimîye engel gibi gördükleri kâinatı
marifetullahın aynası ve penceresi kılma noktasındaki önemi ve değeri için, bkz.
Bilâl Kuşpınar, “Bediüzzaman Said Nursî’nin Tasavvuf Değerlendirmesi,”
Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumu 3 içinde, (İstanbul: Yeni Asya Yay., 1996),
s. 452-462.

3. Bu risalede, sözkonusu dört kelime ve kelamı kırk yıllık
hayatının ve otuz yıllık tahsilinin özeti olarak görür Said Nursî. Kelimeler
“mânâ-yı ismî, mânâ-yı harfî, niyet ve nazar”dır. Kelamlar ise “Ben kendime
malik değilim, ölüm haktır, Rabbim birdir ve ene.” Eski Said’in Yeni Said’e
dönüşmesi sürecinde ve bütünüyle Risale-i Nur’da bu sekiz unsurun ağırlığı ve
anlamı kolayca hissedilir. Bu hissedişten kendi iç dünyamızın hissesi ne kadar
ziyade olursa, Risale-i Nur’un kapıları da bize o kadar çok açılacaktır.

4. Bu tesbit, elbette bir genellemedir. Bu vurgunun ağırlık
kazandığı çalışmalar da elbette olmuştur ve olmaktadır. Köprü’nün yine bu
sayısında yer alan, Dr. Yamina Bouguenaya Mermer’e ait yazı, bunun bir
örneğidir. (Dr. Bouguenaya’nın Risale-i Nur’dan hareketle “Kur’ânî bir bilim”
anlayışının anahatlarını kurmaya çalışan bu minvaldeki çalışmalarının, yakında
Karakalem Yayınları arasında kitap halinde neşredileceğini belirtelim. Bu tür
çalışmalar arttıkça, sözünü ettiğimiz problemler inşaallah asgariye inecektir.

5. Muhterem Abdülkadir Badıllı tarafından hazırlanan
Risale-i Nur’un Kudsî Kaynakları adlı eser, tasnifat düzeyinde de olsa, bu yönde
önemli bir çalışma olarak takdire şayandır. Başlığıyla dahi bir hizmet
görmektedir. Bu konuda yapılan her bir çalışmayı -ister tasnife, ister tahlile
dayalı olsun- bu problemin aşılması yönünde atılmış yeni bir adım olarak mütalaa
etmek gerekir.

6. Üçüncü Uluslararası Bediüzzaman Sempozyumunda özellikle
Arap dünyasından gelen tebliğler, ümit vericidir. Örnek olarak Ziyad ed-Değamin,
Abdulgafûr Cafer, Abdurrezzak es-Sa’dî ve başkaca isimlerin tebliğlerine
bakılabilir. Muhterem İhsan Kasım Salihî’nin Risale-i Nur Külliyatının tamamının
Arapça’ya tercümesi yolundaki çalışmalarından ve bu çalışmaların neşrinden sonra
ortaya çıkan bu manidar gelişmenin daha da güçlenerek devam edeceğini umuyoruz.
Bu çalışmalar, umarız, tüm ehl-i iman açısından bir emsal teşkil eder.